Aleviliği anlamak…

Aleviliği anlamak için...

Hacı Bektaş Veli Meydanevi

Hacı Bektaş Veli Meydanevi

 

 

Aleviliği anlamak din ile kültür ilişkisini iyi anlamakla başlar ve bunun için de şu iki gerçeği gözardı etmemenizi rica edeceğim:

1- Bir insan topluluğu ve kültürü diğer topluluklar ve kültürlerinden tamamen ayrı bir şekilde gelişemez. Her kültür diğer kültürlerle ilişkide, alış-verişte olur, etkilenerek ve etkiliyerek beraberce gelişirler. Mühim olan kendi değerlerinin bilinçinde olması ve diğer kültürlerin etkilerini bu süzgeçten geçirmesidir. Bizimde Alevi-Bektaşi kültürünün temellerini ve zaman akışı içinde kendini zenginleştirmek veya ayakta kalmak için diğer kültürlerden aldıklarımızı iyi bilmemiz lâzım. Kültürel kimliğimizi iyi bilmemiz bize inanç kimliğimizi de daha iyi anlamamıza yardımcı olur.

2- İslam tek gözlü bir kaynaktır ama bu kaynaktan çıkan su değişik yataklardan akıp gider ve hepsi birbirinden faklı yüzlerce vadiyi, ovayı besleIMG_9396r. Geçtiği yerlere göre değişik renkler, değişik tatlar almaya başlar ama yine o tek kaynaktan çıkan su olarak kalır. İslam ve Kur’an birdir ama bu soyut İslamı, kendi sosyo-kültürel ortamlarında, günlük hayatta, algıladıkları ve anladıkları gibi gözle görülür elle tutulur halde yaşayan Müslümanların yorumu ise çoğuldur. Filipin’den Senegal’e, Harlem’den Baykal gölü kıyılarına kadar dünyanın dört bir tarafında İslam’ı, değişik mezhep ve tarikatlarıyla, birbirine ters bile düşebilen ayîn ve erkanlarla yaşatan yüzlerce değişik Müslümanlar topluluğu vardır. Tarih boyunca yerel siyasî ve dinî otoriteler, aynı ülkede bile, her zaman kendileri gibi düşünmeyen müslümanları “ Siz müslüman değilsiniz” diye tehdit ettiler. Neye dayanarak “Ben müslümanım” diyen birine “Sen müslüman değilsin” diyebiliriz? Buna en iyi cevap 923 yılında Bağdat'ta Kadıların kadısı İbn Behlül tarafından verildi. Abbasi sultanı isyan eden Karmatilerin müslüman olmadıklarını ilan etmesi için İbn Behlül'den fetva ister. İbn Behlül bunu hadislere dayanarak reddeder: “Karmatiler mektuplarını yazarken “Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammet'de onun Resülüdür” diye başlıyorlar; bunu söylemeleri onları müslüman olarak kabul etmeğe kafidir. İnananların samimiyetini ancak Allah takdir edebilir” der. İslamın çeşitli ırklardan, kültürlerden oluşan bütün insan topluluğuna indirilmiş bir din oldununu hiçbir zaman unutmayalım.

Bizim de bu çok sesli müslümanlar topluluğu içinde, yerimizin nerede olduğunu bilmemiz Alevi- Bektaşi kimliğimizi iyi anlamak için şarttır.

1- Kültür ve din

A- Kültür nedir?

1- Kültür nedir, nasıl birbirlerini etkilerler?

Her insan topluluğunun kendine özgü temel değerlerinin toplandığı, sosyal ilişkilerini düzenleyen ve o topluluğun birliğini sağlayan bir kültürü vardır. Toplumun dini inançları da bu kültürün bir parçasıdır.

Kültür latince kökenli bir kelime olup dilimize Fransızca'dan girmiştir. Latince “cultura”,toprağa birşeyler ekip ürün almak, üretmek anlamında kullanılıyordu. Voltaire Fransız Devrimi öncesinde “culture”ü insan zekasının oluşumunu ve gelişmesini belirleyen bir terim olarak kullanınca sözcük değişik bir anlam kazanmıştır. Kültür teriminin karşılığı bizde irfandır. İrfan kelimesinin sözlük anlamı ise; anlama, bilme, gerçeğe ulaştırıcı güçlü seziş işlevidir.

Geniş ve kapsamlı bir tanım şöyle olabilir: “Tarihin derinliklerinden süzülüp gelen; zamanın ve ihtiyaçların doğurduğu, şuurlu
tercihlerle, manalı ve zengin bir senaaa oluşturan; sistemli ve sistemsiz şekilde nesilden nesile aktarılan; bu suretle her insanda mensubiyet duygusu, kimlik şuuru kazanılmasına yol açan; çevreyi ve şartları değiştirme gücü veren; nesillerin yaşadıkları zamana ve geleceğe bakışları sırasında geçmişe ait atıf düşüncesi geliştiren; inanışların, kabullenişlerin, yaşama şekillerinin bütününe KÜLTÜR denir.” (Sadık Kemal TURAL)
Her toplumun kendi kültürü vardır ve kültürün yükselmesi, ilerlemesi ve gelişmesi medeniyetin doğuşunu sağlar. Sosyolojik çerçevede en geniş sınırlarına ulaşan kültür kavramı ‘bir yaşama biçimidir.’ Bu yaklaşımda bir toplumda bulunan ve bulunmayan bütün ifade ve etkileşim biçimleri önem kazanır. Bu anlamda kültür, insan olarak belli bir toplumda öğrendiklerimizle, davranış, düşünce sistemimizin toplamı sayılabilir. Bir bakıma ne yediğimiz, ne içtiğimiz, ne okuduğumuz, nelere sempati ile yaklaşırken, nelere tepki duyduğumuz, ait olunan grup, küme ya da toplumun kimliğini oluşturur.

Kültür tarihçileri insanoğlunun gelişme ve ilerleme göstererek hayatta kalma ve varlığını sürdürme savaşındaki başarısını, kültürel bir varlık oluşuna yani öğrendiklerini birikiminde saklayıp yeni nesillere aktarma yeteneği ile becerisine bağlar.

Emre Kongar “Kültür”ü, “insanoğlunun doğayı denetime almak için oluşturduğu her şey ve bütün bu çaba sonunda beliren anlamlar, değerler ve kurallardır” diye tarif eder.
Kültür gelişim sürecinde önce sözlü kültür doğmuş, daha sonra yazılı kültür oluşmuştur. Bugün yazılı kültür ile beraber sözlü kültür de devinim ve gelişimine devam etmektedir. Sözlü kültür de yazar yoktur, anonimdir, doğaldır, metinsizdir, ezbere dayalıdır, çeşitlenebilir, sürekli akış, dolaşım ve dolayısı ile değişim içindedir. Bu kültür de çözümleme ve inceleme yoktur. Yazılı kültür yazılıdır, metne bağlıdır, okuru değişebilse bile metin değişmez, üreten yalnızdır, anlatıya istenilen sıklıkta dönülebilir, çözümleme ve inceleme yapılabilir.
Kültür, genel olarak iki öğeden oluşur:
a) Maddi Kültür Öğeleri: Binalar, her türlü araç-gereç, giysiler vb.
b) Manevi Kültür Öğeleri: İnançlar, gelenekler, normlar, düşünce biçimleri vb.
Kültürün maddi ve manevi öğeleri arasında sürekli bir etkileşim vardır. Birinde meydana gelen bir değişim diğerini de etkiler.
Kültür, toplumun doğal çevresinden yani coğrafi koşullardan etkilenir. Örneğin, dağlık bölgelerde yaşayan toplumların kültürüyle verimli ovalarda yaşayan toplumların kültürü birbirinden farklıdır.

2- Kültür unsurları nelerdir?

Kültür gelişim sürecinde önce sözlü kültür doğmuş, daha sonra yazılı kültür oluşmuştur. Bugün yazılı kültür ile beraber sözlü kültür de devinim ve gelişimine devam etmektedir. Sözlü kültür de yazar yoktur, anonimdir, doğaldır, ezbere dayalıdır, çeşitlenebilir, sürekli akış, dolaşım ve dolayısı ile değişim içindedir. Bu kültür de çözümleme ve inceleme yoktur. Yazılı kültür yazılıdır, metne bağlıdır, okuru değişebilse bile metin değişmez, üreten yalnızdır, anlatıya istenilen sıklıkta dönülebilir, çözümleme ve inceleme yapılabilir.

a- Dil

Dil, kültür unsurlarının başında gelir. Çünkü dil olmadan öteki unsurların meydana gelmesi mümkün değildir. Dil bir toplumun ses dünyasıdır. Her topluluk kainatı değişik şekillerde algılamış ve yorumlamıştır. Aynı zamanda dil kültüre ait bütün değerleri bünyesinde barındıran bir hazinesidir. Bir dil, onu kullanan milletin kafa yapısını, nasıl düşündüğünü, zihninin nasıl çalıştığını ve mantığını ortaya koyar.

b- Din

Kültür unsurları içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Bilhassa eski devirlerde yüzyıllarca bu kültür unsuru ön planda bulunmuş ve öteki kültür unsurlarını gölgede bırakmıştır. Dinin milletler üzerindeki hakimiyeti, imparatorluklardan millî topluluklara geçinceye kadar devam etmiştir. Milliyetçilik çağında milletler imparatorluklardan kopunca dinin fonksiyonu da azalmıştır. Dinin bir millet içerisindeki kültüre etkisi ve kültürün diğer unsurlarının oluşması ve değişmesindeki rolü ise devam etmektedir. Dini bayramlarımız ve törenlerimiz bunun açık örnekleri olarak dikkati çekmektedir.

