İslam ve Müslümanlar

İSLAM VE MUSLUMANLAR

 

1-GİRİŞ

2SLAM ÖNCESİ ARAP YARIMADASI VE MEKKE

A- İslam öncesi Arap yarımadası

B- Mekke

C- Dini ortam

3- Hz. MUHAMMET VE İSLAMIN DOĞUŞU

A- Hz.Muhammed’in peygamberliğine kadar yaşantısı

1- Çocukluğu

2- Gençlik yılları

3- Kültürel birikimi ve okur-yazarlığı

4- Evlilikleri

5- Çocukları

B- Peygamberliği

1- İslam'a çağrı, ilk Müslümanlar, tepkiler

2-İsra ve Miraç

3- Hicret, Medine Vesikası ve bozulması

a- Akabe biatları

b- Hicret

c- Medine Vesikası

4- Savaşlar

5- Son hac ve Gadirgum hutbesi

4-KUR'AN

A-Taşlar, deriler, ağaç kabukları

B- Etimoloji

C- Kültürel kaynakları

D- Yazılma süreci

1- Mekke dönemi

2- Medine dönemi

E- Sözlü Kur'an'dan yazılı Kur'an'a: Kur'an mushaflar

1- Ebubekir dönemi ve İmam Mushaf

2- Ömer ve Osman dönemleri

F- Metnin orjinalliği/ Kur'an versiyonları

1- Semarkand Kuranı

2- Topkapı Sarayı Kuranı

3- Kahire Kuranı

4- TİEM Kuranı

5- Darü’l-Kütüp Kuranı

6- St. Petersburg Kuranı

7- Sana’a Kuranı

G- Edebi dil ve içerik

H- Kur'an'ın anlatı ve hikayelerinin yapısı

İ- Kur'an'daki İslam ile Uygulamadaki İslam Farklı mıdır?

J- Batınî ve Alevilik-Bektaşilik inançına göre Kur’an

K- Kur'an'a göre Zahir ve Bâtın ayırımı nedir?

1-Kur'an'da Zahir ve Bâtın: el-Kehf (Mağara) suresi

2- Zahir mi Bâtın mı?

L -Zahirde ve Batında Miraç ve anlamı nedir?

M-Aleviler için İslamın beş şartı ne demektir?

N-Cihat nedir?

5- İSLAMIN YAYILIŞI VE SİYASI-DİNSEL SORUNLAR

A- Dört halife devri

1- Hz. Ebu Bekir

2- Hz. Ömer

3- Hz. Osman

4- Hz. Ali

B- İslam'da Siyasi ve Dinsel çatışma

1- Emevi devri ve genişlemenin sorunları

a- Muaviye ve Şam'da Emevîler

b-Emevîler Halifeliği'nin Kurulup Gelişmesi

1- Süfyânîler

2- Mervânîler

c- Emevîlerin Sona Erişi

d- Devlet Yönetimi

2- Ebu Müslim ve Abbasilerin Emevileri yıkması

3- Abbasiler

4- Bölünmenin dinsel temel unsurları

a- Sünni İslam (Ehl-i Sünnet)

b- Şia veya Şia-i Ali veyahut Alawi

c- Şi'atü Ali-Alevi düşünce unsurları:

1- Nübüvvet, Risalet ve İmamet

2- İmamet ve velayetin devam etmesi

3- Ehl-i Beyt ve İmamet: Oniki İmamlar

4- Tevella ve Teberra

5- Mezheplerin ve Tarikatların doğuşu

a- Sünni İslam (Ehl-i Sünnet)

1- Fıkıh

2-İnanç (itikadî)

b- Şia veya Şî'atu Alî veyahut Alâwî (Ali Yanlıları)

c- Harici

 

1-GİRİŞ

İslâm (Arapça: الإِسْلاَم/ El-İslām), İslâmiyet veya Müslümanlık Arapça "se-le-me" kökünden türemiştir ve anlamı "barış"tır ve kökün etken ortaç şekli eslemedir ve "teslimiyet" anlamına gelir. Tek tanrı inancına dayalı İbrahimî dinlerden biridir. İslam dinine mensup kişilere Allah'a teslimiyet gösteren anlamında Müslüman veya iman etmiş, inançlı anlamında mü'min denir.

İslam inancına göre, İslam'ın kutsal kitabı Kur'an'ı oluşturan sureler Cebrail isimli melek aracılığıyla sözlü olarak Muhammed'e vahyolmuştur.

İslam'da inanılan birçok inanç, uygulama ve kavramın kaynakları Arap ve Ortadoğu mitolojilerinde, Zerdüştlükte, Yahudi-Hırıstiyan kültürlerinde, Sümer bölgesi ve Hint kültürleri gibi Ortadoğuya komşu bölgelerin inançlarında bulunabilir. Bu kavramlar kısmen veya tamamen söyleyiş ve içerik değişimlerine uğrayarak İslami literatür içerisine yerleşmişlerdir.

İslamda dinler, islam dışında yahudilik, hırıstiyanlık ve putperestlik olarak formüle edilir. İslam'a göre en başından beri insanların inandığı din İslam'dır.. İslam'a göre Muhammed'in getirdiği din, yeni bir din değildir. O, daha önceki peygamberlerin mesajını, tekrar açıklamış ve tamamlamıştır. İslamda İbrahimi dinlerin peygamber veya kutsal kişi kabul ettiği kişiler çoğunlukla peygamber kabul edilir. Benzer şekilde Tevrat, zebur ve incil tahrif edilerek hükümsüz kalmış ilahi vahiyler olarak kabul edilir.

İslam'da iman, Allah'tan başka ilah tanımamak, Allah'ın gönderdiğine inanılan kitaplara ve peygamberlere inanmak, Allah'a ait sıfat ve özelliklerin Allah'tan başkasına atfedilmemesi, öldükten sonra dirilme olarak kıyamet ve ahiret gününde Allah’ın önünde hesap verileceğine inanmak olarak özetlenebilir.

Her ne kadar İslam'daki farklı mezhepler gerek imanı gerekse imanın şartlarını farklı tanımlamış olsalar da, belirli esaslar her mezhepte aynıdır. Sünni anlayışta Kur’andan alınarak özetlenen iman esasları şunlardan oluşur:

  1. Allah'a iman,
  2. Peygamberlere iman,
  3. Kıyamet gününe, ölümden sonra dirilmeye ve ahirete iman.

Bu esasların birincisi ve diğerlerinin temeli Allah'a imandır. Allah'a iman ile kasdedilen tevhit yani Allah'ın varlığına ve birliğine inanmaktır. Bu Allah'a dayandırılan yaratıcılık, ezelîlik gibi kavramlara inanmayı da gerektirir. Bunlara ek olarak Allah'ın gerçekten ibadet edilmeyi hak eden ilah, onun dışında ibadet edilen her şeyin ise batıl olduğuna inanmak tevhid inancının temelidir. İslam ilahiyatçılarının Kur'an'dan ve Muhammed'in hadislerinden derleyerek yorumlarla zenginleştirdikleri isimler (Esmâ'ul Husna) İslam inançları ve mitolojisinde önemli yer tutarlar. Bu yorumlara göre Allah her türlü zayıflıktan, eşyaya ait mekân ve zaman gibi kavramlardan tenzih edilen bir varlıktır.

İmanın şartları mezhepler arasında ayrılık göstermektedir. Ehl-i Sünnette, tanınmış bir hadis olan Cibril Hadisi ve Kur'an'daki çeşitli ayetler kapsamında imanın altı şartı olduğu sıklıkla öne sürülür. Bunlar:

  1. Allah'a iman,
  2. Meleklere iman,
  3. Kitaplara iman,
  4. Peygamberlere iman,
  5. Kıyamet gününe ve ahirete iman.
  6. Kaza ve kadere iman,

Bununla birlikte bu altı şarttan Kur’anda yer almayan kadere iman kısmı oldukça tartışmalıdır ve Şia'da yer almadığı gibi Ehl-i Sünnet arasında da tartışma konusu olmuştur.

İslam inancında Melekler Allah'ın kendisine ibadet etsinler ve emirlerini yerine getirsinler diye yarattığı üstün kullarıdır. Melekler nurdan (ilahî ışıktan) yaratılmışlardır. Allah onlara özel görevler vermiştir. Büyük meleklerden Cebrail, Allah'ın katından peygamberlere vahiy (mesaj/kitap) indirmekle; Mikâil, doğa olaylarıyla; İsrafil, Kıyamet Günü ve yeniden diriliş günü Sûr'a üflemekle; ölüm meleği olan Azrail, hayatı sona erdirmekle görevlidir.

Kitaplara imandan Allah'ın zaman zaman peygamberleri aracılığıyla içinde doğru yolu, iyiliği ve kurtuluşu gösteren ayetler ve sözler bulunduğuna, hepsinin Allah’tan gelme olduğuna inanılan metinler kastedilir. Bu kitaplar, sırasıyla Musa, Davut, İsa ve Muhammed’e indirildiğine inanılan Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’ı ifade eder. Ayrıca diğer bazı peygamberlere indirilen sahifeler (Suhuf) indirildiğine inanılır. Bakara suresinin 136. ayeti şöyledir:

Deyin ki: “Biz Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Musa ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rablerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz.”

Peygamberlere iman ile Allah'ın peygamberler gönderdiğine, ilk peygamber Âdem ile son peygamber Muhammed arasında sayıları ve çoğunun kimliği bilinmeyen bütün peygamberlere inanma anlatılmak istenir. Bakara suresi 285. ayet şöyledir: :

"Peygamber, Rabbinden ne indirildiyse ona iman etti, müminler de. Hepsi, Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve: 'Peygamberleri arasında hiçbir ayrım yapmayız.' diye Peygamberlerine inandılar ve: 'İşittik ve boyun eğdik, bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz! Dönüş sanadır!' dediler."

Kadere iman; hayır veya şer, her işin Allah'ın irade, takdir ve yaratmasıyla olduğuna inanma şeklinde tarif edilir. Bununla birlikte kaderin iman tanımı içerisinde geçip geçmemesi gerektiği İslam ilahiyatçıları arasında tartışmalı bir konudur.

İslam ilahiyatında Allah'ın ezelî ve ebedî ilmi ve bilgeliğinin gereği olarak her şeyin onun bilgisi dâhilinde olduğuna ve bu bilgilerin Kur’anda bir terim olarak geçen “Levh-i Mahfûz”da yazılı kader olduğuna, zamanı geldiğinde de bu bilgilerin kuvveden fiile çıktığına (kaza) inanılır. İlahiyatçılar arasında kadere karşı insan iradesinin gücü, kaderin değişip değişmeyeceği ve kader karşısında insanın sorumluluğu gibi konular uzun tartışmalara sebep olmuştur. Kader Kur'an'da imanın bir unsuru, parçası olarak geçmez. Bununla birlikte Cibril Hadisi'nin bazı sürümlerinde Muhammed imanı tanımlarken kader de geçmektedir. Bu sebeple kadere iman Sünnilikte özellikle klasik âlimlerin bir kısmı tarafından iman esaslarından biri olarak görülmüşken, Şiilikte iman esaslarından biri olarak geçmez.

Ahirete iman ile Ahiret gününe, yani Kıyamete, ve yeniden dirilişe inanma kastedilir. Ahiret günü; islamda Allah'ın insanları yeniden diriltip bir arada toplayacağı gündür. O gün insanlar ya nimetleri bol olan Cennet’e ya da elem verici azabın olduğu Cehennem'e gireceklerdir. Kur'an'da ahirete iman çeşitli ayetlerde vurgulanmış, Bakara suresi 62. ayette ise Allah'a inançla birlikte kurtuluşa erecekleri tanımlamakta kullanılmıştır:

"Şüphe yok ki, iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiiler; bunlardan her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve iyi bir amel işlerse, elbette bunların Rableri yanında mükâfatları vardır. Bunlara bir korku yoktur ve bunlar mahzun da olmayacaklardır."

İslam'ın diğer büyük mezhebi olan Şia'da ise iman genellikle şu unsurlarla tanımlanır:

  1. Tevhit - Allah'ın varlığı ve birliğine inanmak,
  2.  Adalet - İyi ve kötü olan şeylerin bir hikmetinin olması ve olayların arkasındaki hikmetin Allah tarafından bilinirken her zaman insanlarca anlaşılabilir bir mahiyette olmaması; iyi ve kötü şeylere karşı Allah'ın insanlara iyi olanları yapmalarını emretmesi ve bunun karşılığında onları mükâfatlandırması,
  3.  Nübüvvet - Peygamberlere iman,
  4.  İmamet - Allah'ın belirli şahısları insanlığın önderi, imamı olmak için önceden seçtiğine ve gönderdiğine inanmak. Şii inancında Ali ve onun soyundan olan belirli kişilerin gerçek imamlar olduğuna, bunun dinî bir gereklilik sonucu olduğuna inanılır ki bu gerekli vasıflara uyan herkesin imam olabileceğini öne süren Sünni fikriyatından çok farklıdır ve iki mezhep arasındaki en büyük farktır.
  5.  Mead - Kıyamet gününe inanmak.

Bunların dışında Şia itikadında şart olarak sıralanmasa da, meleklere ve kitaplara iman da Şia itikadında mevcuttur. İmamet şartı dışında, Sünni amentüsünden farklı olarak Şia amentüsünde kadere iman mevcut değildir. İmamet unsuru Şia'da iman esaslarından biridir. Şia'da imamet konusu yorumlama ve kimlerin imam sayılıp sayılmayacağı hususlarında farklılıklar arzeder. Şia'da imamların masumiyeti, yanılmazlığı, sözlerinin dinde delil kabul edilmesi sebebiyle konu ayrıca önemlidir. Sünnilikte bulunmayan Adalet ise Şia'da özel bir anlam içerir. Şia'da eşyanın bazısının doğası hasebiyle içten iyi, bazısınınsa doğası hasebiyle içten kötü olduğu inancı mevcuttur. Buna göre olayların arkasında her daim gizli bir hikmet yatmaktadır ve kul her ne kadar bu hikmete nail olmaya çalışmalıysa da bunu tamamen anlaması pek mümkün değildir. Aynı şekilde bu esas kişilerin yaptıkları eylemlerde hür olduklarının, Allah'ın da adil olduğunun ve bu sebeple Allah'ın kişilerin iyi eylemlerine iyi, kötü eylemlerine karşı kötü bir sonuç yaratmasının mecburi olduğu görüşündedirler. Yani Allah adalet sıfatından dolayı iyiliği her daim iyilik, kötülüğü ise kötülük ile sonlandırır. Bu Sünnilikte yer almayan bir esastır ki yer almamasının farklı sebepleri vardır. En başta Sünnilikte eşyanın içten iyi veya kötü olup olmadığı tartışmalıdır. Ayrıca kader ve kazaya yaklaşan kişinin eylemlerinde hür olma esası Sünnilikte genel olarak mevcut olsa da, daha farklı yorumlanmıştır.

Sünnilerde amentü sıklıkla İmanın Altı Şartı olarak geçerken Şia'da Usûl el-Din olarak adlandırılır. İslam ilahiyatçıları kişinin kurtuluşa erebilmesi için iman etmesinin, bazıları ise ibadet gibi unsurların da şart olduğunu öne sürerler.

İslam mezhepleri, başlarda siyasal, sonra da teolojik-kavramsal farklılıklar kazanmış olan Şiîlik/Alevilik ve ana akımı temsil eden Sünnilik mezheplerinden oluşur. Bunların dışında İslam dininde fıkıh ve itîkât gibi konularla ilgili çok sayıda mezhep bulunur. İslam'ın temelinde, tevhit ilkesi yatar ki bu kavram Allah'ın varlığı ve birliğine inanmak anlamına gelir.

Muhammed, İslam dinini yaymasının yanı sıra daha sonraları hâlife ve hanedânlarca yönetilen bir İslam Devleti de kurmuştur. İleride imparatorluğa dönüşen bu devletin bölünmesiyle farklı bölgelerde yeni Müslüman devletler oluşmuştur.

2SLAM ÖNCESİ ARAP YARIMADASI VE MEKKE

a-İslam öncesi Arap yarımadası

Arap Yarımadası oldukça kurak ve volkanik olduğu için vaha ve su kaynaklarının olduğu yerler haricinde tarım yapılması zordu. Genel görünümü çöl içerisinde nokta şeklinde köyler ve şehirler şeklindeydi. Mekke ve Medine'de bu şehirlerin göze çarpanlarındandı. Medine gelişmekte olan büyük bir tarım yerleşimiydi. Mekke ise bir çok aşiretle çevrilmiş önemli bir finans merkeziydi. Çöl koşullarında hayatta kalmak için müşterek bir hayat sürülmeliydi. Çünkü insanlar kırıcı çevre koşullarına ve yaşam tarzına karşı desteğe ihtiyaç duyuyordu. Aşiret gruplanmaları da bu birlik olma ihtiyacı ile teşvik edildi. Bu birlikler aynı kandan gelen akrabalar esas alınarak oluştu.

Arap Yarımadası politik olarak iki kabile anlaşması arasında bölünmüştü. Kays kabilesi asıl itibarıyle Kuzey ve Batı Arabistan'da da güçlüydü. Ve Byzantion ile yakın ilişkileri vardı. Banu Kalb kabilesiyse aslen Yemen'den gelmekteydi. Ve Sasani Perslerine yakındı. Bu çekişmeler İslam döneminde baskı altına alındı. Ama İslam sonları zamanlarda etkili faaliyetlerine Kuzey Afrika ve Orta Doğu'da devam ettiler.

b-Mekke

Bu dönemde Mekke, Arabistan Yarımadası'nın dinsel bakımdan olduğu kadar ticari bakımdan da en önemli merkeziydi. Kâbe'yi dolduran yüzlerce puttan (yaklaşık 360) her biri, bir ya da birkaç kabilenin tanrısıydı. Putlar çevredeki kabileleri Mekke'ye çekerken, geleneksel hac törenleri de Mekke'yi hac mevsimi boyunca bir panayır görünümüne sokuyordu. Panayırların kurulmasıyla, kısa bir süre için de olsa bir barış dönemi yaşanırdı. Kâbe'nin taşıdığı bu önem, kimi hizmetlerin de ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bu hizmetleri yürüten aileler, hem bu yolla kazanç sağlıyorlar, hem toplumsal bir ayrıcalık kazanıyorlardı.

Cahiliye Dönemi'nde Araplar, göçebe kabile hayatı yaşıyorlardı. Bir tür özerk yönetimin egemen olduğu kabilelerde, yaşlılar arasından seçilen başkanların (seyit, şeyh), yetkileri sınırlıydı. Cahiliye Dönemi'ndeki Arap toplumunun temel özelliği olan kabile içi bağlılık ve başka kabilelere üstünlük duygusu, bitmez tükenmez kan davalarının ve savaşların da başlıca nedeniydi. Şiddet, yağmacılık, tutsakları köle olarak kullanma, özellikle kadının köleleştirilmesi ve bir mal gibi alınıp satılması olağandı. Kadının böylesine aşağılanması, kız çocuklarının bir ayıp olarak kabul edilmesine neden olmuştu. Bu yüzden kız çocuklar doğar doğmaz ya da altı yaşından önce diri diri toprağa gömülürdü.

Bütün kabilelerde insan ve hayvan izlerinden hükümler çıkarmak, insanın eline ya da yüzüne bakarak geleceği hakkında hükümler vermek, kulağına bakarak ahlakını, iyilik ve kötülüğünü anlamak, düş yormak, kuşların uçuşundan, yıldızların duruşundan olacağı şeyleri bilmek, yapacakları işler konusunda gaipten haber verdiklerine inandıkları kahinlere başvurmak, işlere başlayıp başlamama konusunda karar için putlar önünde fala başvurmak gibi âdetler çok yaygındı.

Şairin, cinlerle alakasına olduğuna inanan Arap Halkı, şairlerin hicivlerinden korkarlar, onları medhetmeleri için her türlü özveri de bulunurlardı. Böylesine tesirli sözler söylediklerine inandıkları şairlerin medhettikleri insanlar toplumda saygın yere gelirler, ticaretteki konumu yükselir ve kızları ya da erkek çocukları var ise rahat ve kolaylıkla evlenebilirlerdi. Şairlerin diğer önemli bir işlevleri ise; tarihi olayların kaydedicileri olmalarıdır. Şairlerin şiirlerinde; savaşlar, kabileler arasında geçen olaylar, bulundukları ortamlarının tasvirleri, o döneme ait gelenek ve görenekler olmak üzere o dönemi anlatan bilgilere erişilebilirdi.

Soyluluk düşüncesi, soylar bilgisini (ilm-i ensab) en önemli bilgi durumuna getirmişti. Cahiliye döneminde en önemli sanat şiirdi. Araplar soyluluklarını, soylarının üstün niteliklerini şiirle dile getirirler, düşmanlarına şiirler meydan okurlardı. Doğa, cahiliye şiirinin ön plandaki konusudur. Cinsel tutkular, gelenekler, şarap, kumar ve savaş, yiğitlik, soyluluk iddiası, çevre, gök, bulut, yer ve kum, deve ve at, yolculuklar, anılar bu şiirin başlıca öğeleridir. Topluma mal olmuş şiirler, en çok da soylara ilişkin şiirler belleklerde korunur, bunları ezberlemeyi iş edinmiş raviler aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılırdı.

c-Dini ortam

İslam öncesi Arabistan'da, Tanrı ve Tanrıçalar kabileler tarafından koruyucu olarak görülürdü. Onların ruhları kutsal ağaçlar, taşlar, su kaynakları ve kuyularla ilişkilendirilirdi. O zamanlar da senelik hac yeri olan Mekke'deki Kâbe mabedi, aşiretlerin koruyucu tanrılarının 360 tane put heykeline ev sahipliği yapıyordu. El-Manât, El-Lât ve El-Uzzâ ismindeki üç baş tanrıçanın tanrının kızları olduğuna inanılıyordu. Arabistan'da tektanrılı topluluklar İslam öncesi dönemde de vardı. Hıristiyanlar, Yahudiler ve Hanifler bunlar içerisindeydi. Müslüman inançlarına göre, Muhammed de bir Hanifti. İbrahim'in oğlu İsmail'in soyundan gelmekteydi.

3- Hz. MUHAMMET VE İSLAMIN DOĞUŞU

a-Bilgi kaynakları

Kur'an Muhammed ile ilgili, kendi dönemindeki yazılı olmakla beraber, Muhammed'in hayatıyla ilgili çok az bilgi içerir. Bazı ayetleri açıklayan hadisler ve rivayetlerle bu kaynak zenginleştirilir. Mehmet Özdemir siyere kaynaklık eden kıssa, hadis, haber gibi materyalin niteliklerini ele almış, bu materyalleri kullanan siyercilerin yüceltmeci ve olağanüstücü eğilimlerle gerçek ve kurguyu birlikte verdiklerini, mucize ve irhasat denilen anlatımların her nesilde artış göstererek devam ettiğini ifade etmiştir.

1- Hadis

Hadisler; Bir rivayet zinciri ile Muhammed'e isnad edilen ve kendisinin değişik olaylar ve sorunlar karşısında veya Kur'an'ın âyetlerini açıklamak için söylediğine inanılan söz, fiil ve takrirler bütünüdür.

Başlangıçta birkaç yüzyıl boyunca sözlü rivayetler şeklinde anlatılan hadisler, daha sonra yazıya geçirilen İslâm'ın "sözel geleneğini" oluşturmuşlardır. Goldziher'in anlayışına göre hadisler ilk dönem Müslümanlarının değişik konularda hadis formunda söyledikleri sözlerden ibarettir ve bu sözlerin Muhammed ile bir ilgisi bulunmamaktadır.

2- Siyer

Başlangıçta hadis külliyatları içerisinde siyer başlığı altında yer alan anlatılar derlenerek, Muhammed'in biyografisini anlatan ilk eserler oluşturulmaya başlanmıştır. Siyer ismi verilen ve bazıları peygamberlik kanıtı olarak da ileri sürülen bu anlatılar içerisinde tarihi olan ile efsane olan arasında ayrım yapma önemli bir problem olarak araştırmacıların önünde durmaktadır. Siyerle ilgili çelişkili bilgiler, eş ve çocuklarının sayısı ve bunların kimler olduğu gibi alanlarda da kendisini gösterir.

3- Hilye

İslam adetleri Muhammed'in resminin çizilmesini hoş görmediği için onu sözle tasvir etme yöntemi tercih edilmiştir. İçerik hadis ve siyer kaynaklarından alınan anlatılardan oluşur. Osmanlı hattatları bu anlatımları hilye adı verilen bir sanat hâline getirmişlerdir. Hilyelerde genellikle tercih edilen rivayette, Ali bin Ebu Talib, Muhammedi şu şekilde vasfetmiştir:

"Hazreti Peygamberin boyu ne çok kısa, ne de çok uzundu, orta boyluydu. Ne kıvırcık kısa ne düz uzun saçlı; saçı, kıvırcıkla düz arasında idi. Değirmi (yuvarlak) yüzlü, duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kirpikliydi. İri kemikli ve geniş omuzluydu. Göğsü, ortadan karnına kadar kılsızdı. İki avucu ve tabanları dolgundu. Yürüdüğü zaman, sanki yokuş aşağı iner gibi rahatlıkla ilerlerdi. Sağına ve soluna baktığında bütün vücuduyla dönerdi. İki omuzu arasında "Nübüvvet mührü" vardı. Bu Onun sonuncu peygamber oluşunun nişanesi idi. O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu, en arkadaş canlısıydı. Kendilerini ansızın görenler Onun heybeti karşısında sarsıntı geçirirler, fakat üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, Onu her şeyden çok severlerdi".

b- Hz.Muhammed’in peygamberliğine kadar yaşantısı

Muhammed bin Abdullah (571 Mekke - 8 Haziran 632, Medine) dini, politik, askeri lider. Mekke'den başlayarak Arap Yarımadası'nı, İslam hakimiyetinde tek bir dini yönetim üzerinde birleştirmiştir. Müslümanlar ve Bahailer tarafından Allah'ın peygamberi ve resulü olduğuna inanılır. Müslümanlar, Muhammed'in insanlık için Allah tarafından gönderilen peygamberlerin sonuncusu olduğuna inanır. Müslüman olmayanlar ise, Muhammed'i İslam'ın kurucusu olarak sayarlar. Müslümanlar tarafından, Muhammed'in Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve diğer peygamberlerin tahrif edilmiş tektanrılı dinlerini onardığına ve tamamladığına inanılır.

1- Çocukluğu

Babası Abdullah bin Abdulmuttalib, annesi Hazrec kabilesinden Nennaceler'den Vehb bin Abdulmenaf'ın kızı Amine 'dir. Muhammed daha doğmadan babası vefat etti. Yetiştirilmesini dedesi Abdülmuttalib üzerine aldı ve torununa "Muhammed" adını verdi. Muhammed o sıralarda Mekke'de bulunan Beni Sa’d kabilesinden Halime adlı bir kadına emanet edildi. Muhammed’i, ondan önce amcası Abduluzza’nın cariyesi Süveybe emzirdi. Muhammed, dört yaşına kadar annesi Amine’nin de gözetimiyle sütannesi Halime'nin yanında kaldı, daha sonra Mekke’ye, annesinin yanına döndü. Dört yaşından altı yaşına kadar, öz annesi Âmine ile birlikte kaldı, O'nun şefkat ve özeni ile yetişip büyüdü. Muhammed altı yaşında iken, annesi Âmine ve bakıcısı Ümm-ü Eymen’le birlikte babasının kabrini görmek için Medine’ye gitti. Medine’de, akrabaları Neccâroğullarında bir ay kaldıktan sonra Mekke’ye dönüş yolundaki Ebva’ya ulaştıklarında annesi vefat etti ve orada defnedildi. Cariyeleri Ümmü Eymen, Muhammed'i Mekke’ye getirip dedesi Abdulmuttalib’e teslim etti. Altı yaşından sekiz yaşına kadar, O'na dedesi Abdülmuttalib baktı. Abdülmuttalib yaş itibariyle seksen yaşını aşmış bir ihtiyardı. Muhammed sekiz yaşında iken, dedesi de öldü. Dedesi ölmeden önce, O'nu yetiştirilmesi için, oğlu Ebû Tâlib'e bıraktı. Ebû Tâlib, Abdülmuttalib'in on oğlundan biriydi.

2- Gençlik yılları

Muhammed peygamberliğinden önce Nur Dağındaki Hira Mağarasına çekilerek Mekke'den uzaklaşırdı. Rivayetlere göre Muhammed dokuz yaşındayken amcası, ticaret yapmak için gittiği Suriye’ye onu da götürmüş, bu gezide Busra kasabasında Bahira isminde Hıristiyan bir rahib onun peygamber olacağını haber vermiştir. Muhammed on yedi yaşındayken de amcası Zübeyr bin Abdülmuttalib ile Yemen’e gitti. Bu gezilerin Muhammed'in bilgi, görgü ve zihinsel alt yapısının oluşumunda etkin rol oynadığına inanılmaktadır. Ayrıca gençliğinde amcaları ile birlikte Kureyş ve Kays kabileleri arasındaki Ficar Savaşı’na katıldı. Ticarete olan ilgisi daha sonra kendisi ile evlendiği Hatice ile tanışmasına neden oldu ve onun sermayesi ile ticarete başladı.

Muhammed gençliğinde çevresinden gelen paganist görüş ve uygulamalarla ilgilenmedi. Kendisi, aynı dönemde herhangi bir puta tapmamakla birlikte, başkalarının tapınmalarına da açıkça karşı çıkmadı. Kur'an'daki “...oysa önce, kitap nedir, iman nedir sen bilmezdin” (Şura Suresi: 52) ve “Allah, seni şaşırmış bulup hidayete erdirmedi mi” (Duha Suresi: 7) ifadelerinin kendisinin İslam öncesi durumunu anlattığına inanılmaktadır.

3- Kültürel birikimi ve okur-yazarlığı

Muhammed'le ilgili tartışılan konulardan birisi de okur-yazar olup olmadığı konusudur. Geleneksel görüş Muhammed'in okur-yazar olmadığı şeklindedir. Kelime anlamı itibariyle ümmî : " kitâbî bilgilerle zihni doldurulmamış, doğal hali üzerine kalmış, okuyup yazarak tahsil görmemiş kimse" anlamına gelmektedir. Başka bir görüşe göre ise ümmi, okuma yazma bilmeyen anlamından daha çok "mevcut dinlerden hiçbirine tâbi olmayan, onların kitaplarını okumayı ve yazmayı bilmeyenler anlamında kullanılan" olduğu şeklindedir.

Muhammed'in okuma yazmasının olmadığı görüşü herşeyden önce Kur'an ayetlerine dayanmaktadır. Çünkü Ankebût Suresi:48, A'raf Suresi:158 ve Cuma Suresi:2 gibi ayetlerde Muhammed'in okuma yazma bilmediğinden bahsedilir. Güncel İslâmi kaynaklarda da Muhammed’in ümmî olduğu; insanlara aktardığı bilgilerin akıl, tecrübe ve duyu organlarıyla elde edilebilecek bilgiler olmadığı, onun bu anlamda bir eğitim almadığı, tebliğ ettiği bilgilerin Yaratıcı'ya dayandığı ifade edilerek; kendisinin entelektüel bilgiye sahip bir insan olması durumunda, görüştükleri üzerindeki etkisinin azalabileceği, haliyle kendi bilgilerini aktarmış olacağının iddia edilir. Ayrıca Vahiy meleği Cebrail 'in ilk vahyi getirip "oku" dediğinde, Muhammed’in "Ben okuyan biri değilim." dediğini anlatan hadisler (Buhârî, Bed'u'l-vahy, 3) de Muhammed'in okuma yazma bilmediğine bir başka kaynak olarak gösterilir. Ayrıca Muhammed'in , yetiştiği toplumda tahsil görmesi için bir imkânının bulunmadığı, birlikte yaşadığı toplumun da ümmî olduğu belirtilmektedir.

Buna karşın Muhammed'in okur yazar olmadığını kabul etmeyen bir görüş de vardır. Buna göre vahiy öncesi dönemde Araplarda eski dini birikimin şairler, kıssa anlatıcıları, hanifler ve Yahudi-Hıristiyan din bilginlerinden oluşan ve muhtemelen zengin mitolojik kültür birikiminin geniş toplum kesimlerince bilindiği, Muhammed’in de içinde yaşadığı bu toplumun yazılı veya sözlü anlatımlarından oluşan birikime sahip olduğu, İslam öncesi Arap toplumunda hikâye kültürünün bilinebilirlik durumuna göre düşünülmektedir. Örneğin vahiy öncesi dönemde Muhammed’in eşi Hatice’nin amcasının oğlu olması dolayısıyla görüşme ihtimali olan kişilerden biri olan rahip Varaka, Tevrat, Zebur ve İncil'i de kapsayan Kitabı Mukaddes'e hâkimdir. Varaka'nın dinler tarihi konusundaki birikimlerini Muhammed’e aktardığı ve bu bilgilerin Kur'ân'daki Yahudi, Hıristiyan kültürüyle ilgili dini anlatımlara kaynak teşkil ettiği ileri sürülmektedir. Ayrıca, uzun yıllar zengin bir kadın olan Hatice’nin ticari faaliyetlerini yürütmesi vb. sebeplerle okur-yazar olduğunu düşünenler de vardır.

4- Evlilikleri

Hatice bint Hüveylid:

Muhammed, Mekkeli zengin bir kadın olan Hatice'nin üzerinde iyi bir izlenim bıraktı ve Hatice'nin evlenme teklifini kabul ederek onunla evlendi. Evlendiklerinde Muhammed'in 25, Hatice'nin ise 40 yaşlarında olduğu ifade edilir. Hatice ölünceye kadar başka eş almadı. Muhammed'in Hatice'den, 3 oğlan ve 4 kız olmak üzere 7 çocuğu olmuştur.

Diğer eşleri

Hatice vefat ettikten 2,5 yıl sonra, 53 yaşında iken poligamik evlilikler yapmıştır. Havla bint Hakim'in tavsiyesiyle önce dul ve yaşlı bir kadın olan Sevde bint-i Zem’a ile evlenmiş, kısa bir süre sonra da genç bir kız olan Aişe bint Ebu Bekir ile sözlenmiştir. Aişe ile sözlendikten 3 yıl sonra yani hicretten sonra evlenmiştir. Aişe Muhammed'in önceden evlilik yapmamış tek eşidir.

Muhammed'in, çoğunluğu 50 yaşın üzerinde olan kadınlarla gerçekleştirdiği evlilikleri ve onlardan yaşları bilinenlerin yaşları yaklaşık olarak şöyledir; Hatice bint Hüveylid 40, Sevde bint-i Zem’a 55 , Aişe binti Ebu Bekir 9 (Aişe'nin yaşı konusunda farklı görüşler de mevcut olup, sözlendiğinde 6, evliliğinde ise 9, 13 veya 18, 15 veya 20 olduğu da ifade edilmektedir) , Hafsa binti Ömer 60 [63] , Zeyneb binti Huzeyme 60 [63], Ümmü Seleme Hind el-Mahzumiye 28, Zeyneb binti Cahş 37, Cüveyriye binti el-Haris 20, Safiyye binti Huyey b.Ahtab 16.5, Ümmü Habibe Remle binti Ebi Süfyan 34, Meymune binti el-Haris el-Hilaliyye 35, Mariye el-Kıbtiyye ?.

Medine'ye hicretten sonra Muhammed savaşlarda ölen Müslümanların dulları olan 3 kadınla (Uhud'da ölen Huneys b.Huzafe'nin dulu Hafsa bint Ömer bin Hattab, Bedir'de ölen Ubeyde b. el-Haris'in dulu Zeyneb bint Huzeyme, Uhud'da ölen Abdullah bin Abdilesed'in dulu Hind el-Mahzumiye -Ümmü Seleme), bazı önemli kabilelerle akrabalık bağı kurmak için 5 kadınla (Mustalik oğullarının reisi el-Haris’in kızı Cüveyriye, Kureyş lideri Ebu Süfyan'ın kızı Ümmü Habibe, Medine Yahudilerinden Nadir Oğulları kabilesi reisi Huyey b. Ahtab’ın kızı Safiyye, Âmir b. Sa’sa’a kabilesinden Meymune, Mısır Mukavkısı'nın hediyesi Mariye el-Kıpti) ve evlatlığı olan Zeyd'in ayrıldığı hanımı ve halasının kızı olan Zeynep binti Cahş ile evlenmiştir.

Türk İlâhiyatcı Prof Dr Süleyman Ateş, Aîşe'nin yaşı ile ilgili rivayetlerin Ayşe’nin özgeçmişini yazan tarihçilerin verdiği bilgilerle uyuşmadığını ifade etmektedir. Süleyman Ateş konu ile ilgili açıklamasında:" Tarihçilerin ve bibliyografların tesbitine gore Hz. Ayşe, Peygamberimizin kızı Hz. Fatıma'dan beş yaş küçüktür. Hz. Fatıma Peygamberlikten 5 yıl önce doğmuştur. Demek ki Hz. Ayşe, Peygamberliğin başlangıç yılında doğmuştur. Hz. Muhammed Peygamber olduktan itibaren 13 yıl Mekke'de kaldı. Peygamber hicret ettiği zaman Ayşe 13 yaşında olmalıdır. Peygamber Medine'ye göçtükten iki yıl sonra Ayşe ile evlendiğine göre (el-İsâbe: 4/359) demek ki evlendiği zaman Hz. Ayşe en az 15 yaşında idi. Ayrıca Hz. Ayşe, Peygamber'le nişanlanmadan önce Cübeyr ibn Mut‘im’e nişanlı veya sözlü idi. Bu da onun, Peygamber, kendisini istemeden önce evlenecek yaşta olduğunu göstermez mi? Bu yaş da herhalde dokuz yaş değildir. Demek ki Peygamber istediği zaman Ayşe, en azından evlenecek çağ olan 15 yaşlarında idi. Bu yaş da Arabistan gibi sıcak ülkelerde tam evlenme çağıdır. Bizde de eskiden kız çocukları erken evlendirilirdi. "14'üne gelince kızı ya ere veya yere vermeli" cümlesi bir ata sözü gibi söylenir. Zaten evlenecek çağda olmayan birisini Peygamber’e önermezlerdi. Çünkü Hz. Ayşe'yi direkt olarak Peygamber istememiş, halası onu Peygamber'e önermiş, o da uygun görmüştü. Bir başka rivayete göre Hz. Ayşe Peygamberimizin kızı Fatma ile yaşıttır. Fatma’nın doğumunda babası 35 yaşında idi. Bu durumda Ayşe evlendiğinde 20 yaşlarındadır. " ifadesini kullanmaktadır.

