TALİP-DEDE-MÜRŞİT İLİŞKİLERİNDE SORUNLAR

ALEVİLERİN YURT DIŞINA GÖÇÜ

SORUNLAR ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

3- TALİP-DEDE-MÜRŞİT İLİŞKİLERİNDE SORUNLAR

Bu dünyada sen çok yaşlar yaşarsın

Bilip dört kitabın dersin açarsın

Her harfına bin mânâ verirsin

Yine bir mürşide varmadan olmaz

Pir Sultan’ım, bu durakta dur dedi

Hazret-i Muhammed, Ali er, dedi

Bunu bilmeyenin işi zor dedi

Yine bir mürşide varmadan olmaz.

Pir sultan Abdal

İÇİNDEKİLER

Giriş

A- Ocaklar ve Dedelik kurumu ile olan sorunlar

1-Din önderlerinin Seyyidliği sorgulanıyor

2- Dede/Pîr’in dinî önderlik vasıfları

B- Talip/Muhipler ile Dede-Baba/ Pir-Mürşit ilişkilerinde somut sorunlar

1- Sorunlarımızın şeklen olan kısmı

2- Dinsel tanımların içeriğinin “çağdaşlaşma”sı

C- Çağdaş yaşamda Alevi kavram ve erkânlarının içeriğini nasıl yaşayabiliriz?

1- Çağdaş Tanrı kavramı nedir?

2- İkrar verip-almanın çağdaş yaşamda sorunları

3- Musahipliğin çağdaş yaşamda sorunları ve uyumu

4- Cemlerimizin çağdaş yaşamda sorunları ve uyumu

5- Cemevi sorunu

6- Görgü Ceminin yapılmaması

7- 4 kapı 40 makam eğitiminin yapılmaması

D- Çözüm Teklifleri

GİRİŞ

Anadolu Aleviliğinin günümüze kadar taşınmasında en önemli etkenlerden biri, dedelik kurumudur. Dedelik makamı, eski Türk inançlarındaki ata kültünün, özellikle Türklerin, İslamiyeti ocak-oymak-boy toplumsal-dinsel yapı üzerinde kabul ettiği dönemlerde, eski inançlarının etkisinin açıkça görüldüğü ortak zeminde, İslamla harmanlanarak evrimleşmesi ile Alevi kültüründeki yerini almıştır. Yüzyıllar boyunca Alevi inanç yapısının ana kurumunu oluşturmuş ve bu yapı sayesinde yapılanmasını, varlığını ve sürekliliğini sağlamıştı. Bu bağlamda, Alevilik, Talip/Muhip topluluğunun rızalık verdiği dinsel bilgi sahibi, etkileyici ve uzlaştırıcı şahsiyetler (dedeler/babalar) etrafında yapılanan ve tarihsel-inançsal süreç içinde dönüşümlerle yaşatılan bir inançtır.

Oğuzca kökenli olan “dede” sözcüğü, Türkçe’de “baba, dede, ata, ced, amca ve dayı” aile kan bağları anlamlarında kulanılmıştır. Dede sözcüğünün, Orta Asya’da yaşayan Türk topluluklarında bir de halka yol gösteren tecrübeli ve bilgili kişiler için kullanılan “ata” ve “baba” sözcükleri ile aynı anlamda kullanılıyor. Anadolu’da da ilk zamanlardan itibaren aynı manada kullanıldığı söylenebilir. Türk sufiliğinin gelişim süreçlerinde dervişlerin Anadolu’ya gelmeden önce kullandıkları ata, dede, baba gibi dinsel ünvanları(Arslan Baba, Hakim Ata, Mansur Ata ve Dede Korkut,vb..) bize Anadolu’da da kullanılan dede teriminin kökeni hakkında bilgi vermektedir. Orta Asya’da ocak-oymak-boy toplumsal yapı üzerinde Ata-Baba-Dede kurumu hem toplumsal-siyasal önder hem de inançsal önderiydi. Anadolu’da bir müddet bu iki önderliği yürüttü ama zamanla Talip/Muhiplerle ilişkisi sadece inanç ve toplum önderi görevi kaldı. Bugün ise göçle kentsel yaşamda ve Avrupa ülkelerinde sadece cem yürüten din önderi görevi kaldı. Diğer işlevlerini kaybetti ve bir derece meşruiyetinden (kabul görürlüğünden) çok şeyler yitirdi.

Anadolu kapalı köy ortamından çıkıp göçle başlayan kentsel yaşanda Talip/Muhip ve Dedelik/Pir-Mürşitlik düzeninde büyük zorlamalar, temel sarsıntılar ve toplumsal dengelerin değişmesi beraberinde bazı dinsel sorgulamaları da getirdi. Talip/Muhiplerin eğitim seviyelerinin süratla değişmesi, Alevilik temel bilgilerini değişik kaynaklardan alabilmeleri ve dinî inança daha bilinçli yaklaşımı ve sorgulaması bir çok Dede-Babaların irşat görevlerini tatminkâr bir şekilde yerine getirmede zorluk çektiğini ortaya koydu. Üstelik Dedelerin görevi sadece cem yürütmek değildi; kendine bağlı topluluklar arasında dolaşarak talipler arasındaki ilişkilerle ve sorunlarla da ilgilenmekteydi. Yani tam zamanını alan bir “görev”di. Bunun karşılığında da talipler kendisine emeği karşısında bir “Hakkullah” verir ve geçimini sağlarlardı. Bugün bu mali destekte biraz unutuldu. Dolayısıyla din önderlerinin kimliklerini, kişiliklerini, bilgilerini ve günlük yaşamdaki yerini (toplumsal-mesleki ve mali durumunu)sorgulama yollarını açtı. Bilinçli olarak içten ve dıştan yapılan bilgi kirliliği de buna eklendi. Dedeler-Babalar çağdaş kentsel yaşamda yükümlülüklerini yerine getirmekte zorlandılar ve işlevlerinde dolayısıyla “yetki ve etki” kaybına uğradılar. Çağdaş deyimle “imge” (imaj) kaybına da uğradılar.

Yakın Tarih’te I. Dünya savaşı’na Osmanlı’nın girme kararı ardından 1915 sonbaharında Malatya Mineyik’ta (bugün Arguvan Kuyudere mahallesinde) “Seyyitler Toplantısı” yapılması ve elliye yakın Ocak temsilcisinin “Ne kadarız ve kim kime bağlı? Dinsel bağlantımız nedir ve dinsel üst yetki kimde?” sorularına cevap aramasıyla bir “Birlik” yaratması ve Mücahidin Alayı’nı kurması, siyasî-askerî belirsizlikte, Alevi toplumunun kendi içinde ve dışa karşı somut bir varoluş başlangıcı girişimi oldu. Kurtuluş Savaşına da hareketi ile Alevi/Bektaşi kesimin bağlarını da bir anlamda belirliyor. 19 Mayıs 1919 da Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkmasını takiben O’nu ve kadrosunu Amasya'da karşılayan din adamlarının içerisinde, olayın yakın tanığı Hüsrev Gerede'nin anlattıklarına göre, Hacı Bektaş Çelebisi Cemalettin Efendi de vardı. Sıvas Kongresi'nde Alevi ileri gelenleri Atatürk'ün yanıbaşında oturmaktaydılar. 11 eylül 1919 da Sivas Kongresinden sonra Mustafa Kemal Ankara'ya giderken Hacı Bektaş'ta Çelebi Cemalettin Efendi ile 2 gün görüştü. “Pirevi Protokolu” hazırlandı (bak Baki Öz: Kurtuluş Savaşında Alevi-Bektaşiler,1997, s. 29-30). Pirevi Protokolü Sünni halifeliğin kaldırılmasını ve okullarda Sünni-Hanefi İlmihali'nin okutulmamasını öngörüyordu. M. Kemal bizzat söz verir. Buna karşılık Alevi-Bektaşiler de ulusal mücadeleyi destekleyeceklerdi. 23 nisan 1920 Cumhuriyet'in ilanından önce ilk Millet Meclisi başkanı Mustafa Kemal, başkan yardımcılığına Cemalettin Çelebi'yi getirdi. Mecliste de bir çok alevi mebus vardı. Ama iki önemli tarihi olay Alevilerin Cumhuriyet’e karşı güvenlerini sarstı.

Birincisi Atatürk özellikle Şeyh Said Olayından (Şubat-Nisan 1925) sonra bunun gibi hareketlerin toplumsal temeli olan kırsal feodaliteyi yıkmaya çalıştı. Günün koşulları reform yolunu kapıyordu. Devletin, dinde reform işini üstlenmesi bir yerde, devletin dinsel bir nitelik kazanmasıyla aynı anlama geliyordu. Laik devlet anlayışından ödün vermeden, dinsel inançlar konusunda taraf olmadan, devletin dinde reform işini yürütmesi hemen hemen olanaksızdı. 30 Kasım 1925 tarihinde “Tekke ve Zaviyeler kanunu’’nu meclisten çıkarttı. Bu yasayla tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı; türbedarlıklar ile şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik vb. birtakım unvanlar kaldırıldı. Alevi toplumu bu yasanın gerekçelerini anlasada neticede dedelik, seyyitlik, çelebilik bir müddet yasa dışı oldu ve zaman süreçinde Alevi- Bektaşi din önderlerinin dinsel-toplumsal ağırlıklarını ve Aleviliğin toplumsal saygınlığını da kısmen sarstı ve Alevi karşıtı olayları körükledi. Dersim olaylarını da bir alevi katliamına ve sürgüne dönüştüren düşünce yapısıda bunun bir devamıdır. Kırsal alandan kentlere göçlerde Alevi topluluğunun büyük sıkıntılar ve ayrımcılık yaşamalarının zeminini hazırladı hatta var olanı hızlandırdı. Maraş, Çorum, Sivas gibi diğer katliamların da bu ayrımcı düşüncenin devamı olduğunu söyleyebiliriz. Alevi ismini kullanan bir derneğin bile açılmasına mani olundu. İlk Alevi dernek örgütlenmeleri “köy dernekleri” olarak ortaya çıktı. 1955’de Ankara’da “Ocakköyü Kalkınma Derneği”, 1957’de İstanbul’da ise “Divriği Kültür Derneği” bilinen ilk Alevi dernekleridir. Ancak 1988’den itibaren “Alevi” ismiyle dernekler kurulmaya başlanmıştır.

İkincisi bu gelişmeye paralel olarak 3 mart 1924 Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığının) kaldırılması ve Başbakanlığa bağlı Din İşleri Reisliği kurulması ve 5 şubat 1937 Laikliğin Anayasaya girmesine rağmen adım adım devlet içinde büyümesine ve sünni-hanefi ve sellefi yorumun güçlenmesine ve aleviliğin dışlanmasına şahit olduk. Diyanet’in bu dinsel tekelini değiştirmek isteyenler 1965 te çıkarılan 633 sayılı kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yeniden düzenlenmesi istedi ve yeni anayasanın 12.ci (Herkes dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin kanun önünde eşittir....”) ile 19.cu maddelerine (Herkes vicdan ve dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir (...) Din eğitimi ve öğretimi ancak kişinin kendi isteğine....bağlıdır) uyması istendi. Ama hiç bir şey yapılmadı. Bilhakis laiklik ilkesi adı altında bir yandan tek tip İslam anlayışı Sünni-Hanefi meshebi egemenliğinde Diyanet İşleri Başkanlığının devam etmesi ve Alevilerin dini kimliklerine getirilen radikal bir darbe olmuştur.