c- Gelenek ve görenek

Bunlar bir milletin yazılı olmayan veya hepsi yazılı olmayan kanunlarıdır. İnsanın toplum içerisindeki davranışlarını düzenler. İnsanlar bu düzeni asırlar boyunca gelenek ve göreneklerle sağlamışlardır. Aslında kişinin bütün hal ve hareketlerinin yazılı kanunlarla tanzim etmek mümkün değildir. Oysa insanın toplumda birçok sosyal ilişkileri bulunmaktadır: özür dilemek, selamlaşmak, saygı göstermek, davetlere katılmak, konuşmak, tartışmak, yazmak vs.. Bu davranışlarda nasıl bir usulün gerektiğini kanunlar değil gelenek ve görenekler tayin eder.

d- Sanat: Sanat, bir toplumu diğer toplumlardan ayıran, bir millete has duygu ve zevklerin tezahürü ve şekillenmesidir. O milletin güzeli yaratma ve bulma tarzıdır. İnsanoğlu barınır, beslenir, sosyal ve ruhsal ihtiyaçlarını gidermeye çalışır. Bunları yaparken oyalanmak, ruhunu okşamak, güzeli yakalamak, yeni güzellikler ortaya koymak ister. Bunun sonucunda sanat eseri ortaya çıkar. Her toplumun sanat eğilimi ayrı bir özellik taşır. Söz, ses , mekan, renk ışık zevk ve anlayışı farklıdır. Demek ki sanat bir toplumun ortak zevkinin ifade edilişidir. Bu kültür unsuru edebiyat, resim, mimarı, heykel vb... gibi kollara ayrılır.

e- Dünya görüşü: Dünya görüşü bir toplumun başka toplumlardan farklı olan hayat felsefesidir. Bir toplumun fertleri ortak kültür dolayısıyla tutum, zihniyet ve davranış bakımından çeşitli ortak özellikler gösterirler. Sosyal ve ruhî olaylar karşısında fertlerin bu ortak tutum ve davranışları o toplumun dünya görüşünü meydana getirir. Bunun için her toplumda değerler ve değer yargıları farklıdır. Askerlik, kahramanlık, aşk, namus, temizlik, ahlak, ölüm, eğlence vs. gibi hayat hadiseleri ve kavramları her millette değişik davranışlarla karşılanır.

f- Tarih: Toplumu, dolayısıyla kültürü meydana getiren unsurlardan birisi olan tarih, bir toplumun çağlar içindeki yürüyüş ve görünüşüdür. Tarih mazidir, fakat bu mazi bugünün ve dünün fertlerini topluluk içerisinde birbirine bağlayarak geleceğe taşır. Fertler arasında kader birliği temin eder. Aynı topluluğa mensup insanlar tarih sayesinde akrabalıklarının farkına varabilirler. Tarih bir toplumun nereden gelip nereye gittiğini gösteren kültür unsuru olarak, o topluluğun hayatında önemli bir yer tutar.

3- Kültürün Özellikleri

Kültür görelidir. Yani her toplumun kendine özgü kültürü vardır.

Kültür tarihseldir. Yani geçmişten günümüze süregelmektedir.

Kültür insan eseridir. İnsanlar hem kültürü oluştururlar hem de kültürden etkilenirler.

Kültür durağan değildir. Zaman içinde değişir. Maddi öğeler daha hızlı değişir. Ayrıca her toplumda kültürel değişim hızı birbirinden farklıdır.

4- Kültürün İşlevi

Toplumsal düzeni sağlar bireysel davranışları yönlendirir.

Topluma kimlik kazandırır. Toplumu diğer toplumlardan farklı kılar

Toplumsal dayanışma ve birlik duygusu verir.

Toplumsal kişiliğin oluşmasını sağlar.

5- Kültürün kazanılması

İnsanların toplumları, ülkeleri birbirinden farklı da olsa biyolojik olarak birbirlerine benzerler, ama inanç, düşünce, tutum ve olayları algılayış tarzı bakımından farklıdırlar.
Bu farklılığı ortaya çıkaran etkenlerin başında içinde yetiştikleri kültürel yapıdır. Bireyler, kültürü sosyalleşme süreciyle kazanırlar. Birey, içine doğduğu kültürel ortamın özellikleri ana-babasından, yakınlarından, arkadaşlarından, okuldan, sokaktan ve iş ortamından öğrenir. Ömür boyu süren bu öğrenme ve uyma sürecine sosyalleşme denir.
Birey sosyalleşme süreciyle içinde yaşadığı toplumun bir üyesi olur. Olayları algılayış tarzından giyim tarzına, düşünüş tarzından davranış biçimine kadar her konuda kültürden etkilenir.
Sosyalleşme süreci, aynı toplumdaki bireyleri genel olarak birbirine benzetir. Ancak aynı kültürel ortamda da yaşasa her insanın yaratılış özellikleri farklı olduğu için kişilikleri birbirinin aynısı değildir.

Bir toplumdaki maddi kültür öğelerinde meydana gelen değişim hızına, manevi kültür öğelerinin ayak uyduramaması oluşan uyumsuzluk ve görgüsüzlük durumudur.
Örnek: Cep telefonu (maddi kültür) hızla yaygınlaşmaktadır ancak onu kullanma görgüsü (manevi kültür) aynı hızda gelişmemektedir. Bunun sonucu olarak toplu mekânlarda yüksek sesle konuşulmakta, tiyatro, lokanta gibi yerlerde kapatmaya özen gösterilmemektedir.

a- Kültürel şok: Kendi kültür ortamından başka bir kültür ortamına katılan bireylerin yaşadıkları bunalım ve uyumsuzluk durumudur.

b- Kültürlerin birbirlerini etkilemesi:Farklı kültürlerin karşılıklı etkileşime girmesiyle gerçekleşen kültür alış-verişi olur. Bu etkileme-etkilenme süreci sonunda her iki toplum da yavaş ya da hızlı değişir.

c- Kültür Emperyalizmi: Emperyalizm, bir ülkenin başka bir ülkenin kaynaklarını sömürmesi demektir. Kültür emperyalizmi, gelişmiş ülkelerin az gelişmiş diğer kültürleri özellikle kitle iletişim araçlarıyla etkilemesi ve kendine benzetmesidir. Kültür emperyalizmi, sömürgeciliği kolaylaştırır.

d- Kültürel asimilasyon:Bir kültürün, kendi içindeki azınlık kültürü eritmesi ve kendine benzetmesidir. Asimilasyon normal bir süreçle olabildiği gibi devlet eliyle zorla da olabilir.

e- Kültürel Yozlaşma:Yabancı kültürlerin olumsuz etkisi ve toplumun kendi öz değerlerine yeterince sahip çıkmaması sonucu meydana gelen kültürel bozulmadır.

B- Din kavramının tanımı ve dinler tarihine yaklaşım

1- Din kavramının tanımımı nasıl yaparız?

Dinler tarihi kavramını yaratan Friedrich Max Müller “Din tasarlanamıyacak olanı tasarlamağa gayret etmek, ifade edilemeyeni ifade etmek, bir sonsuza ulaşma dileği, Tanrı'ya aşk çığlığıdır” diyor.

Din arapca bir kelimedir ve “Allah'a inanma ve bağlanma” anlamına gelir. Kur'an'da (Al-i İmran “İmran'ın ailesi” 83) islamdan “Allah'ın dinî” (din Allah) diye bahsedilir. Ama Bakara suresi 130cu ayette Hz. İbrahim'in dininden bahsederken (ve yedi başka ayette) “din” değil “milla” (inanç) kelimesi kullanılır.

Türk Dil Kurumu sözlüğünde:

"Tanrı'ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum" ve "Bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde toplayan, sağlayan düzen" şeklinde tanımlanır.

Farklı din tanımlamaların ortak noktaları birleştirildiğinde, din insanlara bir hayat tarzı sunan, onları belli bir dünya görüşü içinde toplayan kurum, bir değer biçme ve yaşama tarzı; yaratıcıya isteyerek bağlanma, birtakım şeyleri duyma, onlara inanma ve onlara uygun iradi faaliyette bulunma olgusu; üstün varlıkla ona inanan insan arasındaki ilişkiden doğan deneyimin inanan kişinin hayatındaki etkileri olarak tanımlanabilir.

Genel olarak din, doğaüstü bir nitelik taşır, mukaddestir, değişmezdir (dogmatik) ve gönülden bağlanmayı yani teslimiyeti gerektirir. Pek tabii ki din tanımı, özellikle dini bir bakış açısından, her farklı dini grup ve dinde çeşitlilik gösterir. Dinin taşıdığı nitelik ve öğeler de farklı dinlerde büyük bir değişiklik ve çeşitlilik göstermektedir.

2- Dinler Tarihine nasıl yaklaşmalı?

Dinleri ve tarih boyunca gelişmelerini kapsamlı bir şekilde incelemek için değişik ilim dalları açısından bakmak gerekir:

a- Tarihi açıdan: dinler, inanç ve erkânlarıyla doğar, değişir, gelişir bazen de ölürler. Bu gelişmeleri tarih boyunca ve değişik yerlerde takip edip yayılmalarını gözlemleyebiliriz. Bu tarihi boyut çok önemli ve gereklidir. Mesela temellerinden itibaren museviliğin, hıristiyanlığın ve islamın sadece kendi aralarındaki ilişkilerini değil içinde çıkıp farklılaştıkları, karşı çıktıkları çok tanrılı din ortamını da bu tarihi boyut içinde incelemek gerekir.

b- Dilbilimi (filoloji) acısından: Her dinin erkânı içinde kendine göre anlam verdiği kelimeler vardır. Gün hayatta kullandığımız bu kelimelerin, kavramları erkân içinde bambaşka boyuttadır.