Türk İlahiyatçı Prof.Dr. Mehmet Soysaldı, Muhammed'in evlilikleri ile ilgili değerlendirmesinde ; " Tarih boyunca İslam düşmanları, İslam dinini insanlara kötü göstermek ve Müslümanları dinlerinden soğutmak amacıyla planlı bir takım girişimlerde bulunmuşlardır. İşte onlardan biri de İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v)’e yönelttikleri iftiralar ve batıl sözlerdir..." ifadesine ek olarak "..onların bu iddialarının Muhammed’e, olan kin, haset ve düşmanlıklarından kaynaklandığını ve bütün bunları insanları İslam dininden uzaklaştırmak için ortaya attıklarını.." savunmakta ve Muhammed'in fazla evliliğinin "sebep ve hikmetleri" açısından değerlendirildiğinde ".. İslam düşmanlarının iddialarının gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı.." görüşüne yer vermektedir.

5- Çocukları

Muhammed'in ilk eşi Hatice'den, üç oğlu ve dört kızı olmak üzere toplam yedi çocuğu olmuş; erkek çocukları küçük yaşta vefât etmiştir. Erkek çocukları Kasım, Abdullah ve Tahir, kız çocukları ise sırasıyla; Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma’dır. Muhammed'in Ebu'l Kasım (Kasım'ın babası) olan künyesi, Hatice'den olan ilk oğluna dayanır. En küçük kızı Fatıma, özellikle Alevilerce kutsanır ve ikinci Meryem olarak anılır. Fatıma, Muhammed'in İslâm tarihi açısından en fazla iz bırakan çocuğu ve soyunu devam ettiren tek kızıdır. Muhammed'in kızları arasında Fatıma'dan sonra en fazla bilgi sahibi olunan diğer kızı Zeynep'tir. İslâm geleneğinde Şerif ile Seyyidlerin soyları Fatıma ve Ali yoluyla Muhammed'e dayandırılır.

Yazar Turan Dursun'a göre Muhammed'in ilk eşi Hatice'den olan çocuklarının sayısı konusunda görüş birliği yoktur. T. Dursun, bu sayının 8, 9, 10 veya 11 olduğunu ve bu çocukların Haticenin kızkardeşinden kalma yetimleri olabileceğini de belirtir.

Muhammed'in Hatice'den sonraki evliliklerinden Eşi Mariye’den olan oğlu İbrahim dışında çocuğunu olmamış ve İbrahim iki yaşında vefat etmiştir.

c- Peygamberliği

İslam inancına göre Kur'an Allah tarafından Cebrail isimli melek aracılığıyla İslam peygamberi Muhammed bin Abdullah'a peygamberliği boyunca (23 yıl) ayetler halinde indirilen İslam dininin kutsal kitabıdır. İslamda inanç, ibadet, şeriat, ahlak, tasavvuf gibi uygulamaların dayandırıldığı ana kitaptır.

Muhammed'in ölümünden yaklaşık iki yüzyıl sonra yazılan, bir rivayet zinciri ile Muhammed'e isnad edilen söz, fiil ve davranışlara Hadis, bunların tatbikine Sünnet denir. Sünnîler ile az sayıda ortak hadise sahip olan Şiilik'te, sadece masum kabul edilen imamların naklettiği sözler hadis kabul edilir. Hadisler, Kuran'dan sonra İslam'da ikincil kaynaktır.

Yaşadığı dönemde, Mekke'nin putperestliğin merkezi olmasına rağmen Muhammed, çocukluğundan ilk vahye kadar, putlara hiç tapmamıştır.

İslam'a göre, Muhammed 40 yaşına yaklaştığında toplumdan uzaklaşarak Mekke’nin kuzeyinde, Nur dağı'ndaki Hira mağarasında inzivaya çekilmeyi ve burada vakit geçirmeyi adet edinmiş, bu durum 1-2 yıl devam etmiştir. 610 yılında bir Ramazan gecesi (Kadir gecesi) hırkasına bürünüp Hira Mağarasında tefekküre daldığı bir sırada ilk vahyi almıştır. Muhammed'in 610 yılından başlayarak, vefat ettiği yıl olan 632'ye kadar aldığı vahiyler Kur'an'ı oluşturur. İlk vahiy şu şekilde anlatılır:

Muhammed, bir sesin kendisini ismi ile çağırmakta olduğunu duydu. Başını kaldırıp etrafına baktı fakat taş ve ağaçlardan başka birşey göremiyordu. Bu sırada her tarafı ansızın bir nur kaplamıştı; dayanamayıp bayıldı. Kendisine geldiğinde karşısında vahiy meleği Cebrail'i gördü.

Cebrail O'na: "Oku" dedi.

Muhammed: "Ben okuma bilmem" diye cevap verdi.

Cebrail, Muhammed'i kucaklayıp güçsüz bırakıncaya kadar sıktı ve "Oku" emrini tekrarladı.

Muhammed: "Ben okuma bilmem, söyle ne okuyayım" diye cevapladı.

Bunun üzerine Cebrail, Allah'tan aldığı ve Resûlüne teslim etmeye geldiği Alak Suresi'nin ilk ayetlerini okudu:

" Yaratan Rabb'inin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabb'in sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediği şeyleri öğretendir. "

(Alak Suresi: 1-5).

Meleğin arkasından Muhammed de bu ayetleri tekrarladı. Heyecanla mağaradan çıkarak evine doğru hızlıca gitmeye başladı. Yolda ilerlerken gökyüzünden bir sesin: "Ey Muhammed! Sen Allah'ın elçisisin, Ben de Cebrail'im" dediğini duydu. Başını kaldırdığı zaman, Cebrail'i gördü. Korku içinde evine vardı. Eşi Hatice'ye: "Beni örtün, çabuk beni örtün" dedi. Bir müddet dinlenip heyecanı geçtikten sonra yaşadıklarını eşi Hatice'ye anlattı, " Korkuyorum ey Hatice! Bana bir zararın gelmesinden korkuyorum", dedi. Hatice, O'nu şu sözlerle teselli etti: "Öyle deme. Allah'a yemin ederim ki, Yüce Allah, hiç bir zaman seni utandırmaz. Çünkü sen, akrabanı gözetirsin. İşini görmekten aciz kimselerin işlerini yüklenirsin, Fakire yardım edersin. Misafiri ağırlarsın". Hatice daha sonra bu durumu Varaka bin Nevfel'e anlattı ve Muhammed'i Varaka'ya götürdü. Varaka haniflerdendi. Tevrat ve İncil'i okumuş, İbrani dilini ve eski dinleri bilen bir ihtiyardı. Varaka Muhammed'i dinledikten sonra: "Müjde sana Ey Muhammed, Allah'a yemin ederim ki sen İsa'nın haber verdiği son Peygambersin. Gördüğün melek, senden önce Yüce Allah'ın Musa ve İsa'ya göndermiş olduğu Ruhu'l-Kudüs'tür. Keşke genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan çıkaracağı günlerde sana yardımcı olabilseydim... Hiç bir Peygamber yoktur ki, kavmi tarafından düşmanlığa uğramasın, eziyet görmesin" dedi.

Bu konudaki bir başka rivayete göre Varaka’nın, “Korkarım ki ona gelen, Cebrail’den başkasıdır. Çünkü bazı şeytanlar, bir kısım insanı saptırmak için Cebrail sûretine girip ona benzerler. Amaçları akıl sahibi kişileri, deli ve mecnûn etmektir.” diye görüş bildirdiği ve bunun üzerine; “Nûn, kaleme ve yazdıklarına andolsun, Sen Rabbinin nimeti sayesinde mecnun değilsin. Kuşkusuz senin için tükenmez bir ecir var. Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin. Sen de göreceksin, onlar da görecek. Hanginizde imiş o fitne ve cinnet. Doğrusu Rabbin, yolundan sapanı en iyi bilendir. Hidayete ereni de en iyi bilen O'dur.” ayetlerinin indirildiği kaydedilir.

Bu olayın ardından vahiy 40 gün süreyle kesintiye uğramıştır. Bu dönem " İnkıta-ı Vahy " hadisesi olarak adlandırılır.

1- İslam'a çağrı, ilk Müslümanlar, tepkiler

Muhammed, Mekkeli paganların yanı sıra, Yahudi ve Hıristiyanları da dinlerinin aslının bozulduğu iddiaları ile İslam'a davet etmiştir.

Sünnilere göre Muhammed’in çağrısına ilk uyan, eşi Hatice oldu. Onu amcası Talip’in oğlu Ali, azatlı kölelerden Zeyd bin Harise ve Ebu Bekir izledi. Şia'ya göre ise ilk Müslüman amcasının oğlu Ali bin Ebu Talib'dir.

Muhammed’in çağrısı, kendi mevkilerinin tehlikeye girebileceğini düşünen kişileri tedirgin etti. Kâbe’den putların kaldırılması, ticareti engelleyeceği ve birtakım alışkanlıklara son verileceği için büyük tepki ile karşılandı. Bu dönemde İslam dinini kabul edenlerin büyük bir çoğunluğu dinlerini gizlemek zorunda kaldılar. Belli bir süre sonra Muhammed önce akrabalarını, ardından Safâ tepesine çıkarak tüm Mekke halkını açıktan açığa Müslüman olmaya çağırdı. İlk müslümanlar ağır hakaret ve işkencelere katlanmak zorunda kaldılar.

Bir bölüm müslüman, kendilerine yapılan işkenceler artınca Habeşistan’a göç etmek zorunda kaldı. İki dalga hâlinde göç edenler, bir süre sonra Muhammed’in Mekkelilerin Müslüman oldukları ve Muhammedle anlaştıkları yolunda aldıkları bir haber üzerine geri döndülerse de Mekke’ye geldiklerinde bunun doğru olmadığını öğrenince yeniden gittiler. Bu arada iki güçlü ve önemli mevki sahibi kişi olan Ömer ve Hamza’nın müslümanlığı kabul etmeleri müslümanların moral ve cesaretlerini artırdı; Kâbe’de açıkça namaz kıldılar. Muhammed’in, amcası Ebu Leheb dışındaki akrabalarından yardım görmesi ve Mekke önde gelenlerinden bazılarının müslüman olmaları, putperest inancına sahip kişilerin tepkilerini daha da artırdı. Muhammed, eşi Hatice ve amcası Ebu Talib’in ölmeleri üzerine Mekkeliler’in müslüman olmaları konusunda ümitsizliğe kapılarak Taif’e yerleşmek istedi. Ancak burada tepki daha da büyük oldu ve Muhammed geri dönmek zorunda kaldı. Tüm bu olaylara karşın, peygamberliğine olan inancı, düşüncelerini sürekli yaymasını sağladı. Bu inancından cesaret alarak din alanındaki çalışmalarını Mekke dışına taşımaya yöneldi.

2-İsra ve Miraç

Geleneksel İslam anlayışına göre Muhammed Medine’ye gitmeden bir süre önce, İsra ve Mirac mucizesi meydana gelmiştir: Bir gece, Muhammed, Cebrail eşliğinde, Mescid-i Aksa’ya gider. Orada, İbrahim, Musa, İsa ve diğer peygamberlerden bazılarıyla görüştükten sonra göğün en son katı olan Sidretu’l-Münteha’ya yükselir. Allah ile görüşür, Cennet ve Cehennemi görür ve Mekke'de bulunan evine döner. Sünni inancına göre bu yolculuk esnasında, diğer bazı hükümler yanında beş vakit namaz da farz kılınmıştır. Yine sünni inancında Muhammed bu yolculuğu hem ruh hem beden ile Şia inancında ise sadece ruh ile yapmıştır.

Bazı günümüz araştırmacıları Kur'an'da anlatılan olayın farklı olduğunu, Mescid'i Aksa'nın Kudüste değil, bir yürüyüş mesafesi olan Cirane mevkiinde bulunduğunu, Muhammed'in zamanında, bugün Mescidi Aksa olarak isimlendirilen Süleyman tapınağının isminin 'Beytül makdis' olarak geçtiğini ifade etmektedirler.

Kur'an'da sadece gece yürüyüşü anlamına gelen ve Mescid-i Aksa'ya kadar sürdüğü belirtilen İsra olayına yer verilir. Diğer anlatımlar ve Mi'raç hadis kitaplarında yer alır. Dini ve inanç yönünden de bazı eleştiriler alan bu anlatımlar bazı mitolojik olağanüstülükleri de içerisinde barındırır.

Muhammed Mekke’ye dönünce, bu yolculuğunu anlattı. Kureyş'liler, O'nu yalanladılar ve doğruysa Mescid-i Aksa'yı kendilerine tarif etmesini istediler. Mescid-i Aksa'dan tam ve doğru olarak cevap verince sustular. Hatta Kureyşlilere, Mi'raca çıkarken yolda gördüğü Kureyşin bir kervanının ertesi günün belirli bir vaktinde geleceğini haber verdi. Aynen söylediği vakitte kervan gelerek Mi'racının doğru olduğunu tasdik ettirdi. Bir anlatıma göre ise kervanın dönüşü 1 saat gecikmiş, ama bu gecikmeyi telafi etmek için Allah güneşin doğuş saatini 1 saat geciktirerek peygamberin sözünün yalan çıkmamasını sağlamıştır.

3- Hicret, Medine Vesikası ve bozulması

a-Akabe biatları

Muhammed, bir Hac mevsiminde Akabe’de Yesribliler (Medineliler) ile görüştü. Medinelilerden, önce altı, sonra on iki kişi müslüman oldu. Medineliler İslam’ı kabul edip memleketlerine döndüler ve İslam’ı anlatmaya başladılar. Ertesi yıl aynı yerde yetmiş üç erkek, iki kadın Medineli müslüman, Muhammed Medine’ye gelip bu kente yerleşirse kendisini koruyacaklarına söz verdiler. Bu anlaşma Mekke’de öğrenilince müslümanlara baskı ve zulüm daha da arttı ve Müslümanlar büyüklü küçüklü topluluklar hâlinde Medine’ye göç etmeye başladılar. Medine’nin, Mekke ticaret yolu üzerinde bulunması ve burada müslümanların giderek çoğalması, Mekkeliler’in çıkarlarına aykırı düştü; bu nedenle Müslümanların Medine’ye göç etmelerine engel olmaya çalıştılar.

b- Hicret

Müslümanlığa karşı olan Mekkelilerin, baskıyla, Muhammed’i vazgeçirememesi ve Medine’de müslümanların giderek kuvvetlenmesi, durumun kendileri için tehlike yaratacağı düşüncesiyle Dâru'n-Nedve dedikleri meclislerinde toplanarak meseleyi görüşmelerine yol açtı.

Görüşmelerde yerleşik düzeni tehdit eden islamın hızla büyüdüğü ve Muhammed’in bu çalışmalarını durdurmak gerektiği merkezinde birleşildi. Mekke’nin ileri gelenleri bu kararı alınca, nasıl hareket edecekleri ve hangi yöntemleri uygulayacakları konusunda görüşmeye başladılar. İlk önce şu görüş ortaya atıldı: “Muhammed’i prangaya vurup hapsedelim!” Bu kabul edilmeyince: “Onu memleketimizden sürgün edelim; ne hâli varsa görsün!” denildi. Bu görüş de kabul edilmeyince, İslam'ı sevmeyen ve onu çok tehlikeli bulan Amr bin Hişam: “Benim görüşüme göre, onu öldürmekten başka çaremiz yoktur. Bunun için de, her kabileden birer genç seçelim. Her birine de birer keskin kılıç verelim. Bunların hepsi birden, kararlaştırdığımız yer ve zamanda Muhammed’i pusuya düşürerek öldürsünler; biz de ondan kurtulalım! Böyle olursa, onun kan davası bütün kabilelere düşeceğinden ve ailesi olan Benu Abdi Menaf, herkese savaş açamayacağından, diyete razı olurlar, biz de diyetlerini veririz!” dedi. Bu görüş kabul edildi.

Gece suikastçiler, Muhammed’in evini sararak, onu öldürmek için uyumasını beklediler. İslam inancına göre, Allah, onların oyununu Peygamber’e bildirdi ve Ali, Muhammed'in yerine geçti. Suikastçılar yorganı açıp yatakta Ali´yi görünce çok şaşırdılar ve durumu üslerine anlatmak üzere gittiler. Muhammed, evden çıkarak Ebu Bekir’in evine gitmiş ve hicret için geldiğini söylemiş, rivayete göre Ebu Bekir’in evinde bir süre oturduktan sonra beraberce, Medine´ye hareket etmişlerdir. Muhammed’in hicret ettiğini öğrenen Mekkeliler, onları bulup getirene yüz deve vaat etmişti. Amr ibni Hişam ve yanındakiler arama için Ebu Bekir’in evine gelince Ebu Bekir’in kızı Esma, onlara nerede oldukları konusunda bir şey söylemedi. Bunun üzerine Amr, Esma’ya şiddetli bir tokat attı.

Mekkeliler, Muhammed hicret edecek olursa, bir kısmı İslam’ı kabul etmiş olan Medine’ye gideceğini biliyorlardı. Muhammed bunu düşünerek, Medine yoluna değil, tam tersi istikametinde, Mekke’nin güneybatısına düşen Sevr dağına doğru hareket etti. Muhammed, Ebu Bekir ile Sevr mağarasında üç gün bekledi.

Bu sırada Mekkeliler, her tarafta Muhammed’i arıyordu. Becerikli bir iz sürücüsü, Mekkelileri Sevr mağarasına kadar getirmişti. Ancak İslam inancına göre bu sırada bir mucize olmuş, bir örümcek mağaranın ağzına ağ örmüş ve bir güvercinde yuvasını mağara girişine kurmuştu. Askerler mağaranın yanına gelince, Ebu Bekir endişelenmeye başladı. Muhammed, onu teselli etti : “Tasalanma, Allah bizimle beraberdir.” Mekkeliler mağara girişindeki örümcek ağını ve güvercin yuvasını görünce içeride kimse olamayacağını düşünerek geri döndüler.

Muhammed ve Ebu Bekir 20 Eylül 622’de, Medine yakınlarındaki Kuba’ya ulaştılar. Muhammed, tekbir ve ilahilerle karşılandı; Kuba’ya varır varmaz Kuba Mescidi’ni inşa ettirdi. Burada Külsüm bin Hedm’e konuk oldu. Muhammed, on gün dinlendikten sonra, yanında bulunan ashabı ile beraber Medine’ye hareket etti. Bu sırada Ali de Kuba’ya vardı.

Muhammed, Medine'de tüm Medinelilerce bekleniyordu. Muhammed Medine’de, Beni Salim mahallesinde Cuma Namazı'nı kıldı ve ilk hutbesini verdi. Medine’de Ebu Eyyub el-Ensari’nin konuğu oldu. Medine´ye girdiğinde halk Peygamberlerinin kendi evlerinde kalması konusunda tartışınca Muhammed; devesinin ilk çökeceği yere evinin yapılması önerisini sundu ve halk bunu kabul etti. Devesinin ilk çöktüğü yere bir Mescid ve kendi ailesinin kalması için mescide bitişik odalar yaptılar. Mescidin bir yanına da barınaksız kişilerin kalabilmeleri için “Suffa” adı verilen bir yer yapıldı, burada kalanlara “Ashab-ı suffa” denildi.

c- Medine Vesikası :

Medine (asıl adı Yesrib olan şehre Müslümanlarca Medinetü'n Nebi, sonra da kısaca Medine adı verildi) halkı, Mekke’den göç edenlerden (Muhacir) ve bunlara yardımcı olduklarından dolayı Ensar adını alan yerli halk (Yemen kökenli Evs ve Hazrec kabileleri ile Beni Kureyza, Beni Kaynuka, Beni Nadir adlı Yahudi kabilelerden oluşuyordu. Bunlar arasında birlik sağlamak oldukça güçtü. Medine sınırları yakınlarında Hayber vb. yerlerde yaşayan Yahudiler, varlıklı kişiler olduklarından, çevre üzerinde etkiliydiler. Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki geleneksel düşmanlığın yeniden alevlenme olasılığı da vardı. Ayrıca Ensar ile Muhacirleri kaynaştırmak, çözülmesi gereken bir sorundu. Muhammed, bütün bu kesimleri birleştirip bağdaştırmak amacındaydı. Ancak her şeyden önce çok yoksul olan göçmenlerin durumlarının düzeltilmesi gerekiyordu. Muhammed Muhacirleri yerli halk ile kardeş ilan ederek, onlara yardım etmelerini sağladı. Yahudiler ile açılan aralarını düzelterek Medine kent devletini kurdu. Farklı kesimlerin hak ve yükümlülüklerini saptayan 47 maddelik bir tür Medine Antlaşması'ı benimsendi.

Burada sizden (sizin inancınızdan) olmasalar bile komşularınızla eşit hukuk ve eşit haklar içerisinde komşuluk yapmanız gerektiği vurgulanır. Medine Vesikası/Rıza Şehri Beyannamesi 622 yılında Hicret sonrası Hz. Muhammed ve Hz. Ali tarafından hazırlanmıştır.

MEDİNE VESİKASI

(eksisozluk.com/medine-vesikasi—1227896)

Antlaşma aslen şöyledir:

“1) bu kitap (yazı), peygamber muhammed tarafından kureyşli ve yesribli mü’minler ve müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir).

2) işte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmi’a) teşkil ederler.

3) kureyş’den olan muhâcirler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.

4) benû ‘avf’lar kendi aralarında âdet olduğu vechile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve (müslümanların teşkil ettiği) her zümre (tâife), harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

5) benû hârisler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile evvelki, şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasında iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

6) benû sâide’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

7) benû cuşem’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

8) benû’n-neccâr’lar kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

9) benû ‘amr ibn ‘avf’lar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

10) benû’n-nebît’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

11) benû’l-evs’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir...

12) mü’minler kendi aralarında ağır malî mes’uliyetler altında bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar, fidyei necât veya kan diyeti gibi borçlarını iyi ve mâkul bilinen esaslara göre vereceklerdir.

12/b) hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsına (kendisi ile akdî kardeşlik râbıtası kurulmuş kimse) mümâna’at edemez (diğer bir okunuşa göre: hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsı ile, onun aleyhine olmak üzere bir anlaşma yapamayacaktır.)

13) takvâ sahibi mü’minler, kendi aralarında mütecâvize ve haksız bir fiil îkaını tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da mü’minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.

14) hiçbir mü’min bir kâfir için, bir mü’mini öldüremez ve bir mü’min aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.

15) allah’ın zimmeti (himâye ve temînatı) bir tekdir; (müminlerin en ehemmiyetsizlerinden birinin tanıdığı himâye) onların hepsi için hüküm ifade eder. zîra mü’minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı (kardeşi) durumundadırlar.

16) yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muârız olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardım ve müzâheretimize hak kazanacaklardır.

17) sulh, mü’minler arasında bir tekdir. hiçbir mü’min allah yolunda girişilen bir harpde, diğer mü’minleri hâriç tutarak, bir sulh anlaşması akdedemez; bu sulh, ancak onlar (mü’minler) arasında umumiyyet ve adâlet esasları üzere yapılacaktır.

18) bizimle beraber harbe iştirak eden bütün (askerî) birlikler, birbirleriyle münâvebe edeceklerdir.

19) mü’minler, birbirlerinin allah yolunda (uğrunda) akan kanlarının intikamını alacaklardır.

20) takvâ sahibi mü’minler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.

20/b) hiçbir müşrik, bir kureyşlinin mal ve canını himâyesi altına alamaz ve hiçbir mü’mine bu hususta engel olamaz (yani kureyşliye hücûm etmesine mani olamaz).

21) herhangi bir kimsenin, bir mü’minin ölümüne sebep olduğu katî delillerle sâbit olur da maktûlün velîsi (hakkını müdafaa eden) rızâ göstermezse, kısas hükümlerine tabî olur; bu halde bütün mü‘minler ona karşı olurlar. ancak bunlara, sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek helâl (doğru) olur.

22) bu sahîfe (yazı)nın muhteviyatını kabul eden, allah’a ve ahiret günü’ne inanan bir mü’minin bir kaatile yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi helâl (doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir yer gösteren kıyâmet günü allah’ın lânet ve gazabına uğrayacaktır ki o zaman artık kendisinden ne bir para tediyesi ve ne de bir tavîz alınacaktır.

23) üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, allah’a ve muhammed’e götürülecektir.

24) yahudiler, mü’minler gibi, muharebe devam ettiği müddetçe (kendi harp) masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler.

25) benû ‘avf yahudileri, mü’minlerle birlikte [ibn hişâm’da bu, “ma’a” (= ile) olarak, ebû ubeyd’de ise “min” (= den) olarak zikredilir] bir ümmet (: câmi’a) teşkil ederler. yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. buna gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.

25/b) yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îkâ eder, o sadece kendine ve âile efradına zarar (vermiş) olacaktır.

26) benû’n-neccâr yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.

27) benû’l-hâris yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.

28) benû sâ’ide yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.

29) benû cuşem yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.

30) benû’l-evs yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.

31) benû sa’lebe yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îka eder, o sadece kendini ve aile efradını zarardîde etmiş olacaktır.

32) cefne (âilesi) sa’lebenin bir kolu (batn) dur; bu bakımdan sa’lebe’ler gibi mülâhaza olunacaklardır.

33) benû’ş-şuteybe de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. (kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır.

34) sa’lebe’nin mevlâları, bizzat sa’lebeler gibi mülâhaza olunacaklardır.

35) yahudilere sığınmış olan kimseler (bitâne), bizzat yahudiler gibi mülâhaza olunacaklardır.

36) bunlar’dan (yahudiler) hiçbir kimse (müslümanlarla birlikte bir askerî sefere), muhammed’in müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.

36/b) bir yaralamanın intikamını almak yasak edilemeyecektir. muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede kendini ve âile efradını mes’ûliyet altına sokar; aksi halde haksızlık olacaktır (yani bu kaideye riâyet etmeyen bir kimse haksız vaziyette olacaktır). allah bu yazıya en iyi riâyet edenlerle beraberdir.

37) (bir harp vukuunda) yahudilerin masrafları kendi üzerine ve müslümanların masrafları kendi üzerinedir. muhakkak ki bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır. onlar arasında hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır. (kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareketler olmayacaktır.

37/b) hiçbir kimse müttefikine karşı bir cürüm îka edemez: muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir.

38) yahudiler müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri müddetçe masrafda bulunacaklardır.

39) bu sahîfenin (yazının) gösterdiği kimse lehine yesrib vâdisi dahili (cevf), harâm (mukaddes) bir yerdir.

40) himâye altındaki kimse (cârr), bizzat himaye eden kimse gibidir; ne zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm îka edecektir.

41) himâye verme hakkına sahip kimselerin izni müstesnâ, bir himâye hakkı verilemez.

42) bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler arasında zuhurundan korkulan bütün öldürme yahut münâzaa vak’alarının allah’a ve resûlullah muhammed’e götürülmeleri gerekir. allah bu sahîfeye (yazıya) en kuvvetli ve en iyi riâyet edenlerle beraberdir.

43) ne kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar, himâye altına alınmayacaklardır.

44) onlar (= müslümanlar ve yahudiler) arasında, yesrib’e hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.

45) şayet onlar (yahudiler), (müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye veya bir sulh akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. şayet onlar (yahudiler), (müslümanlara) aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa, mü’-minlere karşı aynı haklara sahip olacaklardır; din mevzuunda girişilen harp vak’aları müstesnâdır.

45/b) her bir zümre, kendilerine ait mıntıkadan (gerek müdafaa ve gerekse sâir ihtiyaçlar hususunda) mes’uldür.

46) bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar, aynı şekilde evs yahudilerine, yani onların mevlâlarına ve bizzat kendi şahıslarına, bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir muhafazakârlık ile tatbik olunur. (kaidelere) muhakkak riâyet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır. ve haksız şekilde kazanç temin edenler, sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. allah bu sahîfede (yazıda) gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riâyet edenlerle beraberdir.

47) bu kitap (yazı), bir haksız fiil îka eden veya cürüm işleyen (ile cezâ) arasına engel olarak giremez. kim ki bir harbe çıkar, emniyette olur veya kim ki medine’de kalırsa yine emniyet içindedir; haksız bir fiil ve cürüm îkaı halleri müstesnâdır. allah ve resûlullah muhammed himayelerini, (bu sahîfeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır."

 

Hz. Muhammed’in karşılıklı görüşmeler sonucunda ve oydaşma esasına dayalı hazırladığı bu toplumsal sözleşmenin kabulünü sağlayan esaslı faktörlerden biri, 120 yıldır savaş ve düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen Medine’nin bizzat içinde bulunduğu kaotik ve güvensiz durumdur. Medine adeta kendine bir kurtarıcı beklemektedir. Kendi başına ve varolan sosyal güçlerle barış ve istikrar sağlayacak siyasal ve toplumsal bir formül bulamıyor. Medine savaşlarla iktisadi bakımdan sürekli gerilerken, yine de yeni çatışmalara gebe bir görünümdedir. İşte tam da böyle kritik bir dönemde yabancı kökenli biri çıkıp bütün gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarını gösteriyor, herkesi hukuk temelinde, “neysen osun” ilkesine göre varolmaya çağırıyor.

Vesika'da yaralama, öldürme, kan diyetleri, fidye-i necat vb. terim ve maddelerin sıkça yer alması, uzun yıllar iç savaşlarla sarsılmış ve bitkin düşmüş bir toplumun normal konjonktürünü yansıtır. O günün ivedi sorunu, çatışmalara bir son verilmesi ve taraflar arasında adalet ve hakkaniyet esaslarına uygun bir arada yaşamanın formülünün bulunmasıydı. Bu yönüyle Vesika, oldukça dönemsel bir nitelik taşır. Ancak onun dönemselliği ve altına imza atan insanların sayısının azlığı, kurucu ilkeleri yönünden önemsizdir.

İkinci önemli nokta, böyle bir proje sayesinde kimsenin kimse üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan başkalarını doğal bir realite kabul etmesi ve onun yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermesinin yasallaşması ve hukukun teminatı altına alınmasıdır.

Gözönünde tutulması gereken bir nokta da şudur: Medine Vesikası, bütün sosyal bloklar açısından “hakimiyet” değil “katılım” temelinde bir toplumsal projeyi öngörür. Vesika’nın çizdiği proje çerçevesinde Müslümanlar, özgür insanlar olarak Allah ve Hz. Muhammed’in gösterdiği istikamette ve güven içinde yaşayacak ve dinlerini tebliğ edeceklerdir. Aynı haklar Yahudiler ve diğerleri için de geçerlidir.

Burada Vesika’dan çıkarabileceğimiz ilk kurucu ilkenin altını çiziyoruz:

Doğru, adil, hukuka saygılı ve insanlar arasında gerçek barış ve istikrarı amaçlayan ideal bir projenin, farklı gruplar (dinî, hukuki, felsefi, siyasi vs.) arasında bir sözleşme temelinde ortaya çıkması gerekir. Sözleşmenin hazırlanması esnasında sosyal blokların kendileri veya temsilcileri hazır bulunmalı, özgür bir ortamda ve karşılıklı görüşme ve tartışmalarla sözleşmenin hükümleri (temel yasalar) tesbit edilmelidir.

Toplumsal hayata katılan gruplar heterojen olduklarından, her bir madde bir örtüşme noktasını teşkil etmeli ve oydaşma yoluyla tesbit edilmelidir. Her örtüşme maddesi sözleşmenin bir hükmünü oluşturur ve anlaşmazlık konusu her madde de grupların kendilerine terkedilir. Örtüşme sözleşme alanına, farklılık özerk alana aittir. Bu, birlik içinde zengin farklılık, yani sahici çoğulculuktur.

İkinci kurucu ilke hakimiyet’in değil, katılım’ın hareket noktası seçilmesidir. Çünkü totaliter ve üniter bir siyasal yapıda farklılıklar kabul edilemez. Medine Vesikası, Müslüman ve Yahudileri kabile kabile (tek tek) zikreder. Müşriklere de ayrı bir maddede değinir. (Md. 20/B). Muhacirler, Ensar, Benu Avf, Benu Harisler, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’n-Neccar, Benu Amr İbn Avuflar, Benu Nebît ve Benu’l-Evs... (Md.1-11). Yine Yahudiler’den Benu Avf, Benu’n-Neccar, Benu’l-Haris, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’l-Evs, Benu Sa’lebe, Cefne, Benu Şuteybe (Md.25-33) kabilelerini ve onların mevlalarını ayrı ayrı zikreder.

Mevla, kan ve akrabalık bağı olmaksızın bir kabileye bağlı veya onunla anlaşmalı olan kabile, aşiret veya topluluktur. Bu demek oluyor ki, ismiyle ve imzasıyla sözleşmeye taraf olan her bir sosyal blok, kendisine bağlı diğer toplulukları da temsil etmekte ve aynı hak ve sorumlulukları onlara da tanımaktadır. Ancak 20/B maddesi müşriklerle ilgili özel hükümler getiriyor ve 43. md. ile destekleniyor. Bu da Medineli Müşrikler’in Mekkeli Müşrikler’le her türlü siyasi ve askeri ilişki kurmalarına engel teşkil etmek içindir. Esasında Medineli Müşrikler de Mekkelilerle ittifak kurma arzusunu taşımıyorlar, hatta başlarına bir tehlike gelir diye çekiniyorlardı. Ama onlar da, diğerleri gibi 39. md.de belirtilen Site’nin alanı içinde her türlü hak ve özgürlüklere sahip olmak istiyorlardı, Vesika bu haklı talebi de hukuki bir teminat altına almaktadır. Nitekim, Mekkelilerle girişilen Bedir ve Uhud savaşlarından sonra da, Vesika’ya taraf Müşrikler’in Medine’de yaşamaya devam ettiklerini ve Müslümanlarla aralarında çatışmaya dönüşecek ciddî sorunlar çıkmadığını biliyoruz.

Kabilelerin bir bir zikredilmesi, toplumda varolan dinî ve etnik toplulukların kimliklerini tanımak ve belgelemek içindir. Muhtemelen, kabile liderleri bunu özellikle talep etmişlerdir.

Bundan şu sonuç çıkar: Her bir dinî ve etnik grup kültürel ve hukuki tam özerkliğe sahiptir. Yani din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat, gündelik hayatın düzenlenmesi vb. alanlarda herkes ne ise öyle olacak ve kendini tanımladığı hukukî ve kültürel standartlar içinde ifade edecektir. Sözkonusu dinî ve hukuki özerkliğin teminatı, “Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse kendileri dahildirler” diyen 25. maddedir.

4- Savaşlar

Medine'ye göç edenlerden kalan mallarının yağmalanmasına karşılık Muhammed, Mekkeye giden kervanlara saldırmak isteyen Müslümanların ısrarlı taleplerine onay verdi. Büyük bir kervana saldırmak isteyen Müslümanlar ile bunu haber alan Mekkeli kuvvetler arasında Bedir kuyularının olduğu bölgede yapılan muharebede (13 Mart 624) 305 kişilik Muhammed komutasındaki Müslümanlar, komutanları Amr İbni Hişamı da öldürerek 950 kişilik Mekke kuvvetlerini bozguna uğrattı. Bir yıl sonra bu kez Ebu Süfyan komutanlığında 3000 piyade ve 200 süvari ile Medine'doğru yola çıkan Mekke kuvvetleri Uhud dağı eteklerinde yaklaşık 1000 kişilik Medine ordusu ile 19 Mart 625'de karşılaştı. Uhud Muharebesi olarak adlandırılan bu savaş sırasında bozguna uğramış Mekke kuvvetleri, Muhammed'in emrini dinlemeyerek dağın arkasından dolaşan geçidi kontrol etmek üzere konuşlanmış okçuların yerinden ayrılmasından faydalanan süvarilerin desteği ile tekrar toparlandı ve üstünlük sağladı. Taraflar şehirlerine geri döndüler. Daha sonra Mekkeliler Müslümanların Mekke kervanlarına saldırılarına devam ettiler. 31 Mart 627'de 10.000 savaşçısı ve 600 atlısı ile Medine'ye saldırmaya gelen Mekkelilere karşı Medineliler Muhammed komutasındaki 3000 piyade ile şehirde savunma savaşı yapmaya karar verdi. Selman-ı Farisi'nin teklifiyle şehrin bazı stratejik yerlerine hendekler kazılmasından dolayı Hendek savaşı olarak adlandırılan bu savaş bir kuşatmaya dönüştü. Bir ay süren kuşatma havanın soğuması ve fırtına çıkması ile kaldırılması Medinelilerin zaferi olarak kaydedildi.