Batı Avrupa ülkerine kutsal günlerimizde Türkiye’den Dede getirme isteğimizin Diyanetten izinle geçici gri pasaportla gelmeleri ve yurtdışına yollanan sünni imamlar gibi binbir zorlukla elde edilen yol masraflarının karşılanması en ufak bir “yasal hak” olarak görülmedi. Üstelik davet ettiğimiz dedeler,bazı Alevi Federasyon üyeleri tarafından, “Diyanetin Dedeleri” gibi kasıtlı aşağılıyıcı terimlerle adlandırıldı ve “Devlet Dedelere maaş veriyor” gibi söylentiler çıkarıldı.

İşte bu yıpranmış ve yıpratılmış ortamda bir de içimizde Ocaklar ve Dedeler kurumu ile olan sorunları karşımıza çıkıyor ve çözüm bekliyor.

A- Ocaklar ve Dedelik kurumu ile olan sorunlar

1-Din önderlerinin Seyyidliği sorgulanıyor

İslam toplumu, 7. yüzyılın son çeyreğinde geri dönülmeyecek bir değişimin içine girdi. Kureyş aşiret federasyonunun üyesi Ümeyye Oğulları, aynı federasyonun diğer üyesi Hâşim Oğullarıyla İslam'dan çok önce aralarında zuhur eden iktidar kavgasına, 661 yılında son noktayı koydular ve siyasal üstünlüğü tekrar ele geçirdiler. Muaviye b. Ebî Süfyan'ın politik entrikalarıyla baş edemeyen dördüncü "Râşid" halife Hz. Ali, "Hakem olayı" ile, siyasal-dinsel bir oyuna geldi ve yetkisini tartışılır hale getirdi. Katledilmesi İslam toplumunun inanç yapısını da derinden etkileyerek üçe böldü: Haricîler, Şîîler ve Sünnîler. Ümeyye Oğullarının ilk saltanat yılları, yine entrikalar ve kanlı olaylarla geçti. Hz. Ali'nin büyük oğlu Hasan, hilafet hakkından vazgeçtiğini resmen ilan etmesine rağmen zehirlenerek öldürüldü. Muaviye'nin oğlu Yezid ise, babası Ali’nin elinden entrikayla alınan hilafet hakkının kendisine ait olduğunu söyleyerek ortaya çıkan küçük oğul Hüseyin'i ve ailesinden çoğunu Kerbelâ'da trajik bir şekilde 680 de katlettirdi. İslam toplumunun bir kesimi, bundan sonra Hz.Ali’yi inançlarının merkezine oturttu ve Alawi/Şia’t-ü Ali Yolunu oluşturdu. Geleneksel Arap değerlerinin tersine Peygamberimizin kızı Fatma Ana’nın Ali’den olan iki oğlu üzerinden devam eden soyunun, Ehl-i Beyt’inin, İslam toplumları içinde ayrıcalıklı bir konum kazandığı tarih süreçinde gördük. Bu belki, Hz. Muhammed’in «Kur’an’ı ve Ehl-i Beyt’ini birbirinden ayırmayın» diyerek korumaları için bütün İslam cemaatine emanet etmesi ve Peygamber soyunun uğratıldığı haksızlıkların ve yaşadığı trajedinin karşılığı olarak Müslümanların onlara ödediği bir çeşit kefaretti. Her hâlükârda, istisnasız bütün İslam devletleri Seyyid ve Şerif denilen bu soyu hem siyaseten, hem dinen her zaman saygın tutmaya olabildiği ölçüde riayet ettiler. Onların işleriyle ilgilenecek özel kurumlar ise daha Abbasîler zamanında oluşmaya başlamıştı. İslam tarihinin ortaya çıkardığı bu ilginç "kutsal soy"un Osmanlı döneminde de «Nakîbü'l-Eşrâf» kurumuyla devam etti.

Geleneksel anlatım, Ehl-i Beyt’in, İmamlar’ın Horasan’da Türkmenler tarafından sahiplenildiği ve çoğu kez Emevi’nin, sonrada Abbasi’nin zulmüne karşı buralara kaçırılarak korunduklarıdır. Kerbelâ katliamından kurtarılarak Horasan’a getirilen İmam Zeynel Abidin, orada Türkmen bir kızla evlendirilmiş ve Ehl-i Beyt soyu Türkler arasında bu vasıtayla sürmüştür. Anadolu’da bulunan Dede ailelerinin hem Horasan’a ve Horasan erenlerine sahip çıkmaları, hem de kısmen Ehl-i Beyt’ten olduğunu söylemelerinin temeli budur.

Prof. A.Yaşar Ocak, Dede Garkın ve Emirci Sultan hakkında hazırladığı kitabında, ilk dönem içerisinde yapılanan mürşid ocaklarından Dede Garkın Ocağı’na ait şecere ve icazetnâmelerin Alevi ocaklarının tarihini aydınlatma açısından önemine dikkat çekmişti. Ocak, daha önce yapılan çalışmalardan farklı olarak, söz konusu şecere ve icazetnâmelerin tüekçe latin harfleriyle metinlerini ve fotoğraflarını da kitabının sonuna ekleyerek ileride yapılacak çalışmalar için yol gösterici önemli bir adım atmıştır.

Alevi ocakları arasında “Mürşid Ocağı” olarak kabul edilen Ağuiçen Ocağı’nın Diyarbakır koluna mensup dede ailesinde h. 544/Zilkade (m.1150/Mart) tarihinde tanzim edilmiş şecere şu ana kadar yayımlanan en eski belge olma özelliğini taşımaktadır. Şecerenin en dikkat çekici özelliği ise, daha önce yayımlanan “Ağuiçen”, “İmam Zeynel Abidin” ve “Dede Garkın” gibi mürşid ocaklarına ait şecerelerin nerdeyse tamamında görülen Ebu’l-Vefâ, Seyyid Ganim ya da Seyyid Hamis silsilesinden farklı bir soy ağacı sıralamasına sahip oluşudur.

Anadolu Selçuklularının göçle gelen topluluklara siyasî açıdan hakim olabilme ve iskanı kontrol etme kaygılarıyla göçle gelen Türk oymak, boy ve aşiretleri “aile ocağı” temelindeki toplumsal ve Alevi dinî önderleri dede/babalara şecereleri (ailenin kökeni, soyağacı) ve icazetnameleri(Mürşit tarafından dedelik, babalık ya da rehberlik yapacak olanlara verilen dinsel yetki belgeleri) verdiğini belgelerde görüyoruz. Büyük ihtimalle bu girişimler 1150 den önce de başlamış olabilir. Bazı Alevi ocaklarına mensup dede ailelerinin ellerinde oldukça eski tarihli (m. 1017) şecerelerin olduğunu iddia ettikleri söyleniyor.

Seyyit ve Şeriflerin sistemli bir şekilde doğum ve ölümlerinin kayıt altına alınması Samanoğullarının veziri Ceyhani’nin (öl.942) Nişabur’da yaptırdığı Dergâhta başlatıldı. İmam Taki’nin torunu Muhammed’in Seyyitlerin Nakibi ilan edilerek başına geçtiği bu “Baş Pirlik” (Serçeşme) Nişabur Dergâhında, hangi kentte otururlarsa otursunlar, Seyyitlerin doğum ve ölümünü burada kayıt altına alınması yıllarca devam etti. Moğolların Türkistan ve Horasan’ı ele geçirmesi üzerine, Anadolu’ya ikinci büyük Türkmen göçü başladı ve inanç önderleri de batıya göç ettiler. Nişabur Dergâhı son Piri (Dedesi) olan Pir İlyas’da batıya göç etti. Önceleri Hoy yöresine gelip, amcası Haydar Gazi’nin yanına yerleşti. 1231 yılında Moğollar, Harzemşah imparatorluğunu yıkınca, Alaattin Keykubat, araya elçiler koyup Celalettin Harzemşah’ın kardeşi Kayır Han’ı Sivas Valiliği’ne, Celalettin’in oğlu Bereket Hanı da Amasya Valiliği’ne atadı. Pir İlyas da Kayır Han ve Bereket Han ile birlikte gelip Amasya yerleşti. Bu zorunlu göç esnasında Nişabur Dergâhının Baş Pirlik-Serçeşme niteliğini ve Seyyidlerin doğum kayıtlarını da beraberinde getirdiğine dair bir belge veya kayıt yok. Amasya Tarihi’ndeki verilere göre en az 1175′lerden beri faaliyette olduğu anlaşılan Vefaî dergâhı olduğu söylenen Mesudiye Tekkesi postnişi Tac-ed-din Ebu’l Vefa Harzemi 1231de Hakk’a yürüyünce muhtemelen Pir İlyas bu Dergâhın başına geçip, kısa zamanda önemli bir merkez durumuna getirdi. 1239 da Babaî İsyanını başlatacak Baba İlyas muhtemelen O’nun halifelerinden biriydi. Her ikisininde 1240 ta isyan sonunda öldürüldüğü tahmin ediliyor.

Anadolu’da Babaî isyanı öncesi veya onu takip eden asırda Serçeşme (Baş Pirlik) kurumunun Anadolu’da yaşadığını, Mesudiye Tekkesinde veya daha sonra Hacı Bektaş’da yaşattırıldığını destekleyen hiç bir tarihi belge yok ve çağdaş veya yakın zamanda yaşamış hiçbir Tarihcide böyle bir şeyden bahsetmiyor. Fakat Osmanlı İmparatorluğunun Hazreti Peygamber’in torunlarını (seyyidler ve şerifler) ve bunlara nezaret eden “Nakibü’l-Eşraf”lık müessesesini kurduğunu biliyoruz. Hatta I. Murad Han zamanında (1360-1389) bir şikayet üzerine sultan tarafından, Osmanlı tarihinden elde olan bir belge sebebiyle seyyid ve şeriflerin vergi muafiyetinden haberdar oluyoruz.

Resmi olarak bu “Nakibü’l-Eşraf”lık müessesenin Yıldırım Bayezid döneminde (1389-1403) kurulduğu belirtilmektedir. Osmanlı Devleti’nde zamanla seyyid ve şeriflerin sayısındaki artış bazı sorunları da beraberinde getirmiştir. Çünkü evlad-ı Resul’a tanınan imtiyazlar oldukça önemlidir. Bunların başında vergilerden muafiyet gelmektedir. Yalnızca vergi bağlamında değil, padişahların da yaptıkları izzet ve ikramlar bunun devamıydı. Ayrıca devlet büyüdükçe bu müessese de gelişme göstermiş, ihtiyaç halinde olan seyyid ve şerifler devlet hazinesinden de yardım görmeye başlamışlardır. Nakibü’l-Eşraflık kuruluşunda bir başka önemli etken de sahte seyyid ve şeriflerin ortaya çıkmasıydı. Çünkü toplumda evlad-ı Resul, gerçekten de önemli bir statü ve imtiyaz sahibi kimselerdi. Bu sebeple aynı imtiyazlardan yararlanmak isteyen sahte seyyid ve şeriflerin çıkma ihtimali yüksekti. Nakibü’l-Eşraflık gerçek seyyid olanlar ile olmayanların ayırt edilmesi sağlanmıştı.

Nakîbü’l- Eşraflık hilâfetin sona erdirilmesiyle birlikte kaldırılmıştır. Fakat Kerbela şehrinde Seyyitlerin doğum ve ölümleri, Dergâha kayıt edilmeye devam ettiği söyleniyor.