Alevi-Bektaşi inancının temel ilkeleri ve terminolojisi ilk bakışta inancının dışında olanlarca da anlaşılır gibi görünse de hemen hemen bütün önemli kavramlar sözlük anlamı dışında kullanılır. Örneğin niyaz sözcüğünün ortak kültür Türkçesindeki anlamıyla Alevilik-Bektaşilikteki anlamı aynı değildir. Bu durum daha yüzlerce birçok sözcük ve kavram için de geçerlidir. Sadece birkaçını zikretmekle yetinelim: şeriat, şah, yol, düşmek, yürümek, yol, yanlış, çiğ, dinlendirmek vs.

c- Sosyolojik acıdan dinler her zaman toplumsal bir olay olmuş, din kurumlarıda her zaman sosyolokların araştırma odağındadır (Emile Durkheim, Marcel Mauss ve Max Weber gibi...)

e- Etnolojik ve antropolojik açıdan etnologlar alan çalışmalarında her zaman erkân, inanç ve mitoloji sistemleriyle karşıkarşıya kalmışlardır. Toplumsal ve kültürel antropolojide de “diğeriyle” kendi kültürel ortamında ilişki kurduğunda din her zaman varlığını göstermiştir.

f- Psikolojik açıdan dinsadece toplumsal bir olay olarak kalmayıp ibadetiyle meşgul olan insanın, bazen acıklayamadığı, motivasyonunun ifadesidir. Hayal alemine ve arzularna bağlı olarak derin hislerini ve özlemlerini ifade eder

3- Din ve kültür ilişkisi

ODTÜ Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yasin Ceylan'dan

İnsanlık tarihi boyunca din, kültürün önemli bir ögesi olarak yerini korumuştur. Ancak zaman içerisinde, doğa bilimlerinde bilgi, sosyal bilimlerde de deneyim arttıkça dinin kültür içerisindeki yeri de küçülmüştür. Bir zamanlar yeterli bilgi olmadığı için dinin alanında görünen birçok husus, bilgi ve tecrübenin artmasıyla dinin kapsamından çıkmışlardır.

Hıristiyan Avrupa'sında, onyedinci yüzyıldan başlamak üzere, madde ve insan temeline dayanan yeni bir dünya görüşü ortaya çıkmıştır. Gerek insanın doğa ile olan ilişkisinde ve gerekse insanın insan ile olan ilişkisinde büyük ilerlemeler kaydederek, Tanrı merkezli Hıristiyanlığın güdümündeki alanların çoğunu elinden almıştır. Hukuk, siyaset, ekonomi, eğitim ve temel bilimler dinden tamamen koparak seküler dünya görüşünün meşru disiplinleri haline gelmişlerdir. Etiğin dinin himayesinden çıkartılması, tüm alanlara egemen olmaya çalışan bu yeni zihniyetin, kendini tamamlaması için gerekli bir aşamasıdır. Çünkü, bilim, hukuk ve sanat gibi alanlarda bilinci şartlandıran bütün otoriteler bir kenara itilince, etik alanında bilinç dışı bir otoriteye razı olmak, Modernitenin kendi temel ilkesiyle çelişkiye düşmesi demektir. Din, kurum olarak, geleneksel görünümüyle, çok yönlü zengin bir profil arzetmekle birlikte, onu ayakta tutan, asıl malzemesi olan etik değerler ve kurallardır. Dinin elinden bu son ve en önemli demirbaşı da alındığında, bir inanç sistemi olarak dinin, modern toplumdaki yeri, yeniden güçlü bir biçimde sorgulanmıştır.

Din, asırlar boyunca insan bilinci üzerine nakşettiği inançlarla hükümranlığını sürdürmek istemiştir. Ancak Modernite ile merkezi önem kazanan “sultasız bilinç” felsefesi, sınır tanımayan geleneksel metafiziği paramparça edince, dolaylı olarak dinlerin inanç ve ona dayanan rituelleri de bu düşünce tarzından zarar görmüştür.

Bilinç felsefesi açısından dini doğrular nasıl değerlendirilebilir? Dini doğrular konusunda birinci derecede önem kazanan sorun, insanın ilahi bilgiye sahip olup olamayacağı hususudur. Tanrının özü ve sıfatları konusunda üç semavi dinin teologları, O'nun tüm özellilerinin mutlak olduğu, sınırsız ve zaman ve mekan kayıtlarından uzak olduğunda görüş birliğine varmışlardır. İnsanın düşünüp tahayyül edebileceği tüm objeler, zaman ve mekan koordinatlarıyle şartlı olduklarından, mevcut yetileriyle, Tanrı hakkında bilgi sahibi olması mümkün değildir. Bu sebeple, gerek felsefe kitaplarında ve gerekse teoloji kitaplarında Tanrıyı herhangi bir şekilde tanımlamaya yeltenenler antropomorfizmden (teşbih) kurtulamamışlardır. Çünkü, ne kadar büyük ölçeklerde düşünürsek düşünelim insan sınırlarını aşamıyorsak ve Tanrı her türlü insani kapasitenin üstünde bir varlıksa, Tanrıyı tanrı olarak tarif ve tavsif etmemiz mümkün değildir. Hem Tanrıyı kavrayamayacağımız kadar büyük ve bilemeyeceğimiz kadar farklı bir varlık olarak, bir şekilde anlatmaya çalışıp, hem de (çünkü bu anlatım bile bir antropomorfizmdir), O'nun, aynı zamanda konuştuğunu, ve bize açık seçik, bizce anlaşılabilir emirler verdiğini iddia etmek bir çelişkidir. Çünkü sadece varlığını kabul ettiğimiz, ama bilmediğimiz ve hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir kaynaktan net bilgiler ve buyruklar almamız, aklı fevkalade zorlayan bir iddiadır. Durum böyleyken peygamberlerin Tanrı'dan bilgi aldıklarını ileri sürmeleri ve böyle bir bilgiyi “Tanrı'nın Sözü” olarak takdim etmelerine ne diyeceğiz? Bunu yapanların, üstelik, çevrelerinde çok dürüst ahlaklı kimseler olarak bilinmeleri, ve “Tanrı Sözü” olarak sundukları ifadelerin, insanlığın yararına hikmet dolu cümleler bulundurmaları, konunun anlaşılmasını daha da güçleştirmektedir.

Peygamberlerin tanrısal bilgiye erişme, başka bir ifadeyle, vahye mazhar olma iddialarını yukarıdaki argümana dayanarak, onların böyle bir tecrübe yaşadıklarını inkar etmek doğru değildir. Çünkü, insan oldukça karmaşık ve zihinsel yetileri çok zengin bir varlıktır. Fevkalade bir deneyim geçirdiğini söyleyen bir insanın doğru söylemediğini savunmak, başta insanlar arası ilişkilerde esas bir prensip olan karşılıklı güven ilkesine aykırıdır. Ancak bu deneyimi yaşayan kişinin bu deneyimini yorumlamasına veya kendine göre değerlendirmesine katılmayabiliriz. Çünkü bu deneyim subjektif bir olaydır. Sadece bir kişiye nasip olmuştur. Aynı deneyimi ben yaşamadığım müddetçe onu anlayabilmem ve ortak bir zeminde iletişime geçmem mümkün değildir. Peygamberin, kendisine ayrıcalıklı olarak ulaşan, ilahi bilgiye inanması olağanüstü bir kanıta dayandığı halde, benim aynı bilginin doğruluğuna inanmam için öyle bir imkanım yoktur. Sadece aklımı kullanarak o bilginin doğru olup olmadığına kanaat getirebilirim. Sonuç olarak, benim peygamberin ağzından çıkan söz ve hükümleri din olarak kabullenmemde olağanüstü bir öge veya ilahi bir unsur yoktur. Bu unsur yalnız peygamberin kendisinde olduğu için, onun kendi vazettiği dinin tanrısal bir özelliği varken, benim aynı dini kabullenmemde böyle bir özellik yoktur. O zaman ben kendi aklım ve yetilerimle başbaşayım, bana benim dışımdan bir destek gelmemektedir. Buna göre benim başta, kendi bilişsel yetilerimle barışık ve tutarlı olmam, başka birinin benimkinden farklı bilişsel yetileriyle uyum içerisinde olmaktan daha büyük öncelik kazanmaktadır. Bu öncelik meşru ise, nefsi tutarlılık adına, peygamberin ilahi bilgisini, kendisinin yorumladığı biçimde değil, kendi kapasitemle ve bilişsel göstergelerime sadık kalarak anlamlandırmam benim doğal hakkım olmaktadır. Bu hakkımı kullandığım zaman,- bu, bir bakıma özgür olmamın bir vecibesidir- peygamberin kendisi için ilahi emir telakki ettiği emirleri, benim de aynı şekilde algılamam zorunlu değildir. Bu tavrımla da onun tecrübesini inkar etmiyor veya iddiasında doğru söylemediğini belirtmiş olmuyorum. Sadece bu bilginin öznel olduğunu, kişiye özel bir sır olduğu için objektif olmadığını, veya bireylerarası bir sıfat taşımadığı için önerilen şekliyle kabul edemeyeceğimi ifade etmiş oluyorum. Ancak ilahi kaynaklı olduğu iddia edilen bir önerme, yüksek derecede bir akılsallık da taşıyabilir. O zaman ben ve benim gibi düşünen diğer insanlar, böyle bir önermenin doğruluğunu pekala kabul edebiliriz. Ama bu kabul, yalnız akıl kriterleri bazında olduğu için, bu önermenin kıymet derecesi, aklımla kabul ettiğim diğer herhangi bir önermenin kıymet derecesine eşittir. Aklın dinamik doğası sebebiyle zaman içerisinde, daha kapsamlı ve dayanıklı önermeler uğruna, daha önce doğru diye kabul ettiğim önermelerden vazgeçebildiğim gibi, bu önermeden de daha iyisi uğruna vazgeçebilirim.