Hudeybiye Antlaşması ve Mekke'nin Fethi

Muhammed ve ashabı, Beytullah ziyareti için Mekke'ye doğru yola çıktı. Mekkelilerin Müslümanları savaş için geldiklerini zannederek korkuya kapıldılar, anlaşma teklif ettiler. Hudeybiye Köyü'nde, 628 yılında 10 yıl savaş yapılmayacağına dair anlaşma yapıldı. Bu anlaşmayı Mekkelilerin himayesindeki bir kabilenin bozması ile Muhammed komutasındaki güçler Mekkeyi kuşattı ve ufak birkaç saldırı dışında direniş olmadan 11 Aralık 629'da Mekke fethedildi. Muhammed Mekke'ye girer girmez genel af ilan edildiğini bildirdi ve Ebu Süfyan'a bildirdiği şekilde, kimseye dokunulmayacağını ilan etti. Ardından içerisinde 360 put bulunan Kabe'ye yöneldi. İsra Suresi'nin 81. ayetini okuyarak putları birer birer devirdi ve daha sonra da beraberindeki Müslümanlarla Kabe'yi tavaf etti. En önemli ticaret merkezlerinden Mekke'nin fethedilmesinden sonra Muhammed'in insanları çağırdığı İslam dini Arap yarımadasında üstünlük sağlamaya başladı.

5- Son hac ve Gadirgum hutbesi

Hz. Peygamber (as) Hicretin 10. yılında Veda Haccı dönüşünde Mekke ile Medine arasında Ğadîr-i Hum denilen yere gelince, kendisine: “Ey Peygamber, Rabbin’den sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan risalet görevini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur” (Maide, 67) ayeti nazil olur. Bunun üzerine konaklamayı emredip, deve palanından bir minber yaptırır ve minbere çıkıp beliğ bir hutbe okur. Sonra: “Ey insanlar, size nefislerinden daha evla kimdir?” diye sorar. Ashab: “Allah ve Rasulü” diye cevap verince, Rasulullah (sav), Ali’nin eline yapıştı ve yukarı kaldırdı ve şöyle buyurdu: “Ben kimin efendisiysem Ali de onun efendisidir. Allah’ım ona dost olana dost ol, düşman olana düşman
ol, ona yardım edene yardım et, onu horlayanı horlayıp zelîl kıl”. Üç defa böyle dedikten sonra, “haberiniz olsun ey insanlar, ben ancak bir insanım, Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icabet etmem yaklaşıyor. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunlardan birincisi Allah’ın Kitab’ıdır, onda muhakkak hidayet ve nur vardır. Binaenaleyh sizler Allah’ın kitabına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız. Diğeri Ehl-i Beytimdir, ben Ehl-i Beytim hakkında sizlere Allah’ı hatırlatıyorum” buyurur.
Sonra Rasulüllah (as) iki eli Ali’nin elindeyken biat ayetini (Şüphesiz sana biat edenler Allah’a biat etmiş olurlar…, Fetih, 10) okur. “Ta’zim Allah içindir; şefkat mahlûkat içindir; dünyada müsamaha ile ol; ahirette şefaat ile ol,” diye buyurur. Sonra Ashab’dan yana döner ve Ali hakkında kırk civarında hadis irad eder. Onlardan baıları şöyledir: “Ali ve ben bir nurdanız, Ali benden ve ben de ondanım. (Sen bana) Harun’un Musa’ya olan yakınlığı menzilindesin. Ancak benden sonra nebi gelmeyecek. Benden sonra hak Ali’yle beraberdir. Allah’ım idare ettiği zaman hakkı Ali’yle beraber kıl.”
Şerhu Hutbeti’l-Beyân’da ve bazı Buyruk nüshalarında rivayet biraz daha menkıbevi/mitolojik bir tarzda şöyle nakledilir:

“Hz. Peygamber, Ali’yi yanına çağırıp, ridasının içine alır. Bir vücuddan iki baş görünürler. Rasulüllah şöyle buyurur: “Lahmuke lahmî, demmuke demî, cismuke cismî, rûhuke rûhî, /Etin etimdir, kanın kanımdır, cismin cismimdir, ruhun ruhumdur.” Sahabeden birisi hasetle sorar: “Ya Rasulallah, siz mübarek gömleğinizi çıkarın biz dahi görelim.” Rasul (as) mübarek teninden gömleği çıkarır, cümlesi görürler ki velînin ve nebînin cismi ikisinin bir olmuşdur. Görenler, “İnandık, doğruladık ya Rasulallah” deyince tekrar mübarek gömleğini giyer.”
Sonra Hz. Peygamber Ali’nin yüzüne bakar ve “Ey Ali, her nebinin vasîsi ve vârisi vardır. Sen de benim vasî ve vârisimsin. Ümmetimin kâimi (idarecisi) makamındasın. Ben Peygamberlerin sonuncusuyum, sen Emiru’lMü’minin ve İmam’ül-Müttakîn’sin. Seni ancak halis mü’minler sever, sana ancak şakî münafıklar düşmanlık eder.” buyurur. Sonra ashaba dönüp: “Ey ashabım, nübüvvet ve risalet bende hatm oldu. Şimdiden sonra imamet ve velâyet zamanıdır. Efdalü’l-Enbiyâ benim, Efdalü’l-Evliya, Ali’dir,” diye buyurur. Ashabın hepsi, Ali’yi tebrik ederler. Ömer (ra): “Kutlu olsun, kutlu olsun ey Ali, benim ve erkek kadın bütün mü’minlerin mevlası oldun” diye Ali’yi tebrik eder.

Bazı Buyruk nüshalarında olay tamamen tarikat geleneği içinde nakledilir:

Hz. Peygamber Mirac dönüşü ashâb arasında musahiplik yapılmasını diler ve Hz. Ali’yi kendisine müsâhip seçer. Hz. Ali’yi kendisine kardeş tutunca, Hz. Ali de Hz. Peygamber’i rehber edinir. Ol demde birlik hâsıl olur, Hz. Muhammed mübarek kuşağın açmış Şâh-ı Merdân Aliyye’l Murtazâ’yı bağrına basmıştır. İkisi bir gömlekten bir baş göstermişlerdir. Hz. Rasul, Ali hakkında; “Lahmüke lahmî, demmuke demî, cismuke cismî, rûhuke rûhî” buyurmuştur. Hz. Resul tarikat hutbesini okur ve Hz. Ali’ye dua eder. Ali’nin elini tutup, “Ali benim tarikatda oğlumdur ve hakikatta karındaşımdır” ve “Ya Ali! Sen benim vasimsin ve varisimsin,” diyerek ona talep edenlere erkân-ı tarikat ve hakikat üzerine biat verme yetkisi verir. Bunun üzerine Selman-ı Farisi, Ammar b. Yâsir ve Bilâl-i Habeşi, Hz. Ali’ye biat ederler. Hz. Peygamber’in ve Hz. Ali’nin isteği üzerine Selman, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e rehber olur. Daha sonra, Resulullah, Hz. Ali’ye “git şükrâne getir yiyelim” der. Getirilen şükrâneyi yerler, dua ve gülbank ederler.

Ahilerdeki yol kardeşliği uygulamasının bir örneği olan bu gelenek bazı kaynaklarda, Kitâbî olarak Medine’ye hicretten hemen sonra Müslümanlar arasında yapılan muâhatlık/kardeşlik ile aynîleştirilmiştir. “Lahmüke lahmî” sözü ise Alevî-Bektaşî geleneğinde bir sır olarak algılanıp, hakkında deyişler söylenmiş, bunu kabul etmeyenler ise münafıklık ve  mürtedlikle itham edilmişlerdir.
632 yılının Mart ayında (9 Zilhicce) arefe günü 100.000 den fazla Müslüman'a Arafat vadisindeki Rahmet Dağı'nda verdiği son hitabesine veda hutbesi denir.

VEDÂ HUTBESİ (Diyanetin sitesinden)

(9 Zilhicce l0 H./8 Mart 632 M. Cuma)

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) Vedâ haccında, 9 Zilhicce Cuma günü zevâlden sonra Kasvâ adlı devesi üzerinde, Arafat Vâdisi'nin ortasında 124 bin Müslümanın şahsında bütün insanlığa şöyle hitab etti:

"Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım isteriz. Allah kime hidâyet ederse, artık onu kimse saptıramaz. Sapıklığa düşürdüğünü de kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki; Allah'dan başka ilâh yoktur. Tektir, eşi ortağı, dengi ve benzeri yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür."

"Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım. İnsanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.

Ashabım! Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O'da sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi, burada bulunanlar,bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki, burada bulunan kimse bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.

Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmutallib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir. Lakin anaparanız size aittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.

Ashabım! Dikkat ediniz, cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu Iyas bin Rabia'nın kan davasıdır.

Ey insanlar! Muhakkak ki, şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.

Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah'ın emriyle helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evlerinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırlarsa, Allah, size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve adete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.

Ey mü'minler! Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah'ın kitabı Kur-ân-i Kerim ve Peygamberin sünnetidir.

Mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslüman'ın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslüman'a kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.

Ey insanlar! Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesini ayırmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır.

Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah'ın kitabi ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.

Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız:

- Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız.

- Allah'ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz.

- Zina etmeyeceksiniz.

- Hırsızlık yapmayacaksınız.

İnsanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz? "

Sahabe-i Kiram birden söyle dediler:

"Allah'ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz, diye şahadet ederiz!"

Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (S.A.V.) şahadet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve söyle buyurdu:

"Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab! "

Veda Haccı'ndan sonra Medine'ye dönen Muhammed kısa bir süre sonra hastalandı. Son anlarında Aişe ve kızları yanındaydı. Rivayete göre Muhammed, ölümü öncesinde hastalığının en şiddetli anlarında kâğıt-kalem getirilmesini istedi. Müslümanların yollarını şaşırmamaları için bir yazı yazdıracağını söyledi. Ancak daha sonra bundan vazgeçti.

Son tavsiyesi "Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız, namaza dikkat ve devam ediniz!" şeklinde oldu. Başı Aişe'nin göğsüne dayalı şekilde kelime-i şehadet getirdi. Ağzından dökülen son cümle "Allahümme er-refikül ala..." (Türkçe "En yüce dosta" olarak çevrilebilir.) şeklindeydi. Bu şekilde 8 Haziran 632 yılı pazartesi günü vefat etti.

Vefat haberini duyan ashab hemen evine geldi. Ömer onun öldüğünü kabullenemiyordu. Ebubekir "Şayet Muhammed'e tapıyor idiyseniz, bilin ki Muhammed öldü. Yok, şayet Allah'a tapıyorsanız, bilin ki Allah bâkidir." diyerek insanları yatıştırdı. Daha sonra şu ayeti okudu:

“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse,gerisin geriye(eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Al-i İmran 144)

Peygamber Mescid-i Nebi'nin yanında mezarına defnedildi.

 

4-Kur'an ve Bâtınî yorumu

 

A- Kur'an

İnsanlığı şekillendiren temel kitaplardan biri olan ve dünyanın akışını değiştiren Kur'an da diğer temel kitaplar gibi sorgulanabilir ama bunu yapabilmek için ne olduğunu ve ne mâna ifade ettiğini iyi bilmemiz gerekli. Genellikle unuttuğumuz önemli bir nokta var: Bugün yaşadığımız İslam, Hz. Muhammed'e vahihle gelen ve yapılandırıp yaşadığı İslam ortanımda yoktu.

Kur'an, İslam inancına göre Allah’ın sözü kabul edilir. Geleneklere göre vahiyle gelen âyetler ezberlenenip aslına sadık kalarak muhafaza edilmiş ve tekrar edilelerek hafızalarda kalmış ama aynı zamanda da ilkel bir yazıyla yazılmış.

Yine İslam inancına göre Allah, Cebrail adlı bir melek aracılığıyla kendi sözlerini Muhammed’e iletir. “İkra” (tekrar et, ezbere söyle) kelimesiyle başlar ilk süret. İlk muslumanlar ayetleri ve mümkünse süretleri ezberlerler. Uzun zaman sözlü olarak kalır Kur'an. Bazıları kendilerince not alırlar.

1-Taşlar, deriler, ağaç kabukları

Ayetler “Lihaf” (küçük yassı taşlar), “Rıka” (deri, ağaç yaprağı, bir çeşit kâğıt), “Ektaf” (deve ve koyun kemikleri), “Ektab” (ağaç parçası) gibi nesnelere yazılmıştı. Bu yazılar daha ziyade sadece Kur'an'ı ezbere bilen birinin hatırlama mahiyetindeki kendince aldığı notlar gibiydi. Üstelik İbn’el-Nadim ve Buhari gibi güvenilir kaynaklara bakılırsa, Peygamber’e vahyedilmiş bazı ayetler (Şeytan Ayetleri gibi) Allah’ın dilemesi ile Peygamber’in hafızasından silinmişti. Nitekim Bakara Suresi’nin 106. ayetinde “Biz herhangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturur (ya da ertelersek), yerine daha hayırlısını veya mislini getiririz. Allah’ın gücünün her şeye hakkıyla yettiğini bilmez misin?” diyordu.

2- Etimoloji

Kuran sözcüğü Arapça 'okudu' anlamındaki qarâ'â (قرأ) sözcüğünün üç harfli mastarıdır. Kuran “okunan şey “veya “ okumak", Kerîm ise "soylu, asil" ve "eli açık, cömert" anlamlarına gelir. Kuran kelimesi, Kur'anın 58 ayetinde geçer. Ayrıca "kur'an" kelimesi kur'anda "okunan, okuyuş, okuma" "ekli, katlı, derli" anlamında da kullanılmıştır. "Biz onu, akıl etmeniz için Arapça okunuşla indirdik." (Yusuf Suresi: 2) "Kuranı okuyacağında kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığın." (Nahl Suresi: 98) "Kuran okunduğunda/okununca onu işitin de durup düşünün ki merhamet olunasınız" (A'râf Suresi: 204). "Şüphesiz, bu Kur'an, en doğru yola iletir ve salih amellerde bulunan mü'minlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir. " (İsrâ Suresi: 9). "Kuran'dan indirir olduklarımız, inananlara şifa ve rahmettir..." (İsrâ Suresi: 82).

Birçok âyette "el-Kitâb" (türkcesi: yazılı) kelimesinin Kuran anlamında kullanıldığı görülür: "İşbu içinde kuşku olmayan kitap’tır, takva sahipleri için bir yol göstericidir" (Bakara: 1,2). Burada “yazılı” kelimesinin kavramını maddi anlamda yazılı olarak değil türkcede ki “alın yazısı” (arapca maktûb) kavramı gibi tabiat-üstü anlam vermek yani ebediyen var olan ve var olmakta devam edecek bilgi olarak anlamak gerekir (Haç suresi ayet 70 veya Âl-i İmran145. veyahut vahiy anlamında 3. ayetler). Bu son anlamda kitaptan, Allahta var olan fakat insanların ulaşamıyacağı bir “Kitap”tan (“Umm al-Kitâb” Kitabın Annesi) Hz. Muhammed'e vahiy şeklinde inen “el- Kitâp” anlamak gerek. Bu “el-Kitap” a yeryüzünde insanlar ulaşabilir. Bu bakımdan her zaman “el-Kitap” ile mushaf ve sözlü Kur'an ile yazılı Mushaf arasındaki fark aklımızdan çıkarmamak lâzım. Mesela “Bakara suresi 1 ve 2ci ayetlerini alalım: “Elif, lam, mim, dhâlika al-kitâp”. Bu metnin başındaki üç harfın anlamı hâlâ bir muamma. Biz “Dhâlika” kelimesi üzerinde duralım. “Uzakta olan bir şeyi işaret eden” olarak anlayacağımız bu kelimeyle “dhâlika al-kitâp” genellikle işaret edilen “ bu yazılı kitap” olarak tercüme ediliyor. Yani “şu ilerideki kitap” olarak. Halbuki dikkatli bir okuma ve “dhâlika” kelimesinin anlamına değişik bir bakışla bize bu ayeti “O uzaktaki kitap” yani insanların ulaşamayacağı “Umm al-Kitâp” olarak bambaşka bir anlam kazandırır.

Çeşitli ayetlerde Kuran için başka isimler de kullanılmıştır: el-Furkân (Furkân Suresi: 1), ez-Zikr (Hicr Suresi: 9), en-Nûr (Nisâ Suresi: 174), er-Rûh (Şûrâ Suresi: 52) vb.

3- Kültürel kaynakları

Kur'an'ın kültürel kaynakları üzerine değişik çalışmalar yapılmış, Kur'an'ın diğer sözlü geleneklerden etkilenip etkilenmediği sorusu ve Kur'an kavramlarının değişik kültür ve geleneklerdeki kökenleri araştırılmıştır. Geleneksel tefsirlerde "Garib ul Kur'an" (veya çoğ. olarak Garaibul Kur'an) olarak ifade edilen, konu antropolojik bakış açısından bilgi ve araştırmaların ilerlemesi ile daha geniş bir boyutta Kur'an tema ve kavramlarının kültürel kaynakları ile ilgili bir çalışma ve sorgulama alanı oluşturmuştur. Konu ile ilk ilgilenen tefsirciler aynı zamanda dilbilimci sıfatları öne çıkan tefsircilerdir.

İslâm dininde iman esasları incelendiğinde Kitaplara, yani Tevrat'a, Zebur'a, İncil'e 'de iman edildiği, onların Allah katından indirildiğine iman edildiği görülür. Hatta İman esaslarında "Kitaba iman" denmez, "Kitaplara iman" denir. "Ben sadece Kur'an'ın Allah kelamı, kitabı olduğuna inanıyorum, Tevrat'ın, Zebur'un, İncil'in olduğuna inanmıyorum" diyeni İslâm dini dışlar. Bu husus başlı başına bir kültür unsurunu oluşturur. Bunun yanı sıra İslam'da; diğer kutsal kitapların özünü kaybederek tahrif edildiğine, Kur'an'ın ise korunacağına ve tahrif edilemeyeceğine inanılır. İslam'a göre Kur'an kıyamete kadar özgünlüğünü koruyacaktır. Bu gerçekten hareketle olay kültürel olarak değerlendirildiğinde; Kur'ân'da, kendinden önce Allah tarafından indirildiğine inanılan kitaplarda (Tevrat'a, Zebur'da, İncil'de) bulunan benzer ifadelerin olması doğal karşılanır.

4- Yazılma süreci

Kuran'ın, Cebrail ve Muhammed'in birbirlerine karşılıklı okumaları ve sahabilerin ezberlemesiyle korunduğuna, Kuran yazılımının 610 - 632 arasında, yaklaşık 23 yılda gerçekleştiğine inanılır. Alman Şarkiyatçı Gert Puin ise Yemende bulunan nüshalar üzerinde yaptığı incelemeler sonucu Kur'an yazımının Muhammed'den çok önce başladığını ifade etmiştir. Muhammed'in vefatından iki gün öncesine kadar devam ettiğine inanılan vahiylerden oluşan Kur'an yazılımı, sayıları ve kimlikleri zamanla değişen katipler tarafından gerçekleştirilmiş, Mekke’de yazılanlar "Mekkî", Medine'de yazılanlar "Medenî" olarak adlandırılmıştır.

5- Mekke dönemi

Kur'an yazımında 13 yıl kadar süren ve Kur'anın hacimsel olarak 2/3 kısmını oluşturan Mekke dönemi "sözlü kültür dönemi" olarak değerlendirilir. Bu dönemde ayet ve surelerin hemen yazıya geçirilmesi gibi bir uygulamanın bulunmadığı, sözlü olarak ezberlendiği, Kur'anın şiirselliğinin ezberlenerek korunmasına yardım ettiği, daha sonraki hicrete yakın birkaç yıl ile Medine dönemi olarak ifade edilen yazım döneminde bu hafıza bilgilerine dayanılarak ayetlerin kayda geçirildiği ifade edilmektedir.

Mekke döneminde Kuran'a, Kuran'ın Âdem'den itibaren devam eden tevhid dini ve vahiy zincirinin devamı olduğu ibaresi eklendi: "O: "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için de bir şeriat kıldı." (Şura : 13)

Mekki ayet ve sureler İslâm inanç ve ahlâkı ile ilgili konuları kapsar; Allah'ın birliğine, meleklere, peygambere, kitaplara ve 'ahiret günü'ne iman gibi konular işlenir, Allah ile eş tutulan putlar reddedilir.

6- Medine dönemi

Medine'de yazılan âyet ve sûrelerde daha çok aile ve devletin tanzimi, insanların birbiriyle veya devletle olan ilişkilerini düzenleyen şer'i hukukun kuralları, anlaşmalar, barış ve savaş durumları söz konusu edilir. Ayrıca bu dönemde yazılan Berae suresi gibi bazı ayet ve surelerin dil ve hitap açısından tehdit edici olduğu gözden kaçmaz. M.S. 622 tarihinden itibaren bu hükümleri uygulamak için yeterli güce sahip bir İslâm Devleti, Muhammed yönetiminde, Medine'de oluşmuştu.

İnanışa göre yükümlülükler Allah tarafından hafiften ağıra doğru yavaş yavaş 23 yıla yayılarak gönderilmiş, Muhammed ve arkadaşları bunları uygulamaya geçirmiştir. İslam inanışında bu devrin özelliği; iyi ve yararlı olanın alınması, kötü ve zararlı olanın kaldırılmasıdır.

Kuran ayetlerinin yaşanan olaylar ve sorunlarla ilgili olarak ihtiyaç üzerine geldiğine ve bu yüzden toplumda gerekli etkiyi gösterdiğine inanılır. İslami literatürde esbab-ı nüzul (türkcesi: aşağıya indirmeye gerekli sebepler)denilen bu durum Kuran tefsirlerinde önemli bir yer tutar.

 

7- Sözlü Kur'an'dan yazılı Kur'an'a: Kur'an mushaflar

a- Ebubekir dönemi ve İmam Mushaf

Peygamber’in ölümünden sonra dinden dönmelerin (ridde) artması ve 633 yılında, ilk halife Ebubekir’in ordularıyla ‘Yalancı Peygamber’ Müseylimet’ül-Kezzap’ın orduları arasındaki Yemame Savaşı’nda 70 hafızın ve Kur'an'ı ezbere bilenlerin ölmesi üzerine, Ömer ayetlerin derlemesi gerektiğini söyledi. Bunun üzerine Ebu Bekirin, Zeyd bin Sâbit başkanlığında aralarında Abdullah bin Zübeyr, Sa'd bin Ebi Vakkas, Abdurrahman bin Haris bin Hişam'ın da bulunduğu bir grup kurarak Kur’an sahifeleri bir araya getirildiği iddia edilir.

Zeyd bin Sâbit, elinde yazılı Kur'an metni olan herkesin bu metinleri getirmesini, ayrıca metinleri bizzat Muhammed'den duyduklarına dair iki güvenilir şahid gösterilmesi istedi. Osman toplanan bu kurula "Zeyd ile imlada anlaşamazsanız, Kureyş'e göre yazın" emrini verdi. Zeyd bin Sâbitin ortaya koyduğu bu aslî nüshaya "İmam Mushaf" adı verilmiştir. Ayrıca bazı sahabelerin bu mushaftan farklı özel Mushafları olduğu bilinir. Bu Mushaflar halife Osman zamanında yakılmışlardır. Abdullah bin Mesûd'un teklifiyle "İmam Mushaf" üzerinde yapılan danışma ve görüşmeler sonucunda bunun üzerinde her hangi bir noksanlık görülmemiş ve güvenirliği konusunda ittifak sağlanmıştır.

15. yüzyıl ilahiyatçısı Suyuti, El İtkan- Fi Ulumil Kuran (kısaca İtkan, Kuran İlimleri Ansiklopedisi) adlı eserinde bu Mushaflar arasındaki farkları gösteren bir liste yayımlamıştı. Buna göre Ibni Mesud’un Mushafı’nda Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure ile Felak ve Nas Sureleri yoktu. Ali’nin Mushafı’nda surelerin sırası bugünkünden farklıydı. (Ayrıca Suyuti kitabında, Bakara Suresi’nin orijinalinde Ahzab Suresi ile aynı uzunlukta olduğunu belirtiyor. Oysa bugün, eldeki ‘resmî’ Kuran’da, Bakara Suresi 286 ayet iken, Ahzab Suresi 73 ayet.) Sonuçta Zeyd başkanlığındaki heyetin Kuran’ı derleme ve yazma işi bir yıl sürdü. Derlenip parşömene geçirilen ancak indiriliş sırasına bakmadan iki kapak arasına konan ayetlerden oluşan bu ilk Kuran ölene kadar Ebubekir’in uhdesinde kaldı, sonra İkinci Halife Ömer’e geçti. O da ölünce, Ömer’in kızı, Peygamber’in eşi Hafsa’ya emanet edildi.

b- Ömer ve Osman dönemleri

Ömer devrinde Kuran öğretimine hız verildi. Medine'de ve İslam Devleti'nin diğer merkezlerinde hafız olduğu söylenen sahabelerin gözetmenliğinde pek çok hafız yetiştirilmiştir.

Buhari’nin naklettiğine göre, Sahabe’den Huzeyfe İbn-i Yeman, üçüncü Halife Osman’a Müslümanların Kuran’ı değişik şekilde okumalarından dolayı, “ümmetin Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi birbirine düştüğünden” yakınmıştı. Bunun üzerine Osman, Ebubekir’in derlediği ilk Kuran’ı emanetçisi Hafsa’dan istedi. Bu Mushaf, Zeyd’in başkanlığındaki dört kişilik bir heyet tarafından yeniden işleme tabi tutuldu. Bu sefer sureler ve ayetler indiriliş sırasına göre dizilecek ve o zamanki basit arapcayla yazılı Kur'an’ın kabilelerce okuma şeklinde çıkan farklar, anlaşmazlıklar ise Kureyş şivesinin esas alınmasıyla çözülecekti. Bugün bazı ilim adamları, o tarihte Hicaz’da yazı dilinin Arapçada ünsüz harflere ünlü karakteri kazandıran hareke denen işaretlerin veya bugünkü noktalı harflerin olmaması yüzünden Kuran’ın tek bir şivede yazılmasının imkânsız olduğunu söylüyorsa da, bugün yaygın kabul gören inanışa göre bu iş (Arapçanın Kureyş şivesine göre Kuran’ı yeniden yazmak) başarılmıştı.

Zamanla yeni fethedilen yerlerdeki kavim ve kabilelerin müslüman oluşu farklı şive ve lehçelere göre okuyuş ayrılıklarını ortaya çıkarmıştır. Bu durum Ermenistan ve Azerbaycan fethinde Şamlı ve Iraklı askerlerin yan yana gelmesi ile farklı okuyuşların su yüzüne çıkmasını sağladı. Bu tartışma ortamının daha fazla büyümesine engel olmak için Huzeyfe bin Yemân, Halife Osman'a başvurarak bu durumun düzeltilmesini, ihtilafın ortadan kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Halife Osman, Muhammed'in diğer ashabı ile de istişare ederek, İslâm dünyasında yalnızca Ebu Bekr'in emriyle derlenmiş olan onaylı Kuran mushaflarının kullanılmasını ve tüm diğer nüshaların kullanılmasının yasaklanmasını kararlaştırdı. Osman, bir önlem olarak da bu Mushaf dışındaki Mushafları yaktırarak ortadan kaldırma yoluna gitti. Ebû Bekir zamanında yazılan İmam Mushaf, Ömer'in ölümünden sonra kızı ve Muhammed'in hanımlarından olan Hafsa'ya geçmişti. Osman zamanında çoğaltılan mushafların yedi nüsha olduğu söylenir. Halife Osman tarafından toplanan bir heyet, sureleri peygamberin sağlığında dizdiği sıra ile toplamış, sahabenin ellerinde bulunan farklı Kur'an nüshalarını, ayrıca Kuran'la karışmaması için ilave edilmiş olan tefsir notlarını imha etmiştir. Çoğaltılan nüshalar farklı şehirlere gönderilmiştir.

c- Metnin orjinalliği/ Kur'an versiyonları

Yaklaşık 23 yıl sürdüğü ifade edilen vahiyin 2/3 kısmını oluşturan Mekke döneminde Kur'an büyük ölçüde yazılmamış, ancak hicrete yakın dönemler ile Medine döneminde yazım işlemi yapılmıştır. Bu yazım materyali de Muhammed'in sağlığında mushaf hale getirilmemiş, değişik kişilerin kendileri için yazıp sakladıkları parçalar şeklinde ve hıfz yolu ile muhafaza edilmiştir. Kur'anın orijinalliği konusunda İlahiyatçılar arasında genel bir mutabakat olsa da bu konuda şüphe uyandıran tutum ve rivayetlerin kaydedilmiş olduğu gözardı edilemez.

Başlangıç dönem Arap alfabesinde harf sayısı bugün kullanılan 28 harfe karşılık 22 harfi karşılayan 15 farklı yazım (harf)ten oluşur. Yazıda noktalama işaretleri yoktur. Kur'anın ilk yazılışındaki alfabetik yetersizliğe bağlı olarak ayetlerin nasıl okunması gerektiği sorunu değişik kıraat mezheplerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Arapçada hareke, şedde ve uzatma gibi yabancılar için oluşturulan özel işaretler sadece dini metinlerde ve çok daha sonraları kullanılmaya başlanmıştır.

Kur'an yazımında, dilin yanı sıra yazım kurallarının yerleşmemesi ve alfabe yetersizlikleri farklı okuyuş ve anlam içeriklerine sahip ayetlerin Kur'anda bulunduğu anlamına gelir; Örneğin abdestle ilgili ayetin farklı okunuş şekillerinden dolayı abdest alırken ayaklar bazı İslam coğrafyalarında meshedilir iken diğerlerinde ayakların yıkanması abdestin farzlarından kabul edilir. Bazı okuyuş şekillerinin tercih edilmesi ve yeni kullanılmaya başlanan işaretlemeler ile bunların kalıcı hale getirilmesi kıraat mezheplerini ortaya çıkarmıştır. Ancak ayetlerin diğer muhtemel anlamlarını bu dışlayan bu uygulama ile, orijinal okunuşta yer aldığı şüpheli bazı anlamların ayetlere yüklenmesi de söz konusu olabilmektedir. Örneğin sabah Kur'an okunmasından bahseden İsra-78. ayeti sabah namazını emreden ayete dönüşür.

Yazılı Arapça zamanla gelişme gösterdi. Haccac zamanında birbirine benzer harfleri ayırt edebilmek için imla işaretleri ve sesli harfler oluşturuldu. Kuran yazımına eklenen bu yeni harf ve işaretlerin sebebi, farklı okumalardan kaynaklanan tartışmalara ve insanların Kuran'ı farklı okumalarına son vermekti. Bu yeni sistem İslam dünyasında 9. yy'ın başlarına kadar tartışmalara konu oldu. Kuran'a eklenen yeni harf ve işaretler renkli olarak yazılmaya başlandı ve asıl metinin bir parçası kabul edilmedi.

Bu ikinci derleme işi tamamlandıktan sonra, Ebubekir’in Mushafı söz verildiği gibi Hafsa’ya iade edildi. Osman’ın hazırlattığı Mushaf Osman’da kaldı. Bazı kaynaklara göre bazı kişilerin kendileri için hazırladığı özel Mushaflar vardı. O yıllarda henüz aynı şekilde yazılan harfleri ses olarak birbirinden ayıran noktalar olmadığından bazı kelimeler farklı okunmuş, dolayısıyla farklı yazılmıştı. Ama daha önemli farklar da vardı.

Ebubekir’in Mushafı ile Osman’ın Mushafı arasında ne gibi farklar olduğunu bilmiyoruz çünkü, Ebubekir’in Mushafı emanetçisi Hafsa’nın ölümünden sonra Emevi Halifesi Mervan İbn-i Hakem tarafından yakılmıştı. Önemli İslam kaynaklarına göre adı o yıllarda ‘Mushaf Yakıcı’ya çıkan Mervan’ın gerekçesi şuydu: “Onda yazılı olanlar, Osman tarafından yazdırılan Mushaflara geçmişti. Artık ona gerek kalmamıştı. Yakılıp yok edilmezse, zamanla kuşkulara yol açılabilir, ondan alınarak yazılan Mushaflar çevresindeki kuşkuları önlenemeyebilirdi. Bundan korktum, o nedenle yaktırdım.”

692’de yapılan Kudüs’teki Kubbetü’s- Sahra’daki kitabede bile bugünkü ünsüz harflerin ünlü okunmasını sağlayan işaretlerin bulunmamasından hareket edenler, bu işaretlerin (harekelerin) 649-714 arasında Irak Valisi olan Haccac tarafından Kuran’a eklendiği rivayetine inanma eğiliminde (Haccac güya ‘Kuran’a bin tane elif eklettim’ demişti) ancak bu rivayet ‘sahih’ görünmüyor.

Ancak günümüzdeki metinlerde, eski yazılı Arapçada olmayan sesli harflerin ve noktalama işaretlerinin ne zaman ve kim tarafından konduğu meselesi cevap bekliyor.

Ebubekir’in Mushafı yakıldı ise, Osman’ın Mushafı şimdi nerede? Bu konuda rivayet muhtelif. Bazılarına göre İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda, bazılarına göre Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te. Her iki Mushaf’ın da iddiasının temelini, bu Kuran’ların (daha doğrusu Bakara Suresi’nin 137. ayeti) üzerindeki kan lekesi oluşturuyor. Çünkü geleneğe göre, Osman öldürülürken bu Kuran’ı kıraat ediyordu ve kanı sayfaya sıçramıştı.

Kan izi iki ayrı Kuran’da olmayacağına göre iddialardan biri doğru değildi ama hangisi? Yoksa ikisi de mi yanlıştı?

1- Semarkand Kuranı

Bilimsel literatürde Taşkent’in tarihsel adından dolayı “Semarkand Kuranı” rivayete göre Osman’ın öldürülmesinden sonra, Halife Ali tarafından Küfe’ye getirilmiş, 1402’de bölgeyi talan eden Timur’un eline geçmiş, 1485’te Semerkand’da ortaya çıkmıştı. 1868’de Semerkand Rus ordularının eline geçince, Kuran Rus Çarlığı’nın başkenti St. Petersburg’daki İmparatorluk Kütüphanesi’ne konmuştu. 1917’de Bolşevik Devrimi’nden sonra Britanya’ya karşı Müslümanları yanına çekmek isteyen Lenin tarafından Başkırdistan’ın başkenti Ufa’ya gönderilmiş, ama Taşkentli Müslümanların ısrarlı talepleri uyarınca, 1924’te Taşkent’e dönmüştü. O günden sonra da bazı kaynaklara göre Özbek Müslümanları tarafından gizli bir yerde, bazı kaynaklara göre ise Özbekistan Sovyeti Kütüphanesi’nde saklanmıştı.

Semerkand Kuranı hakkındaki diğer bilgilerimiz ise daha da sınırlı. Çünkü bu Kuran üzerindeki nadir bilimsel çalışmalar Rus şarkiyatçıları A. Shebunin (1891) ve S. Pissareff (1905) ile Batılı şarkiyatçılar A. Jeffery & I. Mendelsohn’un (1942) ve F. Deroché’nin (1999) makaleleri ile sınırlı. Çünkü Özbek makamları Kuran üzerinde çalışma yapmaya izin vermiyorlarmış. Son olarak Diyanet İşleri eski başkanlarından Tayyar Altıkulaç mikrofilmler üzerinden çalışıyor ama henüz nihai raporunu vermemiş. Önce en çok merak edilen soruya cevap verelim: Biraz önce adını andığım araştırmacıların hepsi de Semerkand Kuranı’nın Osman’ın Mushafı olmadığında anlaşıyor. Bu kanıya bazı sayfalarda yapılan radyokarbon testleri ve metinlerin paleografi (yazı çeşitlerini inceleyen bilim dalı), ortografi (yazı sistemlerini inceleyen bilim dalı) konulu analizlerden sonra vardıkları anlaşılıyor. Orijinalinin 360 yaprak (varak) olduğu sanılan ancak halen, 353 yaprağı Taşkent’te olan Semerkand Kuranı radyo-karbon testlerine göre yüzde 95 ihtimalle 8. yüzyıla ait. Paleografik ve ortografik analizlere göre ise 8. yüzyılın sonu ile 9. yüzyılın başına ait. Bu konuda en önemli ipucu Kuran’da kullanılan Kufi yazının bu yüzyıllarda tekâmül etmesi. Gerçekten de hatta adını veren Kufe şehri 638 yılında kurulmuştu ancak bazı dilbilimcilere göre Kufi yazı, Kufe’den önce de biliniyordu ancak adını hattı resmî yazışmalarda kullanıldığı Kufe’den almıştı. Dolayısıyla sadece Kufi yazıdan hareket etmek doğru değildi. Ama söz konusu araştırmacılar, hatadaki başka özelliklerden ve süslemelerden hareketle kendilerinden emin görünüyorlar.

2- Topkapı Sarayı Kuranı

Osman’ın Kuranı diye ünlenen Topkapı Sarayı’ndaki Kuran ise Tayyar Altıkulaç tarafından incelenmiş ve raporlanmış. Altıkulaç’a göre, bu Kuran Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa tarafından 1811 yılında Sultan II. Mahmud’a hediye edilmiş. 408 varaktan oluşan Kuran’ın sadece iki varağı eksik. Baş taraftan birkaç varak zarar gördüğü veya zayi olduğu için Mushaf’ın yazılışından 50-100 yıl sonra yeniden yazılmış. Her ne kadar Topkapı Kuranı’nın üzerinde “Bu Kuran Halife Osman öldürüldüğünde okuduğu Kuran’dır. Üzerindeki kan lekeleri hâlâ görülebilmektedir” yazılıysa da Altıkulaç’a göre Topkapı Kuranı da Osman’ın Kuranı değil. En büyük ihtimalle Emevi Dönemi’nde kullanılan tarzda Kufi yazıyla fakat farklı katiplerce kaleme alınmış. Ancak üzerine daha sonraki yıllarda noktalar eklenmiş. Ancak bu noktalar, Arapçada noktalama usulünü ilk bulan Ebu el Asvad (ö. 688) tarzında imiş.