Bugün Anadolu Alevi kültüründe sadece İmam Zeynel Abidin Ocağı Dedelerine Dede değil Seyyid diye hitap edilir diye biliyoruz. Ama doğu ve güneydoğu Anadolu’da saygın kişilere de, Evladı Resul olmasa bile, Seyyid denebiliyor. Seyyid olmasalar bile ocakzade Dede ve Babaları ve ailelerinin bilgi ve toplumsal önderliği sebebiyle büyük saygı gördüğü ayrı bir gerçektir.

Yukarıda tarihî yaklaşımla izah etmeye çalıştığımız gibi, Horasan, Deylem ve Gilan’dan geçerek Anadolu’ya göç edip yerleşen değişik obalarda, ocaklar ve tarikatlar içinde kaynaşıp erimiş Seyyid-i Saadet Evladı Resullar olması ve Nakîbü’l Eşraf kayıtlarında da olmaları çok büyük bir olasılık. Fakat bütün ocakzade Dede ve Baba ailelerinin Seyyid-i Saadet Evladı olduğunu söylememiz de inandırıcı olamaz. Ocakzade Dede ve Baba ailelerinin Seyyid-i Saadet Evladı olup olmadığı sorununa bir gün Dedeleri bir birlik içinde çözüm bulmaları ve düzene koymaları şart yoksa bu sorun gerçekten Dedeler Kurumunu daha da zor duruma sokacaktır.

2- Dede/Pîr’in dinî önderlik vasıfları

Belki din önderlerimizin Seyyitliğinden daha önemlisi yeterince vasıflı inanç önderleri bulmaktaki sıkıntılarımızdır.

Dinî înanç önderlerinin görev ve yükümlülükleri sadece Cemde verdiği hizmete indirildi. İyi kötü yetersiz de olsa temel Alevi eğitimine biraz vakit bulsalar da diğer sosyal ve kültürel faaliyetleri küçüldü veya kayboldu. Dedelik kurumu da Ocaklar da zayıflamış durumda.

İsviçre’de Alevi nüfusuna ve yörelere göre çok az Dede var. Bu sebepten yoğun olduğumuz Muharrem ve Hızır cemleri sorunlu. Bu sebepten zaman zaman Türkiye’den ve Almanya’dan Dedeler davet ediyoruz.

Bulduğumuz, rızalık verdiğimiz dedeler bizler gibi en az haftanın 5 günü çalışıyor ve hafta sonunu da ailesine ayırmak istiyor. Derneklerimizin gelirleri kısıtlı olduğundan İsviçre’den gelen dedelerimizin yol masraflarını ve Hakullahını ancak bağışlarla karşılıyoruz. Ayrıca mesela Cenevre’de veya yakınlarında toplumun tümünün rızalık verebileceği Dede olmadığı için devamlı cem ve eğitim imkanı yok. Bu zorluklara bir de bir dedelerde bazı nitelikler aradığımız da ilave edilince seçim imkanlarımız daha da azalıyor.

Soruna geleneksel değerlerle baktığımızda “Buyruk”un “Pir” bölümünden esinlenerek aldığımız bu satırlardan çıkaracağımız dinbilimi (teoloji) sonuçlarını ve Dede’nin/Pir’in niteliklerini şöyle sıralayabiliriz:

1- Alevi dinî inanç önderi Dede-Baba (Pir/Mürşit) Resul soyundan olmalı;

2- Ancak Muhammed-Ali soyundan olmak Dede, Baba (Pir/Mürşit) olmak için kafi değil, ilmi ile etkin olması gerekir ve bir topluluğun o kişiyi Dede olarak kabul etmesi, “Rıza” vermesi gerekir;

3- Talip ve Yol, Dede-Baba(Pir/Mürşit)nındır;Talip İkrarını ancak bir “Mürşit”e ve bir topluluğa verebilir ve alır.

4- Gerek Pir/Mürşit gerek talip olsun, her yol ehlinin belli görevi ve yükümlülüğü vardır;

5- İnsanın kâmil ve cahil yapısı vardır: Pir ve talibin yapısı kâmil olmalı ki, ikrarları kabul olsun;

6- Yolun ve erkânın da iki yönü var: Biri kâmil yön, biri cahil yön;

7- Cahil pirler biat ve irşatları evlad-ı Resul'dan olmayanlardır.

8- Biat ve irşatları evlad-ı Resul'den olmayanlar suyun ana gözüne ermemişlerdir;

9- Ahirette Divanda yalnız yapığın işleri sorarlar; atanı, babanı, dedeni değil.

Alevilikte Ocaklar arasında ayırım gözetilmeden (Eri erden seçen kördür), Dinî İnanç Önderinin posta oturup görevini yerine getirebilmesi için “Buyruk” temel alınarak bu vasıflar şöyle belirlenmiştir: Seyyid soylu olmakla, Pir’lik hizmetlerini yerine getirebilmek, yani posta oturabilmek, cem yürütebilmek birbirinden farklıdır. Seyyid evlatlarından olan çocuklarının tümü Dede/Baba veya Pir’lik yapamaz. Genellikle çocuklarından biri Seyyid’lerin deyimiyle “hakkından gelen” babasından sonra onun yerine geçerek Pir’lik hizmetini yapar.

Fuad Bozkurt’un hazırladığı “İmam Cafer-i Sadık Buyruğu”nda der ki:

Ezelden hırka ve meftul ve irşad ve tövbe ve pirlik ve seccade bunun cümlesi Şahı Merdan Ali’ye gelmiştir. Şimdi Şah evladı ve nesli olmayan kimseye Pirlik etmek caiz değildir. Evlad-ı Muhammed-Ali’den ola ki Pirliği caiz ola. İlmi ile iş yapa. Dört kapı, kırk makamdan on iki erkândan , on yedi kemerbestten, üç sünnetten, yedi farzdan, bir şarttan, meşayihi kübra ilminden haberdar ola. Ve tarikat ile otura, dura ki hakikat ile yola vara ki pirliği caiz ola. Çünkü talip ve yol mürşidindir.(...) İmam Cafer Sadık Hazretleri bir kavilde, öyle buyurmuştur ki, cemi yol ehli olan pir ve talip ola. Bir pir, talibi irşad eylemese ve talip de irşad olmasa o nasıl pir olur. Pir odur ki, talibi Hakk’a erdire.”

...

İlm-i ledün oldır ki, aklen düşüne, dünyayı, ahireti fark ede. Bir kâmil mürşit bulup irşad ola. Ondan sonra talibi göre. Zira bunda çok güçlük var. (...)

(...) Kur’anı azimüşşan bizim dedemize indi. Bakalım ne buyurmuş. Biz buraya niye geldik. Yarın ne yüz ile varırız. Bu taliplerin sualini, bizden isterler; ne cevap veririm, demezse vay ol pirin haline, başına ne gele. Ustadın sırrı nefesi budur.”

...

İmam Cafer Sadık Hazretleri buyurur ki: Pir olan kimseler kâmil olalar. Dört kapı nedir, bileler. Evvel şeriatı, ikinci tarikatı, üçüncü marifeti, dördüncü hakikâtı bilmek gerekir ki bunlar nereden geldi, neden hasıl oldu, aslı nedir, bunların edebi nedir, udu nedir, hayası nedir, erkânı nedir, tövbesi nedir, farzı nedir, sünneti nedir, nafilesi nedir, işlemesi nedir, bunları bile. (...)

...

Pir olan kimselere gerekir ki şeriat gemisine gireler, tarikat denizinde yüzeler, marifet dalgıcı olup, hakikat incisine erişip çıkaralar. Onun üzere amel edeler ki onların ikrarları caiz ola.”

Bugün Ocakların ve Dedelik kurumunun zayıflaması ve itibar kaybetmesiyle derneklerimizde 50li senelerden beri kaybettiğimiz edep/erkân unsurlarını ve inançsal, toplumsal ahlâkî ve etik değerleri, düzeni ve birliği arıyoruz. Herhalde içimizden hiçbirimiz 400yıl geriye dönüp harfi harfine Buyruk’taki bütün ilkeleri yerine getirmenin en doğru yol olduğunu söyleyemez. Ama dün yazılan bir çok temel ilkeler bugün hâlâ geçerlidir.

Günümüz Alevi topluluğu Ocakların ve Dedelerden benlik sorunlarını bir kenara bırakarak birlik ve beraberlik içinde içlerinde dialoğu kurup Seyyitlik-Dedelik niteliği sorunlarını halletmelerini bekliyor. Tehlikenin farkına varıp, sorunları halledemez ve çağdaş kentsel yaşamla uyumlu olamazlarsa geleneksel dedelik yok olmayla karşılaşabilir. Alevi toplulukları ne dedelik postuna oturanların ne de kurumlarının yöneticilerinin yeteneksizliğine daha fazla tahammul etmeyebilir. Günümüzün bilgi ve teknoloji birikimiyle çözüm üretip hep birlikte yeni dengeler bulmamız gerekli.

B- Talip/Muhipler ile Dede-Baba/ Pir-Mürşit ilişkilerinde somut sorunlar

Derneklere ve Cemevlerine gelen Talip/Muhipler genellikle tek bir Ocak, tek bir Dede-Baba/ Pir-Mürşit’in değil değişik Ocaklardan Mürşitlerin talipleri. Üstelik Talip-Dede/Mürşit ilişkilerindeki çözülme ve sorunlar var.

1- Sorunlarımızın şeklen olan kısmı

Şeklen olan sorunlarımıza genellikle imkanlarlararımız dahilinde geçici olsada çözüm buluyoruz. Fakat bu çözümlerin tatminkâr olmadığını ve bize devamlılığı olan çözümlerin daha faydalı olacağını da görüyoruz. Bu sorunları açmadan şöyle sıralayabiliriz:

- Yetenekli inanç önderleri bulmakta sıkıntılar var;

- Rıza verip, Posta oturtacağımız Dede’nin Mürşit’ini ve Taliplerini bilmemiz ve Mürşit’inden en son ne zaman “Görüldüğünü” öğrenmemiz ve emin olmamız lâzım.

- Aynı zamanda Dede bir Pîr Ocağına bağlıysa o ocak hangi Mürşit ocağına bağlı; bir Mürşit Ocağına bağlıysa o ocağa hangi Pîr Ocakları bağlı bunları bilmemiz gerekli;

- Dernek üyelerinin değişik Ocaklara bağlı olmasıyla erkân farklılıkları var. Hangi taliplerin hangi ocağın, hangi dedesi ile cem bağlayacağız? Çoğunluğun erkânını yürütmek en doğru yol mu? Yoksa bulduğumuz Dedeye göre mi?

- Göçte yetişkin canların ikrar verdikleri Dede ve Ocaklardan uzakta olmalarından doğan ikrar vermediği Dede ve toplum ile cem olma sorunu var;

- Mürşidi başka şehirde olan Talip/Muhip izin almadan başka bir Mürşit ve toplulukta görülebilir mi? Görgü şartları ne olabilir?

- Cemler yapılmıyor, yapılınca “yaklaşık” veya “ortalama” bir erkânla ve eksiklerle yapılıyor;

- Cemler çok şekilci kalıyor ve tevhidin, miraçlamanın ve semahın anlamları yarım yamalak biliniyor ve neticede Cemler işlevini ve içeriğini kaybediyor;

- Gençlerin neredeyse tümü ama yetişkinlerin de bir kısmı ikrar vermemiş;

- Musahiplik kurumu güncellenip yeniden yapılmalı;

- Görgü Cemi yapma imkansız gibi görünüyor ve yapılmıyor;

- Görgü yapılmadığından uzlaşma ve ahlakî değerlerin korunması imkansız;

- Göçte İkrar ve Musahiplikte esneklik ne dereceye kadar kabul edilebilir?