İlahi bilgiler akıl temelinde kabul görseler dahi bu kabullenme, bu bilgilerin Tanrı kaynaklı oldukları iddiasını kapsamaz. Bu sebepledir ki peygamberler, ta baştan, ilahi misyonlarına kanıt olarak, akla muhalif bir fenomeni tercih etmişlerdir. O da mucizedir. Burada mantıksal bir tutarlılık vardır. Olağanüstü bir iddiaya olağanüstü bir kanıt sunulmaktadır. Ancak yine de olağanüstü bir halin, peygamber tarafından söylenen bir önermenin teorik doğruluğuna nasıl kanıt olabileceği ayrı bir zorluktur. Çünkü ancak akıl yürütmek suretiyle bir hükmün doğru veya yanlış olabileceğine karar verebilecekken, bunun yerine teorik özelliği olmayan, doğa kurallarını kırarak, başka bir deyişle, akla aykırı bir şekilde vücud bulan bir vakanın, kanıt olarak geçerli olması, sorunu büsbütün güçleştirir. Öte taraftan, bir mucize bir peygamberin risaletine yeterli gerekçe sayılsa bile, böyle bir hadiseye ancak o zaman peygamberin yanında mevcut olanlar tanık olabilirler. Sonra gelen nesillerin böyle bir şansları yoktur. Bu da mucizenin kanıt olarak değerini zayıflatır.

İnsanlık, bugünkü durumuyla, radikal denebilecek ölçüde zihinsel değişime uğramıştır. Bu yeni zihin yapısıyla dinlere ve dinlerin temel dogmalarına farklı bir bakışla bakmaktadır.

2- Tanrı Kavramı

Niçin Tanrı inancı?

ODTÜ Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yasin Ceylan'dan derleme

Tanrı inancının mevcut olduğu kültürlerde, tarihsel süreç içerisinde, iki paralel gelişme olmuştur. Bir taraftan çok tanrılılıktan tek tanrılığa doğru bir değişim, diğer taraftan somut tanrı kavramından soyut tanrı kavramına doğru bir evrilme gerçekleşmiştir. Tek tanrıya inanma modeli en çok Sami ırkının dünya görüşlerinde rağbet görmüştür. Sami dinlerinin kutsal kitaplarına bakıldığında, Eski Ahit’ten Kuran’a kadar tek tanrı kavramında da bir değişmenin olduğu farkedilir. Tevrat’ta insanla sıkı ilişkiler içinde olan ve üst seviyede insani vasıflar taşıyan Tanrı, Yeni Ahit’te sadece İsa’nın şahsında beşeri vasıflar sergiler. Kuran’ın tanrı tarifinde ise O, tüm beşeri ve dünyevi özelliklerden arınmış, bütün somutların sebebi olmakla birlikte kendisi tamamen soyut olan bir yüce varlıktır.

Felsefe tarihi içerisinde, Tanrı’nın varlığı konusu, Doğal Teolojinin temel konusu olarak çeşitli evrelerden geçmiştir. Antik Felsefe’de kısmen mitolojik karakter taşıyan Tanrı veya tanrılar, Platon’da evrenin yaratıcısı Demiurge, Aristo’da ise İlk Sebep veya İlk Hareketi Veren varlık olarak karşımıza çıkar. Orta Çağ düşüncesinde, özgür felsefe yerine teoloji ağırlıklı düşünce tarzının egemen olduğu dönemde, dinlerin temel dogması olarak takdim edilen Tanrı inancının, inançtan bağımsız olarak, yalın akıl ile nasıl ispat edilebileceğinin sayısız temrinleri yapıldı. Bunun İslam kültüründeki adı Kelam, Hıristiyan kültüründeki adı ise Teolojidir. Dördüncü Miladi asır ile Ondördüncü Miladi asır arasındaki bin yıllık zaman içerisinde dönemin en yetenekli adamları, büyük bir sorunla uğraşmışlardır: İnanç sistemlerinin, yani dinlerin temel dogmalarını akli argümanlarla kanıtlamak. Elde ettikleri sonuç, Simya bilimiyle uğraşan Orta Çağ kimyagerlerinin bakırı altına çevirme çabalarından elde ettikleri sonuçla aynıdır. Yani büyük bir hiçtir. Hatta inançları fazla irdeleyip akli kriterleri ön plana çıkardıkları için inanan insana zarar vermişlerdir. Büyük bir delil ortaya koyalım derken büyük bir şüphenin oluşmasına sebep olmuşlardır. O zaman Tanrı yoktur denilebilir mi? Hayır. Çünkü Gazali’nin de dediği gibi “Delilin inkırazı ile medlul münkariz olmaz”. Yani kanıtın geçersiz olmasıyla kanıtlanan geçersiz olmaz. Peki Orta Çağın büyük dahilerinin Tanrı’yı ispat argümanlarını bir tarafa atınca, Tanrı’yı ispat adına elimizde ne kalıyor?

Tek Tanrı’ya inanan toplumlar olarak Tanrı inancının, düşünce ve eylemlerimizdeki yeri ve etkisi üzerinde duralım. Tahmin edilebileceği gibi, Tanrı’nın bizzat kendisi ile bizim onun hakkındaki bilgimiz örtüşemez. Çünkü, Tanrı her türlü insani tefekkür ve tahayyülün üstündedir. Kant’a göre bizim fiziksel nesneler hakkındaki bilgimiz bile o nesnelerin öz bilgileri değildir. Zihinsel yetilerimizin kapasitesi nispetinde eşya hakkında bilgi sahibi oluruz. Yani bilgilerimiz, nesnelerin mutlak değişmez bilgileri değil, bize göre şekillenmiş bilgilerdir.

Tanrının ne olduğu konusundaki bilgimiz, her zaman eksik olduğuna ve Tanrı’yı tüm mükemmelliğiyle yansıtmadığına göre o bilginin doğruluğundan şüphe etme hakkımız vardır. Nitekim, Semavi dinlerin önemli savlarından birisi, pagan kültürde Tanrı kavramının varolmakla birlikte bu kavramın gerekli şekilde inanç objesi olmadığı iddiasıdır. İslam dininde Tevhid inancının yüksek seviyede işlenmesi ve önemine dikkat çekilmesi, kendisinden önceki Tanrı inancını eksik ve uygun görmediğindendir. İslam dininin tarif ve tasvir ettiği Tanrı inancı, önceki inançları tashih ve bu alanda bir tekamül ise, acaba günümüzün bilim ve sosyal disiplinler alanındaki gelişmeler ışığında Tanrı inancını yeniden ele alabilir miyiz? Başka bir deyişle Tanrı hakkındaki beşeri bilgim (ki çoğu zaman bir inançtan ibarettir) daha iyi, daha doğru, daha uygun, biraz daha kapsamlı olabilir mi? Yine başka bir deyişle, doğa ve sosyal bilgide olduğu gibi inançta da bir gelişme veya evrim olabilir mi? Ancak bu soruyu Kelam kitaplarındaki klasik “iman artar veya eksilir mi?” sorusuyla karıştırmamak gerekir. Buradaki soru inancın miktarıyla değil onun kimyasıyla ilgilidir.

Tek Tanrılı Sami dinlerin ana teması olan, tarih yapan Tanrı, doğa ve insan yaşamına müdahale eden, ödüllendiren, cezalandıran, destekleyen, muhalif olan , öfkelenen ve seven Tanrı kavramının, son üçyüzyıl içerisinde, insanlık zihin yapısında meydana gelen değişmelere pek uygun düşmediğini iddia edebiliriz. Çünkü, varlık alanını özgürlük ve zorunluluk alanı diye ikiye ayırırsak, her iki alanda da “İlahi Kudreti” müdahil kabul etmek, güçlüklere yolaçacaktır.

Doğa kurallarının başlangıcı İlahi Kudrete bağlanabilirken bu kanunların seyrinde İlahi bir müdahale olamaz. Böyle bir varsayımın kabulü, evrendeki düzeni altüst eder.Bu sebeple halk dilinde kullanılan “işlerimi Allaha bıraktım” demek, “işlerimi, kuralları gözönünde tutup tedbir aldım” anlamını taşımıyorsa, “kuralları gözardı ettiğim için Tanrı’ya ters düştüm” anlamında algılamak gerekir.

Özgürlük alanında da Tanrı müdahil değildir. Tarihi biz insanlar yaparız. Hiç bir hadisede beşeri unsur dışında olağanüstü bir ögeye rastlanamaz. Tanrı’yı ilişkilerimizde fail olarak göstermek Tanrı’ya yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Doğa olayları nasıl bir zorunlu nedenselliğe bağlıysa, beşeri hadiseler de, özgürlükten doğan bir nedenselliğe bağlıdır. Doğa olaylarında Tanrıdan da gelse bir keyfilik olmadığı gibi, beşeri hadiseler alanında da, insan özgürlüğünü bozacak bir zorunluluk yoktur.

Durum böyle olunca, gerek doğa ile olan ilişkimizde ve gerekse insanın insan ile olan ilişkisinde Tanrısal bir ögenin varlığını savunmak, veya varolmasını temenni etmek, doğa kanunlarına ve bu kanunlara güvenerek elde ettiğimiz pozitif bilime, sorumluluk anlayışımıza ve bu temel üzerine kurulmuş hukuk disiplinine aykırıdır.

Müdahil Tanrı tezinin en problemli uzantısı “İlahi Adalet” konusudur. İnsanın hakketmediği kötülüklerden, “saf iyilik”ten (Hayr-ı Mahz) ibaret olan Tanrı’yı uzak tutmak için, gerek Hıristiyan ve gerekse Müslüman teologlar, zihinlerini çok zorlamışlardır. Hatta Aziz Augustine, kötülüğün aslında var olmadığını, sadece iyiliğin olmamasından kaynaklandığı gibi, aklın zor kabul edeceği türden bir doktrin ortaya atmıştır. Halbuki, “adalet” gibi insani bir kavramı, Tanrı’ya atfederek ve Tanrı’yı yaşamımızda aktif bir güç biçiminde göstererek, bu tür gereksiz güçlüklere saplanmışlardır.