3- Kahire Kuranı

Osman’ın Kuranı’nı bulamadık ama Kahire’de, İstanbul’da ve St. Petersburg’da Hicret’in ilk iki yüzyılına tarihlenen başka Kuran’lar var. Bunlardan Kahire’deki Hüseyin Camii’deki (El Meşhedü’l-Hüseynî) Kuran üzerine çalışan Tayyar Altıkulaç ve Selahaddin Müneccid’in vardıkları sonuç, bu Kuran’ın bugüne dek sanıldığı gibi Osman döneminde kaleme alınan nüshalardan biri olmadığı yolunda. Bu iki ilahiyatçıya göre Kahire Kuranı, Emevi Halifesi Mervan’ın Kahire Valisi olan kardeşi diğer Mervan tarafından yazdırılan bir nüsha.

4- TİEM Kuranı

Bu iki ilahiyatçının üzerinde çalıştığı bir diğer Kuran ise İstanbul’daki Türk İslam Eserleri Müzesi’ndeki Kuran. İlk sayfasında Sultan I. Mahmud’un (1730-1754) mührünün olduğu bu eser 1912’de Aya İrini’den Müze’ye intikal etmiş. 439 yapraktan oluşan bu Kuran’ın 17 yaprağının kayıp olduğu sanılıyor. Kuran’ın 14 yaprağı da 1437 tarihinde onarım görmüş. Kufi yazıyla yazılmış Kuran’ın son yaprağında “Hicri 30 yılında Osman bin Affan yazdı” ibaresi görülüyorsa da, Altıkulaç’a ve Müneccid’e göre paleografik ve ortografik özellikler ve süsleme unsurlarından hareketle bu ibarenin daha sonra (8. veya 9. yüzyılda) konduğu düşünülüyor. Ancak Gerek Altıkulaç, gerekse Müneccid, bu Kuran’ın günümüze dek ulaşan en eski Kuran olduğunda hemfikir.

5- Darü’l-Kütüp Kuranı

Mısır Milli Kütüphanesi’nde (Dar Al- Kutub Al-Mısrıyya) bulunan Kuran’ın özel kişilerin elinde olan varakları üzerinde yapılan radyo-karbon testine göre, yüzde 95 ihtimalle 609-694 yılları arasında yazıldığı düşünülüyor. Paleografik ve ortografik incelemeler de aşağı yukarı aynı tarihlere işaret ediyormuş.

Metnin incelenebilen kısımları Kufi yazıyla yazılmış ama 688’den sonra icat edildiği bilinen harekeler ve noktalama işaretleri yokmuş. Orijinal metninin 620 yaprak olduğu sanılan Dar’ül-Kütüp Kuranı’nın 562 yaprağı bu kütüphanede, diğer yaprakları bazı Paris ve Gotha’da koleksiyonerlerin elinde. Ancak Kahire’deki 562 varaktan 248’i gerçek parşömen (papirüs), 34’ü varak sahte parşömen, 61’i başka bir Kuran’a ait, 219’u 1830 tarihinde üretilmiş kâğıtlara modern metinlermiş. Kısacası bu Kuran’ın da derleme olduğu anlaşılıyor.

6- St. Petersburg Kuranı

Son olarak büyük bir bölümü bugün Rusya’da St. Petersburg’daki Şarkiyat Enstitüsü’nde saklanan ‘St. Petersburg Kuranı’ndan bahsetmek istiyorum.

1936 yılında ‘yaşlı bir kadın tarafından’ enstitüye bağışlanan bu Kuran’ın, 19.yüzyılda Suriye’de kıymetli eserlerden oluşan büyük bir kütüphanenin sahibi olan Hıristiyan Arap Nofal Ailesi’nin haraç mezat satılan terekesinden kalma olduğu sanılıyor. 1998 yılında Rus şarkiyatçı Efim Rezvan’ın ve 1999’da Fransız şarkiyatçı François Déroche’nin yayımladığı makalelere göre bu Kuran’ın orijinali 97 yaprak olup, bunların 81’i St. Petersburg’da, diğerleri Özbekistan’da (biri Taşkent’teki Biruni Enstitüsü’nde, ikisi Buhara’daki İbn-i Sina Bölge Kütüphanesi’nde, biri Taşkent’teki İslam İşleri İdaresi’nde, 12’si Katta Langar’da bir ailenin elinde) idi. Hicaz hattıyla yazılmış olan Kuran’ı iki ayrı kâtibin yazdığı anlaşılıyordu, çünkü bazı harflerin yazımında bariz farklar vardı.

7- Sana’a Kuranı

Son olarak 1972’de Yemen’in başkenti Sana’a’daki Ulu Cami’de bulunan Kuran var. ‘Sana’a Kuranı’ üzerinde Alman şarkiyatçı Dr. Gert Puin tarafından yapılan incelemeler aradan geçen 36 yılda tamamlanabilmiş değil. Bunun nedeni bu Kuran ile ilgili ilk değerlendirmeler olmalı. Puin’e göre, bu Kuran’ın yazıldığı parşömen Peygamber’in doğumundan önceye tarihleniyor ama üzerindeki yazı daha sonraya ait. Daha ilginci üstteki metnin altında silinmiş bir eski metin var. (Bu tür metinlere literatürde ‘palimpsestus’ deniyor.) Bu metin de Kuran metni. Puin’in Batılı şarkiyatçılarca pek beğenilen ancak İslam çevrelerinde infiale neden olan iddiası ise şu: Kuran’ın yazılışı Peygamber’den çok önce başlamıştı. Çünkü Kuran, kendisinden önceki kutsal kitapların bir çeşit özeti olmaktan öteye gitmiyordu. Suudi Arabistan Hicaz’da arkeolojik araştırmalara izin verinceye, İslam bilim adamları İslam ülkelerinin kütüphanelerinde saklı olan yüzlerce eser üzerinde ‘bilimsel kriterlere’ uygun araştırmalar yapıp, sonuçlarını bizlerle paylaşıncaya kadar bu tür ‘şarkiyatçı’ yorumlar gündemde kalacak gibi görünüyor.

 d- Edebi dil ve içerik

Kur'an dil açısından yazıldığı dönem ve bölgenin özelliklerini yansıtır. Başlangıçta Kureyş lehçesi ile okunan Kur'anın sonradan 7 Arap lehçesiyle okunmasına müsaade edilmiştir. Yer yer şiirsel, yer yer teyatral anlatım özellikleri gösteren Kur'an edebi dil açısında tartışmalı bir üsluba sahiptir. Bazı yazarlar Kuran anlatımının tekrarlanamaz ve taklit edilemez bir Kuran mucizesi olduğunu ifade ederler. Karşıt görüşte olanlara göre ise Kuranda gereksiz tekrarlar, vurgular, anlatım kesiklikleri, cümle bozuklukları, konular arasında bağlantısız geçişler vb. edebi düşüklükler bulunmaktadır. Bu durum Kuran tercümelerinde parantez içerisinde ilaveler yapılarak düzeltilmektedir. Kur'anın uslubu da bazı yazarların eleştiri hedefleri arasında yer almıştır. Necm suresi örneğinde görülebileceği gibi Kur'anın bazı ayetlerinde kullanılan sıfat ve zamirlerin kime ait olduğu belli değildir. Bu durum tercüme ve tefsir yapanların ayetlere kendi anlayışlarına göre anlam vermelerine yol açar.

Kur'anda bulunan gramer uygunsuzlukları değişik teorilerle izah edilmeye çalışılmıştır. Konu farklı kişilerce hata veya istisnai kullanım olarak değerlendirilir. Tartışma zamir, isim ve sıfatların uygunsuz kullanımı, müzekker-müennes uygunsuzluğu, tekillik-çoğulluk kurallarına uyulmaması gibi değişik kategorilerde incelenen çok sayıda uygunsuz kullanımla ilgilidir. Kur'andaki gramer uygulamaları ile ilgili bir iddia da gelecekle ilgili ifadelerde mazi (geçmiş) sigasının kullanımıdır. Buna göre bu şekilde anlatımın başka örnekleri de bulunmakta ve ay'ın gelecekte parçalanacağı Kamer suresinde bu şekilde anlatılmaktadır.

Kur'anda "anlaşılsın diye apaçık bir Arapça ile indirildiği" ifadesi bulunmakla birlikte, Arapça dışında İbranice, Hintçe, Farsça, Habeşçe, Berberi, Roma, Kıpti, Yunan ve Süryani vb orijinli Garaib-i Kur'an diye isimlendirilen çok sayıda kelime Kur'anda bulunur. Bu kelimelerin ifade ettiği inançların da bazı değişimler göstererek birlikte İslam kültürüne ithal edilmiş olduğuna işaret eden bu kelimelerden bazıları şunlardır; melek, Harut ve Marut, şeytan, cehennem, iblis, ifrit, cin, Hüda, Esma-ül Hüsna’dan Rahman, Aziz vb. Celaleddin Suyuti bu kelimelerin sayısının 275 olduğunu ifade etmektedir.

e- Kur'an'ın anlatı ve hikayelerinin yapısı

Kur'an birçok ayetinde sembolik ifadelerle cansız varlıkları konuşturur, duygu ve insansı hareketler verir, emirlere itaat ettirir. Kur’anın üçte ikilik bölümünü oluşturan Kur’an anlatılarını inceleyen bazı ilim insanları kıssaları tarihsel olanlar, temsili kıssalar ve mitolojik olanlar olarak sınıflandırmışlardır. Tarihsel anlatımlar anonim hikâyelerin taşıdığı özellikleri taşır. Örneğin hikâyelerde kişiler ve yerler kaymış, zaman yüzyıllar öncesine veya sonrasına atılmıştır. Hikâyelerin kendi devirlerinde kabul edilebilir gerçeklikleri bulunmasına rağmen yüzyıllar içerisinde sözlü geleneğe ait olan bu hikâyeler kültürden kültüre değişerek geçmiş, tamamen veya kısmen efsaneleşmiş, mitolojik parçalar ilave edilmiştir.

f- Kur'an'daki İslam ile Uygulamadaki İslam Farklı mıdır?

Hicr Suresi’nin 9. ayetinde şöyle denilmektedir: «Kur’an’ı ( zikri ) kesinlikle biz indirdik; elbette yine onu biz koruyacağız.»

Bu ayete dayanarak Müslümanlar, Kur’an’ın Tanrı tarafından korunduğuna dolayısıyla onu değiştirmeye / tahrif etmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğine inanmaktadırlar. Ancak Kur’an’ın değiştirilme ve tahrif edilme tehlikesinin bulunmadığı, çünkü Allah’ın onu koruduğu yönündeki inanca rağmen ilk Müslümanların Kur’an’ı koruma altına almak için harekete geçtiklerini ve böylece Kur’an’ın bir komisyon tarafından önce toplanıp mushaf haline getirildiğini, Halife Osman döneminde de kitaplaştırılıp çoğaltıldığını bilmekteyiz. Burada kuramsal olarak iki soru gündeme gelmektedir:

Birincisi; madem Kur’an’ı Tanrı korumaktadır, niçin insanlar onun tahrif edilebileceği, unutulabileceği kaygısıyla onu mushaflaştırmış ve sonra da kitaplaştırmışlardır ? Tanrı’nın vaadine rağmen niçin böyle davranmışlardır? Tanrı’ya güvenmemiş olacak değildirler ya …

İkincisi; Kur’an’ın lafzının değişmemiş olmasının pratikte ne yararı vardır? Ortada tek bir Kur’an olmasına karşın birbirine çok uzak görüşlere sahip Müslümanların mevcudiyeti; onlarca mezhep, tarikat, cemaat, meşrep vb.lerinin varlığı hiç değişmemiş Kur’an’a rağmen nasıl açıklanabilir? Hemen hemen okuyan herkesin farklı şeyler anladığı, farklı görüşler edindiği ve hatta biribirine zıt hükümler çıkardığı Kur’an’ın lafzen değişmemiş olmasının kılgısal / pratik değeri nedir? Aynı kitaba bakıp birbirlerini kafirlikle itham edecek kadar farklı şeyler anlayan insanlar için Kur’an’ın hiç değişmemiş / tahrif edilmemiş olmasının ne anlamı vardır?

Bu sorular başta Müslüman araştırmacılar olmak üzere konu ile ilgilenen tüm bilim adamları tarafından olumlu veya olumsuz, daha doğrusu İslam teolojisinin lehinde veya aleyhinde yanıtlanmaya çalışılmaktadır. Bu konudaki tartışmaların sürgit devam edeceği muhakkaktır. Ancak bizce birinci soruya / sorular öbeğine verilecek yanıt şu olmalıdır:

Tanrı’ nın Kur’an’ı koruma vaadi, müslümanların onu korumaları yoluyla gerçekleşmiştir. Müslümanlar bir anlamda Tanrı’nın vaadinin gerçekleşmesinde vesile rolü oynamışlardır. Tanrı’nın vaadine güvenmemek bir tarafa onun vaadinin gerçekleşmesini sağlamışlardır.

Yine bizce ikinci soruya, ya da sorular öbeğine verilebilecek yanıt da şu olabilir:

Kur’an’dan herkesin farklı şeyler anlaması, bu farklılıklar aşırı düzeyde dahi olsa, Tanrı’nın insanları ve insanlığı tekdüzeleştirmemek, farklı yorumların oluşumuna imkan sağlamak için Kur’an’ı deyim yerindeyse bilinçli olarak/isteyerek elastiki/Batıni anlamları mündemiç kılmasından dolayıdır. Bu, Tanrı’nın insanlara rahmetidir. Yani Tanrı, bizzat kendisi insanların/müslümanların farklı fikirlere / farklı din anlayışlarına sahip olmalarını murad etmektedir.

Kur’an’ın değiştirildiği yönündeki iddiaların hiçbir ciddi ve bilimsel dayanağı yoktur. Kaldı ki Kur’an değiştirilmek istenseydi bile İmam Ali’nin buna karşı çıkması ve bu karşı çıkışın tarihi işaretlerinin bulunması gerekirdi. Bu bağlamda yani Hazreti İmam Ali’nin karşı çıkması anlamında bir olayın kaydedilmediği ve üstelik Halife Ebubekir tarafından bir araya toplanıp Halife Osman tarafından kitaplaştırılarak çoğaltılan Kur’an’a Hazreti Ali’nin bir itirazının vaki olmadığı bilinmektedir. Ancak yine de Kur’an’ın değiştirildiği, Kur’an’dan özellikle Hazreti Ali’nin imameti ile ilgili ayetlerin çıkarıldığı tarzında iddialar bulunmaktadır. Bu iddiaların, tarihin hiçbir döneminde ciddi sayıda taraftarı olmamıştır. Ancak yine de kafaları karıştıran bazı hususlar vardır. Sözgelimi; Kur’an’ın derlenmesi sırasında bir komisyon kurulup, bu komisyona getirilen ve ayet olduğu iddia edilen “söz”lerin gerçekten ayet olup olmadığının saptanması için bir çabanın mevcudiyeti söz konusudur. Böylesi bir çabanın mevcudiyeti bile aslında şöyle bir kuşkuyu doğurmuyor mu?

Demek ki, o dönemde pekçok insanın ezberinde bulunan veya bir kısım kimseler tarafından çeşitli levhalara yazılarak korunan “söz” lerin hangilerinin tanrısal vahiy ürünü olduğu yani ayet olup olmadığı tam bir kesinliğe sahip değildir. Şayet gerçekten böyle bir kesinlik söz konusu olsaydı, o vakit bir komisyona gereksinim duyulmazdı. Yapılacak iş, sadece ayetlerin bir araya toplanmasından ibaret olurdu. Halbuki ayet olduğu iddia olunarak komisyona getirilen sözlerin ayet kabul edilebilmesi için temel bir kriter belirlendiğini ve bu kritere uymayanların ayet kabul edilmeyip bunların mushafa konulmadığını bilmekteyiz. Ayrıca hemen belirtelim ki, bir sözün ayet olup olmadığını saptamak için kararlaştırılan ölçüt (kriter veya kıstas) o sözün iki şahit / tanık tarafından getirilmesidir. Şu an eldeki mevcut Kur’an’ın tüm ayetlerinin bu kıstasa göre derlendiğini ancak Tövbe Suresi’nin son iki ayetinin istisna edilerek tek tanıkla Kur’an’a alındığını biliyoruz. Belki de gerçekten ayet olduğu halde iki tanık bulunamadığı için ayet kabul edilmeyip Kur’an’a alınmayan ya da aslında ayet olmadığı halde birtakım kaygılarla (siyasal vb.) ayet addedilerek mushafta yer bulan sözler de vardır. Bu teorik yaklaşımımızı destekleyen kimi rivayetler sözkonusu ise de bunların isbatı mümkün olmadığı için diyoruz ki, Kur’an’ın değiştirildiği / tahrif edildiği yönündeki iddiaların ciddi bir tarihsel / olgusal ve bilimsel dayanağı yoktur. Lakin yine de mantığımız bizi yukarıda sıraladığımız soruları sormaya sevkediyor. Sanıyorum burada sorulması gereken ve fakat akli anlamda bir yanıtı bulunmayan bir diğer soru da şudur: «Yüce Tanrı, Kur’an’dan evvel gönderdiği kutsal kitaplar için bir koruma vaadinde bulunmamışken niçin Kur’an için böyle bir vaatte bulundu? Yanıt, herhalde, «Yalnız Allah bilir» demek olacaktır.

Sünni ve Şii Müslümanlar, Kur’an’ın her hükmünün ve her ayetinin her çağda ve her coğrafyada geçerli olduğunu yani Kur’an’ın tümüyle evrensel ve zaman üstü olduğunu ileri sürerler ancak yine de Kur’an’daki pek çok hükmü uygulamazlar. Uygulamadıkları hükümlerin aslında uygulanamaz hükümler olduğunu görmek istemezler. Üstelik bu gerçeği asırlardır söyleyen Alevi-Bektaşi-Batıni kitlelere karşı da geçmişte olduğu gibi bugün de mütecaviz bir tutum sergilerler. Unutmayalım Alevi-Bektaşi yaklaşımı Kur’an’daki pek çok ayetin yerel anlamlı ve kimi ayetlerin de zamana kayıtlı olduğunu/hükümlerinin geçersiz hale geldiğini savunurlar.

 

g- Batınî ve Alevilik-Bektaşilik inançına göre Kur’an

Alevilik-Bektaşilik inançına göre Kur’an Hz. Muhammet’in gönlüne yansıyan, gönlünde tecelli eden bilgilerin onun sezgisel aklı tarafından yorumlanması, yorumlanıp açıklanmasıdır. Hz. Muhammet’in öğretisi olan Kur’an üç bölümden oluşur: 1- Dualar;2- Yol arkadaşlarına açıkladığı bilgiler; 3- Yalnız Hz. Ali’ye verdiği sırlar.

Hz. Ali bu üç bilgiye de sahip olduğundan Kur’an-ı Natık (konuşan Kur’an) durumundadır.

Alevi-Bektaşi inancına göre, Hz. Muhammet, Cebrail tarafından harekete geçirilince konuşan ve Tanrı kelamını aktaran bir otomat değil, bağımsız bir düşünür olarak algılanır. Cebrail, Hz. Muhammet’in sezgisel aklından başka bir şey değildir. Muhammet düşünürken bir insan olarak düşünüyordu. Sünniliğin anladığı/algıladığı anlamda bir “Tanrı vahyi” yoktur; ne yazılmışsa, ne söylenmişse tümü insanların eseridir; bu nedenle bilimsel açıdan ele alınıp incelenebilir.

Her kâmil insan, yaşadığı dönemin gerçek Kur’an’ıdır. Hayatta olmayan kâmil insanların yazıları, sözleri, onların yaşam deneyimlerinden başka bir şey değildir. Onları dogmatik olarak yorumlamak, içinden kimi söz ya da söz gruplarını seçerek doğru kabul etmek, gerçeklerle bağdaşmaz. Her kâmil insan bağımsız olarak düşünebilen bir varlıktır; daha önce yaşamış kâmil insan insanların görüşlerini benimseyebileceği gibi yadsıyabilir de.

 

1- Kur'an'a göre Zahir ve Bâtın ayırımı nedir?

Kur'an'da Zahir ve Bâtın:  el-Kehf (Mağara) suresi

Kur'an-ı Kerim'in 18.ci suresi  el-Kehf (Mağara)da zahir ile bâtın izah ediliyor:

Tevsirlerde, Musa'nın yanındaki genç Yûşâ b. Nûn'dur ve ondan ilim öğrenir. Ayette sözü edilen iki denizin hangi denizler olduğu belli değil. Bir anlayışa göre bu denizlerden biri Zahir alemi (Musa) diğeri de Bâtın alemi (Hızır)denizleridir.

Rivayete göre genç bir yakını ile Musa bu seyahate kendisinden daha bilgili olduğu haber verilen Hızır ile buluşmak için çıktı. Yanlarına yolda yemek için cansız (tuzlanmış) balık aldılar. Bu balık Allah'ın kudreti ile nerede canlanır, denize sıçrayıp giderse bu, Hızır'ın orada olacağına işaretti.

(60)O zaman Mûsâ beraberindeki gence şöyle demişti: "İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım, yahut uzun zaman gideceğim."

(61) Onlar iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. Balık denizde yolunu tutup kayıp gitti.

(62) Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ beraberindeki gence "Öğle yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan dolayı çok yorgun düştük" dedi.

(63) Genç adam "Gördün mü! Kayaya sığındığımız sırada balığı unutmuşum. –Doğrusu onu sana söylememi bana ancak şeytan unutturdu- Balık şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti" dedi.

(64) Mûsâ: "İşte aradığımız bu idi" dedi. Bunun üzerine tekrar izlerini takip ederek gerisin geri döndüler.

(65) Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

(66) Mûsâ ona, "Sana öğretilen bilgilerden bana, doğruya iletici bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı?" dedi.

(67) Adam şöyle dedi: "Doğrusu sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin."

(68)"İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye (bilgiye) nasıl sabredebilirsin?"

(69) Mûsâ, "İnşaallah beni sabırlı bulacaksın. Hiçbir işte de sana karşı gelmeyeceğim" dedi.

(70) O da şöyle dedi: "O halde eğer bana tabi olacaksan, ben sana söylemedikçe hiçbir şey hakkında bana soru sormayacaksın.

(71) Derken yola koyuldular. Nihayet, bir gemiye bindiklerinde (adam) gemiyi deldi. Mûsâ, "Sen onu içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu, şaşılacak bir iş yaptın." dedi.

(72)Adam, "Sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin, demedim mi?" dedi.

(73) Mûsâ, "Unuttuğum için bana çıkışma ve bu işimde bana güçlük çıkarma!" dedi.

(74) Yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocukla karşılaştıklarında adam (hemen) onu öldürdü. Mûsâ, "Bir cana karşılık olmaksızın(kimseyi öldürmediği halde) suçsuz birini mi öldürdün? Andolsun çok kötü bir iş yaptın!" dedi.

(75)Adam, "Sana, benimle beraberliğe (olacak olaylara)asla sabredemezsin demedim mi?" dedi.

(76) Mûsâ, "Eğer bundan sonra sana bir şey hakkında soru sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme. Doğrusu, tarafımdan (dilenecek son) özre ulaştın (bu son özür dileyişim)" dedi.

(77) Yine yola koyuldular. Nihayet bir şehir halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Halk onları konuk etmek istemedi. Derken orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. Adam hemen o duvarı doğrulttu. Mûsâ, "İsteseydin bu iş için bir ücret alırdın" dedi.

(78) Adam, "İşte bu birbirimizden ayrılmamız demektir" dedi. "Şimdi sana sabredemediğin şeylerin içyüzünü anlatacağım."

(79) "O gemi, denizde çalışan bir takım yoksul kimselere ait idi. Onu yaralamak istedim, çünkü onların ilerisinde, her gemiyi zorla ele geçiren bir kral vardı."

(80) "Çocuğa gelince, anası babası mü'min insanlardı. Onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk."

(81) "Böylece, Rablerinin onlara, bu çocuğun yerine daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk vermesini diledik."

(82) Duvar ise şehirdeki iki yetim çocuğa ait idi. Altında onlara ait bir define vardı. Babaları da iyi bir insandı. Rabbin, onların olgunluk çağına ulaşmalarını ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını istedi. Bunları ben kendi görüşüme göre yapmadım. İşte senin, sabredemediğin şeylerin içyüzü budur."

Kur’an’ın batınî/içsel anlamlarının olduğu savı Kur’an kaynaklıdır. Nitekim Ali İmran Suresinde şöyle denilmektedir:

«Onun ayetlerinin bir bölümü muhkem (anlamı açık) dir. Onlar kitabın anasıdır. Öbür ayetlerse müteşabih (içsel anlamı olan) tir… Onun yorumunu ise ancak Tanrı ve bilimde derinleşenler bilir…”

Ayrıca yine Zümer Suresi’nde şöyle denilmektedir:

«Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer iç içe anlamlar içeren ( mesani ) / batıni anlamları olan bir kitap halinde indirmiştir…»

Bu ve bunun gibi pek çok ayet Alevilerin savlarının dayanağıdır.

2- Zahir  mi  Bâtın mı?

Kur’an’ın zahiri/dışsal anlam ve yorumlarının günümüz dünyasına yanıt veremediği artık apaçık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Zahiri/dışsal anlam ve yorumların sadece bu çağda değil geçmiş dönemlerde de toplumsal yaşam bağlamında pek çok sorunlara yol açtığı tarihsel olarak sabittir.

Aleviler, Kur’an’ın batıni/içsel anlamlarına uymayı ilke edinmişler, zahiri anlamlara boğulan ve dini dar kalıplara hapsedip her türlü gelişmenin önüne engel olarak koyan kimi bağnaz din bilginlerine yüzyıllar boyu karşı çıkmışlardır. Bilindiği gibi bu karşı çıkışlarının bedelini de çok ağır bir biçimde ödemişlerdir ve hala da ödemeye devam etmektedirler. Hallac–ı Mansur’un asılarak idamı, Seyyid Nesimi’nin derisinin yüzülmesi gibi olaylar bunlardan sadece iki misaldir.

Aleviler, Kur’an’ın gerçek yorumunun ve içsel anlamının başta Hz. Ali olmak üzere tasavvufi derinliği olan kişilerce keşfedildiğini/keşfedilebileceğini savunurlar. Nitekim Hz. Muhammed, Hz. Ali’yi ilim şehrinin kapısı olarak nitelemiş ve ona Kur’an’ı anlamak noktasında en yüksek payeyi vermiştir. Onu kendi yerine vasi tayin etmesi de bu nedenledir. Kuşkusuz Kur’an’ı, Hz. Muhammed’in yerine vasi tayin ettiği bir kişiden daha iyi hiç kimse yorumlayamaz. Bu nedenledir ki, Hz. Ali, “ene Kur’an–u natık “ yani “ Ben konuşan Kur’an’ım” demiştir. Hz. Ali bu sözü Sıffın Savaşı sırasında askerlerinin mızraklarının uçlarına Kur’an sayfaları taktıran Muaviye’nin hilesine kanıp savaşmaktan vazgeçen ve “ Biz Kur’an’a saldıramayız “ diyen kendi askerlerini ikna için söylemiştir. Fakat bir kısım askerler, Hz. Ali’nin bu sözüne rağmen savaşmaktan vazgeçip Muaviye’nin savaşı kazanmasına neden olmuşlardır. Bu olay Kur’an’ın siyasete alet edilmesinin ilk örneklerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Hz. Ali de bu tavrıyla dinin ve kutsal değerlerin siyasete alet edilmesine ilk karşı çıkanlardan olarak tarihçe kaydedilmiştir. Alevi/Bektaşi inancına göre Hz. Ali, Kur’an’ın ta kendisidir. Bugün Kur’an’dan anlaşılan yazılı bir belgedir. Ancak Hz. Ali o yazılı belgenin konuşan, cisimleşmiş halidir. Alevilerin Hz. Ali’yi gerçek Kur’an, cisimleşmiş Kur’an olarak gördüklerinin en edebi ifadelerinden biri Virani Baba’ya aittir

Ali İncil, Ali Tevrat,

Ali Zebur, Ali Kur’an,

Ali Fazl’ur – Rahman,

Ali’dir sümme vech’ul-lah.”

Onun, Kur’an’ın batıni yorumuna olan hakimiyetini ve böylece dinin gerçek boyutunu keşfetmesini anlatan, edebi olarak bu gerçeklere dikkat çeken görkem yüklü şiirlerden biri de Şahkulu Sultan Dergahı post sahibi Hilmi Dedebabaya aittir:

“Ali evvel, Ali ahir,

Ali tayyib, Ali tahir,

Ali batın, Ali zahir,

Ali göründü gözüme.

 

Ali candır, Ali canan,

Ali rahim, Ali rahman,

Ali dindir, Ali iman,

Ali göründü gözüme.”

 

Üstelik kuramsal olarak Kur’an, kendi ayetlerinin bazılarının zamanla geçersiz hale gelebileceğini söyleyerek (ki bu duruma Tefsir literatüründe nesh denmektedir) tarihselliği kabul etmektedir. Kur’an’daki hukuksal ve sosyal anlam ve hüküm içeren pek çok ayetin hükmü kalkmıştır. Özellikle miras, kadının statüsü, ceza hukuku, cariye hukuku vb. konulardaki ayetlerin uygulanabilirliği kalmamıştır.

Aleviler bu gerçeği yüzyıllardır söylemektedir. Onlar, Kur’an’ın bir öğüt kitabı olduğunu kabul etmişler ve onu bir dogma şeklinde görme yanlışına düşmemişlerdir. Kur’an’ın ortaya koyduğu ahlaki ve kimi inançsal esaslar, evrensel ve zaman üstü olmakla birlikte hukuksal ve sosyal alanlardaki ayetlerin, indiği dönemde geçerli olduğunu, sonraki zamanlarda yeni koşullarla birlikte yeni hükümlere ulaşılması gerektiğini ve bunun da ancak akılla yapılabileceğini ısrarla savunmuşlardır.

Yüce Allah’ın vahyi sadece Kur’an’dan ibaret değildir. Yani Kur’an’la son bulmuş değildir. Bunu bizzat Kur’an’ın kendisi ilan etmektedir:

“ De ki; Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa, rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz mutlaka biter. Bir o kadarını daha getirsek de yetmez. “

“ Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah’ın sözleri bitmez. Kuşku yok ki, Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir.

Demek ki Yüce Allah’ın vahyi yani sözleri Kur’an’la bitmemiştir. Kur’an vahyin sonu değildir. Allah’ın vahyi sonsuzdur ve süreklidir. Anlaşıldığı üzere vahiy devam etmektedir. Peki bu vahyin içeriği nedir? Artık yeni bir peygamber gelmeyeceğine göre - ki Kur’an böyle söylemektedir – devam etmekte olan vahiy, peygamberi / nebevi bir vahiy değil, başka türde bir vahiydir. Bizce bu, Tanrının insanoğluna ihsan ettiği en büyük nimet olan akılla alınan bir vahiydir. Ancak bu akıl her bireyde bulunan akıl değil, evrensel akıldır, ortak akıldır. İnsanoğlu bu akılla, Allah’ın dilediği kadar ve dilediği sürede yeni bilgilere ulaşmakta, yeni keşifler yapmakta ve Tanrının en büyük kutsal kitabı olan evreni / evrendeki yaşamı okumaktadır. Bu okuma edimi Allah’ın izniyle olmakta, dolayısıyla bu okuyuş, Tanrısal vahyin sürekliliğini ifade etmektedir. İnsanın, evreni ve ondaki yaşamı okumasından bilim ve bilgi açığa çıkmaktadır. Bilim ve bilgi ise ayette işaret edilen “ Allah’ın tükenmeyen sözleri ”dir. Yani sona ermeyen vahyidir. O halde bilime uymak, Allah’ın sonsuz ve sınırsız vahyinden nasiplenmektir. Bu noktada Kur’an’ın , “ Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? “ şeklindeki ayeti hatırlanmalıdır. Yine Alevi-Bektaşilerin serçeşmesi Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin; “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” buyruğu unutulmamalıdır.

 

3-Zahirde ve Batında Miraç ve anlamı nedir?

Mir’aç Hakka yolculuktur. Madde âleminden mana âlemine geçiştir. Diğer bir deyimle de yol’a giriştir.

Hz. Muhammet'in, kendi aklıyla bâtının ayrımına varması; bâtının ayrımına varacak biçimde bir “düşünsel yolculuğa” çıkması ve mürşit aşamasına ulaşması kendi aklının sonuçlarına koşacak biçimde seyahat etmesidir.

Bir sufinin, yetişmiş olmanın, ham evrahlıktan kâmil insan durumuna gelmenin kanıtı anlamında bir “iç yolculuk” yaparak “Enel Hak” noktasına çıkması sufi miraçıdır.

Bir talibin miracı ise eğitim sürecine girerek eğitilmesine koşut bir makamdan diğer makama yükselmesidir.

 

4-Aleviler için İslamın beş şartı ne demektir?

İslamın beş şartı sünni islamda farz olduğuna inanılan yükümlülükler bütünüdür. Kur'an'da açık emir olarak geçen ibadet ve eylemlerin yapılması, inananlara şarttır. Bununlardan özellikle 5 tanesi geleneksel islamda İslam'ın Beş Şartı adıyla bilinir ve önemi vurgulanır. Anlayış Abdullah bin Ömer ve babası Ömer bin Hattab aracılığıyla aktarılan ve Sünni islamda sahih olduğu kabul edilen ünlü Cibril Hadisine dayanır. Hadiste, vahiy meleği olarak kabul edilen Cebrail sahabelerden Dıhye kılığına bürünerek peygamber ve arkadaşlarını ziyaret eder, peygambere çeşitli sorular sorar. Bu sorulardan biri ve aldığı yanıt şöyledir:

'Ya Muhammed! Bana İslam'ın ne olduğunu söyle!' Muhammed: 'İslam; Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Resulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir' buyurdu. O zat: 'Doğru söyledin' dedi. '"

Bu hadisten yola çıkarak İslam'ın beş şartı adıyla şu ibadetler temel kabul edilmiştir:

- Kelime-i şehadet getirmek,

- Namaz kılmak,

- Oruç tutmak,

- Zekât vermek,

- Hacca gitmek.

Namaz: Zaman, mekan ve vakite bağlı kalınmaksızın Tanrı’yı sürekli anmaktır. Her an Tanrı’yı gönlünde taşıma, bu yolla sürekli namazda olma. İnançta gönül hem Tanrı’nın evi hem de tanrısal olana ulaşma amacı olan gönül bilgisinin, sezgisel aklın birikmiş biçimidir. Yani Tanrı’yı kendi gönül evinde konuk etmek O’nunla söyleşmek, namaz anlamında asıl ibadet olarak algılanır. Namazdan maksat arınmaktır ve kötülüğü terk etmektir.

 

Oruç: Gerçek müminin orucu senede 365 gündür. O kişi yaşamı boyunca halk için çalışır paylaşımcıdır. Komşusu aç iken o tok gezemez. İnsanlar sefalette iken o saltanatta olmaz. O gerçek mümindir ki sadece nefsini değil yani midesini değil, bütün uzuvlarını harama karşı bağlı tutar.

 

Hac’a Gitmek: Batıni hac yoksulları yetimleri doyurup giydirmek insanların gönlünü kazanmak ve gönüle girmektir. İnançta gönül Tanrı’nın evidir. Her emek verilerek yaşanılarak elde edilen gönül bilgisinin (sezgisel) aklın birikmiş biçimidir. Gönülde Tanrı konuktur bilgi ağırlayandır. Bilgiyle gönül evinde Tanrı’yı ağırlama ve onun hizmetinde bulunma hac olarak algılanır.

 

Hararet nardadır saçta değildir

 

Keramet baştadır taçda değildir

 

Her ne ararsan kendinde ara

 

Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değil.

 

Hacı Bektaş Veli

Zekat vermek: Batıni olarak Tarikat yolunda tanrı katına ulaşmak için kendi varlığından vazgeçme. Kendi varlığından vazgeçerek kendini temizleme. Yani kendi varlığından vazgeçme, birey olarak dünyasal isteklerine sırt çevrime anlamını taşır. Amaçlanana ulaşabilmek için kimi doğal gereksinmelerini karşılamada perhizli olma, felsefede doğal olandan sapma değil, doğal olana karşı durmayı bir eğitim aracı olarak kullanmadır. Kendi bilgisinden diğer insanları yaralandırma, bu yolla kendini temizleme. Kendindekini bir başkasına katkıda bulunmadır.

 

5-Cihat nedir?

Cihat’ın iki türlü manası vardır.

 

- Zahiri Cihat: Vatan topraklarını ve namusunu korumak için savaşmak ve elinden geldiğince aklıyla, diliyle hakkı batıldan ayırt etmek için doğruyu savunmaktır.

 

-Batıni Cihat: Kişinin nefsiyle mücadele etmesidir. Sonuçta insanda her türlü kötülüğü yapmaya yatkın bir duygu hali vardır. Yani zorba bir hükümdar gibi kötülüğü emreden bir nefis vardır. Hz. Peygamberimiz bir kudsi hadisinde “Savaş eri Allah için nefsiyle savaşandır” buyurur. Bu bağlamda en büyük savaş insanın kendi nefsine karşı verdiği savaştır. Allah adına insanları öldürmek cihat değil katilliktir.