- Bu sorulara cevap verilip bir düzen kurulmadan nasıl cemlerimizi yürütebiliriz?

- Bir düzen kursak yeni gelen bir Dede bu düzene uymazsa ne yapabiliriz?

Bu kadar sorunlu dinsel yaşam ortanımda Dedelerin Seyyidlik sorununu ikinci planda bırakıp cemdeki hizmetine, alevi edep-erkânını nasıl yaşadığına, görgüden geçip geçmediğine,“irşat” görevini nasıl yerine getirdiğine, toplumsal tutum ve davranışlarına daha yakından bakıp sorgulamaya başlamamız doğaldır. «Aman canım bu kadar katı olmayalım» demek Ocak ve Dede kurumunu tamamen yıpratıyor. Gün geçtikce Mürşidi önünde görgüden geçmeyen, cemde dedelik yaptığı toplulukla görgü cemi yapmayan ve gürülmeyen bir din önderine, Ocakzade bile olsa, Rızalık verip vermeme sorusu ortaya çıkıyor. Hatta her Ocakzade’nin bile Rızalık verip posta oturttuğumuz Dedemizin yanına oturması bir sorun oluyor. Kentsel ortamda ve bilhassa gurbette çoğunluğu ikrar vermemiş bir cemaat/topluluk ile Cemlerdeki toplumsal birliğin olamaması ve Görgü Cemlerinin şekilsel olarak bile gerçekleşememesi, 4 kapı-40 makamın sözü bile edilmemesi büyük sorunlar yaratmakta devam ediyor.

2- Dinsel tanımların içeriğinin “çağdaşlaşma”sı

Çağdaşlaşmak teriminin ilk kez 1748’den itibaren dine değil ilme dayalı düşünce anlamında kullanılmış; “modern sanat” terimi ise 1848’de kullanılmış ve daha çok bilim ve sanat alanında ortaya konulan yeniliklerin yaygınlaştırılmasını ifade ettiğini söylemek mümkündür.

Çağdaş olma aynı zaman diliminde yaşayan, çağın anlayışına, şartlarına uygun olan anlamındadır. Çağdaşlaşmakta, çağın yeniliklerine ve/veya özelliklerine ayak uydurmaktır. Çağdaşlaşma, terim olarak, tarih boyunca gelişmiş kurumların bilimsel bilgideki olağanüstü artışı yansıtan ve hızla değişen işlevlere uyarlanması süreci diye de tanımlanır.

Genel bir takım esaslarından bahsetmek mümkün olmakla birlikte “Çağdaş olmak” bellisiz olup, çağdaş düşüncenin sınırları da belirgin değildir. Bununla birlikte çağdaşlık düşüncesi, merkezini ilâhî esasların oluşturduğu dünya görüşü ve hayat anlayışında değişiklik yaparak; merkezine akıl ve bilimin yerleştirildiği ve dinin dışlandığı veya sadece özel hayatta ve vicdanlarda yer verildiği bir düşünce sistemi olarak şekillenmiştir (Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, VI. baskı, İstanbul 2010, s. 26.). Bu anlamda “Çağdaş” terimi, düşünce tarihinde daha çok “insana vahiy yoluyla bildirilen ebedî ilkelerden ve dinî olandan koparılan şey” manasında kullanılmakta ve çağdaş, geleneğin/dinin zıddı olarak ilâhî kökeninden koparılan ve ayrılan şeyi simgelemektedir (Seyyid Hüseyin Nasr, Modern Dünyada Geleneksel İslam, çev. Sara Büyükduru, III. baskı, İstanbul 2001, s. 90.) Böylece çağdaşlaşmanın temel ilkesi laiklik olarak görülür. Laiklik, kurumların dine karşı olması değil, dinsellikten arınması olarak tanımlanır ve sosyal yaşamda, düşüncede dinin önder değer olmadığı anlamına gelir. Bu sebepten çağdaşlaştırma, peşinden sekülerleşmeyi (dünyevileşmeyi) getirdiği söylenir.

Çağdaş düşünürlerin hepsi ilahiyat ve dini inkar etmemekle birlikte çağdaşlaşmanın genel manada insanların inanç bunalımına girmesinde ve dinden uzaklaşmasında etkili olduğu söyler. Çağdaşlaşma, insanı sadece üreten ve tüketen mekanik bir alet haline getirerek onu toplumdan ayırmış, aile hayatını önemsizleştirerek parçalanmış ve bireyciliği ön plana çıkararak, kişinin her türlü manevî değerden ve sosyal faaliyetten yoksun bir hayat sürdürmesinin önünü açmıştır.

Diğer bir bakışla, ki bu benim benimsediğim bir bakış, “Çağdaşlaşmak, bir süreçtir” diyebiliriz; bunu devamlı değişen şartlarda devamlı bir “var olma mücadelesi”, yaşam davası olarakta algılayabiliriz. Bu değişen ekonomik, teknolojik, toplumsal, psikolojik, düşünsel ve siyasal ortama, temel değerlerine yabancılaşmadan uyum sağlamaktır. İlimdeki başarılar, teknik alandaki gelişmeleri sağladı; maddi yaşam şartlarında “iyileşmeler” oldu; İnsan Hakları güvencesi ve serbest düşünce ortamı gelişti. Bu devamlı değişim içinde bir taraftan değişikliklere uyum sağlamaya çalışıyor diğer taraftanda dinî inanç değerlerimizi, bireysel ve toplumsal kültürel değer ve varlığımızı yaşatmaya çalışıyoruz. Bu var olma mücadelemiz hem gelişmelerin getirdiklerini hem de geleneksel değerlerimizi sorgulamamızın yolunu açıyor. Devamlı olarak birbirine zıt gibi görünen kutuplar arasında bir denge arayışındayız. Alevilik zaten dinsel temelleri üzerinde ilimle ve bilimle ufkunu açmaya, değişimle ham evrahlıktan Kamil insan olmaya ve canları “Rıza Şehri”ne davet eden bir inanç. Nereye, nasıl ve ne için gideceğimizi biliyoruz. Sorun bu devamlı denge arayışında kırmızı çizgilerimizin nerede olduğunu unutmamak ve özümüzü, aidiyetimizi ve kimliğimizi kaybetmemek.

C- Çağdaş yaşamda Alevi kavram ve erkânlarının içeriğini nasıl yaşayabiliriz?

Alevîliğin tarihi süreç içinde değişime ve farklılaşmaya açık özelliklerini görenler bunu medrese gibi köklü dinî eğitim kurumlarından mahrum olmamıza bağlar ve kesin yazılı deliller üzerine bina edilmiş bir inanç sistemine sahip olmadığımızı söylerler. Halbuki diğer bölümlerde yaptığımız tanımlarlarla Alevi İslam yorumunun yazılı ve sözlü tarihi temellerini, kendi içindeki farklılıkları ve Sünni yorumdan ayrışımlarını yazdık. Aleviliğin Tanrı anlayışını, Kur’an, Vahiy ve Tassavvuf yaklaşımını, velayet-imamet ilkeleriyle Allah’ın bitmeyen vahyine adım adım ulaşma hedefini gösterdik. Alâk suresinin ilk ayetlerinde bahsedilen ilme ve bilime (sadece Tanrısal ilim, bilim değil; bütün ilimlere ve bilimlere) ulaşmaya çalışarak Kamil İnsan olmayı hedeflediğimizi yazdık. Aleviliğin temel dinsel kurullarını yazlı-sözlü kaynaklarla, edep-erkânı ve aşıklarının değişiyle, semahı, lokmasıyla din önderlerinin ve Talip/Muhiplerin cemlerdeki devamlı eğitim gayretleriyle nasıl bir inanç sistemi olduğunu ve yaşatıldığını gösterdik. Özel simgeleri olan ibadet yerlerinin varlığını yazdık çizdik ama görmek-duymak istemeyen görmedi, duymadı, anlamak istemedi. Bütün bunlar bize bugün çağdaş yaşamda Alevi olarak yaşamımızda sorunlarımız olduğunu unutturmuyor.

Bazı Dedelerimizin kendileriyle ve Ocaklarla olan sorunları yanında Dedelerimizin çağdaş Alevi bilgilerinden yoksun ve Taliplerin/Muhiplerin çağdaş yaşamları ve düşünceleriyle uyuşan ilişkileri olmadığını görüyoruz.

Gurbette olsak bile, hangi ülke ve şehirde, hangi Alevi topluluğunda olursak olalım, “Aleviyim” diyebilmek için o toplulukta ikrar vermiş-almış, görgüden geçen, 4 kapı 40 makam eğimitiyle Kâmil İnsan olmaya çalışan bir can olarak çağdaş anlamda Talip- Dede-Mürşit ilişkilerini (belki de yeniden) kurmamız lâzım. Her fırsatta Aleviliğin İslamın özü olduğunu söylüyoruz. Bugün ilmin dini inançların önüne çıktığı ve gençlerin dini inançlardan uzaklaştığı söyleniyor. Bu çağdaş/modern yaşamın kaçınılmaz bir sonucu mu? Bu gidişat batı uygarlığı kültürlerinde dinlerin sonu mu demek oluyor? Çağdaş olmak ilimle yaşamaksa; ilim ve inanç arasında çelişki de varsa bu çelişkiyi nasıl yaşarız veya nasıl çözümleyebiliriz? İlim çağında Alevi inançımızı nasıl yaşatırız? Bu çağdaş yaşamda din önderlerimiz hangi dil ve yaklaşımla Aleviliği genç ve yetişkin canlarımıza gerektiği gibi anlatabilir? Bu sorulara bir Alevi olarak verilecek cevaplar var ve bunları en uygun şekilde gençlerimize ve gelecek nesillere aktarmalıyız.

Sorunlarımızı sırayla ele alalım:

1- Çağdaş Tanrı kavramı nedir?

İslam Alevi yorumunda Tanrı/Allah kavramının nasıl tanımlandığını 6.cı ve kısmen diğer bölümlerde uzunca verdik. Ama bugün “Tanrı” tanımına nasıl yaklaşılabilir ve ne anlayabiliriz?

İnsanoğlu yüzyıllardır “Yaşamın anlamı nedir? Evrende insanın yeri ne?” ve buna benzer soruları, çevresini araştırarak yanıtlamaya çalışmış, ilmi yöntemler geliştirmiş, sonuçta bilimsel araştırmalar yapmıştır. Sonuçta bilim birçok şeyi açıklayabilmesine karşın en temel soruyu hiçbir zaman herkesin benimseyip tatmin olacağı bir biçimde yanıtlayamadı ve belki de hiç yanıtlayamayacaktır.

Belirli bir zaman diliminde ilmin bittiği yerde, yani bugün yanıtını veremediği sorular karşısında inanç dediğimiz olguyla karşılaşıyor; inançların ortaya çıktığı kurumlar olarak da dini görüyoruz (tekrar tekrar Kur’an Kehf/Mağara suresini okumanızı ve içinde üç misal kıssasın ne demek istendiğini düşünmenizi tavsiye ederim). İşte her din gibi, Alevilik de, “İnsan dünyaya ne için geliyor, ne için yaşıyor?” sorusuna yanıt vererek yaşamın hedefini sonsuz olan “İlim ve Hikmet (bilim)”e ulaşma çabası olarak ve insanların akıllarıyla nasıl bu Yol’u bulup gidecekleri gösteriliyor. Hiç kuşkusuz Alevilik-Bektaşilik de bu ve bunun gibi sorulara kendi yolu yöntemince yanıtlar vermektedir.