Bilimsel bilgiden fazlaca etkilenmiş olan modern filozof, Tanrı kavramını pozitivist veya agnostik bir edayla gözardı edemez. Çünkü, Tanrı kavramı, her şeyden önce bir bütünlük ise, bu bütünlük, bize yabancı bir kavram değildir. Asırlar boyunca insanların Tanrı üzerine düşünmeleri de bu yüzdendir. İç bütünlük ve dış bütünlük, veya bireysel bütünlük ile evrensel bütünlük, hem varlık bilincimizin hem de bilgilerimize güvenimizin temel şartıdır. Bütünlük şartından yoksun bilinç, hem iç ahengi sağlayamaz, hem de dış algılamaları net elde edemez. Böyle olunca bütünlük kavramı ön plana çıkmış oluyor. Bu kavram pek açık seçik bir anlam vermemekle birlikte, içi gizlerle dolu Tanrı kavramından daha sade görünmektedir. O zaman, bütünlük konusunda ulaşacağımız bir aşama, Tanrı konusuna sıçramamıza bizi daha cesaretli kılacaktır. Bütünlüğü iç ve dış bütünlük olarak ikiye ayırmıştık. İç bütünlüğün analizi, bütün bilişsel ögelerin, rasyonel ve irrasyonel unsurların, tek tek tanıtımını ve birbirleriyle nasıl bir örgütlenme içine girdiklerinin açıklanmasını gerektirdiğinden, gayet zordur. Yüksek seviyede fenomenolojik dinginlik ister. Bu da pek kolay olmadığından, bundan vazgeçip, dış bütünlük ile Tanrı kavramı arasındaki ilişki üzerinde duralım. Dış bütünlükten kastımız teorik bilgi açısından evrenle ilgili ulaşılmış bütün bilgilerin organik bir kütle olarak değerlendirilmesidir. Bu değerlendirmeden çıkacak kısmen epistemik ve kısmen egsiztansiyel izlenim, Tanrı hakkında düşünmenin en meşru zeminidir. Yoksa, Klasik Kozmoloji’de olduğu gibi evreni hem zaman hem de mekan bakımından sınırlı ve sonlu kabul ederek, bunun gerisinde bir güç telakki edip, ona Tanrı demek, sonuca ulaşmak için fazla acele etmek demektir. Biraz da işin kolayına kaçmaktır. Her şeyden önce evrenin sınırlarının olduğunu nereden biliyoruz? Bir başının bir de sonunun olduğuna dair güvenli bilgimiz var mıdır? Devamlı bir değişme içinde olduğu doğrudur, ancak ne zaman değişmeye başladı, bu değişme süreci ne zaman son bulacak, bunlar bizim için henüz bir bilgi değildir. Bu sebeple, sanki bu bilgilere sahipmişiz gibi, bu konularda hüküm vermek, önermelerin doğruluğundan emin olmadan sonuca varmak gibi bir mantık hatası yapmak demektir. O zaman evrenin sonsuzluğu, biz insanlar için sonu gelmeyecek bir bilgi ve düşünce alanıdır. Bu alanda kurulacak hipotezler (bilhassa astrofizikçilerin ortaya attığı teoriler) zaman içerisinde bilgiye dönüşebilirler. Bilgi temeline dayalı ileriye dönük umut dolu bilimsel stratejilerle, evren bütünlüğünün içini bilgiyle doldurarak, bilincimizi daha yetkin hale getirebiliriz. Bilgi ile doldurulmamış bütünlük tasavvuru, bizi sadece kolay ama sağlıksız sonuçlara götürür. Gelecek zaman içerisinde, evrenle ilgili bilgiler çok yüksek bir seviyeye gelince, bilinç, Tanrı konusunda ne düşünür? Aslında bu soru, binlerce yıl sonra yaşayacak olan ve dinamik insan aklını temsil edecek olan nesillere sorulacak bir sorudur. Cevabı ne olur bilemeyiz, ama herhalde daha yetkin bir konumda cevap vereceklerdir. Buna göre Tanrı’yı kavramak veya bilmek, bir nihai hedef olarak, insanlığın, tüm zamanlara yayılan bir misyonudur. Hegel’in Tin’i (Geist) gibi kollektif aklın mutlak bilgiye ulaşmak için yola koyulduğu bir serüvendir.

Dinsel etik nedir?

Dinler, tarih boyunca hep ahlaka sahip çıkmışlardır. Etik kurallarını Tanrı emri olarak takdim edip, pratik yaşamın bu kısmına ilahi bir boyut eklemişlerdir. Bu sayede etik erdemler, pratik örnekler biçiminde, yüzyıllarca, insanın daha güçlü irrasyonel yıkıcı aktivitesinden korunarak günümüze kadar gelebilmiştir.Ancak günümüzde, iki yüzyıllık eleştirel akıl felsefesinin etkisiyle, etik kuralların kaynağının Tanrı buyruğu değil, insan aklının bizzat kendisi olduğu, aydın insanlar nezdinde apaçık ortaya çıkmıştır. Modern insan, “Tanrı buyruğu” gerekçesini artık geçerli saymamakta, onun yerine zihninde kabul görecek bir gerekçe istemektedir. Bir gerekçenin güvenilir olması, onun anlaşılır olması şartına bağlanmıştır.

İnsanlığın günümüzde, insan aklının tabiatı konusunda elde ettiği kazanımlar sayesinde, etik kuralların, dinin vesayetine ihtiyacı kalmamıştır. Hatta, dinin, modern toplumlarda ayakta durabilmesi için insan temelli etiğe ihtiyacı vardır. Bir din adamı, kitleleri etik davranışlara davet ederken, etik kuralların Tanrı’dan nasıl kaynaklandığını açıklamak yerine, bu kuralların nasıl kendi öz varlığımızdan geldiğini, aklın doğasına uygun hareket etmekle, kendimizden beklenen eylemleri yerine getirmiş olduğumuzu belirtmelidir.

Etik bilinç ve kurallar, Tanrı katından indirilip insanın kendi özvarlığına döndürülünce, her insanın etik kurallar bilinci ve erdemleri kazanma potansiyeli eşit bir seviyeye gelir. Hiç bir bireyin, ilahi lütuf bazında, daha ahlaklı olma ayrıcalığı yoktur.

Din eğitiminde etik bilinci güçlendirmek adına, genç nesillere anlatılan peygamberlerin ve diğer din büyüklerinin davranışları ve yaşam biçimleri, gençlerde, benzer davranış şekillerini, aynen taklit etmek eğilimini yaratmaktadır. Etiğin bu şekilde verilmesi, etik bilinci, bazı davranış kalıplarına sıkıştırarak, bir taklit etiğine yol açmaktadır. Etik eylem taklitle gerçekleşmeyeceğinden, ancak bireyin özgürce, içinden gelen ödev bilinciyle mümkün olduğundan, bir insan, başka bir insanın bir etik tavrını, yalnız görünen yönlerinin aynısını icra etmekle, etik bir davranış sergilemiş olmaz. Bir bireyin başka bir bireyin etik değer taşıyan tavrından yararlanma yolu, kendisinde, etik kurala yönelmeyi sağlamasıdır. Yani o davranışı yapan kişi, hangi etik kuralı uygulamışsa, bu ikinci şahısta, zaten varolan bu kuralın, harekete geçmesine yardımcı olmalıdır.

Din merkezli dünya görüşünde, dünya ve dünyevi nimetler, pek tavsiye edilmediğinden ve hatta hor görüldüğünden, dindar kişinin dünya işlerinde fazla hırslı ve arzulu olması da tavsiye edilmez. Arzuların ve ihtirasın kısıtlanması istenir. Halbuki madde esaslı modern zihniyette arzu ve hırs teşvik edilir. Çünkü ancak bu sayede doğa değişime uğrar ve dolayısıyle, bilim ve teknoloji gelişir.

Ahlak kurallarının ve erdemlerinin yeni vasisi, asıl sahibi olan beşeri şuurdur. Şuurda, öz malımız olan, ahlakın temel kurallarının yerini farkedip, duyarlılığımızı sistemli bir şekilde artırarak, etik kişiliğimizi devam ettirebiliriz. İnanç sistemleri, Tanrı kavramını taşıyamadıkları gibi, etik eylemler için de doyurucu gerekçeler sunamamaktadırlar.

Şimdi, günümüzde, dünyadaki tüm yaşayan kültürleri etkisi altına alan Batı dünya görüşü, insan merkezli olduğundan ve temel değerler sistemi ilahi bir kaynağa dayanmadığından, Sünni İslam dünya görüşü ile tamamen zıt bir karakter taşır. Batı dünyasından yaşantımıza giren bilim, teknoloji ve bazı pratikler, Sünni İslami dünya görüşünde meşruiyet kazanmak durumundadır. Kültürümüz henüz dinden bağımsız bir meşruiyet alanına sahip olmadığından, Batı'dan kültürümüze aktarılan yabancı unsurlar, yeniden değerlendirilerek yaşantımıza geçer. Bu durum, kültürel alışverişi zorlaştırdığı gibi, asıl bilgi ve değer üreten seküler zihniyetin, kültürümüzde yer almasını imkansızlaştırır. Nitekim Osmanlı döneminde başlayan, yaklaşık yüzelli yıllık batılılaşma stratejisinin başarısız olmasında bu gerçek yatar. Kültürel ögelerin alışverişinde asıl zorluk, iki dünya görüşünün birbirinden tamamen farklı olmasıdır.

İnsanı inançının merkezi yapan Aleviliğin etik değerleri, “eline, diline, beline hakim ol” diye özetlediğimiz edebi ise “Tanrı buyruğu” yerine aklı inançına koyarak, zihninde kabul görecek bir gerekçe istemektedir.

Dinler tarihine yaklaşım

1- Din kavramının tanımımı nasıl yaparız?

Dinler tarihi kavramını yaratan Friedrich Max Müller “Din tasarlanamıyacak olanı tasarlamağa gayret etmek, ifade edilemeyeni ifade etmek, bir sonsuza ulaşma dileği, Tanrı'ya aşk çığlığıdır” diyor.