 

 

5- İslamın yayılışı ve siyasi-dinsel sorunlar

A- Dört halife devri “Hülefa-i Raşidin”

1- Ebu Bekir 632-634

Ebu Bekir, Benu Teym’lerin Kureyş kabilesindendir, Mekke’de doğmuştur. Babası Ebû Kuhafe, annesi Ümmü’l-Hayr Selma’dır. Teymoğulları kabilesi Mekke’de önemli bir yere sahipti. Ticaretle uğraşıyorlar, toplumsal temasları ve geniş kültürleri ile tanınıyorlardı.

Hz. Hatice’den sonra Rasûlullah’a ilk iman eden odur.

Hicrî on birinci yılda hastalanan Hz. Muhammed, 8 Haziran 632 yılında vefât etti. Onun vefâtını duyan müslümanlar büyük bir üzüntüye kapıldılar ve ilk anda ne yapmaları gerektiğine karar veremediler. Ebû Bekir, Hz. Muhammed’in iyi olduğu bir sırada ondan izin alarak kızının yanına gitmişti. Vefât haberini duyar duymaz hemen geldi.

Ebû Bekir, Ömer, Ebû Ubeyde ve Muhacirlerden bir grup Benû Saîde'ye gittiler. Orada Ensâr ile konuşulduktan ve hilâfet hakkında çeşitli müzakereler yapıldıktan sonra Ebû Bekir, Ömer ile Ebû Ubeyde'nin ortasında durdu ve her ikisinin ellerinden tutarak ikisinden birine bey'at edilmesini istedi. O, kendisini halife olarak öne sürmedi. Ebû Bekir'in konuşmasından sonra Ömer atılarak hemen Ebû Bekir'e biat etti ve, "Ey Ebû Bekir, müslümanlara sen Rasûlullah'ın emriyle namaz kıldırdın. Sen onun halifesisin ve biz sana biat ediyoruz. Rasûlullah'a hepimizden daha sevgili olan sana biat ediyoruz" dedi. Ömer'in bu âni davranışı ile orada bulunanların hepsi Ebû Bekir'e biat ettiler. Bu özel biattan sonra ertesi gün Mescid-i Nebî'de Hz. Ebû Bekir bütün halka hutbe okudu ve resmen ona biat edildi.

Ebû Bekir Hz. Muhammed’in halifesi olduktan sonra, O’nun vefâtıyla Arabistan'da Mekke ve Medine dışındaki bölgelerde görülen dinden dönme hareketlerine, yalancı peygamberlere karşı savaş açtı. Esvedu'l-Ansi, Müseylemetü'l-Kezzâb, Secah, Tuleyha gibi yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarla bu zararlı unsurlar yok edilmiş, isyan bastırılmış, zekât yeniden toplanmaya ve Beytü'l-Mal'e konulup dağıtılmaya başlanmıştır. İçte isyancılarla mücâdele edilirken, dışta da iki büyük imparatorluğun, İran ve Bizans’ın ordularıyla karşılaşılmıştır. İran ve Filistin O’nun zamanında feth olunmuştur. Gerçekten İslâm ordusu fethettiği yerlerde kimseye zulmetmemiş, adaletiyle düşmanların takdirini kazanmış, müslüman olmayıp da cizye vererek İslâm’ın himayesine giren milletler huzur ve emniyet içinde yaşamışlardır.

Ebû Bekir, Ridde harplerinde, vahiy kâtiplerinin ve Kur’an hafızlarının birçoğunun şehit olması üzerine, Hz. Ömer'in Kur'ân'ın toplanması fikrine önce sıcak bakmamışsa da sonra ona hak vererek, Kur'ân âyetlerinin toplanmasını sağlamıştır. Hz. Muhammed zamanında peyderpey inen vahiy, kâtiplerce ceylan derilerine, beyaz taslara, enli hurma dallarına yazıldığı gibi, ashâbın çoğu da Kur'ân hâfızı idi. Ebû Bekir, Zeyd ibn-i Sâbit'in başkanlığında bir heyet teşkil ederek, herkesin elindeki âyetleri getirmesini emretti. Böylece bütün âyetler toplandı ve "Mushaf" meydana getirildi. Bu Mushaf Ebû Bekir'den Ömer'e, ondan da kızı Hafsa'ya geçti ve Hz. Osman zamanında yeniden ele alınıp çoğaltılarak Dârü'l-İslam’ın bütün vilâyetlerine dağıtıldı.

Hilâfeti iki sene üç ay gibi çok kısa bir müddet sürmesine rağmen Hz. Ebû Bekir zamanında İslâm devleti büyük bir gelişme göstermiştir. Hz. Ebû Bekir Hicrî 13. yılda Cemâziyelâhir ayının başında hicretten sonra Medine'de yakalandığı hastalığının ortaya çıkması üzerine yatağa düşünce yerine Hz. Ömer'in namaz kıldırmasını istedi. Ashâbla istişâre ederek Hz. Ömer'i halifeliğe uygun gördüğünü söyledi. Hz. Ömer'in sert ve kaba oluşu gibi bazı itirazlara cevap verdi ve hilâfet ahitnamesini Hz. Osman'a yazdırdı. Ebû Bekir, 634 yılında, altmış üç yaşında vefât etti. Vasiyeti gereği Hz. Muhammed’in yanına defnedildi.

2- Ömer 634-644

Ömer,581 yılında Mekke’de doğmuştur. Babası, Hattab b. Nüfeyl annesi, Ebu Cehil’in kardeşi veya amcasının kızı olan Hanteme’dir. Ömer de Ebû Bekir gibi, İslam’dan önce ticaretle meşgul olmuş, pek çok belde görmüş, bilgili ve kültürlü biriydi. Kureyşliler içinde okuma yazma bilen sayılı kimseler arasında yer alıyordu.

Ebû Bekir’in kısa halifelik döneminde en büyük yardımcısı Ömer olmuştur. Ömer Hz Ebu Bekirden sonra 2. Raşid halife olarak is başına gelmiştir.

Arap yarımadasi O’nun döneminde islâmin hakimiyetine boyun eğmiştir. Halifeliği sırasında o zamanın iki büyük devleti olan Bizans ve Sâ’sâni İmparatorluklarının hâkimiyeti altında bulunan Suriye, Filistin, Mısır, Irak ve İran’ı İslâm Devleti’nin sınırları içine aldı. Zamanında 1036 büyük şehir zapt edildi. Kuzey Afrika’dan Türkistan’a Azerbaycan’dan Yemen’e kadar uzanan ve iki milyon kilometre kareden büyük olan İslâm Devleti’ni, kurduğu mükemmel müesseselerle gayet muntazam bir şekilde idâre etti. Devleti idâri bölgelere ayırdı. Bu bölgelerin en başta gelenleri Hicaz, Suriye El-Cezîre, Basra, Kûfe, Mısır, Filistin, İran, Horasan ve Kirman bölgeleri idi. Her bir idâri bölgenin başına bir vâli tayin etti. Buraların idâresini verdiği vâlilerin, memur ve diğer görevlilerin seçiminde ve denetiminde son derece titiz davranırdı. Davalara bakması için mahkemeler, adlî teşkilâtlar, suç ve zabıta işlerine bakan, satıcıları kontrol eden, halkın birbiriyle olan günlük münasebetlerini düzenleyen teşkilâtlar kurdu. Beyt-ül-mal için ayrı bir yer ve yürütülmesini sağlayacak memurlar tayin edildi. Yollar, köprüler inşaa edilip, su kanalları açılmıştı. Mekke’de hacılar için, yollar boyunca misâfirhâneler, hanlar yapılıp, kuyular açılmıştı. Yeni feth edilen bölgelerde yerleşim merkezleri kurulup buralar imâr edildi.

Fethettiği bölgelerdeki halk, müslümanlardan gördükleri müsamaha ve âdil davranışlardan etkilenerek kitleler halinde İslâma giriyorlardı. Fakat İslamın yayılmasında yerel kültürel ve etnik çokseslilikte beraberinde bazı zorluklar ve çatışmalar getirmeye başladı.

En çok adalete dikkat etti. “Ömer’in adaleti” tabiri sadece Müslümanlar tarafından değil, tüm insanlığın ortak örnek ve övüncü olmuştur. Ömer adli teşkilatın temellerini kurdu. Mahkeme usulünü tesbit etti.Ebû Mûsâ Eş’arîye yazdığı aşağıdaki mektûb hukuk usûlü bakımından şaheserdir:

Kaza Da’vâları hal ve değiştirmesi ve bozulması caiz olmıyan bir farizadır ve uyulması icâb eden bir sünnettir. Bir hâdise (olay, vak’a) hakkında sana baş vurulunca, iki tarafın sözlerini güzelce dinle, anla; bir hak ikrâr ve itiraf edilince, hükme rabt et (bağla) tenfiz eyle, (hükmü yerine getir). Çünkü infaz edilmiyecek olan hak bir sözün sadece söylenmesi fayda vermez. Karşında, meclisinde, adâlet huzûrunda insanları eşit tut. Tâ ki, mevki’ sahipleri senden tarafgirlik ümidine düşmesinler, zaif olanlar da adâletinden me’yûs, kalben kırık olmasınlar.»

Devleti teşkilatlandırdı, askerlerin kayıtlarının tutulduğu ve fey ve ganimet gelirlerinin dağıtımının kaydedildiği “divan” teşkilatını kurdu. Valilerden ayrı ve bağımsız çalışan kadılar tayin eden ilk kimsedir.

Ömer, fethedilen bölgelerde okullar açmış, buralara müderrisler tayin etmiş ve Kur’an-i Kerim’i okumak ve onunla amel edebilmek için gerekli olan eğitimin verilmesini sağlama yolunda gayret sarfetmiştir. Kur’an, Hadis ve Fıkıh ögretimi ile uğraşan bu âlimlere büyük meblağlar tutan maaşlar bağlamıştır.

İlk defa Hicrî takvimin kullanılmasına Ömer zamanında başlanmıştır. Hicri 17 de para bastırarak piyasaya sürdü.40 bin kişinin yaşayabileceği gibi şehirler tesis etti.

1 Kasım 644′te, kendisinden alınan verginin azaltılmasını isteyen, ancak talebi kabul edilmeyen İran’lı zerdüş bir köle olan Ebû Lü’lüe tarafından Medine’de sabah namazında hançerle saldırıya uğradı. Ömer “ölümüm, müslüman bir kişinin elinde kılmadığından ötürü Allah’a hamd olsun” diye dua etmiştir.

Ömer bin Hattab 3 gün sonra öldü. Aişe’nin izniyle hücre-i saadete gömüldü.

3- Hz. Osman 644-656

Osman bin Affân veya Osman ibn Affân, (d. 580 - ö. 17 Haziran 656)

Dört Büyük Halife'den üçüncüsü olan sahabi ayrıca cennetle müjdelelen on sahabeden biridir. 644 yılından 656'daki öldürülmesine kadar, 12 yıl boyunca, halifelik yapmıştır Dört Büyük Halife'den en uzun süre halifelik yapan odur.

Osman Muhammed’den 9 yıl sonra doğmuştur. Kureyş’in zengin Ümeyyeoğulları ailesindendi. Osman’ın babası Affan genç yaşta ticaret seferinde öldü. Osman babasından kalan mirasla aynı işi yapmaya devam etti ve Kureyş’in en zenginlerinden biri oldu.

Osman; Ali bin Ebu Talib, Zeyd bin Harise ve Ebu Bekir’den sonra Müslüman olan dördüncü erkekti. Osman’ın Müslüman oluşu ailesi Ümeyyeoğulları tarafından olumsuz bir şekilde karşılandı.

Aynı zamanda İslam peygamberi Muhammed'in de damadı olmuştur. Muhammed'in önce Rukiyye isimli kızıyla evlenmiştir. Daha sonra Rukiyye'nin vefat etmesiyle Muhammed'in bir başka kızı Ümmü Gülsüm ile evlenmiştir. Ümmü Gülsüm de kendisinden önce vefat etmiştir. Peygamberin iki kez damadı olması, iki kızıyla evlenmiş olması hasebiyle Zi'n-Nureyn yani "iki nur sahibi" olarak da anılır.

Hz. Osman’ın gerçekleştirdiği büyük ve tarihî hizmetlerinden birisi ve en mühimi, şüphesiz “Kur’ân-ı Kerim nüshalarının çoğaltılması” işidir.

Hz. Osman’ın hilafetinin ilk altı yılı fetihlerle geçti. Bu zaman içinde Afrika’nın mühim bir kısmı fethedildi. İspanya’ya ilk Müslüman akınları başlatıldı. Kıbrıs fethedildi. Ayrıca Hz. Ömer’in vefatını fırsat bilerek isyan eden Ermenistan ahalisi itaat altına alındı, Taberistan fethedildi. Bu yılın en mühim bir hadisesi, İslam donanmasıyla Bizans donanmasının Akdeniz’de karşı karşıya gelmesi ve İslam donanmasının 500 parçalık Bizans donanmasını bozguna uğratmasıdır. Bu zafer, Müslümanlara Akdeniz’de rahat manevra yapma imkânını kazandırdı. Müslümanlar, Malta ve Girit adalarına çıktılar. Bu arada bir grup Müslüman, Anadolu sahillerine çıkarken, diğer bir grup da İstanbul surlarına dayandı. Peygamber Efendimizin müjdesine layık olabilmek için gayret göstermişlerdi.

Yine bu zaman zarfında idarede eyalet sistemi kökleştirildi. İslam ülkesi mülki ve idari olmak üzere iki sisteme ayrıldı.

Hz. Osman’ın halifeliğinin son dönemi fitne ve karışıklıklarla geçmiştir. İslam tarihçileri, Hz. Osman’ın öldürülmesine sebep olan uygulamalar ya da olaylar hakkında bir dizi bilgi aktarılır. Devlet adamlarının atamaları, mushafların yakılarak tek örnek nüsha bırakılması, dinî sahada yapılan bazı yenilik ve farklı uygulamalar, bir kısım arazilerin devletleştirilmesi, bazı sahabîlere karşı gerçekleştirilen yaptırımlar, Hz.Osman’ın Ümeyyeoğullarına karşı cömert davranışları, Hz. Peygamber’in yüzüğünün Eris kuyusuna düşürülmesi bunların başlıcalarıdır. Bunula beraber sorun sadece bu birkaç mesele ile ilgili görülmemelidir. Toplumsal sarsıntılar patlama anlarında doğmazlar, aksine onlar bir birikimin ürünüdür. Fitne olarak isimlendirilen kaos Hz.Osman’ın kendisinin oluşturmayıp miras olarak devraldığı, ancak değiştiremediği şartlarla da doğrudan ilişkiliydi. Hz. Ömer devrinde genişleme heyecanıyla hissedilmeyen gerginlikler Hz. Osman döneminde giderek gün yüzüne çıktı.

Memnuniyetsizliği destekleyen faktörlerin çoğalmasıyla olaylar birdenbire patlak verdi. İşte Hz.Osman böyle bir durumda kendisini kabilelerin muhalefetiyle karşı karşıya buldu. Bu dönemde karşılaşılan problemler Arap toplumunda devlet anlayışının henüz tam olarak oluşmamış olması bakımından da değerlendirilmelidir. Bedeviler çöl hayatının özgür ortamından kopup, ayrıntılı ve güçlü bir bürakrasinin kontrolü altına girmek durumunda kaldılar. Bu onları bir yönden memnun etmiş olsa da, eski kabile kültürlerine oldukça ters düşüyordu. Ancak yeni Arap devleti, Medine hükümetinin ihtiyaç duymadığı düzenlemelere yeni yapısı gereği ihtiyaç duymaktaydı.

Bütün bu sebeplere, Abdullah ibni Sebe’nin yürüttüğü isyan hareketi eklenince, hilafetinin de 12. yılında Kûfe, Basra ve Mısır gibi bölgelerden gelen isyancılar, Hz. Osman’ın evini muhasara altına aldılar. Başta Hz. Ali olmak üzere ileri gelen sahabiler muhasarayı kaldırmak için gayret gösterdiyse de, buna bir türlü muvaffak olamadılar ve isyancılar Hz. Osman’ı öldürdüler.

Halifenin isyancılar tarafından öldürülmesi İslâm tarihinde bir dönüm noktası oldu. Arap kabilelerinde İslâm inancıyla beraber ortaya çıkan birlikteliğin ve buna bağlı olarak halifelik makamının itibarını zayıflattı. Bundan sonra hükümet ile kabileler arasındaki bağlar yalnız siyasî ve iktisadî düzeyde kaldı.

Üçüncü Halife Osman’ın öldürülmesi sonrası Hz. Ali halifeliği sahabenin ısrarları üzerine kabul etmiştir. Hz. Ali iç karışıklıkların çok yoğun olduğu bir dönemde ve bu karışıklıkları sonlandırmak amacıyla halifelik görevini kabul etmiştir.

4- Hz. Ali 656-661

a- Tarihi Ali:

Peygamber'in amcası Ebû Talip'in oğlu Hz. Ali milâdi takvime göre 21 Mart 598'de (bazı kaynaklara göre 21 Mart 599 da) Mekke / Kabe’de doğmuştur. 24. 01. 661 tarihinde ise, Abdurrahman İbni Mülcem-i Murâdî adlı bir Harici tarafından zehirli bir kılıçla şehit edilmiştir (kimi kaynaklar Hz. Ali’nin şahadetini 28 Ocak 661 olarak açıklarlar). Kabrinin Necef’de olduğu sanılıyor.

Hz. Ali, İslam Peygamberi Hz. Muhammed'in amcasının oğludur. Onun yanında büyümüş ve eğitimini önemli ölçüde ondan almıştır. İslamiyet’i ilk kabul eden kişidir. Ayrıca Hz. Muhammed'in kızı Hz. Fatima ile evlenmesi vasıtası ile onun damadıdır. Hz. Muhammed’in ‘’Ehl-i Beyt’im’’ yani ailem dediği kişilerden biridir. Hz. Fatima’dan doğan çocukları vasıtası ile Peygamber soyunun sürdürücüsüdür.

Tarihsel süreç içinde olayların ön plana çıkardığı bir “insan”dır. İslamı ilk kabul edenlerden, savaşlarda gösterdiği üstün cesaret ve kahramanlığıyla meşhur, “Hakem olayı”yla büyük bir haksızlığa mâruz kalmış ve nihayet şehit edilmiş bir “insan”.

Hariciler, Hz. Ali taraftarları içinden çıkan bir guruptur. Hz. Ali Halife olduktan sonra ona başkaldıran ve onu tanımayan Muaviye ile Hz. Ali arasında çeşitli ihtialflar çıktı. Kılıç zoru ile müslüman olanlardan olan Muaviye eskiden beri kin güttüğü ve fırsatlar kolladığı Hz. Ali’ye karşı Osman’ın öldürülme olayını bahane ederek savaş açtı. Sıffeyn savaşı denilen bu savaşı Hz. Ali kazandı. Ancak Muaviye hile ile başka çelişkiler yarattı ve Hz. Ali taraftarları arasında huzursuzluklar çıkarttı. Bu huzursuzluklar sonucu Hz. Ali taraftarları içinden çıkan Harici’ler hem Hz. Ali ve hemde Muaviye’nin ortadan kaldırılmasını planlayarak Hz. Ali’yi şehit ettiler. Muaviye ise yaralı kurtuldu. Hariciler bu olaydan sonra hep Hz. Ali taraftarları ile savaşarak varlıklarını sürdüren bir gurup olarak günümüze kadar geldiler.

b- Teolojik ve Mitolojik Ali:

Çeşitli Müslüman toplumlarca tarihsel kişiliğinin ötesinde teolojik (dinsel) ve mitolojik kimlik kazanıp “Allah'ın velîsi (Veliyullah) ve Peygamber'in vasisî” “İmam” olarak algılandı hatta “tanrısallık” (Aliyullah) mevkiine yükseltildi. Bu siyasal bir gücün inisyatifi ve zorlaması olmadan, kendiliğinden işleyen bir kültürel sürecin yol açtığı müthiş bir inanç devrimi oldu.

Alevi inancında Hz. Alinin doğum tarihi 21 Mart’tır ve bugün Nevroz (Newruz) Bayramı kabul edilir. Aleviler arıca bugünün başka kudsiyetlerine de inanırlar. Nevruz da kimi yörelerde 9 güne kadar oruç tutulur, kurbanlar kesilir, kabirler ziyaret edilir ve sadakalar dağıtılır. Ateşler yakılır, halaylar çekilir, türküler söylenir, yaşama coşku ile bağlanarak umutlar yinelenir. Nevruz Alevilikte bir neşe ve Barış bayramıdır.

Hz. Peygamber, kendisinden sonra Halifenin kim olması gerektiği konusunda belirttiği beyan ve Hadisleri doğrultusundan yerine Vekil bırakmak istediği kişidir. Hz. Peygamber bir çok Hadis ve sohbetinde kendisinden sonra Hz. Ali'yi Halife olarak tanıtmıştır. Ne var ki Hz. Peygamberin vefatı ile verilen sözler unutulmuş ve Hz. Ali ile bazı taraftarları Hz. Peygamberin defin işlemleri ile ilgilenirken, diğerleri acele tarafından Ebu Bekir’i Halife seçerek bir oldu-bitti vakası ile Hz. Ali’nin hakkı olan Halifelik makamını gasp etmişlerdir.Hz. Muhammed’in Halifelik makamını Hz. Ali’ye layık görmesi ve onu önermesi elbette sıradan bir akrabalık ilişkisi olamazdı. Böyle olsa Hz. Muhammed’in kendi diğer bazı akrabalarını da bu mantıkla gözetmesi gerekirdi. Hz. Muhammed bir Hadislerinde Hz. Ali’yi kast ederek ‚’’Ali'nin on sekiz özelliği var ki, bunların hiç biri bu ümmetten hiç kimsede yoktur’’ buyurmuşlardır. Bu özelliklerden bir kısmı sadece akrabalık ilişkisi ve benzeri anlamlarla değerlendirilse bile, diğer başka özellikleri muhakkak ki Hz. Ali’nin olağanüstü birikim ve yeteneklerinden kaynaklanıyordu. Hz. Muhammed ‚’’ Ben İlim şehriyim, Ali onun kapısıdır, İlim isteyen kapısına gelsin’’ derken, diğer bir yanı ile de muhakkak ki Hz. Ali’nin bilgeliğine dikkat çekiyordu. Hz. Ali’nin en önemli özelliklerinden bir kaçı, insani ahlâk, yiğitlik, mazlumu koruma, cömertlik, yardımseverlik, erdem, vefa, olgunluk ve yola bağlılık konusunda “güvenilir olmak”tır. 1400 yıllık tarih boyuna dillere destan olacak ölçüde sevenlerinin gönlünde taht kurmasının hikmetlerinden biri budur. Alevi - Bektaşiliğin temel ahlak ilkesi olan “Eline, Diline, Beline sahip olmak” anlayışı Hz. Ali’de simgelenir. Onu bu yolun ana ilkesi haline getirir. Onun günsel yaşam ilkeleri ve yüzlerce söz ve konuşmalarını içeren deyimlerini bir araya getirdiğimizde bu anlamın ne kadar doğru olduğu çok net bir şekilde ortaya çıkar. Hz. Ali’nin öğretileri arasında en çok öne çıkan öğelerden biri onun büyük ilim sahibi olması ve bunu insanlarla paylaşmak istemesidir. Ayrıca ilimi iyi anlamak, halkın yararına kullanmak, yolu gözetmek anlaşılmalıdır. Gereksiz ve yanılgılı konuşmamayı özellikle gözetmekte, barış içinde ve hoşgörülü olmayı telkin etmektedir. Zulmü ve insanlara haksızlığı şiddetle men etmekte, defalarca haksızlığa uğranılsa dahi, insanların kendilerine haksızlık edenlere zulüm yapmamalarını ısrarla vurgulamaktadır. Her türlü yalan, dolan, iftira, ikiyüzlülük ve kem sözden insanları caydırmaya çabalar. Mütevaziliği ve alçakgönüllüğü öven, cahil ve yeterince erdem sahibi olanlardan mesafeli durulmasını öneren, dayanışmayı, dürüstlüğü ve adaleti bayrak edinen bir ulu zattır Hz. Ali. İnsan olmanın temel ilkelerinden biri olarak da nefsin köreltilmesini (kontrol altına alınmasını) tavsiye eder ve uygular. Hiç bir insanı kınamayı hoş görmediği gibi, insanları mensup olduğu kavimler (ırklar) konusunda da eşit tutar. İnsan haklarına son derece uyan ve saygı duyan, Kul hakkını kutsal gören, insanların kula hakkına riayet etmelerini, müslüman olmasalar dahi tüm insanlara adaletle yaklaşılmasını telkin eder. Kimsesizleri, yetimleri, dulları, köleleri, yaşlıları, bedensel özürlüleri ve çaresizleri korur. Onlara toplumun dayanışma ruhu ile sahip çıkmalarını, onlara umut verilmesini ister. Hz. Ali, gönül zenginliğini, mal zenginliğinden üstün tutar. Erdemi, olgunluğu; kişinin kendisini bilmesi olarak görür. Dünyevi tutkulardan uzak mutasavvıf bir kişilik sergiler. Şöhret ve zenginliği önemsemez. İnsanların gönül gözünü açmalarını ve tasavvufa yönelmelerini telkin eder. Tarihin akışı boyunca binlerce devlet yöneticisi, kahraman, imparator ve din adamı yaşamıştır. Bunların kendi çaplarına göre etkileri olmakla birlikte çoğu unutuldu veya adeta unutulma noktasın gelindi. Hz. Ali ise unutulması bir yana araştırılıp incelendikçe, gizemi ve büyüklüğü daha da arttı. Günden güne daha da fazla bir ilgi ile aranılan bir Evliya oldu.1400 yıldır dünyanın pek çok farklı coğrafyalarından milyonlarca kişi “Medet ya Ali” diyor. Eşiğine yüz sürmek, kapısına kul olmak dileği ile feryad ve figan ediyor. Yalvarıyor. Yakarıyor. Ona yakın olmanın hayali ve umudu ile çırpınıyor. Onu anıyor. Onu okuyor, deyişlerinde, semahlarında, ayinlerinde ve muhabbetlerinde derin bir coşku ile yad ediyor.Bunun nedenlerine bakınca karşımıza pek çok olağanüstü özelliklerle donanmış bir dahi ve ulu Evliya çıkıyor. Hz. Ali hem din adamı ve hem de büyük bir din alimidir. O hem olağanüstü bir bilgi ile donamış bir filozof hem birikimini toplumu ile paylaşan bir bilge. O hem bir asker, hem de bir kahraman. O hem zengin, hem de yoksul. O hem devletin başındaki Halife, hem de bir işçi veya köylü. O hem toplumsal, hem de siyasal bir önder. O hem hatip, hem de bilgisine ve kalemine erişilmez bir yazar. O hem zahiri, hem de batini bir sır. O hem başta, hem sonda. O hem insan, hem nur. O hem yaratanın nuruna ulaşmış bir yaratıcı, hem de yaratılmış fakir bir kul. O hem gözlerin, hem de kalplerin görmeye çabaladıkları deha. O hakkında yüzyıllardır ’’Sırrı hakikatına eremedik’’ denilen Veliullah. Tarihler boyunca pek çok ünlü yazarlar, ünlü araştırmacılar derler ki:

Eğer denizler mürekkep, bütün ağaçlar kâlem olsa, Âdem oğulları yazıcı olsalar, cin tayfası da hesap tutsalar; Yâ Ali, senin fazîletlerini tamamlayamazlar.” Yine alimler derler ki: “İmâm-ı Ali’yi seven saadete erişmiştir, ona düşman bulunan şakî’dir, her türlü günahı işleyen hayduttur. İmâm-ı Ali’yi sevmek îmandan gelir, ona düşmanlık küfür ve nifâktandır.

B- İslam'da Siyasi ve Dinsel çatışma

1- Emevi devri ve genişlemenin sorunları

a- Muaviye ve Şam'da Emevîler

Muaviye, Mekke'nin Kureyş kabilesine bağlı Ümeyye ailesindendi. Emevî hanedanın kurucusu Mekke şehrinin hakimi ve İslam'ın en büyük düşmanlarından olan Ebu Süfyan'ın oğludur. Ebu Süfyan bir çeşit kent kralı idi ve oldukça akıllı bir adamdı. İslamın hızlı ilerleyişi karşısında ve birçok savaş sonrasında Mekke'yi Muhammed'e ve İslam ordusuna teslim edip Müslüman olmakla beraber ailenin politik gücünü asla elinden bırakmamış 3. halife Osman döneminde İslam ordularının Arabistan, Mısır ve İran'ı kontrol altına almalarını izlemiş ve önemli politik noktalara kendi ailesinden adamları yerleştirmiş ve iktidarın asla Haşimoğulları'nın eline geçmemesine çalışmıştır. Böylece eski Müşrik egemenleri iktidarlarını tekrardan kurmayı başarabilmişlerdir. Ebu Süfyan'ın (561-652) ölümünün ardından Muaviye, Beni Ümeyye (Emevî) ailesinin başına geçti. Muaviye, Ömer döneminde 641'de Şam valisi olmuş ve Suriye'yi denetimi altına almıştı.

b- Sıffin Savaşı'nda (657)

Muaviye, 656’da başa geçen Ali'nin halifeliğini tanımadı ve onu üçüncü halife Osman'ın öldürülmesine engel olamamasından ve katillerinin bulunamamasından sorumlu tuttu. Şiiler tarafından Ali'nin halifeliğini tanımamasının gerçek sebebi kendi hilafetini ilan edip saltanatını kurmak istemesi olduğu iddia edilir. Ali, Şam valiliğine bir başkasını atayınca da çekişme savaşa dönüştü. Muaviye, Sıffin Savaşı'nda (657) yenilmek üzere olan askerlerinin mızraklarına Kuran yapraklarını taktırdı ve böylece Ali'nin ordusunu durdurdu. Hilafet sorununu savaşla değil hakeme başvurarak çözmeyi önerdi. Ne var ki Muaviye'nin hakemi Ali’nin hakemini ikna ederek Muaviye'yi halife ilan etti. Söylenen şudur ki Ali'nin hakemi ile Muaviye'nin hakemi anlaştıktan sonra Ali'nin hakemi orduların önünde yüzüğünü çıkartarak "Ali'yi halifelikten aldım." der. Aynı şeyi yapması beklenen Muaviye'nin hakemi masadan yüzüğü alır ve "Ben Muaviye'yi halife yaptım." der. Böylece ufak bir hile ile Ali halifelikten indirilmiş olur. Ali bu sonucu kabul etmemekle birlikte denetimindeki toprakları yavaş yavaş yitirdi ve bir süre sonra da harici bir suikastçi tarafından öldürüldü.

c-Emevî Halifeliği'nin Kurulup Gelişmesi

1- Süfyânîler

Muaviye ile Emevîler'in yönetimi başladı. Muaviye, halifeliğini tanımayanları sert bir biçimde bastırdı ve iç karışıklıklara son verdi. Ardından yeni fetihlere girişti. Emevî egemenliğini doğuda Hindistan sınırına, batıda Kuzey Afrika'ya, oradan da Güney İspanya'ya kadar yaydı. Yeni kurulan donanmayla 669-678 arasında Bizans’ın başkenti Konstantinopolis'i (İstanbul) ele geçirmek için seferler düzenlendi, ama başaramadı. Muaviye 680'de öldüğünde ardında güçlü bir devlet bıraktı. Halifeliği dinsel önderliğin yanı sıra tam bir siyasal önderliğe dönüştürdü. Halifelik merkezini de kutsal topraklardaki Medine’den Şam'a taşıdı. Ali ise daha önce hilafet merkezini Kufe'ye taşımıştı.

Artık halife bir kurul tarafından seçilmiyor, babadan oğula geçiyordu. Nitekim Muaviye’nin yerine oğlu I. Yezid halife oldu. I. Yezid tahta çıktığında yeni bir halifelik sorunuyla karşı karşıya kaldı. Ali'nin küçük oğlu Hüseyin, Yezid'in halifeliğini tanımadı. Yezid sorunu askeri yöntemlerle çözmeye karar verdi ve Hüseyin ile yandaşlarını 680'de Kerbela'da kıyıma uğrattı. Bu olay, İslam tarihindeki Sünni ve Şiî mezhep ayrılığını da kesinleştirdi. I. Yezid, yaklaşık üç yıl iktidarda kaldı, ama İslam tarihine en acımasız hükümdarlardan biri olarak geçti.

1ci Yezid'in ölümünden sonra 683'te oğlu II. Muaviye halife oldu. II. Muaviye’nin iktidarı yalnızca bir yıl sürdü. II. Muaviye ve önceki iki hükümdar, Ebu Süfyan’ın soyundan geldikleri için Süfyaniler olarak anılır.

2- Mervânîler

II. Muaviye’den sonra 684'te I. Mervan halife olarak Emevî Devleti’nde Mervaniler dönemini başlattı. Emevîler en parlak dönemini I. Mervan’ın oğlu Abdülmelik döneminde (685-705) yaşadı. Bu dönemde Irak ve İran'daki ayaklanmalar bastırıldı. Hindistan ve Orta Asya'da yeni fetihlerle devletin sınırları genişletildi. Süleyman’ın halifeliği sırasında Bizans İmparatoru III. Leo'un 717'de Emevî ordusunu ağır bir yenilgiye uğratması, Emevî Devleti’nin gerileme döneminin başlangıcı oldu.

Araplar arasında kabile çatışmaları yeniden başladı ve Mevâlî denen, Arap olmayan Müslümanların merkezi yönetime karşı hoşnutsuzlukları arttı. 717-720 arasında halifelik eden Ömer bin Abdülaziz'in başlattığı yenileşme hareketleri de kalıcı bir sonuç getirmedi.

Hişam bin Abdülmelik döneminde (724-743), 732'de İspanya üzerinden Fransa'yı fethe girişen Emevî ordusu Poitiers'de (Puvatya) durduruldu. Emevîler Anadolu'da Bizans'a karşı üstünlüklerini de yitirdiler. Orta Asya'da Türkler, Kuzey Afrika'da Berberiler Emevî egemenliğine başkaldırdılar.

Emevîler Arapları üstün tuttuğu, "Mevâlî" olarak andıkları Arap asıllı olmayan müslümanları küçük gördükleri ve hatta yeni İslam dinine katılanlardan "cizye" vergisi aldıkları için islam dinine girenlerin sayısı azalmıştır.

Hişam bin Abdülmelik ölümünden sonra her biri çok kisa dönem halifelik yapan üç halife sırayla başa geçti: Bunlar II. Velid bin Yezid (2 ay 21 gün), III. Yezid bin Velid (6 ay 2 gün) ve İbrahim bin Velid (2 ay).

d- Emevîlerin Sona Erişi

Son Emevî Halifesi II. Mervan döneminde (744-750) Abbasiler denetiminde gelişen muhalefet Emevî egemenliğini sarstı. Zab Muharebesi'nde mağlup olan II. Mervana devletinin yıkılışını önleyemedi. Emevî Devleti’nin yıkılışında Ebu Müslim Horasani önemli rol oynadı.

Sonunda 750'de Abbasilerin önderi Ebu'l-Abbas Seffah, Emevî egemenliğine son verdi ve Emevî hanedanının bütün üyelerini öldürttü.

Bu kıyımdan canını kurtarabilen I. Abdurrahman, İspanya'ya giderek orada Endülüs Emevîleri Devleti'ni kurdu.

e- Devlet Yönetimi

Emevîler dönemindeki devlet yönetimi sonraki İslam devletlerine örnek oluşturdu. Ömer döneminde (634-644) ortaya çıkan divan adlı kurumu Emevîler daha da geliştirdi. Halifeler devlet işlerini vezirler aracılığıyla yürütmeye başladılar. Emevî toprakları eyaletlere ayrılarak yönetildi, ama eyaletler Şam’daki merkezi devlete bağlıydı. Emevî Devleti, İslam devleti olmaktan çok bir Arap devletiydi. Emevîler, Müslüman Araplar ile Arap olmayan Müslümanları birbirinden ayırıyorlardı; Arap olmayan Müslümanlara Mevali diyorlardı. Emevî Devleti’nin yıkılmasında en önemli etkenlerden biri bu ayrımcılık oldu. Araplaştırma siyasetinin bir sonucu olarak Arapça devletin tek resmi diliydi. Devlet gelirleri, dinsel gereklerden kaynaklanan vergiler ile fethedilen yerlerden ve savaşlardan elde edilen ganimetlerden oluşuyordu. İslam tarihinde ilk altın para da Abdülmelik döneminde (685-705) basıldı.


2- Ebu Müslim ve Abbasilerin Emevileri yıkması

a-Ebu Müslim Hayâtı

Abdurrahman, 718 yılında Merv'de doğdu. Çocukluğu ve gençliği Küfe'de geçti. Bu dönemde Küfe, Emevi hanedanına karşı siyasi faaliyetlerin yoğun şekilde yaşandığı bir yer durumunda idi. Bu sebeple, kendisi Emevi aleyhtarı olarak yetişti. Abbasi soyuna mensup ileri gelenler tarafından yakın ilgi gördü. Kendisiyle Küfe'de karşılaşan bu şahıslar zekasına hayran kaldıklarından yakın ilgi gösterip Mekke'de bulunan İmam Muhammed'e ondan söz ettiler.