Tanrı inançının gelişmesini Prof. Dr. Yasin Ceylan’ın kaleminden alıntılarla şöyle özetleyebiliriz:

Tanrı inancının mevcut olduğu kültürlerde, tarihsel süreç içerisinde, iki paralel gelişme olmuştur. Bir taraftan çok tanrılılıktan tek tanrılığa doğru bir değişim, diğer taraftan somut tanrı kavramından soyut tanrı kavramına doğru bir evrilme gerçekleşmiştir. Tek tanrıya inanma modeli en çok Sami ırkının dünya görüşlerinde rağbet görmüştür. Sami dinlerinin kutsal kitaplarına bakıldığında, Eski Ahit’ten Kuran’a kadar tek tanrı kavramında da bir değişmenin olduğu farkedilir. Tevrat’ta insanla sıkı ilişkiler içinde olan ve üst seviyede insani vasıflar taşıyan Tanrı, Yeni Ahit’te sadece İsa’nın şahsında beşeri vasıflar sergiler. Kuran’ın tanrı tarifinde ise O, tüm beşeri ve dünyevi özelliklerden arınmış, bütün somutların sebebi olmakla birlikte kendisi tamamen soyut olan bir yüce varlıktır.

Felsefe tarihi içerisinde, Tanrı’nın varlığı konusu, Doğal Teolojinin temel konusu olarak çeşitli evrelerden geçmiştir. Antik Felsefe’de kısmen mitolojik karakter taşıyan Tanrı veya Tanrılar, Platon’da evrenin yaratıcısı Demiurge, Aristo’da ise İlk Sebep veya İlk Hareketi Veren varlık olarak karşımıza çıkar. Orta Çağ düşüncesinde, özgür felsefe yerine teoloji ağırlıklı düşünce tarzının egemen olduğu dönemde, dinlerin temel dogması olarak takdim edilen Tanrı inancının, inançtan bağımsız olarak, yalın akıl ile nasıl ispat edilebileceğinin sayısız temrinleri yapıldı. Bunun İslam kültüründeki adı Kelam, Hıristiyan kültüründeki adı ise Teolojidir. Dördüncü Miladi asır ile Ondördüncü Miladi asır arasındaki bin yıllık zaman içerisinde dönemin en yetenekli adamları, büyük bir sorunla uğraşmışlardır: İnanç sistemlerinin, yani dinlerin temel dogmalarını akli argümanlarla kanıtlamak. Elde ettikleri sonuç, Simya bilimiyle uğraşan Orta Çağ kimyagerlerinin bakırı altına çevirme çabalarından elde ettikleri sonuçla aynıdır. Yani büyük bir hiçtir. Hatta inançları fazla irdeleyip akli kriterleri ön plana çıkardıkları için inanan insana zarar vermişlerdir. Büyük bir delil ortaya koyalım derken büyük bir şüphenin oluşmasına sebep olmuşlardır. O zaman Tanrı yoktur denilebilir mi? Hayır. Çünkü Gazali’nin de dediği gibi “Delilin inkırazı ile medlul münkariz olmaz”. Yani kanıtın geçersiz olmasıyla kanıtlanan geçersiz olmaz. Peki Orta Çağın büyük dahilerinin Tanrı’yı ispat argümanlarını bir tarafa atınca, Tanrı’yı ispat adına elimizde ne kalıyor?

Tek Tanrı’ya inanan toplumlar olarak Tanrı inancının, düşünce ve eylemlerimizdeki yeri ve etkisi üzerinde duralım. Tahmin edilebileceği gibi, Tanrı’nın bizzat kendisi ile bizim onun hakkındaki bilgimiz örtüşemez. Çünkü, Tanrı her türlü insani tefekkür ve tahayyülün üstündedir. Kant’a göre bizim fiziksel nesneler hakkındaki bilgimiz bile o nesnelerin öz bilgileri değildir. Zihinsel yetilerimizin kapasitesi nispetinde eşya hakkında bilgi sahibi oluruz. Yani bilgilerimiz, nesnelerin mutlak değişmez bilgileri değil, bize göre şekillenmiş bilgilerdir.

Tanrının ne olduğu konusundaki bilgimiz, her zaman eksik olduğuna ve Tanrı’yı tüm mükemmelliğiyle yansıtmadığına göre o bilginin doğruluğundan şüphe etme hakkımız vardır.

....

İslam dininde Tevhid inancının yüksek seviyede işlenmesi ve önemine dikkat çekilmesi, kendisinden önceki Tanrı inancını eksik ve uygun görmediğindendir. İslam dininin tarif ve tasvir ettiği Tanrı inancı, önceki inançları düzeltmez. Bu alanda bir gelişme olur ise, acaba, günümüzün bilim ve sosyal disiplinler alanındaki gelişmeler ışığında, Tanrı inancını yeniden ele alabilir miyiz? Başka bir deyişle Tanrı hakkındaki beşeri bilgim (ki çoğu zaman bir inançtan ibarettir) daha iyi, daha doğru, daha uygun, biraz daha kapsamlı olabilir mi? Yine başka bir deyişle, doğa ve sosyal bilgide olduğu gibi inançta da bir gelişme veya evrim olabilir mi?

....

Bilimsel bilgiden fazlaca etkilenmiş olan modern filozof, Tanrı kavramını pozitivist veya agnostik bir edayla gözardı edemez. Çünkü, Tanrı kavramı, her şeyden önce bir bütünlük ise, bu bütünlük, bize yabancı bir kavram değildir. Asırlar boyunca insanların Tanrı üzerine düşünmeleri de bu yüzdendir. İç bütünlük ve dış bütünlük, veya bireysel bütünlük ile evrensel bütünlük, hem varlık bilincimizin hem de bilgilerimize güvenimizin temel şartıdır. Bütünlük şartından yoksun bilinç, hem iç ahengi sağlayamaz, hem de dış algılamaları net elde edemez. Böyle olunca bütünlük kavramı ön plana çıkmış oluyor. Bu kavram pek açık seçik bir anlam vermemekle birlikte, içi gizlerle dolu Tanrı kavramından daha sade görünmektedir. O zaman, bütünlük konusunda ulaşacağımız bir aşama, Tanrı konusuna sıçramamıza bizi daha cesaretli kılacaktır. Bütünlüğü iç ve dış bütünlük olarak ikiye ayırmıştık. İç bütünlüğün analizi, bütün bilişsel ögelerin, rasyonel ve irrasyonel unsurların, tek tek tanıtımını ve birbirleriyle nasıl bir örgütlenme içine girdiklerinin açıklanmasını gerektirdiğinden, gayet zordur. Yüksek seviyede fenomenolojik dinginlik ister. Bu da pek kolay olmadığından, bundan vazgeçip, dış bütünlük ile Tanrı kavramı arasındaki ilişki üzerinde duralım. Dış bütünlükten kastımız teorik bilgi açısından evrenle ilgili ulaşılmış bütün bilgilerin organik bir kütle olarak değerlendirilmesidir. Bu değerlendirmeden çıkacak kısmen epistemik ve kısmen egsiztansiyel izlenim, Tanrı hakkında düşünmenin en meşru zeminidir. Yoksa, Klasik Kozmoloji’de olduğu gibi evreni hem zaman hem de mekan bakımından sınırlı ve sonlu kabul ederek, bunun gerisinde bir güç telakki edip, ona Tanrı demek, sonuca ulaşmak için fazla acele etmek demektir. Biraz da işin kolayına kaçmaktır. Her şeyden önce evrenin sınırlarının olduğunu nereden biliyoruz? Bir başının bir de sonunun olduğuna dair güvenli bilgimiz var mıdır? Devamlı bir değişme içinde olduğu doğrudur, ancak ne zaman değişmeye başladı, bu değişme süreci ne zaman son bulacak, bunlar bizim için henüz bir bilgi değildir. Bu sebeple, sanki bu bilgilere sahipmişiz gibi, bu konularda hüküm vermek, önermelerin doğruluğundan emin olmadan sonuca varmak gibi bir mantık hatası yapmak demektir. O zaman evrenin sonsuzluğu, biz insanlar için sonu gelmeyecek bir bilgi ve düşünce alanıdır. Bu alanda kurulacak hipotezler (bilhassa astrofizikçilerin ortaya attığı teoriler) zaman içerisinde bilgiye dönüşebilirler. Bilgi temeline dayalı ileriye dönük umut dolu bilimsel stratejilerle, evren bütünlüğünün içini bilgiyle doldurarak, bilincimizi daha yetkin hale getirebiliriz. Bilgi ile doldurulmamış bütünlük tasavvuru, bizi sadece kolay ama sağlıksız sonuçlara götürür. Gelecek zaman içerisinde, evrenle ilgili bilgiler çok yüksek bir seviyeye gelince, bilinç, Tanrı konusunda ne düşünür? Aslında bu soru, binlerce yıl sonra yaşayacak olan ve dinamik insan aklını temsil edecek olan nesillere sorulacak bir sorudur. Cevabı ne olur bilemeyiz, ama herhalde daha yetkin bir konumda cevap vereceklerdir. Buna göre Tanrı’yı kavramak veya bilmek, bir nihai hedef olarak, insanlığın, tüm zamanlara yayılan bir misyonudur. Hegel’in Tin’i (Geist) gibi kollektif aklın mutlak bilgiye ulaşmak için yola koyulduğu bir serüvendir.

Bizim Alevi Tanrı kavramına ve inançına yaklaşımımız sadece iman üzerine değil aynı zamanda aklî ve ilimî bir yaklaşım ile bilimdir. İslam Alevi yorumu Tanrı/Allah diye adlandırdığı tüm evrenin oluşumuna ilk hareketi veren bu güçün bütün canlı ve cansız varlıkları oluşturduğuna ve her varlığın içinde bu gücün Nûr’unun olduğunu kabul ediyor. Tasavvuf anlayışımızda insan olarak bunu «Ene’l Hak» diyerek «Vahdet-i Vücut» ile ifade ediyoruz. İnsan «don»ununda yaşamımızın hedefi sonsuz olan “İlim ve Hikmet (bilim)”e ulaşma, içimizdeki «Nûr»’u bulma ve insanlığa iletme, İrfan (İlim ve Hikmet) ile İrşat (Bilgi aktarımı) vermektir. Tekrar edelim bu İlim bütün alanları kaplar. Mesela DNA’nın ince ayrıntılı okunuşu ve araştırmalarla veya Kantum teorisiyle, devamlı yeni ilmî buluşlarla bilgi dünyamız derinleşiyor ve genişliyor. İnsanı, Doğayı ve Evreni gün be gün bilgi birikimiyle ve devamlı sorgulamayla daha iyi anlıyor ve biliyoruz. Alevi inaçımızla ilim arasında ters düşen, çelişkili bir deyiş bulamıyoruz. Hayat felsefesiyle, yaşam değerleriyle, inanç ve ilim bilgimiz biribirini tamamlayarak ihtiyaçlarımıza cevap veriyor. Sorunumuz bunu din önderlerimizin, ilmî dille olmasa bile, çağdaş yaşamla uyumlu bir dille anlatabilmeleridir.