Din arapca bir kelimedir ve “Allah'a inanma ve bağlanma” anlamına gelir. Kur'an'da (Al-i İmran “İmran'ın ailesi” 83) islamdan “Allah'ın dinî” (din Allah) diye bahsedilir. Ama Bakara suresi 130cu ayette Hz. İbrahim'in dininden bahsederken (ve yedi başka ayette) “din” değil “milla” (inanç) kelimesi kullanılır.

Türk Dil Kurumu sözlüğünde:

"Tanrı'ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum" ve "Bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde toplayan, sağlayan düzen" şeklinde tanımlanır.

Farklı din tanımlamaların ortak noktaları birleştirildiğinde, din insanlara bir hayat tarzı sunan, onları belli bir dünya görüşü içinde toplayan kurum, bir değer biçme ve yaşama tarzı; yaratıcıya isteyerek bağlanma, birtakım şeyleri duyma, onlara inanma ve onlara uygun iradi faaliyette bulunma olgusu; üstün varlıkla ona inanan insan arasındaki ilişkiden doğan deneyimin inanan kişinin hayatındaki etkileri olarak tanımlanabilir.

Genel olarak din, doğaüstü bir nitelik taşır, mukaddestir, değişmezdir (dogmatik) ve gönülden bağlanmayı yani teslimiyeti gerektirir. Pek tabii ki din tanımı, özellikle dini bir bakış açısından, her farklı dini grup ve dinde çeşitlilik gösterir. Dinin taşıdığı nitelik ve öğeler de farklı dinlerde büyük bir değişiklik ve çeşitlilik göstermektedir.

2- Dinler Tarihine nasıl yaklaşmalı?

Dinleri ve tarih boyunca gelişmelerini kapsamlı bir şekilde incelemek için değişik ilim dalları açısından bakmak gerekir:

a- Tarihi açıdan: dinler, inanç ve erkânlarıyla doğar, değişir, gelişir bazen de ölürler. Bu gelişmeleri tarih boyunca ve değişik yerlerde takip edip yayılmalarını gözlemleyebiliriz. Bu tarihi boyut çok önemli ve gereklidir. Mesela temellerinden itibaren museviliğin, hıristiyanlığın ve islamın sadece kendi aralarındaki ilişkilerini değil içinde çıkıp farklılaştıkları, karşı çıktıkları çok tanrılı din ortamını da bu tarihi boyut içinde incelemek gerekir.

b- Dilbilimi (filoloji) acısından: Her dinin erkânı içinde kendine göre anlam verdiği kelimeler vardır. Gün hayatta kullandığımız bu kelimelerin, kavramları erkân içinde bambaşka boyuttadır.

Alevi-Bektaşi inancının temel ilkeleri ve terminolojisi ilk bakışta inancının dışında olanlarca da anlaşılır gibi görünse de hemen hemen bütün önemli kavramlar sözlük anlamı dışında kullanılır. Örneğin niyaz sözcüğünün ortak kültür Türkçesindeki anlamıyla Alevilik-Bektaşilikteki anlamı aynı değildir. Bu durum daha yüzlerce birçok sözcük ve kavram için de geçerlidir. Sadece birkaçını zikretmekle yetinelim: şeriat, şah, yol, düşmek, yürümek, yol, yanlış, çiğ, dinlendirmek vs.

c- Sosyolojik acıdan dinler her zaman toplumsal bir olay olmuş, din kurumlarıda her zaman sosyolokların araştırma odağındadır (Emile Durkheim, Marcel Mauss ve Max Weber gibi...)

e- Etnolojik ve antropolojik açıdan etnologlar alan çalışmalarında her zaman erkân, inanç ve mitoloji sistemleriyle karşıkarşıya kalmışlardır. Toplumsal ve kültürel antropolojide de “diğeriyle” kendi kültürel ortamında ilişki kurduğunda din her zaman varlığını göstermiştir.

f- Psikolojik açıdan dinsadece toplumsal bir olay olarak kalmayıp ibadetiyle meşgul olan insanın, bazen acıklayamadığı, motivasyonunun ifadesidir. Hayal alemine ve arzularna bağlı olarak derin hislerini ve özlemlerini ifade eder

3- Aleviliğe genel yaklaşım

Toplumsal bir olayın “din” olup olmadığını anlamaya nasıl yaklaşabiliriz? Genellikle dört ölçüt (kriter) gözönüne alınır: din adamları olmalı, kutsal kitapları olmalı, erkânı olmalı ve din eğitiminin yapıldığı yerleri olmalı. Dini bir inanç olarak Aleviliği anlamaya bu dört ölçütle yaklaşabiliriz.

İster Alevilik-Bektaşilik olsun, isterse de başka bir inanç sistemi olsun, inançlar belli koşullarda ve belli nedenlerle ortaya çıkar, gelişir ve günümüzdeki biçimini alır. Her inançta olduğu gibi Alevilik-Bektaşilik inancının da kendisine göre bir ortaya çıkış nedeni, ortamı ve gerekçesi vardır; bu inanç da ortaya çıktıktan sonra kendi uygulanma (ibadet), öğretilme ve arşive geçirilme, korunup saklanılma ve hem “dışa ve başkalarına” hem de “kendi içine yönelik” bir korunma sistemi sistemini oluşturup geliştirecektir.

1- Alevi tarihine diyakronik ve senkronik yöntemle yaklaşma

Dr. Özgür Savaşcı aleviliği öğrenme ve öğretme işleminde izlenecek ve birbiriyle kesinlikle karıştırılmaması gereken iki yöntem vardır diyor:

1) diyakronik (artzamanlı) yöntem

2) senkronik (eşzamanlı) yöntem

İlkin çağdaş dilbiliminde ortaya çıkmış ve orada uygulanmış olan bu iki terimi Aleviliğe uygulayarak kısaca açıklamaya çalışalım: Eğer Aleviliği ta Hz. Ali’nin döneminden başlayarak günümüze dek geçirdiği evrimi ele alarak inceliyorsak yöntemimiz artzamanlı (diyakronik) yöntem olacaktır. Şî’at Alî adıyla başlayan yol ayrımının daha sonra, o zamanki adı “Rum diyârı” olan (diyâr-ı Rûm) Anadolu’da biçimlenişine, Hünkâr Bektaş Velî ile Balım Sultan’ın katkılarına, Pîr Sultan Abdal olayına, Osmanlı’nın Vaka-i hayriyye adı verdiği Yeniçeri Ocağının Kaldırılışına, Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal Paşa’nın 22-24 Aralık 1919 tarihinde nerede olduğuna ve orada ne için bulunduğuna dek bir dizi olguyu, halkalardan hiçbirini de atlamadan, incelemek zorundayızdır. Bu zamandizimsel (kronolojik) evrim çizgisinde, adı bugün Alevi olan inanç sahipleri, kimlerden ve nelerden olumlu ve olumsuz yönde etkilenmiş, hangi inançlardan neleri devralmışlar... gibi soruların tümü de artzamanlı yöntemle incelenecek konulardır.

Eşzamanlı (senkronik) yöntem ise, artzamanlı yöntemin tersine, incelediği konuyu/olguyu, tarihsel boyutuna bakmadan, belli bir zaman kesiti içinde ele alarak inceler. Bu zaman kesiti genellikle şimdiki zaman kesiti olsa da, geçmişten bir kesit de olabilir. Örneğin 20. yüzyıldaki Aleviliği bu yöntemle inceleyebileceğimiz gibi, 13. yüzyıldaki (Hünkâr Bektaş Velî’nin dönemindeki) Aleviliği de inceleyebiliriz. Ancak bu sonuncusunda dikkat etmemiz gereken bir konu olacaktır: Hünkâr’ın dönemindeki onun yolundan giden insanlar kendilerini Alevi diye mi adlandırıyorlardı, yoksa başka bir isim ya da isimler mi kullanıyorlardı? Hiç kuşkusuz, Alevi adı o dönemde kullanılmıyordu. 13cü asırdan bahsederken Alevi terimini kullanırsak anakronizm (çağ-aşımı) yanlışına düşmüş oluruz. Diğer bir deyişle zaman açısından birbiriyle bağı olmayan şeyleri ilintiliymiş gibi göstermiş oluruz.. Örneğin Nasreddin Hoca’nın Timur ile ilgili fıkralarının tümü anakronik fıkralardır. Nasreddin Hoca (1208-1284) ile Timur’un (1336-1405) birbirlerini görmüş olması mantık dışıdır.

Mesela:

1- Senkronik Yöntemle Alevi eğitimine şöyle yaklaşabiliriz:

a- Alevi-Bektaşi İnancının Günümüzdeki Özü nedir?

b- Alevi-Bektaşi İnancı Nasıl Uygulanıyor?

c- Alevi-Bektaşi İnancı Kendisini ve Cemaatini Nasıl Koruyor?

Dedeler Kurulu bu yöntemi eğitim çalışmalarında kullanabilir.

 

2- Diyakronik Yöntemle ise :

a- Alevi-Bektaşi İnancı Ne Zaman ve Hangi Koşullarda Oluştu?

b- Alevi-Bektaşi İnancı Nasıl Gelişti?

c- Alevi-Bektaşi İnancı Kuşaktan Kuşağa Nasıl Öğretildi?

Bu yöntem ise “Akademik” eğitimde kullanılabilir.

2- Alevi sözcüğünün kavramı ve diğer alevi kavramları

a- Alevi sözcüğünün kavramı

Dr. Özgür Savaşcı şöyle diyor: Hiç kuşkusuz Alevi sözcüğü, Ali Evi sözcüğünden türememiştir ve "Ev" sözcüğüyle bir ilgisi yoktur. Burada da halk etimolojisi ( Yabancı dillerden gelen sözcüklere karşı, o dili kullanan kişilerde yerlileştirme eğilimi ) olgusu sözkonusudur. Alevi sözcüğünün alev sözcüğüyle ilişkilendirilmesi de başarısız bir yakıştırmadan öteye geçemez.