Ebû Müslim Abd-ur Rahman bin Müslim El-Horasanî, İmam Muhammed'in yerine geçen oğlu İmam İbrahim'in huzuruna çıkarılarak kendisine takdim edildi. İmam İbrahim kendisine yakın ilgi gösterdi. Bu sıralarda Emevi hanedanına karşı siyasi faaliyetler giderek hız kazanmaktaydı. Bu yakın temastan sonra Ebû Müslim El-Horasanî, Horasan'daki Emevi karşıtı faaliyetleri idare etmekle görevlendirildi ve bu amaçla Horasan'a gönderildi. Horasan'ın hilafet merkezine uzak olması ve yönetimin buradaki etkisinin oldukça zayıf olması, muhalefetin gelişip güçlenmesi için verimli bir zemin oluşturmaktaydı. Ayrıca, burada cereyan eden kavimler arası mücadelelerde Emevilerin taraf tutması da kendilerine karşı olan hoşnutsuzluğun artmasına sebep olmaktaydı. Abbasiler de burayı siyasi faaliyetlerinin merkezi olarak kullandılar.

b- Şâhsiyeti

Ebu Müslim, zalim Emevi saltanatını yıkan ayaklanmanın başkomutanıdır. Emevi saltanatı her türlü yozluğun merkeziydi. Geniş halk yığınları büyük baskılar altındaydı. Ehlibeyt’e küfür zorunlu kılınmıştı. Her mescitte Ehlibeyte küfürler edilen vaazlar veriliyordu. Emevi yöneticilerinin halkın halinden haberleri yoktu. Onlar kendi zevki sefalarının doruğundaydılar. Bütün bunlara yıllardır sürdürülen Ehlibeyt düşmanlığının yarattığı öfke de katılınca isyan başladı. Ebû Müslim El-Horasanî, Horasan'da faaliyetlerini sürdürürken kendisi için önemli zorluklardan birisi soyunun kesin olarak bilinmemesi idi. Türk, Arap, Kürt veya Fars kökenli olup olmadığı da kesin olarak bilinmemekteydi.[1] Bu durum da Şiilerin ileri gelenlerinin kendisine şüphe ile bakmalarına ve hemen kabullenmemelerine sebep oldu. Fakat Ebû Müslim El-Horasanî kısa sürede mezepotamyada sevilen ve sayılan biri oldu. Bu durum ile bağlantılı olarak iki kez Merv'den ayrılmak zorunda kaldı. Ancak, daha sonra tekrar buraya döndü. Faaliyetlerini sürdürdü. Ayrıca, İmam İbrahim'in de ondan yana tavır koyması ve Horasan'da lider konumunda olmasını istemesi, karşı tarafı kendisini kabul etmek zorunda bıraktırdı. Böylece devam eden ihtilal hazırlıklarında giderek ön plana çıkmaya başladı.

c- İsyanın planlanması

Ebû Müslim El-Horasanî, özellikle 747 yılından itibaren yoğun propaganda faaliyetlerine girişti. Birçok kimse ile görüştü. Bir taraftan Abbasilerin propagandasını yürütürken, diğer taraftan da isyancıları teşkilatlandırdı. Civarda bulunan yerleşim yerlerini dolaşarak insanlar arasındaki faaliyetlerini sürdürdü. Belli bir aşamadan sonra isyanın ne zaman gerçekleştirileceği ve ne zaman harekete geçileceği yavaş yavaş netleşmeye başladı. Arap olmayan unsurlar Araplara karşı isyan hazırlıklarına girişirken, tehlikeyi fark eden Araplar da hareketlenmeye başladılar. Ancak aralarındaki çekişmeler ve mücadeleler fazla olduğundan bir araya gelmeleri mümkün olmadı. Bu durumun farkında olan Ebû Müslim, bir araya gelmelerini engellediği gibi, birlik olma girişmelerini de etkisiz hale getirdi. Kabileler arasındaki ihtilafı körükleyerek birbirleriyle vuruşturdu.

Horasan'daki gelişmelerden haberdar olan Emeviler, harekete geçip en azından Araplar arasında ittifakı ve birlikte hareket etmelerini sağlamaya çalıştılar. Ancak bir netice alamadılar. Çünkü, harekete geçen Ebû Müslim şehirleri birbiri ardına zapt etmeye ve bölgeye hakim olmaya başladı. Kendileri üzerine gönderilen Emevi birliklerini bozguna uğrattı. Bu yenilgi üzerine Horasan'daki Emevi hakimiyeti hemen hemen tamamen ortadan kalktı. Emevi hakimiyeti burada son bulurken Abbasi hakimiyeti kuruldu ve Ebû Abbâs `Abd Allâh "es-Seffah" halife unvanini aldi. Horasan'a vali olarak tayin edilen Ebû Müslim ise, bozulan düzenin yeniden kurulmasıyla görevlendirildi. Bu arada yakın bölgelerde meydana gelen ayaklanma ve isyan hareketleri Ebû Müslim'in de desteğiyle bastırıldı.

Emevi hanedanının ortadan kalkmasında önemli katkısı olan, Abbasi Devleti'nin kurulmasında ön saflarda yer alan Ebû Müslim giderek güç kazandı. Bölgedeki etkisi ve gücünün giderek artması, Abbasi yönetimini rahatsız etmeye ve kendisinden kuşkulanmalarına sebep oldu. Horasan'da bazı vali ve idareciler vasıtasıyla Ebû Müslim'in gücünü kırma ve isyan çıkarma teşebbüsleri akim kaldı. Ebû Müslim bu tür girişimleri etkisiz hale getirerek isyan teşebbüslerinin önüne geçti. Devlet içindeki itibar ve nüfuzu daha da arttı. Halifenin kardeşi olan Ebu Cafer Mansur, bu durumdan büyük rahatsızlık duymaya başladı. Bu şahsın ortadan kalkması gerektiğini, kendisine karşı harekete girişilmesini istediyse de halifeyi ikna edemedi.

Kardeşinin yerine geçip halife olan Ebu Cafer Mansur, halifeliğinin ilk yıllarında büyük sıkıntı yaşadı. Amcasının hilafete geçme teşebbüsü Ebû Müslim'in de yardımıyla etkisiz hale getirildi. Halifenin amcasının kuvvetleriyle yapılan savaşın kazanılmasından sonra, söz konusu şahıs kaçmak zorunda kaldı. Hazine ve malları Ebû Müslim'in eline geçti. Bu gelişme Ebû Müslim'in gücünü daha da arttırırken, halifenin de rahatsızlığını arttırdı. Çünkü, bir komutanın gereğinden fazla güce ulaşması, idarenin üzerinde büyük baskıların oluşmasına sebep olmakta, ileride meydana gelecek kargaşa için önemli bir zemin teşkil etmekteydi. Eline geçirdiği hazineleri merkeze yollaması istendi. Ebû Müslim bu teklifi reddetti. Birkaç menfi gelişmeden sonra Ebû Müslim, ikna edilerek Halifenin huzuruna çıkarıldı. Huzura çıkarılmadan önce, Ebu Cafer Mansur ve devletin ileri gelenleri karşılamada hazır bulundu. Daha sonra, Ebu Cafer Mansur ile bir görüşme yaptı. Bu esnada saraya önceden yerleştirilen adamlar üzerine salınarak öldürüldü (755).[2]

Ayrıca bakınız: Zab Muharebesi, Sinbâd’îyye ile Mukannaʿîyye

d- Tarihteki Önemi

Ebû Müslim Abd-ur Rahman bin Müslim El-Horasanî, İslam tarihinin tanığı ve sanığıdır. Emeviler ve Abbasiler döneminin halk kahramanıdır. Sadece tarihin figüranı değil baş aktörüdür. Gerçek bir tarih yaratıcısıdır o. Köle iken ihtilal önderliğine yükselen bir efsane-insan'dır. Horasan Spartaküsü derler adına. Bu yüzden bölge halklarından Türkler, Farslar, Araplar kendisine sahip çıkmış, onu öz evlatlarıymış gibi benimsemiş; her kavim, "Ebû Müslim bizdendir" diyebilmiştir. Adına menkıbe ve destanlar yazılmış, Batıni akımlarca 'tanrı-insan' olarak algılanmıştır. Ebu Müslim ölmemiş, ak güvercin donuna bürünüp gökkuşağında gezer olmuş. Alevi tarihinin kılavuzluğunu yapmış. Ona türlü türlü adlar verilmiş: Köle İbrahim, İbrahim bin Osman, Heyyakan, Hetkan, Abdurrahman bin Müslim, Bihzadan, Horasan Teberdarı, vs. Adı gibi kökeni de esrar perdesiyle örtülüdür.[3]

Ebû Müslim El-Horasanî serdar ve hakim olup, Horasan’daki dini ve siyasi hareketin başına geçerek, Emevileri deviren ve Abbasileri tahta çıkaran muhteşem bir siyasetçidir. Ebû Müslim El-Horasanî’in katli, Özellikle onun uluhiyetine inanan İran Mecusileri arasında pek fena akisler uyandırmış ve ayaklanma çıkmıştı. Sonraları zuhur eden Ehl-i sünnet dışı fırkalar, Babekiler ile Hürremiler ve Batıniler kendi itikatlarının menşei ve tarikatlerinin kurucusu olarak Ebû Müslim’i göstermişlerdi. Ayrıca Şiiliğin az-çok yayıldığı bölgeler ahalisi arasında da büyük kahraman olarak tanınmış ve onun adına aslı olmayan romanlar ve destanlar yazılmıştır.[4]

e- İsyanın sonuçları

İsyanı başlatan ve yöneten Ebu Müslim’di. Ebu Müslim isyana katılımları arttırıyor ve sadece Ehlibeyt taraftarlarını değil, Emevi iktidarına karşı rahatsız olanları da örgütlüyordu. İsyan gelişip yayıldıkça ve artık kazanacağı kesinleşince, devreye Hz. Muhammed’in amcası Abbas’ın sülalesi de girmeye başladı. Hâlâ neden ve nasıl iktidarın Abbasilere bırakıldığı bilinmemektedir. Bilinenler, Ebu Müslim’in Emevi ordusunu yenip, Emevi saltanatına son verdiğidir. Ayaklanma zafer ile ve Abbasoğulları’nın iktidarı almaları ile noktalanmıştı.

Abbasi Hanedanı'nın kuruluşuna vesile olan Ebû Müslim, kendi şahsi düşmanlarına olduğu kadar, Abbasilerin düşmanlarına karşı da şiddetli hareket etmekten geri durmamıştır. Tarihler kendisini çok soğuk kanlı, ketum, hasud ve kindar, aynı zamanda insafsız ve merhametsiz bir kişi olarak zikretmişlerdir. Aslında Ebû Müslim El-Horasanî yaptığı işlerin neticesini göremediği gibi, cehaletiyle pekçok Müslüman kanının dökülmesine de sebeb olmuştur.[4]

Daha sonraki süreçte Abbasoğulları da Emevi zulmünü aratmayacak davranışlarda bulunmuşlardı. Zaferin sorumlusu ve sahibi Ebu Müslim halk tarafından çok seviliyordu. Bu ilgi Abbasi halifesini korkutmuştu. Ebu Müslim’i kendisine rakip görmeye başlamıştı. Bunun sonucunda Ebu Müslim 755 yılında Abbasi halifesi tarafından ortadan kaldırıldı.

Kaynakça

1- ŞanlıUrfa.com : Ebu Müslim Kürt müydü?

2- Tabari, La Chronique (Volume II, L'âge d'or des Abbassides), Actes-Sud, ISBN|2-7427-3318-3 (Fransızca) say. 37-47

3- http://kitap.antoloji.com/ebu-muslim-horasani-bir-ihtilalcinin-hikayesi-kitabi/

4- a b http://www.turkcebilgi.com/ebu_muslim_horasani/ansiklopedi

Dış kaynaklar

Tabari, La Chronique (Volume II, L'âge d'or des Abbassides), Paris:Éd. Actes-Sud ISBN 2-7427-3318-3 (Fransızca)

William Muir, (1924) The Caliphate, its rise, decline and fall, (İngilizce) Chapters LIX - LXII

3- Abbasîler

Muhammed'in ölümünden (632) sonra, İslam dünyasını Hulefa-yı Raşidin denilen dört halife ve ardından da Emevîler (661-750) yönetti. Emevîler, Ali’nin öldürülmesiyle yönetimi ele geçirmişlerdi. Emevîlerin iktidardan düşüşleri de aynı biçimde kanlı oldu. Muhammed'in amcası Abbas bin Abdülmuttalip'ın soyundan gelen Abbâsîler, Emevî yönetimine karşı ayaklanarak 750'de halifeliği ve iktidarı ele geçirdiler. Bu tarihten başlayarak Abbâsîler 1258'e kadar İslam dünyasının büyük bölümüne egemen oldular.[1][2][3][4][5][6]

İlk Abbâsî halifesi Ebu'l-Abbas Seffah (750-754) idi. 754'te kardeşi Mansur (754-775) onun yerine geçti. Bu iki halife döneminde orduda Türk ve İran kökenliler önemli görevler üstlendiler.[7] Mansur, 762’de başkenti Şam’dan Bağdat'a taşıdı. Mansur'dan sonra sıra ile Mehdi (775-785) ve Hadi (785-786) halife oldular. Abbâsî Devleti Mansur'un torunu Harun Reşid (786-809) döneminde en geniş sınırlarına ulaştı.[7] Harun Reşid, Binbir Gece Masalları’na konu olan görkemli saltanatını Bermeki ailesine borçluydu. Bu aileden Yahya Bermeki ve iki oğlu, vezir olarak Abbâsî Devleti’ni 17 yıl boyunca fiilen yönettiler.

Harun Reşid’in oğulları Emin (809-813), Memun (813-833) ve Mutasım (833-842) babalarının politikalarını sürdürdüler.[7] Annesi Harun Reşid'in Türk asıllı bir cariyesinden olan Mutasım Türklerden özel bir askerî güç kurmuştur,[8] Türk unsurları yönetimde önemli görevlere getirmiştir. Daha sonra bu askeri gücün Bağdat'taki varlığı bazı huzursuzluklara neden olduğundan Samarra adıyla yeni bir kent kurdurarak devlet merkezini oraya taşıdı. 838 yılında Mutasım Anadolu'ya Bizans üzerine bir sefer düzenlemiş, ordusunun bir kolu Bizans imparatoru Theofilos ve ordusunu "Anzin Savaşı" adı verilen bir çarpışmada büyük yenilgiye uğratmış, Bizans'ın ikinci büyük kenti Amoriom'u kuşatıp eline geçirmiş ve Abbâsî orduları İznik kentinin yakınlarına kadar ilerlemiştir.[9]

Yerine geçen oğlu Vâsık (842-847) döneminde Türk emirleri askerî işlerin yanı sıra yönetsel konularda daha etkili oldular.[7] Vâsık'ın ölümünden sonra Abbâsî Devleti parçalanma sürecine girdi. Abbâsî toprakları üzerinde Büveyhîler, Tâhirîler, Samânîler, Şirvânîler, Saffârîler, Hamdânîler, Mervânîler, Mirdâsîler, Ukâyliler, Zengîler, Karahanlılar, Tolunoğulları, Ihşidîler, İdrisîler, Murabıtlar, Muvahhidler, Hafsîler, Aglebîler ve Fâtımîler gibi bağımsız devlet ve beylikler kuruldu.

İran'da hüküm süren Büveyhiler, 945'te Bağdat'a egemen oldular. Bundan sonra Abbâsî halifeleri Büveyhilerin izniyle başta kalabildiler. Halife Kâim'in (1031-1075) çağrısı üzerine Büyük Selçuklu Devleti Hükümdarı Tuğrul, 1031 yılında Büveyhileri Bağdat'tan çıkardı ve Abbâsîlere yeniden saygınlık kazandırdı.

Ne var ki Abbâsîler bu tarihten sonra hiçbir zaman eski askeri güçlerine ulaşamadılar ve Mustazhir dönemindeki Haçlı Seferleri karşı başarılı olamadılar. Büyük Selçuklu Devleti'nin parçalanmasıyla birlikte Abbâsîler yeniden gücünü yitirdi. Cengiz Han'ın torunu Hulagu'nun yönetimindeki İlhanlılar 1258'de Bağdat'ı yakıp yıktılar, Halife Mustasım'ı ve yakaladıkları hanedan üyelerini öldürdüler. Böylece 508 yıllık Abbâsî Devleti son buldu. İlhanlı hükümdarı Hulagu Han Bağdat'ta içlerinde on binlerce yazma kitap olan kütüphaneleri yakıp yıktırmıştır. Geri kalan kitapları da Dicle Nehrine attırmıştır. Eserlerin mürekkebi suya karışmış ve Dicle Nehri günlerce bulanık akmıştır.

Halife Zâhir'in oğlu Ahmed Mısır'a kaçtı ve orada Memlûk Sultanı Baybars’ın koruması altında Mustansır adıyla halife ilan edildi (1261). Mısır Abbâsî halifeliği, siyasal ve askeri yetkiden yoksun, yalnız dinsel otoritesi olan bir kurumdu. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim 1517'de Mısır topraklarına girerek, halifenin yetkileri ile Kutsal Emanetler'i devraldı ve Mısır Abbâsî halifeliğine son verdi.

Abbâsîlerde devlet örgütlenmesi, "Divan" adı verilen ve değişik alanlarda görevler üstlenen resmi kurullara dayanıyordu. Maliyesinin ana gelir kaynağı ise toprak vergisiydi. Halktan toplanan zekât da önemli bir gelir kaynağıydı. Vergi gelirlerinin büyük bölümü orduya ve bayındırlık işlerine ayrılırdı. Halife Ömer döneminde kurulan divanı geliştirdiler. Divanı, devlet yönetiminde en etkili kurum haline getirdiler. Devlet ve memleket sorunları, önce divanda görüşülerek divanın önerdiği çözümleri uygularlardı.

Kaynakça

1- Oscar Chapuis (1995). A history of Vietnam: from Hong Bang to Tu Duc. Greenwood Publishing Group. ss. 92. ISBN 0313296227. Erişim tarihi: 28 June 2010.

2- Joseph Mitsuo Kitagawa (2002). The religious traditions of Asia: religion, history, and culture. Routledge. ss. 283. ISBN 0700717625. Erişim tarihi: 28 June 2010.

3- Bradley Smith, Wango H. C. Weng (1972). China: a history in art. Harper & Row. ss. 129. Erişim tarihi: 28 June 2010.

4- Hugh D. R. Baker (1990). Hong Kong images: people and animals. Hong Kong University Press. ss. 53. ISBN 9622092551. Erişim tarihi: 28 June 2010.

5- Charles Patrick Fitzgerald (1961). China: a short cultural history. Praeger. ss. 332. Erişim tarihi: 28 June 2010.

6- Dennis Bloodworth, Ching Ping Bloodworth (2004). The Chinese Machiavelli: 3000 years of Chinese statecraft. Transaction Publishers. ss. 214. ISBN 0765805685. Erişim tarihi: 28 June 2010.

7- a b c d Üçok, Bahriye (1979) İslam Tarihi Emevîler- Abbâsîler, Devlet Kitapları, Ankara: Milli Eğitim Basımevi (1.Basım:1968)

8- Muir William (1922)The Caliphate, Its Rise, Decline and Fall: Bölüm LXVII, Al-Mo'tasim and al-Wathik: [1] (İngilizce) (Erişim tarihi: 30.8.2009)

9- Huston Smith, Cyril Glasse (2002). The new encyclopedia of Islam. Walnut Creek, CA: AltaMira Press. ISBN 0-7591-0190-6.

10- a b TDV, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 25, Sahife 363, 2002. (Keysân’îyye maddesi.)

4- Dinsel çatışmanın temel unsurları

Hz. Muhammet’in 632de Hakk’a yürümesinden sonra meydana gelen olaylar halifelik sorununa bağlı siyasî bir ayrılma gibi görünse de aslında derin teolojik bir görüş ayrılığını da meydana çıkardı. İlk Arap yarımadası müslümanlarının kavim ortamlarından çıkıp değişik ırk, medeniyet, kültür ve dinlere mensup topluluklarla da karşılaşmaları ve onların müslüman olmalarıyla, 12ci yüzyıla kadar bu değişik ufuklardan gelen büyük İslam din bilgisi alimlerinin yeni yorumlarıyla çalkalandı, gelişti, zenginleşti. Ve bu dönemden sonra gelişmelere her zaman karşıt olan muhafazakarlar tarafından yeni yorumlara son verildi ve bir çeşit duraklama devrine girildi.

A- Dinsel görüş farklılıklarının temeli

İslam tarihinde ilk ihtilaf imamet konusunda çıkmıştı. Ondan sonra, özellikle Hz. Osman döneminde meydana gelen olaylar ve bunlara karşı alınan önlemler yeni bir dönem başlatmış ve siyasi anlamda ilk zümreleşme sürecine girilmişti. Bu zümre mensupları ana kitleden farklı olarak düşündükleri konularda yeni ve farklı fikirler ileri sürme zorunluğu duymuşlardır. Her iki kolda muhtelif mezheplere (Mezhep; arapca «zehap»’tan yani gitme, bir fikre, düşünceye uyma, gidilen, tutulan yol, bir dinin şubelerinden biri) ve alevi kavramıyla yollara ayrıldı.

İslamı temelde ikiye bölen bu Teolojik (din bilimi) ayrılık neydi?

1- Sünni İslam (Ehl-i Sünnet): Vahiy (Bir düşünce ya da buyruğun Tanrı tarafından Peygamber’e ilham edilmesi) Hz. Muhammed’in Hakk’a kavuşmasıyla sona erdi. Şeriat kurallarına yeni yorum getirmekten, tapınma biçimlerine, dinsel görevlere özel bir düzen vermekten öteye bir değişiklik getirilemez.

2- Şia veya Şia-i Ali (Şî'atu Ali) Ali yandaşları Hareketinden zamnının anlamıyla Aleviliğe (Gayrı Sünni İslam). Sünni din adamlarının Şia’ yı, Ehl-i Bid’at (Peygamber zamanından sonra dinde meydana çıkan şeylere inananlar) diye adlandırdığı da olur. Osmanlı tarihî kayıtlarında ise Ehl-i Rafz (Râfızî yani Hz.Ebübekir, Ömer ve Osman’ın halifeliğini kabul etmeyenler) diye adı geçer. Bu Bâtınî İslam yorumuna göre Vahiy Hz. Muhammed’in Hakk’a kavuşmasıyla sona ermedi. Kur’an, Cebrail’in getirdiği bir «Vahiy» değil, Peygamber’in kendi sözleridir; bu nedenle bir Kamil insan olan Peygamber bütün Kamil insanlar gibi Kur'an-ı Natık (konuşan Kur'an)dır. Kur’an’ın iç anlamı «natık»a karşı «samit» (sessiz) olan «imam»ın öğretimiyle ortaya çıkar. Kur’an’ın Bâtinî (içsel, gizli, görünmeyen) anlamı, tek olan gerçeğin kendisidir. İmamın varlığında dile gelen, biçimlenen inançlar, tarikatın, yolun özünü meydana getirir. İmamın görevi insanlarla Tanrı arasında bağlantı kurmaktır. Yaptığı her şey Tanrı adınadır; bu nedenle masumdur, yani eylemlerinden sorumlu değildir. Hz. Muhammet’in samiti Hz Ali’dir ve ayet-hadislerin gizli anlamları onun ve onun soyundan gelen imamların açıklamalarıyla anlaşılabilir. Alevilik-Bektaşilik inançı İmam Ali ile başlar. (Esat Korkmaz’ın Alevilik-Bektaşilik Terimleri sözlüğünden). Bâtınilikte Hakikatı öğreten “masum imam”dır. Bâtınilik temeli üzerinde, vahdet-i vücut/vahdet-i mevcut ve ruh göçü felsefesi bütünleşti. Hoşgörü temeline dayalı, esnek ve yaratıcı bir dervişlik anlayışını geliştirerek merkezi yönetimle, otoriteyle çelişkisi olan tüm toplum insanlarını kucaklayan bir dünya görüşü yarattı.

B- Şi'atü Ali- Alevi düşünce unsurları:

1- Tevhid:

Allah’ı tanımaktır. Tektir. Evreni o yaratmıştır. Her şey ona muhtaçtır. Rahim ve Rahman olan odur. Esirgeyen bağışlayan da odur. Ondan öncesi ve sonrası yoktur. Sevmek için evreni, sevilmek için insanları yaratmıştır. Tevhid hakkında Kur’an da pek çok ayet vardır.

2- Adalet :

Allah’ın koyduğu yasanın adıdır. Tanrı’da koyduğu bu yasaya kendiside uymuştur. SIRATEL MÜSTAKİM denilen yolda TANRI ile İNSAN buluşmuştur. Aynı yolun yolcusu olmuşlardır. Eylemlerinde adaletli olmayan insan İslam olamaz. Teslim olmaktır. İlahi yasaları koruyan odur.

Ali İmran 108: “Allah alemlere zulüm istemez.”

Yunus 44: “Allah insanlara hiç zulüm etmez, fakat insanlar kendilerine zulmeder.”

3- Nübüvvet:

Peygamberliktir. Peygamberliğe ve Hz. Muhammed’in sonunculuğuna inanmaktır. Ondan önceki peygamberlere ve kitapların ilahi olduğuna inanmaktır. Kur’an Hz. Muhammed (SAV) inmiş Tanrı buyruğudur. Son ilahi kitaptır. Bu inanç Nübüvettin temelidir.

Bakara 285: “Peygamber ve müminler, Tanrı’dan kendilerine indirilen Kur-an’a iman ettiler. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. Peygamberlerin hiç birisini, birisinden ayırt etmeyiz. Duyduk ve itaat ettik.

4- İmamet:

Nübüvetle (Peygamberlik) gelen Allah emirlerinin, peygamberin Hakka yürümesinden sonra devam ettiren makamdır. Tanrı ilahi emirlerini elçileri ile insanlığa bildirir. Bu emirlerin sürekliliğini sağlamak için imamlık meydana gelmiş. Bu ilahi yasalar peygambere uyan imamlar tarafından uygulanmıştır.

Enbiya 107: “Ey Muhammed! Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.”

Peygamberden sonra imamların ve olardan sonrada bu kutsal makamın devamını onların soyundan gelen seyitler yerine getirmiştir.

Enbiya 73: “Onları emrimizle doğru yol gösteren imamlar yaptık.”

Furkan 74: “Ve bizi takva sahiplerine imam yap derler.”

Bakara 124: “Zalimler benim imametime nail olamaz.”

5- Mead:

Sonuç anlamındadır. Ölümden sonra yargılama yapılacaktır. Kazandığı amelle sorgu sual edilecektir, yaptıklarından sorumlu tutulacaktır. Kötülüğünün ve iyiliğinin karşılığını görecektir.

Kıyamet 1: “Yemin ederim kıyamet gününe.”

Bakara 28: “Allah’ı nasıl inkar ediyorsunuz ki siz, ölü idiniz. O sizi diriltti. Yine dönüş ona olacaktır.”

Ali İmran 25: “Onları geleceğinden şüphe olmayan kıyamet gününde topladığımızda, herkese dünyada yaptıklarının karşılığı verilecektir. Kimseye zulmedilmeyecektir. Dünyada kazandıkları kendisine tamamen ödendikten sonra, o vakit halleri hasıl olacak.

Kaynağı Kur'an olan bu beş koşula İslam’ın temeli (usuli din) oluşturur. Bu koşullara inanılması ve kabul etmesi gerekir.

Bunlardan birisinin (adalet) yasa, mead’in ise yasanın uygulanması sonucunda meydana gelen eylemler için verilen karar.

Allah-Muhammed-Ali üçlemesinin makam ve varlık olduğu görülür. Makam ve varlık olarak görülen bu 3 koşul Tevhit, Nübüvvet, İmamet’tir. Tevhid, Allah’tır. Nübüvvet, Hz. Muhammed’dir. İmamet ise imamların atası olan Hz. Ali’dir. Bu üç koşula uymamızı gerektiren ayet Maide 55 dir: “Sizin (uymanız gereken) veliniz Allah'tır. Peygamberidir ve rükuda iken zekat verendir.” Tevhidi, Nübüvveti, imameti temsil eden bu üç ismi birlikte anmak Tasavvufun temel felsefesidir.

Mahabbettir Lâilahe illâllah

Mahabbettir Muhammed Resulüllah

Mahabbettir Ali Şah veliyyullah

Üç isim, manada birdir mahabbet (Kul Himmet)

Nefeste ifadesini bulan bu tevhid-nübüvvet-imamet/velayet birlikteliği vahdet-i vücûd anlayışından kaynaklanır. Alevî ve Bektaşî anlayışında tasavvufî geleneğe uygun olarak Tanrı’dan ilk tecelli eden şey, Muhammed’in nurudur; bir başka ifadeyle Muhammed-Ali’nin nurudur. Çünkü Alevîler Kur’an’da geçen nur ve kandil (Nur, 35; Ahzab, 46) ifadelerinden hareketle nur-ı Muhammedî’nin, bir elmanın iki yarısı gibi birbirinden ayrılmayan Muhammed-Ali’nin nurunun bileşimi olduğunu kabul ederler. Buna göre, nübüvvet vasfının tezahürü olarak “Hz. Muhammed’i her kemalin başlangıcı, her güzel hasletin menşei” olarak gören anlayış Hz. Ali’yi de kapsayacak şekilde genişletilmektedir. Yani, velâyet vasfının, nübüvvetin devamı gibi anlaşıldığı tasavvufî-Şîî düşüncenin yansımasıyla velâyet sahibi Hz. Ali, Hz. Muhammed’e nispet edilen vasıfları (nübüvvet hariç) kendisinde taşıyan ve onun devamlılığını sağlayan parçadır. Bu itibarla, ikisi birbirinden ayrılmaz ve birlikte zikredilir. Böylece Muhammed-Ali Tanrının ilk tecellisi olarak vahdetin kesrete açılan kaynaklarıdır; birlikte çokluk veya çoklukta birliktirler; üçü birdir, aynı zamanda üçünün de kendi kimlikleri vardır, bu kimliklerin sırrına vâkıf olan onların birliğini idrak eder.

Hak, Muhammed, Ali üçü bir nûrdur

Söyleyen Muhammed, dinleyen Ali

Birisini Hak bil üçü de birdir

Söyleyen Muhammed, dinleyen Ali (Pir Sultan Abdal)

Hak, Muhammed, Ali üçü de nûrdur

Birini alma sen üçü de bir

Onların koyduğu bir doğru yoldur

Danıştı Muhammed böyle der Ali (Hatai)

Daima fikrimde zikrin ya Muhammed ya Ali

Gönlümün evinde şükrün ya Muhammed ya Ali

Tanıyamaz kendi özün seni yakın bilmeyen

Âlemin ayinesisin Ya Muhammed Ya Ali (Hatai)

Bu üç kutsal varlığa inanmak ibadettir. Sevgidir. Sevmenin en yücesidir. İnsanı kurtaracakta bu sevgidir. Alevilikte inancın özü sevgidir. Sevgisiz inanç makbul değildir. Kurtuluş bu üç varlığa riyasız bağlanmaktır.

1- Nübüvvet, Risalet ve İmamet

Alevi ( sonrada İran Safevi Şii) düşüncede, Allah’ın üç ilahi makamı vardır: nübüvvet, risalet, imamet. Bu makamları, görev alanlarını birer cümle ile şöyle özetleyebiliriz:

Nübüvvet: Peygamberin, Allah’tan aracısız ya da Cebrail aracılığıyla ilahi vahiy alması.

Risalet: Peygamberin Allah’tan alınan vahiyi koruyup insanlara tebliğ etmesi.

İmamet: Allah’tan alınan vahiyi yorumlamak, insanlara öğretmek, yaşama geçirmek ve dünyaya hâkim kılmak.

Nübüvvet makamının sahibi “Nebi”, Risalet makamının sahibi “Resul”, imamet makamının sahibi de “İmam”dır. Hz. Muhammed, nübüvvet ve risalet makamının yanı sıra, imamet makamına da sahiptir.

2- İmamet ve velayetin devam etmesi

Allah, Kuran’da, Muhammed’den sonra peygamber gelmeyeceğini, dolayısıyla vahiy gelmesinin de mümkün olamayacağını açıklamıştır. Ancak gelen vahiylerin tebliği, yorumlanması ve ilahi hükümlerin dünyada yaşama geçirilmesi işleminin henüz tamamlanmadığını anımsatan Alevi düşünce, bu durumda Peygamber’in imamet ve velayetinin devamının zorunluluğuna dikkat çekerler. Allah’ın hükümleri henüz dünyaya hâkim kılınmadığı sürece bu görevleri icra edecek bir imama ihtiyaç olduğu ortadadır.

İmamın gerekliliğini zorunlu kılan nedenlerden biri de Kuran’ın zahir ve batın olmak üzere iki yönü olmasıdır. Zahirde sadece İslamın hükümleri ve ibadet konuları insanlara anlatılır. Ancak batın yönünü, yani özünü yorumlayacak, velayeti ve itaati belirten ayetleri tefsir edecek ilahi ilim sahibi biri gereklidir ki, bunu da ancak ilahi irade sahibinin imamet ve velayet makamına tayin ettiği imam yapabilir.

Bâtınilik temeli üzerinde, vahdet-i vücut/vahdet-i mevcut ve ruh göçü felsefesi bütünleşti. Tasavvuf, Sünniliği de Aleviliği de etkileyen, Tanrı'nın birliğini ve evrenin oluşunu, varlık birliği (Vahdet-i Vücut) anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefi akımın adıdır. Tasavvuf, ayrıca Tanrı, evren ve insanı bir bütün içinde görme ve insanın Tanrı ile, insanın başka insanlarla, insanın kendisiyle olan ilişkilerini bu bütünde arama ve açıklama yolu olarak da tanımlanır. Hoşgörü temeline dayalı, esnek ve yaratıcı bir dervişlik anlayışını geliştirerek merkezi yönetimle, otoriteyle çelişkisi olan tüm toplum insanlarını kucaklayan bir dünya görüşü yarattı. Basra, Küfe ve Bağdat mekteplerinin ve bu mekteplerdeki Hasan el-Basrî, Cüneyd-i Bağdadi, Rabia el-Adeviyye ve Hallac-ı Mansur gibi sufiler ile Beyazid-i Bistami gibi Horasanlı sufiler, İbn Arabi gibi Endülüslü sufiler Tasavvuf anlayış mükemmelleştirdiler.

3- Ehl-i Beyt ve İmamet: Oniki İmam

Alevilik-Bektaşilikte Ehli-beyt iki türlü algılanır:

A- Ehli-beyt, Hz. Muhammet, Hz. Ali, Hz Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin olarak tanımlanır ve beş rakkamıyla simgelenir. Bir elin beş parmağıyla simgelenir (Penç-i Âbâ veya Penç-i Âl-i Âbâ).

B- Ehli-beyt, Hz. Ali, Hz Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin olarak algılanır ve dört rakkamıyla simgelenir. Bu anlamda “dört sevgili” Alevi-Bektaşi felsefesinin temelidir.

ON İKİ İMAM:

Alevilik ve Bektaşilikte imam bir inanç kaynağı durumundadır. Tanrı'ya en yakın bir yönüyle kutsal bir kişidir. Tanrı ile insanlar arasında bağlantı kurar, Onun her davranışı ve bütün yaptıkları Tanrı adınadır. Bu nedenle o masumdur, suçsuzdur, uludur, ölümsüzdür, eylemlerinin hiç birinden sorumlu değildir. İmamların sözleri tartışılmaz, onlara karşı görüş, düşünce ileri sürülemez. Çünkü imamlar yanılmaz, yanlış iş yapmaz. Alevi- Bektaşi yolağının temel kurumlarından biri olan "On iki imam" kavramını, Hristiyanlık'taki İsa'nın oniki havarisine benzetenler, bundan esinlenildiğini söyleyenler olduğu gibi, köklerini eski Anadolu, Yunan Mezopotamya, Mısır, Hind, Orta Asya uygarlıklarında arayanlarda vardır.

Aslında Alevi-Bektaşilikte tüm inançlar imamlıkla başlar. On iki imamlar olmadan Alevi- Bektaşi yolu olmaz, böyle birşey düşünülemez. Tarikattaki herşeyin özünde ve üzerinde oniki imamların manevi varlığı mevcuttur. Onların görüş, düşünce, davranış ve uygulamaları esastır. Onlar anılmadan olmaz, tıpkı "Bismillah" sözcüğü gibidir. Onlar bir nurdur, bir sevgi yumağıdır. Evren onların yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Öbür dünyada, kıyamette İslamın şefaatçileri onlar olacaktır. On İki imam Muhammed-Ali nurlarının bir parçasıdır, tecelligahlarıdır.