2- İkrar verip-almanın çağdaş yaşamda sorunları:

Yazım boyunca «Aleviyim» diyen bir kişini ikrar vermesi gerektiğini ve ikrarın ne olduğunu yazdım. İkrar vermek bir açıdan Yol’a girmenin kişisel bir boyutudur. Bir de kişini verdiği ikrarı kabul eden/alan toplum açısından ikrar veren cana karşı toplumsal bir sorumluluk vardır. Bu sorumluluk aynı zamanda bütün insanlığı, doğayı hatta evreni kapsayan bir sorumluluktur. Bu karşılıklı sorumluluk çağdaş yaşamda dağılmakta olan aile bağlalarına, bireylerin toplum içinde yanlızlık hislerine karşı bir cevaptır. Hangi inançtan olursanız olun bu aidiyet kimliğimizin önemli bir parçasıdır. Çağdaş yaşam hem kişilerin özgürlüğünü hem de içinde yaşadığı topluluğa bağlılığını, toplumsal kimliğini ve bu bağa sadık kalmasını isteyen birbirine ters düşebilecek değerleri savunur. Bu çelişki dinsel çağdaş yaşamda kişilere zor anlar yaşatabilir ama bireysel özgürlüğü ile toplumsal aidiyet ve sorumluluğu arasında ve bireysel ile kamusal yararlar arasında dengeler bulununca kişiler de olumlu bir gelişme elde ederler. Gençler bir taraftan Alevi olmak istiyor ama ikrarın yarattığı sorumluluktan da çekiniyorlar. Bu ikilemi yaşamak kolay değil. Bu sebepten «boşlukta» kalmak işlerine geliyor ama ikrar vermemekte bir topluma aidiyet sorununu halletmiyor.

Tabii dernek yöneticileri ve gurbetteki toplumsal yaşamda mühim olan o gençin baskı olmadan özgürlüğünün ve sorumluluğunun bilincinde olarak ikrar vermesini sağlayacak ortamın oluşturulmasıdır. Nerede olursa olsun bulunduğu yerdeki Alevi toplumuyla, gönül bağları kurabilirse, Talip olması, ikrar verip-alması hedefi olmalıdır. Bu toplulukta daha henüz ikrar verilecek bir çalışma yoksa bir an önce en uygun şartların yaratılması için çalışılmalı.

İsviçre’de bilhassa gençler arasında ama yetişkinlerde de daha ikrar vermemiş fakat düzenli cemlerimize gelen “alevi”ler var. “İkrar”ın önemi ve kaçınılmazlığı etrafında yavaş yavaş bir “bilinçlenme” hareketi başlattık. Fakat önümüzde daha bir çok zorluklar var. Geleneksel olarak Talibi bir Rehber hazırlar ve yol gösterir. Dede bulmakta olduğu gibi Rehber’de de aynı zorukları çekiyoruz. Bu yüzden Talipleri ikrar vermeye hazırlamak zorlaşıyor.

Türkiye’de ikrar vermiş ve gurbette Yol ve Erkân’a hizmet etmek isteyen canlar vekaleten gurbettede bazı şartları yerine getirerek başka bir Pir/Mürşite ve topluluğa ikrar verip alabilir. Şayet bir canın Pîr'i uzakta ise Pîrine sorularak İmam Cafer Sadık Buyruğunda tarif edildiği gibi: ‘’Bir talibin piri ırak olsa, eli ermese (talip) o (pirine) vekâleten başkasından el tutar ve görülür. Her kaç yıldan sonra piri gelirse, yine pirine ikrar iman etmesi erkândır.” sorunu iyi niyetle halletmek gerekir. Şayet can Pirini kaybedip bulamazsa aynı soydaki ocaktan Yol ve Erkân sürdüren, veya onu da bulamazsa gönlünde sevgi ve muhabbet beslediği bir Pîr’e ve bulunduğu topluluğa bağlanabilir.

İkrar için bir başka zorlukta bugün toplumun her kesiminde dini inançtan bir uzaklaşma olması. Alevi topluluğunda da durum böyle. İsviçre’de 50 bin cıvarında alevi olduğu tahmin ediliyor ve derneklerimizde mühtemelen en fazla 2.500 üye vardır. 700 bin cıvarında bir Alevi topluluğunun olduğu Almanya’ya da AABF 160 cıvarında olduğu söylenen derneklerinde en abartılı söylentiyle üye sayısı 35bini geçmiyor. Çok fazla yanılmadan Avusturya’da ve diğer ülkelerde de aynı nisbette olduğunu söyleyebiliriz. Siyasetin derneklerde cirit atması; bilgi kirliliği, bazı derneklerin ve yöneticilerin yetersizliği Alevi derneklerinin itibarını çok zedeledi. Ama bu alevililerin derneklere üye olmamasının tek izahı değil. Doğru dürüst cem yapılmayan ve “alevicilik” oynanan, eline-diline-beline sahip olamayan ve dinsel etikten habersiz yöneticilerin, din önderlerinin kol gezdiği derneklerden uzakta durmalarının yanında genel olarakta dinden uzaklaşan Aleviler de çoğunlukta.

3- Musahipliğin çağdaş yaşamda sorunları ve uyumu :

Müsahiplik, Alevilerde gönül bağına bağlı yol kardeşliği anlamında kullanılır. Bu kardeşlik "Kan yolu ile akrabalık" dışında kurulan sosyal-toplumsal bir “gönül birliği”ni ve bizi “benlik”ten uzaklaştıran, ailevi-toplumsal dayanışmasında öteye somut bir girişimle bütün “Var” olanların “Birliği”ni temsil eder. Hata’î muhasihipliğin bu yönünü Gel kardeş seninle aşna olalım” dediği şiirinde şu dörtlüklerle anlatıyor:

Aşna dedikleri zâhiri bâtın

Aşna sevmeye vardır niyetin

Gel Hakk’ı seversen musahip tutun

Aşna sevmeye vardır niyetin

.....

Musahiple bir bahçeden girersin

Muhabbet bahçesinin gülün deresin

Erenlerin sırrına sen de eresin

Muhabbet bahçesinin gülün deresin

Tamamen gönüllülük esasına dayalıdır. Eş olma ikrarından yani evlenme işleminden sonraki süreçte, evli iki çiftin eşleriyle birlikte, ailelerinin ve eşlerinin rızalarını alarak, Hakk’a yürüyünceye kadar kardeş kalacaklarına, birbirlerini koruyup kollayacaklarına, birlik ve beraberlik içinde yaşayacaklarına karar verirler. Musahip adaylarının kendilerini hazır hissettikleri, rehber ve mürebbinin de bu hazırlığı, onadığı bir anda, meydan için gün tespit edilir ve gün tarihi pire de bildirilir. Dede’nin ve cem topluluğunun önünde söz verdikleri bir törenle Musahip olurlar. Musahip olanların eğitim düzeyleri, sosyal-toplumsal konumları, ve ekonomik yapılarının birbirleriyle uyumlu olmaları gerekir. Bu uyum sağlanmazsa ileride sorun çıkabilir.

Müsahip eşleri birbirinin kardeşi, çocukları da kendi çocukları sayılır ve müsahip çocukları asla birbirleriyle evlenemezler.Müsahiplikte iki taraf birbirinin hatasından ve sevabından sorumludur. Toplumsal sorumluluk ve paylaşım açısından kan kardeşliğinden daha kapsayıcı ve sorumluluk gerektiren bir işleve sahiptir ve toplumsal barışın, iktisadi bölüşümün, hakça yapıldığı bir toplumsal yapı oluşmasını sağlar.

Çağdaş yaşamda sosyal sigortaların (iş ve emeklilik gibi..) ve bilhassa Batı Avrupa ülkelerinin siyasal ve ekonomik düzeninin devamlılığı, 1949 dan beri barışın sürmesiyle devletlerin ve sivil toplum örgütlerinin açlığa ve fakirliğe daha hassas olmaları Müsahipliği daha başka bir yaklaşımla ele almamızı gerektiriyor. Mesela musahipliğin bencillikten uzakta durmayı pekiştirerek gönül bağını önplana çıkarmamız gibi. Dayanışmaya, “Çevre Koruma” gibi bütün İnsanlığın ve yaratıkların geleceğine özel bir hassasiyetle bakma olarak ele alabiliriz. Ayrıca musahipliği canları “Rıza Şehri” ideal yaşamına hazırlayan bir unsur olarakta görebiliriz. Dedelerimizin (bütün alevi toplumunun da) ve eğitimin musahipliğin maddi yönlerini değil bu insanî ve gönül bağı üzerinde durmasını sağlaması lâzım.

4- Cemlerimizin çağdaş yaşamda sorunları ve uyumu:

Cemlerin uzunluğu, yapısının ve içeriğinin de iyi bilinmemesi,12 hizmeti verenlerin gereken sayıda olmaması sorunlarımız arasında.

Cem, Alevi inancının somutlaştığı dini ibadetinde üç işlev yerine getirilir: Erkânın yerine getirilmesiyle Dinsel ve toplumsal Birlik işlevi; İrşat hizmetinin verilmesiyle eğitsel işlev ve Görgü düzeniylede Hukuksal işlev.

Aleviliğin kurucu mitojik anlatısı “Kırklar Cemi” ilham alınarak yapılanan cemin, yöresel farklılıklara rağmen, ana yapısı, temel kurallar, anlam ve içerik birdir. Bu erkânın “oniki hizmet” ile çerçevelenmiş, Tevhid ve Mirâçın anlatımı ve mânası üzerine kurulmuş, zikr ve semah ile zirveye ulaşan bir yapısı vardır.

Ceme giren canların birbirleriyle ve kendileriyle olan sorunlarını halletmiş, iç ve dış huzura ulaşmış ve dünyevi nimetlerden ve kimliklerinden uzaklaşmış, arınmış olmaları şart. Ellerinde kutsallanacak lokmalarıyla (Kurban veya yiyeceklerle) cemevine girer, kadın-erkek karışık ve yüzyüze halka şeklinde, ortada meydan boş bırakılarak, dizler üzerine oturulur. Cem bağlandıktan sonra kimse ne girer ne de çıkar.

Cem ayinleri esas olarak iki türlü yapılır. Birincisi yediden yetmişe herkesin katıldığı cemlerdir. Bunların sınırı oldukça geniştir. Adına "Birlik Cemi" de denir. Bu cemler daha çok gençlere öğretmek amacıyla yapılır. İkinci tür Cemler ise ikrarlı ve musahipli canların katıldığı cemlerdir. Bu cemlere “Kırklar Cemi”,"Görgü Cemi", “Hızır Cemi” gibi adlar verilir. Burada herşey daha kuralcı ve disiplinlidir. 12 Hizmetin hepsi verilir ve uzundur.

Cem süresi çağdaş yaşamda kentsel ortamda büyük bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Genellikle hafta içi çalışmaların yoğun olmasından hafta sonu tatilinden istifade edilerek yapılan cemlere gelenler dedelerden bir buçuk-iki saati geçmemesi istiyor. Cemlerin daha düzenli ve sık ama Ceme göre 12 hizmetin hepsinin yapılmadan daha kısa olmasını, belkide bir muhabbet eklenmesini istiyorlar. Bazılarıda 12 hizmet tam olmayınca doğru dürüst cem olmadığı söyleyip eleştiriyor ve Duaz-ı Imam, Deyiş, Ağıt ve Mersiye gibi nefeslerin azalmasının veya kısaltılasının daha doğru olacağını söylüyorlar.