Alevi sözcüğü Hz. Ali'nin adından î takısıyla türetilmiş bir sıfattır. Buradaki î takısı aidiyet bildirir ve "eklendiği isimle ilgili" anlamına gelir. Demek ki Ali isminden türemiş olan Alevî sıfatı "Ali ile ilgili" anlamına gelen kişi ya da kavramları dile getirmek üzere kurulmuş bir sıfattır.

Arap yazısına vâkıf olmayan okuyucularımızın aklına "Peki, Alevî sözcüğündeki /e/ sesi nereden çıktı? Ali sözcüğünde /e/ sesi yok ki?" gibi haklı bir soru gelebilir. Açıklayalım:

Ali ismi Arap alfabesiyle <Ayn-Lam-Ye> harfleriyle ع ل ی yazılır.

Ye ی harfi burada uzun î değerindedir. Arapçada kısa ünlüler yazılmaz. L değerindeki Lam ل harfinden sonra uzun bir î sesi geldiği için <Ayn-Lam-Ye> birleşmesi aslında i’si uzun olacak şekilde Alî diye okunur. Şimdi bu sözcüğe aidiyet takısı olan bir uzun î daha getirilmek istendiği zaman sözcüğün sonundaki ünlü, Vav و ünsüzüne dönüşür; yani Alevi sözcüğünün Arap harfleriyle yazımı <Ayn-Lam-Vav-Ye> علوی biçimindedir. L değerindeki Lam harfinden sonra bir ünsüz (yani Vav harfi) geldiği için, buradaki Lam, [le] diye okunur. Hecelere bölerek okuyacak olursak: A-le-vî.

Alevi sözcüğünün anlamına gelince her şeyden önce şunu ayırt etmek gerekir ki, aslı Arapça olan bu sözcük aynı yazımlarla Farsçada ve Osmanlı Türkçesinde de kullanılmıştır. Arapçada ve Farsçada Alevi 1. "Hz. Ali soyundan gelenler", 2. "Hz. Ali yanlısı" olmak üzere iki anlamda kullanılmaktadır. Bunun Osmanlı Türkçesinde de böyle olduğunu Devellioğlu da

Alevî 1. Hz. Ali'ye intisabı olan kimse 2. Kızılbaş

şeklinde bildirmektedir. Bilindiği gibi bir kişi ya da kuruma intisap etmek (bağlanmak) için o kişiyle aynı kandan ve aynı soydan olmak gerekmez.

Arapça ile Farsça konuşulan ülkelerde Alevî sözcüğü günümüzde sadece "Ali soyundan olan" anlamına kullanılıyor olabilir. Şurası bir gerçektir ki, inancını Hak- Muhammed-Ali diye özetleyen, kendisine Hz. Muhammed'i mürşid, Hz. Ali'yi de rehber alan, ibadetlerini yüzyıllarca Türkçe yapan insanlar da kendilerine Alevi diyorlarsa bundan kimsenin gocunmaması gerekir. Alevi sözcüğü Türkçeye geçerken hem ses hem de içerik bakımından değişikliğe uğramıştır. Arapça ve Farsçadaki seslendirilişi [alaoi] biçimindedir. Türkçedeki anlamı "Hz. Ali nesebinden değil, Hz. Ali edebinden olan kişi" demektir. Alevi sözcüğünü ille de "Hz. Ali soyundan (nesebinden) olan kişi" diye daraltmak istemek hem Hz. Ali'nin

Nesebinle değil edebinle öğün!

özdeyişini hem de yüzyıllardır uygulanagelen gerçeği görmezden gelmektir. Bunun en azından 16. yüzyıldan beri böyle olduğunu 2003 yılı sonunda aramızdan ayrılan, bütün Türkoloji dünyasının saygınlığını kazanmış değerli Türkolog Andreas Tietze'nin Etimolojik sözlüğündeki bilgiler açık seçik kanıtlamaktadır. Tietze adı geçen sözlüğündeki Alevi maddesi içinde şöyle demektedir:

Alevi (1) Eski Osmanlıca, Hazreti Ali'nin ahfadından (soyundan) olan bir kimse, < Arapça Alawî [Ali erkek adı + isimden sıfat yapan -(w)î eki.]

Belge/Kanıt olarak da Tietze Ferec ba'de şidde adlı 1451 miladi tarihli eser, varak 211 b'yi göstermektedir. İkinci anlam olarak (ki burası bizim için daha önemlidir) Tietze şöyle devam ediyor:

(2) Alevi Hazreti Ali'nin mevkiini yüksek tutan bir mezhebe mensub (kimse). Yukarıdaki sözcükten anlam genişlemesi yoluyla türemiştir.

Belge/Kanıt olarak da 1541-1599 yılları arasında yaşamış Gelibolulu Mustafa Âli'nin Kunhü'l-ahbârın tezkire kısmındaki17 şu beyiti alıntılıyor:

Çihresinde göreli lem'a-i nûr-i nebevî

Bir yalıñ yüzlü ışık şevkına oldum Alevî

Gelibolulu Mustafa Âli'nin verdiği bu beyit açıkça ortaya koymaktadır ki, burada bir kişi doğuştan değil, sonradan Alevi inancına geçmiştir. Yazarın 1599 yılında vefat ettiğini göz önüne alırsak en azından o yıldan beri Alevi sözcüğü Osmanlı Türkçesinin kullanıldığı topraklarda "Ali yanlısı", anlamında kullanılmaya başlanmıştır.

Kısaca belirtmek gerekirse, Esat Korkmaz'ın dört sözcükle ifade ettiği gibi Alevi "Aleviliği benimsemiş kimse, topluluk"lara verilen addır ve bu sözcük en azından 1451 yılından bu yana kullanılagelmektedir.

b- Alevi kavramları

Alevilik yüzyıllarca baskı altında kalması nedeniyle yazılı kaynakları ya yok edilmiş ya da tahrifata uğra(tıl)mış olduğundan Alevi-Bektaşi inancının temel ilkeleri ve terminolojisi ilk bakışta inancının dışında olanlarca da anlaşılır gibi görünse de hemen hemen bütün önemli kavramlar sözlük anlamı dışında kullanılır. Örneğin niyaz sözcüğünün ortak kültür Türkçesindeki anlamıyla Alevilik-Bektaşilikteki anlamı aynı değildir. Bu durum daha yüzlerce birçok sözcük ve kavram için de geçerlidir. Sadece birkaçını zikretmekle yetinelim: şeriat, şah, yol, düşmek, yürümek, yol, yanlış, çiğ, düşmek, dinlendirmek vs.

Her inanç kurumunda olduğu gibi Alevilik de zaman içinde kendi terminolojisini oluşturmuştur. Melami âşıklarından Muhyî'nin (öl. 1611, İstanbul) nefesinde de belirttiği gibi, “ahvali dışarıdan sorularak incelenerek bilinecek” bir olgu değildir. Oluşturduğu terminolojisi konumu değişik kişilerce değişik algılanır ve “çok katlı anlamlarıyla karşımıza” çıkar.

Aleviliği anlamak ve anlatmak, öğrenmek ve öğretmek; işte onun oluşturduğu bu terminolojisini sistematik olarak kavramış olmaktan geçer. Bu da en güzel ve en doğru bir şekilde bu inançta olan kişilerin bilimsel yöntemler uygulayarak kotarabilecekleri bir iştir.

Başka bir deyişle; Aleviliğe, örneğin kültürel veya sosyal bir olgu olarak yaklaşılırsa bu yaklaşım eksik kalır. Bu ve benzeri yaklaşımlarda bulunanlar, insanın olduğu her yerde kültürün de olduğunu; her insanın, her insan topluluğunun ve giderek dinsel inancı ne olursa olsun, toplumunun zaman içinde geliştirdiği bir yaşama tarzının bulunduğunu bilmiyor ya da bilmek istemiyor demektir. Kısaca belirtmek gerekirse, islami bir inanç yorumu olan Alevilik, ancak ve ancak kendi kavram ve terimleriyle ve “içerden bir bakış açısıyla” açıklanabilir. Birçok nefeslerde değişik yollardan ifade edildiği gibi zâhidin, zâhirin ve münkirin bu inancı anlaması mümkün değildir.

3- Aleviliğin temelindeki ana unsurlar

923 yılında Bağdat'ta Abbasi sultanı, isyan eden Karmatilerin müslüman olmadıklarını ilan etmesi için Kadıların kadısı İbn Behlül'den fetva ister. İbn Behlül bunu hadislere dayanarak reddeder: “Karmatiler mektuplarını yazarken “Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammet'de onun Resülüdür” diye başlıyorlar; bunu söylemeleri onları müslüman olarak kabul etmeğe kafidir. İnananların samimiyetini ancak Allah takdir edebilir” der. Abbasi sultanı gibi Osmanlı tarihinde, Cumhuriyet tarihinde de Alevilerin “müslüman” olmadığı yüzlerce defa iddia edildi ve edilmekte de devam edecektir. İslamın çeşitli ırklardan, kültürlerden oluşan bütün insan topluluğuna indirilmiş bir din oldununu ve değişik yorumların doğal karşılanmasını gerektiğini hiçbir zaman unutmayalım.

Alevilik bir inançtır, İslamın içinde oluşmuş ve onu kendine özgü kavramlarıyla yorumlayan bir yoldur. Ayrı bir din, ayrı bir etnisite değildir. Eğer Aleviliği anlamak ve anlatmak; öğrenmek ve öğretmek istiyorsak bunlara dikkat etmek; “yaşam tarzıdır”, “kültürdür” gibi güdük kavramlarla yola çıkmamamız gerekir. Kuşkusuz Alevilik olgusu çeşitli yaklaşımlardan yola çıkılarak da incelenebilir, ancak bir inanç olgusunu değişik açılardan incelemek başkadır, onu bir inanç kurumu olarak anlatmak ve öğretmek başka şey. Alevilik, birçok kaynaktan beslenmiştir; bu kaynaklardan sadece birini ve veya birkaçını ele alıp diğerlerini yok saymak gibi bir yaklaşım da penceresi olmayan bir odanın kapısındaki anahtar deliğinden dışarıdaki doğayı gözleyip o doğa hakkında bilgi sahibi olmaya çabalamak gibidir. Somut bir deyişle: Aleviliği ele alıp Hz. Ali’yi dışlamak nasıl olanaksız ise; semaha evet deyip âyin-i cemdeki halka ibadetini reddetmek de olanaksızdır. Aleviliğin, diğer bütün inançlarda olduğu gibi, kendi bütünselliği içinde ele alınması gerekir.