On İki İmam şu şekilde sıralanır:

1ci imam: Ali ibn Ebu Talib (598-661)

İlk imam. Hz. Muhammed'in damadı, amcası oğlu, musahibi, ilk müslüman, Allahın aslanı, veliler şahı, şehid edildi.(Ayrıntılar için yukarıdaki 4.cü halife Ali ya bak)

2ci imam: Al-Hassan ibn Ali (ö.669)

İmam Müçteba (seçkin, seçilmiş) ismi ile de çağrılan Hz. Hasan, Peygamberin kızı Hz. Fatıma'nın ve Hz. Ali’nin büyük oğludur. 11 Nisan 624 tarihinde Medine'de dünyaya gelmiştir. Hz. Peygamber torunları için "Hasan ve Hüseyin benim oğullarımdır" buyurmuştur. Bundan hareketle Hz. Ali diğer çocuklarına "Siz benim oğullarımsınız. Hasan ve Hüseyin de Peygamberin oğullarıdır." demiştir. (1) Babası Hz. Ali şehit olunca, onun vasiyeti ile İmamet ve Hilafet makamlarını üstlendi. Bu süre içinde Ehli Beyt’e aşırı düşmanlık güden ve yıllarca hilafet için savaşan Muaviye ile savaşmak durumunda kaldı. Muaviye, 3. Halife Osman’ın asiler tarafından katledilmesini bahane ederek, ama gerçek niyeti Halife olmak istediği için daha önce Sıffeyn Savaşında da Hz. Ali’ye karşı savaşmıştı. Ancak Hz. Hasan’ın bazı ordu komutanları Muaviye tarafından rüşvet karşılığında Hz. Hasan’a karşı cephe almaya başladılar. (2) Bu durumda Hz. Hasan mecburen Hilafeti geçici olarak Muaviye’ye bırakmak ve barış imzalamak zorunda kaldı. Anlaşma maddelerinden en önemli 2 maddesi ’’Halka adaletli davranmak’’ ve ’’Muaviye öldükten sonra Hilafetin Hz. Hasan’a tekrar iade edilmesidir’’ (3) Böylece Muaviye hilafeti hile ile ele geçirdi. Ancak hemen sonra Irak'ta yaptığı bir hutbe barış anlaşmasının şartlarının ortadan kalktığını beyan etti. Bütün bu gelişmelerden sonra Muaviye tarafından anlaşmanın Hz. Hasan ile ilgili boyutunun da ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bunun için Hz. Hasan’ın hanımı Cüde’yi ’’ Hz. Hasan’ı zehirlediği takdirde oğlu Yezit ile evlendireceğini’’ vaat ederek İbnil Hakem adındaki özel doktoruna hazırlattığı zehiri yardımcılarından Mervan’a verip, Emevilerden Kuttame adındaki bir kadın tarafından Cude’ye ulaştırarak onu kendi eşi eliyle zehirleterek şehit etti. Amacına ulaşan Muaviye daha sonra sahte üzüntü belirtileri göstererek, Cüde ile yaptığı anlaşamayı bozarak onu idam ettirmiş ve tüm sorumluluğu onun üzerine atmıştır. Şehadet tarihi hakkında 25 Mart 670 veya 18 Eylül 670 olarak iki farklı tarih bilinmektedir. Babası Hz. Ali’nin 24 Ocak 661 veya 28 Ocak 661 tarihinde Şehit edildiği göz önüne alınırsa Hz. Hasan’ın İmameti 10 yıla yakın sürmüştür. Hz. Hüseyin ve diğer Ehli Beyt bendeleri, Hz. Hasan’ın cenazesini dedesi Hz. Muhammed’in yanına defnetmek istemişlerse de, Ebu Bekir’in kızı Aişe (Ayşe), yanına topladığı bir miktar savaşçı ile cenaze kafilesinin önüne çıkarak ’’ Kendisinin Hz. Muhammed’in eşi olduğu vesilesi ile Hz. Hasan’ı, Peygamberin yanına defnettirmeyeceğini’’ beyan ederek tarihte Fil Vakası olarak anılan bir çatışma çıkartmış ve Hz. Hasan’ın naaşını oklatmıştır. Bunun üzerine cenazede gerginlik istemeyen kafile İmamın naaşını Medine’de Baki mezarlığında defnetmişlerdir.

Dipnotlar :

1. Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.21 ve 25. Zehair-ul Ukba, s.67 ve 121.2. İrşad-i Müfid, s.172. Menakıb-ı İbn-i Şehraşub. c.4, s.33. Fusul-ul Mühimme, s.144. 3. İrşad-ı Müfid, s.172. Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.33. Abdullah b. Müslim b. Kuteybe'nin "El-İmamet-ü ves-Siyase" kitabı; c.1, s.163. Fusul-ul Mühimme, s.145. Tezkiret-ül Havas, s.197.

3cü imam: Al-Hussayn ibn Ali (ö.680)

Hz. İmam Hüseyin, Hz. Ali’nin ve Peygamberin kızı Hz. Fatıma'nın ikinci oğludur. 25 Şubat 625 tarihinde Medine’de dünyaya geldi. Ağabeyi İmam Hasan Mücteba şehit olduktan sonra onun vasiyeti üzerine İmamet makamına geçti. Hz. Hüseyin, yaklaşık altı aylık bir süre dışında, Muaviye'nin hilafetinin zor koşulları altında, acılar ve en ağır baskılar altında on yıl imamet etti. Muaviye’nin döneminde, İslamın dini kuralları toplumda değerini kaybetmiş, hükümetin istekleri, İslam dini adı altında yeniden bezenerek büyük yanlışlıklara büründürülmüştü. Muaviye bir yandan bütün yollara baş vurarak Ehl-i Beyt'i ve bendelerini ezip, Hz. Ali'nin ismini yok etmek isterken, diğer yandan da alttan alta oğlu Yezid'in hilafetin koşullarını oluşturmaya, hilafetine razı olmayacak kesimler üzerinde büyük baskılar oluşturmaya başlamıştı. Üzerinde baskı oluşturulan kişilerden biri de İmam Hüseyin’di. Hicretin altmışıncı yılında Muaviye öldü ve oğlu Yezid babasının yerinde oturdu. Muaviye hayattayken tanınmış kişilerden Yezid'e biat almıştı. Yezit, Biat etmemiş olan Hz. Hüseyin’in biatını vermesi, aksi halde başını vurması için Medine valisine emir verdi (12).İmam Hüseyin, meseleyi duyunca ailesi ile beraber daha güvenceli yer olduğuna inandığı Mekke'ye sığındı ve yaklaşık 4 ay burada kaldı. Bu haber yavaş yavaş her tarafa yayıldı İslam ülkelerine yayıldı. Muaviye devrinde haksızlıklara uğrayanlar ve Yezid'in hilafetine karşı çıkanlar İmam Hüseyin'den destek istemeye ve bir girişimde bulunulursa kendilerine yardım edeceklerine dair söz vermeye başladılar. Irak'tan ve bilhassa Kufe şehrinden gönderilen binlerce mektup bu konuda İmam Hüseyin’in girişimde bulunmalarını, ve kendilerini destekleyeceklerine dair haber yolluyorlardı. İmam Hüseyin Mekke'de ikamet ettiği için bir türlü yolu oraya düşenler veya Hac’ca gelenler guruplar halinde İmamı ziyaret ederek, Yezit yönetimine karşı ona bağlılıklarını bildiriyor ve her halükârda yanlarında olacaklarını ifade ediyorlardı. Hz. Hüseyin, hacı kılığında bir grup memurun Yezid tarafından onu öldürtmek amacıyla Mekke’ye gönderildiği haberini alınca (13) bir halka kısa bir konuşma yaptı ve Irak'a hareket edeceğini (14) ve burada şehit olacağını, Müslümanların da onun yanında olmaları gerektiğini, "Ben biat etmeyeceğim. Zulüm ve fesat hükümetine boyun eğmeyeceğim. Nereye gitsem, nerede olsam da beni öldüreceklerini biliyorum. Mekke'den ayrılmamın nedeni ise, benim kanımın dökülmesiyle Kabe'nin hürmetinin kırılmamasıdır." (15) belirterek ailesi ve dostları ile birlikte Irak'a doğru hareket etti.Hz. Hüseyin, Küfe taraflarına doğru yola koyuldu. Yolda 14 Masum Paklar olarak ifade edilen akarabaları olan bazı çocukların Küfe ve yakınlarında Yezid'in adamları tarafından şehit edildiklerini ve cesetlerinin Küfe sokaklarında teşhir edildiğini duydu (16). Bir kaç gün sonra Hz. Hüseyin ve taraftarları Kufe’ye 70 km. mesafede Kerbelâ denilen çöl bir mıntıkada Yezid’in onbinlerce askeri tarafından muhasara altına alındılar. Hz. Hüseyin, yanında bulunan dostlarına seslenerek "Bizim ölüm ve şahadetten başka bir yolumuz yoktur. Ben biatımı sizden kaldırdım. Gitmek isteyen, gecenin karanlığından faydalanıp kendisini bu tehlikeli meydandan kurtarsın. Çünkü onlar bir tek beni öldürmek istiyorlar." Diyerek, isteyenin ayrılabileceğini ve gidebileceğini bildirdi. Bazı kişiler mevcut durum karşısında sesizce Hz. Hüseyin’i terk edip gittiler. Geride 40 kişi civarında sadık dostları ve akrabaları kaldılar.Hz. Hüseyin geride kalanları toplayıp onlara, "Sizden her kim isterse gecenin karanlığından faydalansın ve kendisini tehlikeden kurtarsın. Onlar bir tek beni istiyorlar." Dedi. İmamın vefalı dostları kendisini terk etmeyeceklerini ve Hakk yolunda şehadet şerbetini birlikte içmek istediklerini teker teker belirttiler. (17)Hicretin 61. yılı, Muharrem ayının 10. günü (18) Hz. Hüseyin, yakın akrabaları ve bir kısım yakın dostları, daha önceleri Küfe civarında şehit düşen bazı Masumlar dahil toplam 72 ulu kişi olmak üzere hepsi Yezid’in askerleri tarafından Kerbelâ’da şehit edildiler. Bunlar, içinde oğulları, kardeşleri, yeğenleri amca çocukları dahil, çoğu yakın akrabalarından oluşuyordu. Ancak gene de Yezid’in ordusu içinden bu zülme dayanamayarak Hz. Hüseyin saflarına katılarak şehit olanlarda (Hürr bin Yezid-i Riyahi) vardı. (19)Hz. Hüseyin ve yakınlarına yapılan zulüm Kerbelâ’da sona ermedi. Çadırları ateşe verildikten ve geride kalan malları talan edildikten sonra, kadınlar, kızlar ve sağ kalanlar, Yezid’in askerleri tarafından çıplak olarak develere bindirilerek, şehitlerin başları da mızraklara takılarak halk sindirmeye dair ibret için şehir şehir gezdirildiler. Bu süreç içinde geride kalanların bir kısmı daha bu acıya dayanamayarak şehit düştüler. Ancak Ehli Beyt’e yapılan bu zulüm halk içinde dalga dalga yayılarak Emevilere karşı çok daha büyük bir nefretin doğmasına sebebiyet verdi. Ehli Beyt’e yapılan bu zulme karşı, inananlar her yıl Muharrem ayında yas tutmaya ve bunun acısını diri tutmaya başladılar. (20) Kerbela Vakasının oluşmasından kısa süre sonra ülkenin her yanında Emevi iktidarına karşı isyanlar başladı. İsyanlar yer yer büyük halk desteği gördü ve iktidarı zorladı. Yezid bu olaydan 2 sene sonra öldü. Yerine geçen oğlu 2. Muaviye babasının icraatlarının yanlış olduğunu ve onaylamadığını belirterek, Hilafet hakkının Ehli Beyt soyuna iade edileceğini açıkladı. Ancak Annesi ve Mervan tarafından zehirlenerek Hilafetinin 40. gününde şehit edildi. Bu olay ile birlikte iktidar Ümeyye oğulları içinde Ebu Süfyan soyundan Mervan soyuna intikal etmiş oldu. Emevi Devleti 90 yıl kadar varlığını sürdürdü. Bu süreç içinde Emeviler kendi düşüncelerini ve icraatlarını ’’İslam dini budur’’ adı altında topluma kabul ettirmeye çalıştılar. İslam dininin en önemli temel değerleri bu süreç içinde yok edildi veya zayıflatıldı. Bu süreç içinde Mescit’lere minarelerin eklenmesi ve ibadethanelerin Cami olmaları sağlandı. Ayrıca iktidar tarafından tüm Cami’lerde Hz. Ali ve Ehli Beyt’e küfür edilmesi için emirler verildi. Bu emirlere uymayanlar çok ağır cezalara çarptırıldılar. Ehli Beyt’i sevenler doğal olarak bu çevrenin dışına çıkmak zorunda kaldılar ve çoğu göç ederek başka coğrafyaları mekan tuttular. Özellikle Orta Asya, Horasan, Türkistan, Taşkent, Nişabur ve şimdiki kuzey batı İran tarafları, Afrika’nın bazı uzak yerleri Ehli Beyt ve bendelerinin yeni mekânları oldular. Emeviler döneminde sadece Ömer bin Abdülaziz döneminde genelgeler yayınlanarak Ehli Beyt’e yapılan zulüm durdurulmuş oldu. Bunun dışında tüm Emevi dönemi İslam dini ve Ehli Beyt için zulüm ve sapkınlık dönemi olmuştur.Ancak bu süre içinde Emevi Devleti sınırlarını genişleterek Orta Asya’dan Anadolu içlerine, Kuzey Afrika kıtasının tümünü ele geçirerek arka taraftan şimdiki İspanya toprakların kadar genişlediler. Doğuda da sınırları şimdiki Afganistan civarlarına kadar ilerlettiler. Emevi katliamlarından ve zulmünden bıkan halk 750 yılında Horasanlı Ebu Müslüm önderliğinde ayaklanarak Emevi Devletini yıktı ve yerine Abbasi Devletini kurdu. Hz. Hüseyin kardeşi Muhammed bin Hanifiye'ye yazdığı vasiyetnamede şöyle buyuruyor: "Dünya insanları bilsinler ki, Ben makamperest, mevkiperest, bozguncu, müfsid ve zalim bir kişi değilim. Benim böyle hedeflerim yok. Benim kıyamım ıslah etmek içindir. Ceddimin ümmetini ıslah etmek için kıyam ediyorum. Ben marufu emretmek ve münkeri nehyetmek istiyorum." Gene benzeri sözleri ile ’’Ben azgınlık, makam, fesat çıkarmak ve zulüm yapmak için Medine'den ayrılmadım. Ben ceddim'in ümmetini ıslah etmek, marufa emir, münkeri nehyetmek, ceddim Resulullah'ın ve babam Ali'nin çizgisinde hareket etmek için kıyam ettim’’ (21) buyurmuşlardır. Hz. Hüseyin’in hedefleri ve öncelikleri Ceddi’nin yoludur.

Emevi ordularının Kerbelâ olayı sonrası Ehli Beyt bendelerine yaptıklarına biraz göz atarsak durum daha iyi anlaşılmış olur:

1- Çocukların, süt emen bebeklerin bile susuz ve aç bırakılması, dövülmesi ve korkutulması.

2- Kadınların ve yetim çocukların korkutulması, aç bırakılması, dövülmesi, şehirlerde gezdirilmeleri, ölülerine ağlanmasının engellenmesi, feci bir şekilde zinetlerinin gasbedilip alınması ve hatta öldürülmeleri.

3- İçinde hasta çocuk ve küçüklerin de olduğu bir esnada uyarmadan çadırların yakılması.

4- Kur'an’a vakıf salih müminlerin öldürülmesi.

5- İnsanın en basit tabii hakları sayılan ibadet ve zikire engel olunması.

6- Şehitlerin, başlarının kesilip Ehl-i Beyti ve yakınlarının gözleri önünde taşınması.

7- Kendini savunamayan aciz insanlara hatta hastalara bile acınmaması, dövülmesi ve zincirlere vurulması.

8- Şehitlerin başları, yakınlarının gözleri önünde ayaklar altına alınması, atlara çiğnetilmesi ve parçalatılması.

9- İslami değerlerle alay edilmesi.(22)

Hz. Hüseyin bir açıklamasında şöyle buyuruyor: "Hamd Allah'a mahsustur. O, ne isterse olur. Güç ve kudret sadece O'ndandır. Allah'ın rahmeti Resulüne olsun. Gerdanlık kızların boyununu çizdiği (onda eser bıraktığı) gibi ölüm de insanoğlunun üzerine yazılıp çizilmiştir. Yakup, Yusuf'u görmeyi arzu ettiği gibi ben de atalarımı görmeyi arzu ediyorum. Bana, varacağım bir katligah tayin edilmiştir. Öyle ki, o ıssız çöllerin yırtıcı kurt ve hayvanlarının Nevavis ve Kerbela arasındaki bir yerde benim uzuvlarımı parçaladıklarını görüyorum. Allah'ın kaza kalemiyle yazılmış olan böyle bir günden kurtuluş yoktur. Allah'ın razı olduğu şeye biz Ehl-i Beyt de razıyız. O'nun bela ve imtihanı karşısında sabır ve istikamet gösteririz; o sabredenlerin sevabını bize (tamamıyla) verecektir. Resulullah'ın bedeninin parçası olan evlatları ondan hiç bir zaman ayrı düşmüyeceklerdir. Cennette de onun yanında olacaklardır. Çünkü onlar Peygamber'in hoşnutluğu ve gözünün aydınlığına vesile olup vadesi de (ilahi hükümetin istikrârı da) onların vasıtasıyla tahakkuk bulacaktır. Bizim uğrumuzda canından geçen ve Allah'a ulaşmak yolunda kendisini fedâ etmeye hazır olan kimse, bizimle birlikte hareket etmelidir. Çünkü ben yarın sabah erkenden hareket edeceğim inşaallah."(23) Hz. Peygamber, Hüseyin’in şehit olacağını, diğer musibet ve sıkıntılarını kızı Fatıma’ya haber verdiğinde Fatıma çok ağladı ve şöyle dedi: “Bu sıkıntı ve musibetler ne zaman vuku bulacaktır?” Peygamber, “ Ben, sen ve Ali dünyada olmadığımız bir zamanda” buyurdular. Fatıma bu sözü duyunca ağlaması şiddetlendi. Sonra; “ Kim Hüseyin’ime ağlayacak ve onun için ezadarlık edecektir?” dediğinde Peygamber şöyle buyurdular: “Ümmetimin içinden, Kıyamete kadar Ehl-i Beyt’imin kadınlarına, ve erkeklerine ağlayacaklar çıkacaklardır. Kıyamet günü olduğunda sen kadınlara, ben de erkeklere şefaat edeceğiz, Her kim ki Hüseyin’imin musibetine ağlar ise, o ağlayan gözler, cennet nimetlerine ulaşmak için gülecektir’’ (24).Hz. Hüseyin’den bir alıntı. Araplardan biri Hz. Hüseyin’ın yanına gelerek şöyle dedi: “Ey Peygamber’in oğlu! Ben birinin kan parası için kefil olmuştum, ama onu ödemeye gücüm yok. Onu halkın en şereflisinden istersem daha iyi olur diye düşündüm; Hz. Peygamber’in ailesinden daha şerefli bir kimse aklıma gelmedi.” İmam şöyle buyurdular: “Ey Arap kardeş! Ben senden üç soru soracağım, eğer birine cevap verir isen, borcunun üçte birini ödeyeceğim; ikisine cevap verir isen borcunun üçte ikisini ödeyeceğim, hepsine cevap verdiğin takdirde de bütün borçlarını ödeyeceğim.” Adam; “Ey Peygamber’in oğlu! Senin gibi ilim ve şeref ehli bir kimse, benim gibi bedevi (göçebe cahil) bir Arap’tan soru sormak mı istiyor?” dedi. Hz. Hüseyin, “Evet! Çünkü ceddim Resulullah’ın şöyle buyurduğunu duydum: “İyilik ve ihsan, ilim ve bilgi miktarınca yapılmalıdır.” Adam, “Pekâla buyurun ne isterseniz sorunuz; bilirsem cevap veririm, aksi takdirde sizden öğrenirim. Güç ancak Allah’tandır.” Hz. Hüseyin “Hangi amel, bütün amellerden üstündür?” Adam: “Allah’a iman.” Hz. Hüseyin: “Hangi şey insanı helak olmaktan kurtarır?” Adam: “Allah’a güvenmek ve O’na tevekkül etmek.” Hz. Hüseyin “İnsanı süsleyen şey nedir?” Adam: “Kendisiyle amel edilen ilim ve bilgi.” Hz. Hüseyin “İlimin dışında insanı süsleyen şey nedir?” Adam: “Cömertlik ve mertlikle birlikte olan servet.” Hz. Hüseyin “Eğer o olmazsa nasıl?” Adam: “Sabır ve tahammülle birlikte olan fakirlik.” Hz. Hüseyin “Ona sahip olmazsa nasıl?” Adam: “Böyle bir durumda, gökten bir ateş gelsin o adamı yaksın; çünkü o böyle bir azaba layıktır.” Hz. Hüseyin gülerek içerisinde bin dinar altın olan bir keseyle, taşı iki yüz dinar değerinde olan kendi yüzüğünü o adama verip şöyle buyurdular: “Bu altın dinarları borç sahiplerine ver, bu yüzük ile de (onu satarak) geçim masraflarını karşıla.” Adam onları alarak şu ayeti okudu: “Allah Teala, risaletini nerede karar kılacağını daha iyi bilir.”(25)

Dipnotlar : Notlar 9-Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.88. 10- İrşad-i Müfid, s.182, 11- El İmametü ves Siyase, c.1, s.203, 12- Yakubi Tarih-i, c.2, s.229, Tezkiret-ul Havas, s.235. 13. İrşad-i Müfid, s.201. 14. Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.89.15. İrşad-i Müfid, s.201. Fusul-ul Mühimme, s.168. 16. İrşad-i Müfid, s.204. Fusul-ul Mühimme, s.171. Makatil-ut Talibiyyin, İkinci baskı, s.73., Kerbelâ, Murat Sertoğlu, Saadete Ermişlerin Bahçesi (Hadîkatu's-Suadâ), Fuzuli) 17. İrşad-i Müfid, s.205. Fusul-ul Mühimme, s.171. Makatil-ut Talibiyyin, s.73., Kerbelâ, Murat Sertoğlu, Hadîkatu's-Suadâ, Fuzuli) 18. Hz. Hüseyin’in şehadet günü olarak 10 Ekim 680 tarihi belirtilmektedir. Ancak bazı kaynaklar bunun Mart / Nisan 680 tarihine denk geldiğini belirtirler.19. Bihar-ul Envar, Kompani baskısı, c.10, s.200, 202, 203., Kerbelâ, Murat Sertoğlu, Hadîkatu's-Suadâ, Fuzuli 20. Tarih olarak 680 yılından 2006 yılına kadar Miladi 1326, Hicri 1362 yıl geçmiştir. Ancak Muharrem yasının Hicri takvim esas alınarak tutulduğu göz önüne alınırsa, Muharrem yası 1362 yıldır tutulmaktadır.21. (Maktel-i Harezmi, c.1, s.188)22. Tarih-üt Taberi, c.4, s.250-360; (1983, 4.baskısı. Müesseset-ül A'lami Beyrut) 23. El-Vuhuf, Seyyid b. Tavus, (H. 1369 Menşurat-il Matbaat-il Haydariye, Necef-ul Eşref baskısı) Hakeza "Musir-ul Ehzan, İbn-i Numa, s.20, (Matbaat-ul Haydariye-Necef-ul Eşref baskısı)24. Bihar’ul-Envar, c. 44, s. 292. (Not : Açıklama K. B. tarafından kısmen güncelleştirilmiştir) 25. Bihar, c. 44, s. 196 Yanıtla Yanıtı tüm alıcılara gönder Yönlendir

4cü imam: Ali ibn al-Hussayn ( Zayn al-Abidin) (ö.714)

Hz. Hüseyin'in oğlu olan İmam Zeynel Abidin, ayrıca İmam Seccad lakaplarıyla da tanınır. Muhtemelen 10 Ocak 659 tarihinde Medine’de doğmuştur. Annesi Şehriban İran şahı Yezdgird'in kızıdır. Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin ağır hasta olduğu için Kerbelâ’da savaşa katıl(a)madı. Diğer 3 kardeşi Kerbela vakasında şehit olmuştu (1). Ancak bu onun savaşa katılmasının önünde engel değildi. İmametin devamı için Ehli Beyt soyundan birinin hayatta kalması gerekiyordu ve bunun için Hz. Hüseyin’in isteği ile savaşa sokulmadı. Hz. Hüseyin’in şehadetinden sonra Yezid orduları çadırlara saldırdı ve hem çadırları talan etmeye, hem de yakmaya başladılar. Bu arada Hz. Hüseyin’in neslini kurutmak için askerler onu da bulmak ve öldürmek istiyorlardı. Annesi Şehriban ve diğer Ehli Beyt kadınları, Hz. Hüseyin’in ’’ İmametin devamı vasiyetini’’ bildikleri için onu hep birlikte eteklerinin altına saklayarak ilk saldırılardan kurtardılar. Daha sonra askerler talan derdine düştükleri için İmam kurtuldu. Muharrem yası sonrası Alevilerin Kurban kesmelerinin nedeni, Hz. Zeynel Abidin’in hayatta kalmasıdır. Bunun için ’’Allaha Şükür niyetine’’ kurban kesilir, dua edilir. Diğer yaygın inanca göre de, Muharrem sonrası Kurban kesilmesinin sebebi Kerbela şehitlerinin cesetlerinin gömülmesi ve yerlerinin tesbit edilmesidir. Çünkü Yezid orduları Çadırları talan ettikten ve ateşe verdikten sonra, Yezid’in komutanlarından ödül almak için bazı Şehitlerin başlarını keserek beraber götürdüler. Cesetler atların ayakları altında çiğnendikten sonra ortada öylece bırakıldı. Allahın hikmeti ile ertesi günü İmam Zeynel Abidin gelip tüm cesetleri teşhis ettikten sonra, yardıma gelen Beni Esed aşireti mensupları ile birlikte şehitlerin cesetleri defn edildi. Ancak bir türlü tekrar yakalandı ve diğer Kerbela şehitleri ve harem esirleriyle birlikte Şam'a gönderildi. Esaret zamanı bittikten sonra Yezid kamuoyunu kendi lehine çevirmek için onu ihtiramla Medine'ye gönderdi. Ancak yıllar sonra Emevi halifesi olan Abdulmelik'in emriyle tekrar yakalanıp zincirle Şam'a getirildi. Daha sonra yine Medine'ye gönderildi. (2) İmam Zeynel Abidin uzun süre zindan hayatı (hapis) yaşadı veya gözetim altında bulundu. Medine'ye döndükten sonra evinin köşesine çekilip ibadetle ve ilmi eserlerin yazılması ile meşgul oldu. Eserlerinden olan "Sahife-i Seccadiye" adlı yapıt önemli öğretileri ile 57 dua içermektedir. Eser ayrıca "Al-i Muhammed'in Zeburu" adını almıştır. İmam Zeynel Abidin 33 yıl imamet ettikten sonra Emevi halifesi Hişam'ın emriyle ve Velid bin Abd-ül Melik'in vasıtasıyla 17 Ekim 713 tarihinde Medine’de zehirlenerek şehit edildi (3). Kabri Medine / Baki mezarlığındadır. Kerbela vakasında Ehli Beyt dostları Şehitler ve Esirler olarak 2 guruba ayrılırlar. Kerbela vakasında Ulu bir dava adına canını verenler büyük bir cesaret ve kararlılık gösterdiler. Geride kalan esirler ise sabır ve kanaat konusunda örnek bir tavır sergilediler. Ayrıca ulu şehitlerin deneyimlerini ve izlenimlerini aktardılar. Geride bıraktıkları mirasa sahip çıkıtlar. İmam Zeynel Abidin bunlardan biridir. O gerek konuşma ve gerekse eserleri ile Emevi zulmü karşısında suskuna kalan halka Kerbela mezalimini aktararak çok önemli bir misyon üstlendi. Konuşmaları ile Şam ve Küfe halkına cesaret aşıladı. Emevi zulmünü konu edinen söylemleri dalga dalga halk içinde yankı buldu ve 3 kıtaya yayılmış koskoca Emevi İmparatorluğu Kerbela Vakasından sadece 70 yıl sonra kağıttan kaplan gibi çöktü. Bu zulmün aktarımında İmam Zeynel Abidin’in çok önemli etkileri olmuştur. Yaratılan bu etki sonucu Emevi taraftarları bile Kerbela olayını savunamaz, üstlenemez duruma düştüler. Yezid’e lanet nidaları dalga dalga yankılanarak 3 kıtaya yayıldı ve Yezit ismi bir küfür, bir hakaret noktasına indirgendi. İmam Zeynel Abidin bu süreçte 3 ayrı yönelim tercih etti. 1- İmam Zeynel Abidin’in Emevi devlet adamlarına yaptığı zulmü yüzüne haykırarak onları kınaması olayı savunamaz duruma getirmesi, 2- İmam Zeynel Abidin’in bu süreç içinde bazı kandırılmış insanlarla konuşması. 3- İmam Zeynel Abidin’in Küfe, Şam ve Medine'deki halka hitaben yaptığı ve Kerbela vakasını aktardığı konuşmaları. Emevi devlet adamlarının Yezit’e biat etmeyenleri asi olarak tanımlamaları ve başlarına getirdikleri musibetleri Allahın emri gibi tanıtma kampanyalarına karşı İmam Zeynel Abidin de Kuran’dan örnekler vererek (4) tersini ispat ediyor ve Zalimin Zulmüne karşı çıktıklarını vurguluyordu. Yezid’in askerlerinden olan Hür bin Yezid-i Riyahi'nin, Hz. Hüseyin tarafına geçerek doğru yolu seçtiğini ve örnek bir davranış gösterdiğini belirterek, zamanında Yezit’i desteklemiş olanların bile ona karşı çıkmalarının çok makül olacağına dikkat çekiyordu. Onun bu cesaretli konuşmaları Kerbela vakasını yaşamış olan diğer Ehli Beyt bendelerine de cesaret ve erdem veriyor, İmama her türlü destek sunuyorlardı. İş o noktaya geldi ki Yezid bile tüm sorumlulukları başkalarının üstüne atarak Hz. Hüseyin’i şehit edenlere lanet okumak zorunda kaldı. Alevi inancında uyulması zorunlu olan kurallardan biri de böylece bu süreçten sonra belirgin olarak ortaya çıkmaya başladı. Bunun adı Tevvela ve Teberra ilkeleridir. Tevella, Ehli Beyti (Hz. Muhammed ve 12 İmam, 14 Masum Pak ve 17 Kemerbest) ve onları sevenleri sevmektir. Teberra ise Ehli Beyt’ e düşman olanlara düşman olmak ve onları lanetle anmaktır. Tevella ve Teberra kavramları Alevilikte son derece önemli kavramlardır. Bu kavramlar Alevi inancının temel ilkelerindendir. Bu yüzden Alevi Cem’lerinde Yezit, Muaviye, Mervan.. gibi İslam düşmanlarına lanet okumak en makbul ibadetlerdendir. Cem’lerde kötülere lanet okunırken aynı zamanda iyilere de rahmet okunur. Bunlar başta Kuran’da ismi geçen ve geçmeyen Peygamberler olmak üzere tüm Nebi’ler, Ulular, Evliyalardır.

Dipnotlar : 1. Mekatil-ut Talibiyyin, s.52 ve 59. , Kerbela, Murat Sertoğlu ve Hadîkatu's-Suadâ, Fuzuli 2. Tezkiret-ul Havas, s.324. İsbat-ül Hüdat, c.5, s.242. 3. Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.176. Delail-ul İmame, s.80. Fusul-ul Mühimme, s.190. 4. "Allah ölümleri vaktinde canları alır’’ (Zümer : 42) 5. Ehl-i Beyt ile ilgili doğum ve Hakka yürüme tarihleri konusunda net bir takvim vermek mümkün değildir. Bu çizelge en çok kabul gören tarihleri gözeterek derlenmiştir

5ci imam: Muhammad ibn Ali al Bâqir (ö.733)

İmam Muhammed bin Zeynel Abidin’in lakabı Bakır'dır. Bakır, Peygamber tarafından kendisine verilen lakaptı ve ilimleri yarıp açan anlamına gelir (1). Babası İmam Zeynel Abidin, Annesinin adı Fatma’dır. 16 Aralık 676 veya 10 Nisan 677 tarihinde Medine’de dünyaya gelmiştir. Kerbela vakası olduğu zaman küçük bir çocuktu. Emevi halifesi Hişam'ın kardeşi oğlu İbrahim bin Velid bin Abdulmelik'in emri ile 28 Ocak 733 veya 28 Mart 733 tarihinde zehirletilerek (2) şehit edildi. Kabri Medine / Baki mezarlığındadır. Onun devrinde bir yandan Emevi zulümleri, İslam topraklarında doruğa ulaşmıştı, diğer yandan da Ümeyye oğulları arasında çeşitli anlaşmazlıklar meydana gelmişti. Bu anlaşmasızlıklardan dolayı iktidar iç çelişkilerle meşgul olduğundan Ehli Beyt taraftarları üzerinde kurduğu zulüm kısmi olarak zayıflamıştı. Bundan dolayı Ehli Beytin faziletlerini dışarıya aktarma olanağı doğmuş ve İmam bunu iyi değerlendirerek çok geniş kimselere aktarmıştı. İmam Bakır özellikle Hadis ve tevsir konularında ciddi kaynak derlemesi yapmış ve bunu çevresi ile paylaşmıştır. Onun Hadis ve Kuran kaynak çalışmaları çok geniş kitlelere ve coğrafyaya yayıldığından Emevi Devletinin yıkılmasının alt yapısında ciddi bir etki yaratmıştır.

DİPNOTLAR : 1. İrşad-ı Müfid, s.246. Fusul-ul Mühimme, s.193. Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.197.2. Usul-u Kafi, c.1, s.469. İrşad-ı Müfid, s.245. Fusul-ul Mühimme, s.202 ve 203. Yakubi Tarihi, c.3, s.63.3. Bir kaynağa göre 34 yıl, 15 gün.4. Bir kaynağa göre 19 yıl, 10 ay ve 12 gün.5. Hicri 114'de Pazartesi günü Zilhicce'nin yedisinde

6cı imam: Ja'far ibn Muhammad al-Sâdik (ö.765)

Hazret-i Muhammed’in insanlara bıraktığı iki emanete, yani Kur’ân-ı Kerîm ve Ehl-i beyt’e bağlı olanlar için Muharrem’in birinci ve on ikinci günleri, yas olmanın yanında, haksızlığa ve zulme direniş bilincinin yeni bir yıl için bilenip ayaklandığı günlerdir. Muharrem yasının ne anlama geldiğini en iyi 6. İmam Ca’fer Sâdık Hazretleri anlatmaktadır: “ Her yer Kerbelâ… Her ay Muharrem... Her gün aşûrâ…” (Kaynak : Şakir Keçeli Babaerenler, Kerbela Makalesi, Kasım 2011) İmam Sadık lakabıyla bilinen İmam Cafer bin Muhammed, İmam Muhammed Bakır’ın oğludur. Annesinin adı Necibe’dir. 23 Mayıs 699 tarihinde Medine’de dünyaya gelmiştir. Abbasi halifesi Mansur'un emriyle 10 Mart 765 veya 22 Ocak 766 tarihinde zehirletilerek şehit edildi. Kabri Medine / Baki mezarlığındadır. (1) İmam Sadık’ın imameti döneminde Emevi devletinde zulüm, keyfi uygulamalar ve iç hesaplaşmalar iyice kontrol dışına çıktığından ülkenin pek çok yerinde isyanlar baş göstermiş, özellikle Acem ve Türki bölgelerde isyanın boyutu büyüyerek nihayet 750 yılında iktidar değişikliğine sebebiyet vermiştir. İç savaşlar ve kamplaşmalar döneminde İmam Cafer Sadık, Ehli Beyt’in faziletlerini rahat aktarma olanakları bulmuş, irfan okullarında bir kısmı sonradan çok ün yapan binlerce talebe yetiştimiş, bunların bir kısmını da irfan yayıcılar olarak başka bölgelere göndermiş, ilim ve irfanı yerinde alamayan insanalrın bizzat ayağında giderek İslam ve Ehli Beyt faziletlerini aktarmıştır (2). Bu gelenek giderek Seyyitlerin (Dedelerin) taliplerini yerlerinde ziyaret etme ve dini sorumluluklarını onlara kendi mekanlarında sunma olanağı yaratmaya dönüşmüştür. Emevi Devletinin 750 yılında yıkılıp yerine Abbasi devletinin kurulması sürecinde Ehli Beyt bendeleri üzerinde ki baskı kalktığı için ilim ve erdem yaymak gizlilikten serbestliğe dönüşmüş, bundan yararlanan insan sayısında ciddi bir artış sağlanmıştır. Büyük bir alim de olan İmam Cafer, çeşitli ilmi şahsiyetler eğitti. Bunların başlıcaları şunlardır: Zürare, Muhammed bin Müslim, Mümin-i Tak, Hişam bin Hakem, Eban bin Teğlib, Hişam bin Salim, Hüreyz, Hişam-i Kelbi Nessabe, Cabir bin Hayyan-i Sufi (kimya alimi) hatta Sünni inanca mensup insanların sonradan çok değer verdikleri alimlerinden olan Süfyan-ı Sevri, Hanefi mezhebinin reisi Ebu Hanife, Kadı Sekuni, Gazi Ebu'l Bahteri gibi öğrenciler ve mühendisler yetiştirmiştir. İmam Cafer-i Sadık, İmametinin son yıllarında Abbasi halifesi Mansur'un ciddi baskılarına maruz kaldı. Mansur’la birlikte Abbasi devleti de tıpkı Emevi devleti gibi varlık sebebini adeta Ehli Beyt düşmanlığı üzerine kurdu. Halkın İmam Sadık’a olağan üstü saygı duyması ve sözünü dinlemesi Halife Mansur’u çileden çıkarıyordu. Onun emriyle Ehli Beyt bendeleri gruplar halinde hapishanelere attırmaya ve yoğun baskı kurmaya, muhalif gördüğü kişileri katletmeye başladı. Halife Seffah'ın, baskısı ile İmam Medine'de tutuklanıp Dimeşk'e, sonralarıda tekrar tutuklanarak Irak'a götürüldü. Uzun süre göz hapsinde kaldı. Ancak İmam götürüldüğü her yerde İlim ve irfanını yaymaya devam etti. Sonunda Mansur'un emriyle zehirlenip şehit edildi.(3) Mansur, imamın şahadetinden sonra Medine'de valisine yazdığı mektupta, "Başsağlığı dilemek amacıyla evine git, vasiyetnamesini oku, vasi olarak tanıttığı kimsenin mecliste başını vur" emrini verdi. Ancak İmam’ın vasiyetinde İmamet ve diğer kudsi hizmetler için 5 kişinin isminin geçtiği görülünce Medine valisi istenileni yapamadı. Zira İmam Cafer, Halife Mansur’un İmamet makamına olan kin ve nefretini bildiği için önceden bir plan yapmış ve Halife dahil 5 kişiyi (Halife Mansur, Medine valisi, büyük oğlu Abdullah Efteh, küçük oğlu Musa ve Hamide) vasiyetnamesinde İmamete vasi tayin etmişti (4) İmam Cafer-i Sadık, hem yazdığı (Buyruk) adlı kitabını kaleme alarak, inançların uygulanmasında yeni ve çağa uygun bir açılım yapmış, hem de, tıp, astronomi, kimya, fizik, matematik vb. bilim dallarında ileri düzeyde ihtisaslaşmaya gitmişti. İmamın ders verdiği binlerce talebenin bir nevi Üniversite eğitimi alarak bir bakıma İslamın Rönesans dönemini başlatması sonucu, bu çağdaşlaşma ile giderek dünya çapında ünlü bilim adamları yetiştiler. Bu süreçte, Yunanca, Farsça, Arapça ve diğer dillerden bir çok dile tercüme edildi. Elbette bu açılım sadece 8. Yüzyıla ait değildi. Ancak temelleri bu zamanda atılan çağdaşlaşma, etkilerini İslam coğrafyasında 3 Yüzyıl kadar sürdürdü. Bu etkiler sonucu gerek Türkistan’ın bir çok yerinde, Erdebil’de ve gerekse de başka bölgelerde yeni yeni İlim ve irfan okulları açıldı. Bu okullardan mezun olan onbinlerce talebe sorumluluklarını başka alanlara aktardılar. Bu konuda özellikle Horasan’dan batıya yönelen ve kazanımlarını batıya aktaran bir süreç sonucu Hacı Bektaş Veli, Ebül Vefa, Babamansur, Ahi Evran, Abdal Musa ….. ve benzeri ünlü şahsiyetler ortaya çıktı. İmam Cafer-i Sadık’ın ünlü talebeleri arasında, bugün Sünni inancın Mezheplerinin önderleri olarak kabul edilen İmam Şafii, İmam Hambeli, İmam Hanefi gibi büyük ilim adamları da bulunuyorlardı. Ehl-i Beyt mektebinden mezun olan Şeyh Müfit diyor ki: “İmam Bâkır’ın vefatından sonra, çocukları arasından İmam Sadık İmamet makamına ulaştı. İmam Sadık, ister Şia, ister Sünnî toplumu nezdinde fazilet ve ilim bakımından en iyi, en tanınmış ve en seçkin olanıydı. İmam Sadık’dan naklen bütün İslâm âlemine yayılan ilim ve irfan, İmam’ın kardeşlerinin hiçbirinden nakledilmemiştir. Çeşitli görüş ve meşreplere sahip olan hadis bilginleri, İmam’dan ilim istifade eden kimselerin isimlerini kaydederken aşağı yukarı dört bin kişinin adını kendi kitaplarında nakletmişlerdir (5) Yine Ehl-i Beyt mektebinin büyük şahsiyetlerinden Seyyid Muhsin el-Emin, “Hafız bin Ukde ez-Zeydî Rical kitabında, İmam Sadık’dan hadis nakleden dört bin güvenilir kişinin adını ve yazdıkları eserleri nakletmiştir”(6 ). Yine Necaşî, Rical kitabında Ali bin Veşşa’dan şöyle naklediyor: “Küfe mescidinde 900 din bilgini gördüm ki hepsi de ‘İmam Sadık bize şöyle hadis nakletmiştir’ diye söze başlıyorlardı. İmam Sadık ise şöyle buyuruyordu: ‘Benim hadisim babamın hadisidir; babamın hadisi, büyük dedemin hadisidir; büyük dememin hadisi ise, Ali bin Ebu Talib’in hadisidir; Ali bin Ebu Talib’in hadisi ise, Resulullahın hadisidir, Resulullah’ın hadisi ise Allahın sözüdür.’ ”(7) Malik bin Enes’in İmam Sadık hakkındaki: “İlim, amel, takva, fazilet ve ibadette, İmam Sadık’dan daha üstün birisini hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak işitmemiş ve hiçbir düşünce tasavvur dahi etmemiştir.” sözüne yer vermiştir (8) Tarihçi Yakubî ise, İmam Cafer Sadık’ı şöyle tanıtmıştır: “O, Allah’ın dini konusunda halkın en üstünü ve en bilgilisiydi. O öyle birisiydi ki, ilim ehli ondan bir şey naklettiklerinde; ‘Alim şöyle buyurmuştur’ diyorlardı” (9). O zamanlar da yaşamış çok sayıdaki bilge tarafından bu şekilde İmam Sadık’ı meziyetlerini metheden sayısız aktarım vardır. İmam Sadık, Resulullahın şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “İlim öğrenmek, her Müslüman’a farzdır. Biliniz ki Allah Teala, ilim peşinde olanları sever” (10). İmamın kendisi de bunun fazlası ile bunun gereklerini yerine getirmiştir.