Cemlerin sık sık yapılmaması eğitim işlevini de yerine getirememesi demek oluyor. Buna paralel olarak nadiren muhabet etme fırsatı da yaratılmaması, Aleviliğin Cem dışında eğitiminin ilgi görmemesi ve yapılmaması da büyük sorunlarımızdan biri.

Her yöresel topluluğun bu konuyu Dedelerimizle karşılıklı konuşup çözüm bulması tavsiye edilir.

5- Cemevi sorunu:

Geleneksel Alevi ibadeti (Cem) konar göçer toplumda, 1930lu yıllara kadar Toroslarda görülen, 12 direkli ve bir de ortada karadireği ve ocağı olan bir “Cem çadırı”nda yapılırdı. Anadolu’da köy yerleşik düzenine geçen alevilerde ise Cem topluluğunun uygun bulduğu "Büyük Dam" denilen evlerden birinde yapılıyordu. Kentlere göçlerde alevi dernekleri kurulmaya başlayınca derneğin bir bölümü Cemevi olarak kullanıldı. Medine’deki Mescid-i Nevebî misal olarak alınarak yapılan Cemevlerinin dış ve iç mimarisi (dış dünya ile cemin yapıldığı yeri ayıran “Hayat”, Ocak, Meydan ve kırlangıç veya bingi çatı/damı ve ortasında yedi kat göğü temsil eden “Işıklık” gibi...) Aleviliğin sembollerine ve ibadetin gereklerine göre düzenlenir. Cemin yapılacağı yer kutsal yer olarak nitelenir ve niyaz edilerek girilir. Çorum-Tokat-Amasya yörelerinde, bir çok yörelerde olduğu gibi, “Hak-Muhammet-Ali” meydanı (Ölmeden önce ölünen yer) olan cemevine lokmalarla gelinir, girişte “Hayat” denen ara bölümde ayakkabılar çıkarılır ve kapı eşiğe basılmadan, yan çerçeveleri (veya orta direk/kara direk) öpülüp “niyaz “edilerek yerin kutsallığı tanınır ve içeri girilir.

Bugün bir çok derneğin cem yapabileceği yeri yok. Büyükçe bir yer kıralanıyor ve Ali’nin ve Ehl-i Beytin çizgi posterleri konuyor. Bir Cemevi yapıldığı zamanda genellikle Alevi sembollerimiz (Hayat, Ocak, Işıklık,vb...) yok oldu ve onun yerine posterler kondu. Bu sembollerin kaybolmasını kabul etmek zor. Halbuki kolayla gerçek olmasalar bile sembolik olarak gerçekleştirilebilecek şeylerdir. Yöneticiler, Dedeler ve Talipler/üyeler arasında bu semboller ve derneklerde “cem ve Hak meydanı” olarak kullanılan yerin siyasi toplantılar için kullanılmaması tartışılmalı ve bilinçli bir seçim unsuru olmalı.

6- Görgü Ceminin yapılmaması:

İkrar vermemiş, Mürşidi ve Musahibi olmayan “Aleviler” sorunu yanında ikrarlı ve musahipli canların bile yerleşim yerlerinde Mürşitlerinin olmaması ve Görgüden geçmememiz büyük sorunlarımızdan biri.

Görgü cemi, hal ve durumu sorgulanmak, uyuşmazlıkları halletmek, topluma hesap vermek, adaleti yerine getirmek, tövbe etmek, ruhsal açıdan temizlenmek, barışı ve birliği sağlamak ve neticede kulak abdesti alıp ikrar tazelemek için senede bir defa yapılan cemdir. Görgü Pîr’den, Dede’den, Rehberden başlar. Alevi yolunda her talib tüm topluluğun ve Pîr’inin huzurunda, o yıl içerisinde yaptıklarının ve yol kurallarına uyup uymadığının hesabını verir. Burada hem dinsel hem dünya evi sorunlar ve sorumluluklar söz konusudur. Eğer başkalarının hakkı kendinde kaldıysa hesaplaşmak ve helallik almak zorundadır. Hatta cezalandırılıp düşkün olabilir (toplum dışı bırakılabilir). Kişi, hatalar, fenalıklar yapmamış, kimseyi kırmamışsa ve kuralları yerine getirmişse, Pîr’in ve orada bulunan yol erenlerinin izniyle görülmüş ve ikrar tazelemiş olur. Buna Görgü cemide denir.

Ocakların dağılma noktasına gelmiş olmaları, Ocakzade dedelerin arasında ilişkilerin günlük güneşlik olmaması, Dedelerinde iş hayatında olmaları ve geçimlerini dedelikle karşılıyamamaları sorunlara çözümü kolaylaştırmıyor. Çözüm dedelerin bir Birlik kurumu oluşturup bu sorunlara çözüm getirmesindedir. Bu ortak çözüm bulunamazsa Dernekler ve yöneticileri bu duruma iyi veya kötü bir cevap bulmak zorunda kalacaklar. Zira “Görgü” sistemi temel bir değişimle çağdaş yaşama uyum sağlamazsa ikrarın ve Aleviliğin toplumsal yönü ve edebi çöker (hatta çökmüş durumda diyebilirim).

Zaten bugün toplum içinde etik değerler genellikle dilde kalıyor. Dilde kalmasa bile artık etik kuralların kaynağının sadece Tanrı buyruğunu söylemek yetersiz. Çağdaş toplumsal yaşamda insan aklının bizzat kendisi onun yerine zihninde kabul görecek bir gerekçe istemekte. Halbuki Alevilik edep kurallarını bir “Tanrı buyruğu” değil insanın kendi çabasıyla nefsine, eline-diline-beline hakim olmasıyla, akıl ve bilinçli özgür hareketi sonuçu elde ediyor. Bu kuralların nasıl kendi öz varlığımızdan geldiğini, aklın doğasına uygun hareket etmekle, kendimizden beklenen eylemleri yerine getirmiş olduğumuzu görüyoruz.

Bugün Alevi inançının çağdaş toplumlarda ayakta durabilmesi için insan temelli etiğinin bilinçine varmasına ihtiyacı var. Alevi din önderleri ve yöneticileri ile bütün canların bu çağdaş değerleri dile getirip ikrarın özünü iyi anlamaları ve anlatmaları lâzım. Etik eylem ancak bireyin oluşturduğu değerlerin bilinciyle ve özgür seçimiyle mümkün olur. Bunu da Görgü cemlerinde başlatabiliriz.

7- 4 kapı 40 makam eğitiminin yapılmaması:

Bugün tamamen lafta kalmış Alevinin Kâmil İnsan olma amaçına ulaşması için gerekli bir Yol haritası. Her canın bu hedefe ulaşmak için çaba göstermesi ve gidebildiği kadar da gitmesi gerekir. Dinbilimi açısından Kamil İnsan olamadan Hakk’a yürürse ruhu don değiştirip tekrar yeryüzünde yaşama başlar ve tekrar gayret eder. Yani bu hedef aynı kalır ama yola tekrar devam edilir.

İnsan dünyaya geldiğinde ruhu hamdır, çiğdir. Bir alevinin dinsel yaşamının amacı, Tanrının sözleriyle bilmediğini öğrenerek “ham ervâhlıktan çıkıp pişmesi”dir yani ruhsal olgunlaşması ve içindeki cevheri bulmasıyla “Kâmil İnsan” olup “Hakk ile hâk olmak”tır. Bilgi, içimizdeki Allah’ın nûr'una varmayı sağlayan bir yol göstericidir. Derneklerimiz ve yöneticileri Dedelerimize yol gösterici irfan görevlerini yerine getirecek imkanları oluşturamaz ve Dedelerde bu görevi sırtlayaca niteliklerden uzak olursa ne yapapabiliriz?

Hatırlatalım: Dört kapının birincisi şeriat, ikincisi tarikat, üçüncüsü marifet, dördüncüsü hakikat kapısıdır. Her Alevinin “... şeriat gemisine girmesi, tarikat denizine açılması, marifet dalgıcı olup hakikat incisine erişip onu çıkarması gerekir ki onun ikrarı geçerli olsun” (Buyruk).

Her kapının da on makamı bulunur. Bu makalar ve anlamları:

1ci kapı, Şeriat kapısı: Buradaki şeriatın sünni şeriat ile hiçbir alakası yoktur. Bu kapı sadece mistik yol üzerinde anlatılan görünür (zahiri) eylemlerin kurallarına yönelik önkoşullardır: Şahadet getirmek, bilim öğrenmek, Allah’a hizmet etmek ve anmak(Salat), helal (inançsal kural) ve yasal bir gelire sahip olmak, Hak etmediği ve adil olmayandan uzak durma, erkeklerin ve kadınların karşılıklı birbirine saygı göstermesi,evlilik dışı ilişkilerden uzak durmak,vb...

2ci kapı, Tarikat kapısı: Aleviliğe İkrar vermeyle açılır. Amaç inancın anlamını anlamak ve bilmektir. Pir/Mürşit tutmak ve onlara güvenmek, ikrar verip – ikrar almak, kendini öğrenmeye vermek, dış itibar görmekten vazgeçmek, kendi nefsine hakim olmak, kendini Allah yoluna vermek, toplumsal ahenkli olmak, insanları, hayvanları ve doğayı sevmek, korumak ve dünyevi şeylerden vazgeçmek.

3cü kapı, Marifet kapısı:İnsan bilinci, insanın gerçek anlamının bilinmesine ulaştırır. Vücudun, duyguların, aklın ve ruhun birliğini açıklayan bu bilgiye ve yaradılışın güzelliğinin bilinmesine olan sevinç, fedakarlığa ve saygıya ulaştırır. Bu bir olma durumunda kendini bilmek aynı zamanda Allah’ın bilinmesine ve Allah yolunun ortaya çıkmasına dönüşür. Dürüst olmak, namuslu yaşamak, sabırlı, kanaatkar, ar sahibi ve çömert olmak, bilmek için çaba göstermek, dengeli ve ahenkli olmayı korumak, vicdan sahibi olmak, sadece akıl ile erişilen yetenekler değil aynı zamanda ruhsal bakışla (can gözü/gönül gözü) elde edilen yetenekleri keşfetmek ve onlara ulaşmak, kendini tanımaya çalışmak...

4cü kapı, Hakikat kapısı: Hakk’ı aramak isteyen insan olarak kendini Alevi inancının merkezinde bulmaktır. Akıl bilgisinin saz ve nefes ile bedenin duygusal bilgisine yerleştirir ve aklın bu bilgisini tüm insanın bilinmesine dönüştürür. Duyguların ve bedenin birbirine uyumlu olduğu bu bütünlük içinde hakikatın (kendini bilmenin) anahtarını bulunur: Allah’ın yansımasına inanmak (seyr), Allah’a güvenmek, Allah’ın sırrının çözümüne yakınlaşmak, kalbi Allah özlemi ile doldurmak ve Allah sırrını çözmek (münacat ve müşahede).

Bu çabayı göstermek ancak Dede/Mürşitle ve inanarak yola çıkmayla olabilir. Kendini öğrenmek tek başına yapılamaz. Yunus Emre şöyle söylüyor bunu:

Çokları gittiler mürşit arayı

Arayanlar buldu derde devayı

Bin sefer okusan akla karayı

Bir mürşide varmazsan olmaz.