Bugün değişik Alevi erkanlarının dinbilimi (teoloji) temellerine ve bu temellerin tarihin akışı içinde gelişmelerine baktığımızda üç ana unsur karşımıza çıkıyor:

a- Oğuz Türklerinin kültürü ve Şamanist Gök Tanrı inançı

Türklerinin Orta ve Batı Asya’da İslam öncesi dinleri «Gök Tengri», Gök Tanrıdır. Bu inanca göre Gök'ün yüce ruhu (Gök Tengri) Tengri'ydi. İnsanlar kendilerini Gök Tengri, Toprak Ana (Ötüken) ve insanları koruyan atalarının ruhları arasında, güven içinde hissedip, onlara ve diğer doğa ruhlarına dua ederlerdi. Büyük dağların, ağaçların ve bazı göllerin güçlü ruhları barındırdıklarına inanarak dualarını bu cisimlere doğru yöneltirlerdi. Göğün ve yeraltının 7 katı olduğuna, her katta çeşitli tanrıların, tanrıçaların ve ruhların varolduğuna inanılırdı. İnsanlar doğaya, tanrılara, ruhlara ve diğer insanlara saygılı davranıp, belli kurallara uyarak dünyalarını dengede tuttuklarına inanırlardı. Eğer bu denge kötü ruhların saldırısıyla ya da bir felaketten dolayı bozulursa bir şamanın yardımıyla tekrar düzene sokulması gerektiğine inanılırdı.

Türkler rasladıkları diğer dinlere de anlayışla bakıp beraber yaşamışlar ve kendi kültürlerine ve inançlarına elverişli olan yönlerini benimsemiş, içlerine çekmişlerdir. Zerdüştîlikten, Manicilikten, Mazdekizmden ve Budizmden alıntıların izlerini bugün bile Alevilikte kolayca görürüz:

1- Budizmden: dünya nimetlerini ve maddi istekleri geride bırakma, Hakikatı arama ve muhtelif safhalardan geçip Hakikat’e erişme;

2- Zerduştlardan: Dünyanın son safhasında her şey en mükemmel şekle girecek («Mehdi» beklentisi; ateşin özel yeri ve «Nevruz»;

3-Manicilikten: Gök-Toprak, Doğu-Batı… gibi ikilemeler; «Eline, diline, beline hakim olmak», başkasına zarar vermemek, 72 milletle (dinle) dost olma, darda olanla dünya nimetlerini paylaşma… gibi Alevilik ahlak ve felsefesinin önemli etik anlayışı;

4-Mazdekizmden: kadın-erkek eşitliği, ilkel ortak paylaşımcılık, «Kamil İnsan»ların yarattığı «Kamil Şehir» utopyası.

İslam, Arap yarımadasında 7.ci yüzyılda doğduğunda Oğuz Türkleri Altay dağlarından Hazar denizine kadar yayılan alanda değişik ırk, din ve kültürlerle içiçe büyük bir höşgörü içinde yaşıyorlardı.

b- İslam’ın doğuşu, yayılması, gelişmesi ve Türklerin İslamla tanışması

Alevilik-Bektaşilik, hiç kuşkusuz İslamiyet içinde doğmuş zaman içinde çeşitli kaynaklardan beslenerek bugünlere ulaşmış bir inanç sistemidir. İslamiyet içindeki ilk yol ayrımı Hz. Muhammed’in vefatında başlamış, ilk halife olması gereken Hz. Ali’nin bu makama getirilmemesi ilk kıvılcımı oluşturmuştur. Peygamberin yerine kimin geçeceği tartışmasında Hz. Ali’nin tarafını tutanlara Şî'atu Alî (شیعة علی “Ali Yanlıları” veya Alawi/Alaoi) denmiş ve bu deyimden daha sonra Şii terimi türemiştir. İşte “Yolumuz Hakk-Muhammed-Ali’nin yoludur” diyen Aleviler-Bektaşiler, bu cümleyle aynı zamanda ilk üç halifeyi tanımadıklarını da dolaylı yoldan dile getirmiş olurlar. Hz. Ali’nin daha sonra bir Haricî tarafından şehit edilişi ile yol ayrımı daha da belirginleşmiş hilafet makamı Muaviye’nin soyuna geçmiş, böylece Hz. Ali yandaşları için, nübüvvet (peygamverlik) ve hilafet (halifelik) dönemlerinden sonra üçüncü dönem olan imamet dönemi başlamıştır. Hz. Hasan’ı, Muaviye tarafından kandırılan karısı zehirleyip öldürdükten sonra imamet makamına Hz. Hüseyin geçmiştir. İzleri, aradan yüzyıllar geçmiş olsa bile bugün dahi görülen ve yaşanan Kerbelâ Faciası, İslam dünyasını Sünnîler ve Şiîler olarak ikiye bölmüştür. Bu tarihten (Hicrî 61, Miladi 680 yılından) sonra artık Şiilik ile Sünnilik ayrı yollardan gidecek, ayrı gelişimler gösterecektir. Kerbela faciası, Sünni İslam ile sadece yolların değil, aynı zamanda terminolojilerin de bundan sonra ayrılmaya başladığı bir olay olmuştur. Bu noktadan sonra Alevi-Bektaşi inancı nasıl gelişti? Sorumuza doyurucu bir biçimde yanıt vermek için İslam Hukukunun kaynaklarına kısaca bir göz atmak gerekmektedir: İslam Hukuku’nun temel kaynağı, bilindiği gibi İslamın kutsal kitabı Kur’ân’dır. Kur’ân’ın hüküm bildirmediği durumlarda Peygamber’in hadîs’ine (yani sözlerine ve davranışlarına) başvurulur. Buna sünnet denir ki, Sünnî adı buradan gelir. Sünnet’in de yetersiz kaldığı durumlarda icmâ-yi ümmet, yani “toplumsal uzlaşı” devreye girer. Cemaat, daha doğru bir deyişle cemaatin ileri gelen uzmanları, hangi konuda karar kılmışsa o geçerlidir. Buraya kadar gerek Sünni olsun, gerek Şii ve Alevi-Bektaşi olsun, uygulanan hukukta tam bir uyum vardır. Ayrılık, andığımız “Bu ilk üç kaynak da yetersiz kalınca ne yapılacak?” sorusuna verilen yanıttadır. Sünni hukuk kıyas (örnekseme) yoluna başvururken Şii hukuk rey-i ictihâd (Akıl) yoluna başvurmaktadır. Bir başka deyişle Sünni İslam, içtihat yolunu kapatırken Şii İslam içtihat yolunu kapatmamaktadır. İçtihat yolunu kapatmayan, açık tutan, aklın yolundan gidilmesi ilkesini ortaya koyan da 6. İmam Cafer-i Sâdık (699-765) olmuştur. İmam Cafer-i Sâdık’tan sonra uzun bir suskunluk, durgunluk ve kargaşa dönemi yaşanır. Bu arada Orta Asya’dan akın akın batıya gelen Türkler İslamiyetle tanışır. Kimi Sünni, kimi Şii ekolüne tabi olur

Türklerin üç asır Sünni islama girmeleri için yapılan baskıya dayanmalarından sonra temelde ilk ayak olan kültür ve dini inançlarıyla bağdaşan ve yavaş yavaş Horasan'da yayılan Şia'nın Süfî-Batınî İslam yorumunu benimseyip kabullenmesiyle Aleviliğin temelinin ikinci ayağını, İslamî ayağını kurmasıdır. Bu temelde Horasan’da gelişen İsmailiye ve Melâmetiyye tassavvuf anlayışının etkilediği Kalenderîlik, Yesevîlik, Haydarîlik, Vefaîlik tarikatlarının ve Ahmed Yesevi gibi Türk asıllı Horasan erenlerinin, sufîlerinin ve dervişlerinin etkisi çok önemlidir.

c- Türk aşiretlerinin ve Alevi inancının Anadolu’da karşılaştıkları yöresel etkiler ve tarih içinde değişimi

Oğuz Türklerinin Selçuklularla Orta Doğuya hakim olmaları;1071 den itibaren Orta Asya’dan Anadolu’ya göç etmeleri; Anadolu’da çeşitli halkların (etnik grupların) çeşitli kültür, dil ve dinleriyle karşılaşması ve karşılıklı yöresel etkileri yani Babaî İsyanından sonra Hünkar Bektaş Veli'nin Bektaşiliğinin, Erdebil tekkesinin ve sonra da Şah İsmail (Hatayî)'in 15.ci yüzyıl sonlarından itibaren Kızılbaşlık etkileri Aleviliğin temelin üçüncü ayağını teşkil eder.

 

Bu üstüste gelip, içiçe geçip, kaynaşan ve gelişen, birbirinden ayırt edilmekte zorlanan üç ana unsuru tarihin akışı içinde ön yargılardan uzak, doğru okumak ve anlamak, Alevi kimliğimizin bilinçine varmamız ve bu kimliği doğru ifade etmemiz için şarttır.

 

Aleviliği anlamaya, mühtelif sebeplerden, ilk önce İslamın doğuşundan, gelişmesinden, siyasî ve dinsel bölünmelerinden başlayalım. Daha sonra Oğuz Türklerinin kim olduklarını ve nasıl müslüman olduklarını, Anadolu'ya göç ederek, asırlar boyu, inançlarını hangi etkilerle nasıl şekillendirdiklerinden bahsedelim..