Birde 4 kapı 40 makam dinsel eğitiminde unutmamamız gereken bir nokta daha var: o da Kur’an’nın Hucurât suresindeki 14cü ayette “müslim” (müslüman) ile “mümin” arasında ifade edilen farktır.

14. Bedevîler “İman ettik” dediler. De ki: “İman etmediniz. (Öyle ise, “iman ettik” demeyin.) “Fakat boyun eğdik”(“Fakat İslâm’a girdik, deyin) deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve Peygamberine itaat ederseniz, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Hucurât-14 Diyanet Meali 2011)

Müslüman; ”Allah’a teslim olmaya söz veren” demektir. Mümin; sözünde duran demektir. Müslümanın imanı dilindedir, imanına söz ile şahitlik eder; Müminin imanı kalbindedir, gönlündedir, imanına hali ile, yaşamda var oluşu ile şahitlik eder… Alevi olarak biz bunu gönül gözüyle baktığımızda Marifet ve Hakikat makamlarında yaşarız.

D- Çözüm Teklifleri:

Özetle aşağıdaki gözlemlerle Dedelerin eğitim ihtiyaçları şöyle sıralayabiliriz:

1- Ocakzadeler arasında “Dede” olduğunun söyleyip posta oturan canların bir kısmında “Dedelik” vasıfları yok. Bu vasıfların, belki Buyruk temel alınarak güncelleşmesi gerekli. Bu çalışmayı yapacak bir “Dedeler ve/veya Ocaklar Birliğine” ihtiyaç var. Dedeler Birliğinin “Dede olma Niteliğini” günçelleşmesi ve din önderinin, Mürşidinin bilinmesi, Görgüden geçmesi, kendisine ikrar vermiş Talip/Muhiplerin bilinmesi, toplumun “rıza”sını almasını öne çıkarması şart. Hatta kişiliği, saygınlığı ve bilgisiyle bir “yeterlilik” belgesi verilmesi de “rıza” alması yanında bir gereklilik olabilir.

2- Posta oturan bazı Dedelerin ise bilgi seviyelerinde bugünkü eğitim görmüş Talip/Muhip karşısında yetersizlikleri var. Aynı zamanda aralarında da büyük seviye farkları var. Bu farkların giderilmesi de ancak eğitimle olur;

3- Bir Alevi köyünün birlik ve bütünlük ortamı, kentleşmede aynı Alevi köyü insanlarının, aynı Ocağın taliplerinin Alevi Kültür Derneği kurmalarına ve Cemde buluşmalarına rağmen İkrar,Müsahiplik ve Görgü gibi bazı erkânları yapmaması sorunların çıkmasına mani olamadı.

4- Dedelerin eğitimci rolünü, bulundukları ülkerde iyi genel eğitim almış gençler karşısında, “anlayış” farkı sebebiyle yerine getirmeleri gün geçtikce zorlaşıyor. Bu zorluklar ancak Dedelerin eğitimiyle giderilebilir;

5- Bazı Dedelerin kullandığı kavramların ve izahların, bugünkü gençler tarafından “anlaşılamayan bir dil” olarak algılanması da ayrıca bir sorun. Alevilikte bazı kavramlar ve anlamları Alevi erkanı ve felsefesini anlamak için çok önemli ama kavramların aktarılmasında da ortak yaşanan yeni bir dilin bulunması sadece gençler açısından değil yetişkinler açısından da çok önemli.

6- Kurum yöneticileri ile Dedelik kurumu arasında diyalok kurulmalı, yetki alanları yeniden açık şekilde belirenmeli ve yeni dengeler kurulmalı.

Dedelerin bu eğitim ihtiyaçların karşılanması için:

1- Dedeler Kurulunun kurulması ve ağırlığını koyarak yöresel farklılıklarda esneklik tanıyarak erkânların temellerini uzlaşmayla/rızalık alarak kabul ettirmeli.

2- Dedelere eğitim imkanları yaratması veya vermesi gerekli. Daha iyi ve profesyonelce kurumsallaşma ihtiyaçının yanında, muhtelif alanlarda, daha ciddi ve bilimsel eğitim ihtiyaçlarıda giderilmeli. Bu dinsel eğitimi de kendileri için hazırlanmış “Akademik”(Tarih, Dinler tarihi, Antropoloji, Etnoloji,vb...) eğitimlerle tamamlamaları şart;

3- Dedeler Kurulu görsel imkanları kullanarak eğitici DVDler yapıp (yaptırıp) Dedelere verecekleri eğitimde yardımcı olmalı;

4- Dedelerin Alevi öğretisinin özünü gençlere hangi “dil”de anlatacağını, gençlerle nasıl iletişim kurabileceklerini göstermek ve çözüm yollarını bulmalarına yardımcı olmak gerekli. Özel Eğitimcilerden yardım istemeleri şart.

DİĞER BÖLÜMLER

1- ALEVİLERİN AVRUPA ÜLKELERİNDE YAŞAMI

2- ALEVİLİK ÜZERİNDE BİLGİ KİRLİLİĞİ

3- TALİP-DEDE-MÜRŞİT İLİŞKİLERİNDE SORUNLAR

4- ALEVİ KURUMLARININ YAPISAL,HUKUKSAL VE SİYASAL SORUNLARI

5- ALEVİ EĞİTİMİNİN ALTYAPISI ve ÖĞRETİMİ

6- ALEVİLİĞİ VE TERIMLERİNİN DİNBİLİMİ İLE TANIMLAMA

7- ALEVİ TARİHİNİN VE ALEVİLİĞİN MİHENK TAŞLARI

8- SONUÇ

NOT: Ek olarak Ocakların yapılanması hakkında bilgi

Alevi ocaklarına mensup dede ailelerinin ellerinde bulunan şecere ve

icazetnâme türü belgelerin tanzim ve sonraki yüzyıllarda tasdik ediliş tarihleri ve yerleri, Alevi inanç sisteminin ve ocak teşkilatlanmasının tarihi hakkında önemli ipuçları sunmaktadır.

Alevilik hakkında son yıllarda yapılan çalışmalar, Alevi inanç sisteminin temel yapılanmasını oluşturan ocakların birbirleriyle olan ilişkilerinde hiyerarşik bir düzen içerisinde teşkilatlandıklarını göstermektedir. Bu hiyerarşik teşkilatlanma ile ilgili çeşitli araştırmacılar tarafından farklı görüşler ileri sürülmüş ve birçok tasnif yapılmıştır. Bu çalışmalarda ocaklar; “Mürşid Ocağı”, “Pir Ocağı”, “Rehber Ocağı”, “Dikme Ocaklar” vb. hiyerarşik bir sıralama çerçevesinde tasnif edilmiştir. Bir Pîr Ocağı mutlaka bir Mürşit ocağına bağlıdır; bir Mürşit Ocağınında Mürşit Ocağı olması için ona bağlı Pîr Ocaklarının olması gerekli.

Araştırmacı Hamza Aksüt’ün “Alevi toplulukların tarihini dedelik kurumuyla birlikte aydınlatmaya çalışmak” (Aleviler- Yurt kitap yayın ocak 2009.s.10) teklifi bu çok karışık ocaklar arasındaki yapılanmayı anlamak için yapılabilecek girişimlerden biridir. Kendisi araştırması sonucu başlıca ocaklar arasında şöyle bir yapı teklifi ortaya atıyor:

1- HACI BEKTAŞ OCAĞI

- Sultan Samit ocağı

- Güvenç Abdal ocağı

- Koçu Baba ocağı

- Hüseyin Gazi ocağı

- Seyit Cemel Sultan ocağı

- Şeyh Çakır ocağı ve Işık Çakır ocağı

- Sarı İsmail ocağı ve Avşarlar

- Kızıl Deli (Seyit Ali) Sultan ocağı

2- DEDE GARKIN OCAĞI

- Şeyh/Şah İbrahim ocağı

- Ali Seydi ocağı

- Pir Sultan ocağı

- Ali Baba ocağı

- Çalapverdi ocağı

- Kul Himmet ocağı

- Kazımoğulları/Musa Kazım ocağı

- Köse Süleyman ocağı

- Arzuman ocağı

3- BABA MANSUR OCAĞI

- Dersiman Topluluğu

4- AVUÇAN-AĞUCAN OCAĞI

- Kara Pirbad ocağı

- Koca Leşker ocağı

- Yalıncak ocağı

- Sarı Sultan (Sarı Saltuk)ocağı

- Kalender oçağı ve Balyan aşireti

- Kavi ocağı

- Üryan Hızır ocağı (Hıdsor, Coğraş aşiretleri)

- Hubyar Ocağı ve Sıraçlar

- Sultan Sinemil ocağı

- Cemal Abdal Ocağı

- Şeyh Çoban ocağı

- Şeyh Şazeli ocağı

- Hüseyin Abdal/Kara Hüseyin ocağı

- Hacım Sultan (seyit Ahmet) ocağı

- Seyit Ali ocağı

5- HASAN DEDE OCAĞI

- Mehmet Dede ocağı

- Seyit Kalender veli ocağı

- Cibali Sultan ocağı

- Hacı Ali Turabi ocağı

- Hacı Murad-ı Veli ocağı

- Mehemmed Abdal ocağı

6- KONUMU BELLİ OLMAYAN OCAKLAR

- Keçeci Baba ocağı

- Garip Musa ocağı

- Yanyatır ve Hacı Emirli ocakları (Tahtacılar)

- Derviş Cemal ocağı ve Şeyhhasan ocağı

- Şeyh Seyfeddin ocağı- Şeyh Delil Bercihan ocağı

- Seyit Sabun(Seyfi) ocağı

- Seyit Selahaddin ocağı

- İmam Rıza ocağı ve Canbek aşireti

- Şücaeddin Veli ocağı

- Hıdır Abdal ocağı

- Ali Koç Baba ocağı

- Amucalar

- Gözü Kızıl ocağı

- Koca Haydar ocağı

- Zeynel Abidin ve Zelil Kalender ocakları

7- SULTAN SAHAK OCAĞI

- Irak’taki Aleviler

- Kakal

- Sarli (sarılı)

- Bacvan

- Şabak

- Bayat

- Zengene

- Kelhor

- İran’daki Aleviler

- Kakal

- Lor

- Lek

- Goran

- Şamlu

- Acirli

- Balaban

- Arapgirli

- Nilkaz

- İran Horasan’ındaki Aleviler

- Tahran Bölgesindeki Aleviler

- Şahseven Federasyonu

8- ARAP ALEVİLERİ (NUSAYRİLER)

9- ABDALLAR

10- ROMANLAR

Alevi Ocakları arasında ayrım gözetilmez. Ancak buna karşın Ocakzade dedeler arasında “Mürşid-Pîr-Rehber” şeklinde bir görev bölümü ve “sorumluluk zinciri” ile “görgü” ilişkisi vardır. Taliplerin hizmetlerini görmek üzere ocak mensubu dedeler böyle bir iç “bağlantı” düzeni oluşturmuşlardır. Rehber Pîr’e, Pîr Mürşid’e bağlıdır. Mürşid de davranış ve kararlarında bağımlıdır. “Görgü Cemi”nde Dede’den başlamak üzere bütün Talip/Muhipler görülür. Talipler “görgü cemi”nde çözüm bulunamayan sorunlarını dede’nin mürşidine oradan da en üst seviyede Mürşitlerden oluşan “Halk Mahkemesi”ne kadar götürebilirler. Mürşitlerden oluşan “Halk Mahkemesi” en üst karar yeridir.