Dipnotlar :

1. Bazı kaynaklar, Abbasi devleti kurulduğunda Ebu Müslüm’ün Hilafeti kendisine teklif etmesine rağmen İmamın bunu kabul etmemesi sonucu, Halifelerin onu zehirletilmesine gerekçe bulamayacaklarından hareketle, eceli ile Hakka yürüdüğünü belirtirler. 2. İrşad-ı Müfid, s.254. Fusul-ul Mühimme, s.204. Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.247. 3. Fusul-ul Mühimme, s.212. Delail-ül İmame, s.111. İsbat-ül Vasiyye, s.142. 4. Usul-u Kafi, c.1, s.310. 5. İrşad, s. 370. 6. Ayan-uş-Şia, c. 1, s. 161, Seyit Muhsin el-Emin. 7. Ayan-uş-Şia, c. 1, s. 161, Seyit Muhsin el-Emin 8. Menakibi Ali Ebi Talip, 4/247. İbn-i Şehri Aşub. 9. Tarihi Yakubi, 2 / 381, Ahmet İbn-i Ebu Yakup. 10. Usul-u Kafi 1 / 30, Kuleyni. 11. Usul-u Kafi, 1 / 35. 12. Usul-u Kafi, 1 / 25.13. Usul-u Kafi, 1/98.14. Usul-u Kafi, 1/149.15. Tuhef’ul Ukul, s. 357.16. Tuhef’ul Ukul, s. 38517. Vesail üş-Şia, 6/ 422.

7ci imam: Mûsâ ibn Ja'far al-Kâdhim (ö.799)

İmam Musa-i Kazim, İmam Cafer-i Sadık’ın oğludur. Muhtemelen 8 Kasım 745 tarihinde Medine’de doğdu, 1 Eylül 799 tarihinde 55 yaşında Abbasi Halifesi tarafından Bağdat'ta "Sindi bin Şahik" hapishanesinde (1) zehirletilerek (2) şehit edildi. Annesinin adı Hamide’dir. Kabri Irak / Kazimeyn’de, Kureyş mezarlığındadır. Babasının şehit edilmesinden sonra onun vasiyeti üzerine İmamet makamına ulaştı. Abbasi halifelerinden, Mansur, Hadi, Mehdi ve Harun el Reşit’in zamanlarında yaşadı.

DİPNOTLAR :

1- Usul-u Kafi, c.1, s.476. İrşad-ı Müfid, s.270. Fusul-ul Mühimme, s.214-223. Delail-ül İmame, s.146-148. Tezkiret-ul Havas, s.348-350. Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.324. Yakubi Tarihi, c.3, s.150.

2. İrşad-ı Müfid, s.279-283. Delail-ul İmame, s.148 ve 154. Fusul-ul Mühimme, s.222. Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.323 ve 327, Yakubi Tarihi, c.3, s.150.

8ci imam: Ali ibn Mûsâ al-Redha (el-Rıza) (ö.818)

İmam Hulki Rıza lakabıyla tanınan İmam Hulki Ali Rıza, İmam Musa-i Kazım’ın oğludur. Babasının şehit edilmesinden sonra onun vasiyeti ile 8. İmam oldu. Annesinin adı Necibe’dir. Muhtemelen 29 Aralık 765 tarihinde Medine’de dünyaya geldi. İmam Hulki Rıza da diğer ataları gibi bilge bir İmam ve halk üzerinde ciddi bir etkisi olduğu için, 24 Ağustos 818 tarihinde onu kendine bir tehlike gören Abbasi Halifesi Memun tarafından zehirlenerek şehit edildi. Kabri İran’ın şimdi Meşhed denilen Tus kentindedir.Halife Memun, İmamlara karşı kendilerinden önceki Halifelerin 70 yıllık gelenekleri dışında önce farklı bir siyaset izleyerek ona kendisinden sonra veliahtlık önerdi. Bu yolla hem halkın isyan duygularını yatıştırmayı, hem de önüne koyduğu hedefi daha kolay gerçekleştireceğini düşündü (1). İmam Rıza önce bunu kabul etmedi. Ancak İmamın bazı şartlar ileri sürmesinin Halife tarafından kabul edilmesi üzerine bunu kabul (2) etti. Ancak Halife Memun bu siyaset ile önündeki bazı engelleri aştıktan sonra, o da ataları gibi İmamı şehit ettirdi.

DİPNOTLARI: 1- Delail-ül İmame, s.197. Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.363. 2. Usul-u Kafi, c.1, s.489. İrşad-ı Müfid, S 290. Fusul-ul Mühimme, s.237. Tezkiret-ul Havas, s.352. Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.363

9cü imam: Muhammad ibn Ali al-Ja'wâd (ö.833)

İmam Cevad ve İbni Rıza lakabıyla da tanınan İmam Muhammed Taki, İmam Hulki Ali Rıza’nın oğludur. Babasının şehit edilmesinden sonra onun vasiyeti ile 9. İmam oldu. Annesinin adı Ümmü Velat’dır. Muhtemelen 11 Nisan 811 tarihinde Medine’de dünyaya geldi. İmam Taki de diğer ataları gibi bilge bir İmam ve halk üzerinde ciddi bir etkisi olduğu için, 25 Kasım 835 tarihinde onu kendine bir tehlike gören Abbasi Halifesi Mu'tasım'ın tarafından, eski Halife Memun'un kızı olan hanımı Ümm-ü Fazl aracılığı ile zehirlenerek (1) şehit edildi. İmam Taki, 12 İmamlar içinde, iktidarı ellerine geçiren Halifelerin tahriki ile hanımları aracılığı ile zehirletilerek şehit edilen 2. İmam’dır (2). Kabri Irak / Kazimeyn’de, Dedesi İmam Musa-i Kazim’ın yanıbaşında Kureyş mezarlığındadır.

DİPNOTLAR : 1. İrşad- Müfid, s.297. Usul-u Kafi, c.1, s.492-497. Delail-ul İmame, s.201-209. Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.377-399. Fusul-ul Mühimme, s.247-258. Tezkiret-ül Havas, s.358. 2. Hanımı aracılığı ile zehirletilen ilk İmam Hz. Hasan’dır. Muaviye, Mervan aracılığı ile İmam Hasan’ın eşi Cude’yi eşine karşı tahrik etmiş ve şayet İmamı zehirlerse onu oğlu Yezid ile evlendireceğini söyleyerek Hz. Hasan’ın şehit edilmesine sebep olmuştu.

10cü imam: Ali ibn Muhammad al-Hâdî (ou “le Guide”) (.868)

İmam Hadi lakabıyla da tanınan İmam Ali - El Naki, İmam Muhammed Taki’nin oğludur. Babasının şehit edilmesinden sonra onun vasiyeti ile 10. İmam oldu. Annesinin adı Semmane’dir. Muhtemelen 27 Ekim 827 veya 16 Eylül 829 tarihinde Medine’de dünyaya geldi. İmam Naki de diğer ataları gibi bilge bir İmam ve halk üzerinde ciddi bir etkisi olduğu için, 28 Haziran 868 tarihinde onu kendine bir tehlike gören Abbasi Halifesi Mutazz tarafından zehirlenerek (1) şehit edildi. Kabri Irak / Samara kentindedir.İmam Naki, yaşamı içerisinde Abbasi Halifelerinden 7 tanesini (Me'mun, Mu'tasım, el- Vasık, Mütevekkil, Muntasir, Mustain ve Mu'tazz) gördü. Abbasi Halifelerinden bilhassa Mütevekkil büyük bir Ehli Beyt düşmanıydı. Her fırsatta ve bazen de İmam Naki’nin yanında Ehli Beyt’e hakaret etmekten, Hz. Ali’ye küfür etmekten çekinmez ve bunda ısrarlı olurdu. Amacı İmamların halk üzerindeki saygınlığını azaltmak ve onlara gücünü göstererek sindirmekti. Hz. Ali’ye hakaret etmek için devlet toplantı ve eğlencelerinde Hz. Ali’yi alaya aldırır, taklitçileri aracılığı ile ona hakaret ettirir, kendisi de eğlenerek ve kahkaha atarak eşlik ederdi. Onun emri ile Hicri 237 yılında (Miladi muhtemelen 856 yılında) Kerbela'da Hz. Hüseyin'in türbesinin kubbesi ve etrafta yapılan bir çok evleri yıkılarak yerle bir edildi. Hz. Hüseyin’in türbesine su bağlayarak türbeyi su altında bıraktırdı. Hz. Hüseyin’in Kerbela’da susuz şehit edilmesi alaya alınrak ’’İşte istediği suyu bağladık’’ biçiminde, Emevi icraatları onaylanmış oldu. Daha sonra Türbenin tüm izlerinin yok edilmesi için oranın tarım alanına çevrilmesi, arazinin sürülüp, oradaki tüm eserleri yok etmek için, ziraat yapılmasına emir verdi (2). Daha sonra sırayla Halife olan Muntasır, Mustain ve Mu'tazz’da Ehli Beyt’e aynı zulümleri devam ettirdiler. Ehli Beyt dostlarının onlar ile bağı kestirilerek Ehli Beyt son derece perişan ve yoksul duruma sürüklettirildi. İmam Taki, Halife Mütevekkil'in ve diğer Halifelerin bu tür işkence ve eziyetlerine katlandı. Daha sonra Halife olan Mu'tazz tarafından zehirlenerek şehit edildi.

Dipnotlar :

1. Usul-u Kafi, c.1, S 497-502. İrşad-ı Müfid, s.307. Delail-ul İmame, s.216-222. Fusul-ul Mühimme, s.256-265. Tezkiret-ul Havas, s.362. Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.401-420. 2. Makatil-ut Talibiyyin, s.395

11ci imam: Al-Hassan ibn Ali al-Askarî (ö.874)

İmam Askeri lakabıyla da tanınan İmam Hasan- ül Askeri, İmam Ali – el Naki’nin oğludur. Babasının şehit edilmesinden sonra onun vasiyeti ile 11. İmam oldu. Annesinin adı Hunes’dir. Muhtemelen 27 Ekim 846 veya 2 Aralık 846 tarihinde Medine’de dünyaya geldi. İmam Askeri de diğer ataları gibi bilge bir İmam ve halk üzerinde ciddi bir etkisi olduğu için, 27 Eylül 873 veya 2 Ocak 874 tarihinde onu kendine bir tehlike gören Abbasi Halifesi Mütamid tarafından zehirlenerek (1) şehit edildi. Kabri babası İmam Naki’nin türbesinin yanında, Irak /Samara kentindedir.İmam Askeri’nin İmamet döneminde uzunca süre Ehli Beyt bendeleri ile İmamın görüşmesi Abbasi Halifesi tarafından yasaklanmıştı. Sadece çok özel durumlarda görüşme olanakları vardı. Zaten Ehli Beyt’e bağlı olan önemli Alim ve şahsiyetler de ya göz hapsindeydiler, ya da çevreleri ile diyalogları yasaklanmıştı (2).Ancak tüm bunlar bilginin ve sevginin diyaloğunu engeleyemiyordu. Çok geniş halk kitleleri tarafından tanınan ve sevilen İmamların varlığı, Hilafet makamını ciddi bir biçimde huzursuz ettiği için, diğer İmamlar gibi, İmam Askeri de aynı şekilde uğradığı zulümlerin ardından şehit edildi.

Dipnotlar : 1. İrşad-ı Müfid, s.315. Delail-ul İmame, s.223. Fusul-ul Mühimme, s.266-272. Menakıb- İbn-i Şehraşub, c.4, s.422. Usul-i Kafi, c.1, s.503. 2. İrşad-ı Müfid, s.324. Usul-u Kafi, c.1, s.512. Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.429 ve 430.

12ci imam: Muhammad ibn al-Hassan al-Mahdî (kayboluşu 940)

İmam Mehdi, Kâim, Hüccet, Bakıyyetullah ve Sahibi Zaman, lakabıyla da tanınan İmam Muhammed Mehdi, İmam Hasan- ül Askeri’nin oğludur. Babasının şehit edilmesinden sonra onun vasiyeti ile 12. İmam oldu. Annesinin adı, Hz. İsa’nin havarisi Şum’un neslinden olan Rum Kayseri’nin oğlu Yuşa’nın kızı Saykal veya Susen adı ile de bilinen Nergis’dir. Başka bir kaynağa göre de annesi bir Cariyedir. Muhtemelen 30 Temmuz 869 tarihinde bir Cuma günü Irak /Samara’da dünyaya geldi. İmam Mehdi rivayetlere göre Samara’da bir mağaraya girerek sır oldu.Rivayete göre İmam Mehdi’nin doğumu ile birlikte bir çok kerametler (mucizeler) gerçekleşir. Doğduğunda babası onu sol elinin üzerinde oturttu ve sağ eliyle de arkasından tutarak “Konuş” dedi. Bunun üzerine Hz. Mehdi konuşmaya başladı ve: (1) Allah birdir, Muhammed onun elçisidir. Allahın rahmeti onların üzerinde olsun’’ dedi. Sonra Hz. Ali ve diğer İmamlara salavat (2) getirdi. İktidarın İmamlara karşı düşmanlık niyetleri bilindiğinden İmam Mehdi’nin doğumu bir süre gizli tutuldu. Bunun nedeni Abbasi Halifelerin Ehli Beyt düşmanlığı o noktaya varmıştı ki, Hz. Hüseyin’in türbesi yıktırılmış ve türbe ziyaretini önlemek için o bölgeye giden yollarda karakollar oluşturmuş ve askerleri Hz. Hüseyn’in mezarını ziyaret eden birisini bulsalar hemen yakalıyor, öldürüyor veya ağır işkencelere tabi tutuyorlardı” (3). Ehl-i Beyt’e karşı olan baskı o dereceye varmıştı ki, tanınmış kimseler dahi zalim Abbasi yöneticilerinin korkusundan kızlarını Ehl-i Beyt soyundan gelen gençlere vermekten sakınıyorlardı.Örneğin Hz. Ali’nin soyundan olan Muhammed bin Salih adlı kişi, İbrahim bin Müdebbir İsa bin Musa Cehrumi’nin kızıyla evlenmek istediğini ona bildirdiğinde İsa bu isteği reddederek şöyle dedi: “Allah’a yemin ediyorum ki senin soyunu tanımadığın için seni reddetmiyorum; çünkü bu soydan daha üstün bir soy tanımıyorum. Bu yüzden bu akrabalık herkes için bir iftihardır. Ama kendi can ve malım hususundan Mütevekkil ve oğlundan korkuyorum.” (4) İmam Mehdi ile ilgili çok geniş kesimler çeşitli fikirler yürütürler. İmam Mehdi’nin kıyamet habercisi olduğunu yorumlayan ve buna inanan insanlar olduğu gibi, onun gelişi ile dünyanın yanlış siyasi politikalardan ve onların etkilerinden kurtulacağını, dünyaya hakk ve hukukun egemen olacağını, zalimin artık zulüm yapamayacağını, mazlumun ahının alınacağını, haksız yere artık kan dökülmeyeceğini, dünyanın bir nevi sömürüsüz ve sancısız bir yaşam yeri olacağını, dünyanın bir nevi güllük ve gülüstanlık haline dönüşeceğine inanırlar. Elbette herkes tüm yazdığımız ve kategorize ettiğimiz boyutta geniş bir açılım gözetmezler. Ancak buna benzer bir beklenti içerisinde olacağını da unutmamak gerekir. Gerçi, İmam Mehdi’yi kıyametin habercisi olarak algılayan ve ona inanan geniş bir kesim, kıyamet habercisi olarak Allah tarafından çeşitli görevler için yaratılmış 5 büyük melekten biri olan, düdüğü ile kıyameti başlatacak olan ‘’İsrafil’’ adlı meleğin aslında bu iş için görevlendirdiği konusunda bir ikircim de yaşarlar. Bu vesile ile üzerinde henüz tam bir bütünlük arz etmeyen bu konu hakkında daha fazla yorum ve açılım yapmanın uygun düşmediği kanaatindeyiz. Aleviler ise bu konuda genellikle İmam Mehdi’yi kıyamet habercisi olmaktan ziyade, kurtuluş ve adalet habercisi olarak inanır ve algılarlar. 12 İmamlara bağlılık ve onu İslam inancının / öğretisinin bir parçası olarak görmeyen ve bu konuda Alevilerle aralarında ciddi bir fikir (inanç) farklılığı yaşıyan Sünni kesimi ise İmam Mehdi konusunda genellikle Aleviler gibi düşünürler. Sünni kesimin, diğer İmamları atlayıp sadece İmam Mehdi’nin gelişi konusunda Alevilerle örtüşen / uzlaşan inanç taşımaları olumlu görülmekle birlikte, İmam Mehdi’nin geldikten sonra oluşacağı dünya ve yaşam alanı konusunda, başka deyimle yeni oluşum alanı ve biçimi konusunda aralarında ciddi bir farklı beklenti olduğunu da eklememiz gerekir. Bir kısım Sünni insanın söz konusu Mehdi’nin kimliği konusunda da Alevilerin Mehdi’sini kast etmediklerini belirtmekte yarar var. Diğer bir deyimle Alevilerin Mehdi’si, Ehli Beyt soyundan gelen, 11. İmam olan Hasan – ül Askeri’nin oğlu olan ve Samara’da bir mağaraya girip SIR olan, gün ve saati geldiğinde tekrar gelecek olan 12. İmam, Muhammed Mehdi’dir. Aleviler bunun dışında bir Mehdi’yi tanımaz ve inanmazlar. Sünnilerin Mehdi’sinin ise, Sünni inanç alanının bekledikleri ve inandıkları Mehdi’yi tarif etme konusunda bu kadar net tanımla(ya)madıkları zaman zaman görülmektedir. Anadolu’da yaşayan Hristiyanların, aynı beklenti konusunda Mehdi olarak Hristiyan inancına göre göğe çekilen Hz. İsa’yı tarif ettiklerini, buna isim olarak Mesih dediklerini, bir kısmın da Mehdi ve Mesih’in birlikte gelecekleri biçiminde inançları vardır.

Elbette onların, gelecek olan Mesih veya Mehdi’den beklentilerinin de farklı olacağını eklemekte yarar var. Alevilerin böyle inanmalarını gerektiren bir kaç Hadis ve alıntıya yer verelim.

- Ebu Nazre’den aktarılmıştır. ’’Cabir bin Abdullah’ın yanında oturuyorduk….. Resulullah buyurdu ……“Ümmetimin sonunda bir halife olacak, o malı saymadan serpercesine dağıtacaktır" (5).

- İbn-i Abbas’tan aktarılmıştır : Resulullah buyurdu: “Allah bu dini Ali ile başlattı. Ali katledilince, bozulacak ve onu Mehdi’den gayri hiç kimse doğrultamayacaktır.” (6)

-İbn-i Abbas’tan aktarılmıştır: Resulullah buyurdu. “Bir ümmet ki, ben onun başında, İsa onun sonunda ve Mehdi de onun ortasındadır, nasıl helâk olabilir?” (7).

- Abdullah bin Haris bin Cazi Zabidi’den aktarılmıştır : Resulullah buyurdu: “Doğudan bir grup insan çıkacak ve Mehdi için ortamı hazırlayacaklardır” (8).

- İmam Sadık buyurdu ki: "Halk imamlarını yitirecek, ama o hac mevsiminde hazır olacak ve halkı görecek, halk ise onu görmeyecektir" (9).

- Esbağ bin Nebate’den akatarılmıştır. "Emir’ül-Müminin Ali’nin huzurlarına gittim, düşünceye daldığını ve parmaklarıyla yeri kazdığını görünce: "Sizi düşünceli görüyorum dedim, yere rağbetiniz mi var?" dedim. İmam: “Hayır vallahi, hiçbir zaman yere ve dünyaya rağbet göstermedim. Dünyaya benim soyumdan gelecek 11. evlâdım hakkında düşünüyorum. O Mehdi’dir, zulüm ve küfürle dolu olan yeryüzünü adaletle, eşitlikle dolduracak; onun bir gaybet dönemi olacaktır ki insanlar o dönemde şaşkınlık içinde olacaklar; kimileri bu dönemde sapar, kimileri de hidayet bulur” dedi (10).

- Resulullah buyurdu: “Mehdi benim soyumdandır; ismi benim ismim ve künyesi benim künyem, şekli benim şeklim, tavrı benim tavrımdır, halkı benim dinime teşvik ve Rabbimin kitabına davet eder. Ona itaat eden bana itaat etmiştir ve ona muhalefet eden bana muhalefet etmiştir, onun gaybetini inkâr eden beni inkâr etmiştir” (11).

- Abdurrahman bin Selit’ten aktarılmıştır. ‚’İmam Hüseyin buyurdu ki: “12 hidayet imamı bizdendir; ilki Ali bin Ebu Talip’tir; sonuncusu ise 9. evlâdımdır. Hak üzere kıyam edecek olan odur. Yeryüzü öldükten sonra, Allah onun vasıtasıyla tekrar onu ihya edecektir ve müşrikler istemese de Allah hak dini diğer dinlere muzaffer kılacaktır. Onun gaybete çekildiği dönemde bazı kavimler mürtet olacak, bazıları ise dine bağlı kalacaktır; onlara eziyetler olacak ve onlara denilecek ki: ‘Eğer doğru söylüyorsanız, bu vaat ne zaman vuku bulacaktır?’ Biliniz ki, onun gaybetindeki eziyetlere ve tekziplere sabretmek, Resulullah ile beraber kılıçla cihad etmek gibidir” (12).

- Salih bin Ukbe babasından, o da İmam Muhammed Bâkır’dan, o da babaları vasıtasıyla Resulullah’dan nakletmektedir: “Mehdi benim evlâtlarımdandır, onun gaybet dönemi olacaktır. Bu dönemde ümmetten birçoğu delâlete düşecektir. O, peygamberlerin nişaneleriyle gelecek, yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi onu adalet ve eşitlikle dolduracaktır” (13).

- Hasan bin Halid’den aktarılmıştır, İmam Ali Rıza buyurdular: “Benim 4. evladım…. Allah onun vesilesiyle yeryüzünü bütün zulüm ve haksızlıklardan temizleyecektir. Halkın, doğumunda tereddüt ettiği gaybet sahibi odur. O, zuhur ettiğinde yeryüzü Rabbinin nuru ile aydınlanacak, halkın arasında adalet ölçüsünü kuracak, böylece hiç kimse başkasına zulmetmeyecek ve yeryüzü ona itaat edecektir……..’ Bu konuda Ayette şöyle geçer: ‘Eğer istersek onlara gökten bir ayet nazil ederiz de hepsinin boynu onun karşısında eğilir.’(14) ‘Yakın bir mekândan bir münadi, o gün nida eder ve onlar da o hak sesi duyarlar. İşte o gün huruç günüdür. Yani oğlum Kaim Mehdi’nin huruç günüdür” (15).

DİPNOTLAR : 1. Arapcası : Eşhedu en la İlahe illallah ve eşhedu enne Muhammed’en Resulullah. 2. Şeyh Saduk, “Kemal-ud Din”, s. 425. 3. Ebu-l Ferec İsfahani “Mekatil-ut Talibiyyin”, s.395’de şöyle diyor: 4. Mekatil-ut Tali-biyyin, s. 604 5. Sahih-i Müslim, hadis: 5189; Müsned-i Ahmed, hadis: 13886. 6. Yenabî’ül-Mevedde, s.445, 259. 7. Tarih-i İbn-i Asakir, c.2, s.62; Müntehab-u Kenz’il-Ummal, c.6, s.30-31; es-Siret’ül-Halebiyye, c.1, s.227. 8. Sünen-i İbn-i Mace, hadis: 4078. 9. Usul-ü Kâfî, c.1 s. 337. 10. Usul-ü Kâfî, c.1 s.338. 11. İ’lâm’ul-Vera, s.425. 12. Uyun’ül-Ahbar, c.1, s.68. 13. Biz dilersek onların üzerlerine gökten bir âyet (mucize) indiririz de, ona boyunları eğilekalır. (Şuara : 4) 14. Bir münadinin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver. O gün insanlar, o çağrıyı gerçek olarak duyarlar. İşte bugün, kabirlerden çıkış günüdür. (Kaf : 41 / 42) 15. Yenabî’ül-Mevedde, s.448

4-Tevella Teberra ne anlama geliyor?

Tevella, dostluk kurma, dost olma anlamına geliyor.

Teberra ise uzak durmak anlamına geliyor.

Aleviler arasında Tevella ve Teberra'nin manası ise Ehlibeytin dostlarına dost, düşmanlarına düşman olmak anlamına geliyor. Ancak tarihsel süreç içerisinde Tevella Teberra'nin anlamı daha önemli hale gelmiştir. Tevella Teberra iyiden, güzelden, haktan, haklıdan yana olmak; zalime, sömürücüye, haksıza, riyakara da karşı olmak anlamına geliyor. Bu anlamıyla bir duruşu, tavrı sembolize ediyor. Ehlibeytin şahsında bir bütün halinde doğrulardan taraf olmayı, haksıza karşı olmayı temsil ediyor. Bazı dar görüşlü kimseler Tevella Teberra'nin taşıdığı anlamı, sembolize ettiği değerleri dar bir çerçevede ele alıyor. Olayın özü ise öyle sanıldığı gibi dar bir çerçevede değildir. Özde bir duruş, tavır vardır. Ve bu duruş Ehlibeytin şahsında bütünsel bir manaya sahip olup mekan ve zamanla sınırlı değildir. Yer yüzünde haksızlık olduğu müddetçe ve doğruları hakim kılma ideali olduğu müddetçe Tevella Teberra da olacaktır.

D – Mezhepler ve tarikatlar

Mezhepler, dinin anlaşılması ve algılanmasından, dînî farklılaşmadan kaynaklanan, yani, insanların yaşadıkları sosyal çevrenin içinde dinin ana kaynaklarını anlama ve uygulamada ortaya çıkan farklılıkların kurumlaştığı beşerî nitelikli dinî gruplardır.

Mezhep, Arapça bir kelime olup, takip edilen ve gidilen yol anlamına gelmektedir. Terim anlamı olarak, İslâm mezhepleri, itikadî (inançsal) ve amelî, yani iman, ibadet, ahlak ve davranışla ilgili konularda İslâmî esaslara muhtelif açılardan bakmaktan doğmuş, kendi İslamî anlayışına göre çözümler üreterek gittiği bir “YOL” dur. Arapça’da mezhep kelimesi yerine, daha çok “fırka” tabiri kullanılmaktadır. Türkçe’de ise, mezhep dendiği zaman hem itikadî, hem de fıkhî mezhepler anlaşılmaktadır.

İslâm’ın insana verdiği hürriyet, Kur’ân’ı okuyup anlama yükümlülüğü, Kur’ân’ın üslubunun çeşitli şekillerde anlamaya müsait oluşu ve açık anlamlı ve birbirine benzeyen ayetler üzerindeki görüş farklılıkları gibi bir kısım ihtilafların Kur’an’ın bünyesinden doğduğunu, bunların makbul ve tabiî ihtilaflar olduğunu ifade etmektedir.

İslam dini, ibadetler ve pratik hayatla ilgili konularda farklı düşünmeyi yadırgamamış, bilakis teşvik etmiştir. Dolayısıyla, İslam literatüründeki yaygın anlayışa göre, mezhep denilince içtihatlar neticesinde oluşan fıkıh ekolleri anlaşılmaktadır. Her devirde, alimler fıkhî konulara dair, bilgiler ve kültürleri nisbetinde hadiseler karşısında farklı ictihatlarda bulunmuşlardır.

Müslümanları ayıran mezhepler değil, mezhep taassubunu din taassubuna denk ya da üstün tutan mezhepçi yaklaşım tarzıdır, insanların mensubu oldukları mezhebi ve onun imamını yeterince tanımamalarıdır.

İslâm Mezhepleri Tarihi, geçmişte var olan fırkaların ve bugün yaşamakta olan mezhep ve çağdaş İslâmî akımların İslâm'ı nasıl anladıklarını, kendi kaynaklarına göre, objektif olarak tespit etmeye ve mezheplerin görüşlerinin tarihî, siyasî ve sosyal temellerini ortaya koymaya çalışır. Bu çaba, günümüz Müslümanlarının küreselleşen dünyada dinini en iyi şekilde yaşayabilecek bir zihniyet ve dünya görüşü oluşturmalarına, dinini en doğru şekilde algılayıp temsil etmelerine, birlik ve beraberlik içinde yaşayabilmelerine katkı sağlayarak, XXI. asrın eşiğinde dünyayı kucaklamaya aday yeni nesillerimize, savunmacı tavrın ötesinde, neticesiz tartışmalardan uzak, karşılıklı hoşgörüye dayalı bir yaklaşımla Allah’ın Kitab’ını, Rasul’ünün tebliği ışığında anlamaya ve yaşamaya çalışma ufku sunmayı gaye edinir.

1-Mezheplerin ve Tarikatların doğuşu

İslam tarihinde ilk ihtilaf imamet konusunda çıkmıştı. Ondan sonra, özellikle Hz. Osman döneminde meydana gelen olaylar ve bunlara karşı alınan önlemler yeni bir dönem başlatmış ve siyasi anlamda ilk zümreleşme sürecine girilmişti. Bu zümre mensupları ana kitleden farklı olarak düşündükleri konularda yeni ve farklı fikirler ileri sürme zorunluğu duymuşlardır. Her iki kolda muhtelif mezheplere (Mezhep; arapca «zehap»’tan yani gitme, bir fikre, düşünceye uyma, gidilen, tutulan yol, bir dinin şubelerinden biri) ve alevi kavramıyla yollara ayrıldı.

Her iki kolunda belli başlı mezheplerini ele alalım:

A- Sünni İslam (Ehl-i Sünnet):

Dünyadaki en yaygın mezhep Sünniliktir. Sünniler Şiâ'dan farklı olarak peygamberin ölümünden sonra halife olan ilk dört halifenin (Hulefa-i Raşidin) hepsini tanır ve dört halifeyi doğruluk üzere olan halifeler olarak saygı ve sevgiyle anarlar. Sünnilikte farklı alimler farklı imamet, hilafet tanımları yapsalar da ortak nokta herhangi bir kimsenin soyunun imameti hak ettiği fikri bulunmaz ve bu da genel olarak Şia ile arasındaki en büyük ayrılıklardandır. Nitekim imamet, halife makamı Sünnilik'te önemli olsa da Şia'nın çoğu mezhebinde olduğu gibi itikatta bir yere sahip değildir. Aynı şekilde peygamberin torunu Hüseyin'in Kerbelâ'da öldürülmesi hadisesi genel olarak üzücü bir olay olarak kabul edilip, Yezid Sünni cemaat içerisinde sıklıkla yerilse ve Sünnilikte isim olarak neredeyse hiç kullanılmasa da, Şia'dakine benzer bir şekilde Kerbelâ Olayı her yıl törenlerle anılmaz. Şiâ'daki çeşitli mezheplerde bulunana benzer bir Mehdi inanışı olmadığı gibi, imamet anlayışının farklılığı sebebiyle herhangi bir imamet silsilesi de bulunmamaktadır. Ek olarak Şia'da birçok mezhebin kabul ettiği imamların üstün akli kabiliyeti, bilgi ve hikmeti olduğu, günahsız ve hatasız oldukları gibi fikirler Sünnilikte bulunmaz. Ayrıca Şia'da çoğunluk imamların sözlerini de hadis külliyatından sayarken Sünnilikte hadis külliyatı sadece Muhammed'in sözlerini ve eylemlerini kapsar.

1- Fıkıh (şerîatın usul ve hükümleri) mezheplerinden en önemlileri:

Dinsel temele dayanan İslam hukuk sisteminin çeşitli hukukçular tarafından işlenmiş bulunan özel hukuk kuralları Fıkıh Kuralları şeklinde Osmanlı Devletinde yürürlükten kalkmıştır. İslamlığın ilkeleri Osmanlı Devletinin yapısında önemli bir yer tutmuş politik varlığında bir temel yasa rolünü oynamış ve şeriatla sınırlandırılmakla birlikte mutlakiyet rejimini geçerli bir duruma sokmuştur.
İslam dininin özelliği sistemi içinde hukuksal kavramlara verilen önemde ortaya çıkar. Şeriat, yani kutsal hukuk bu dinin gerçek temelidir. Şeriatta sözleşmeler ve miras kuralları gibi salt hukuksal konularla namaz ve oruç gibi dinsel ödevler arasında bir ayırım gözetilmemiştir. Hepsi kutsal hukukun bir parçası sayılmıştır. Yeni bir hukuk düzeni niteliği taşıyan islamlığın hukuku tanrısal bir temele dayandırılmış olması değişmez bir sistem niteliği kazanmasına yol açmıştır.
İslam dininin, şeriatin ikinci kaynağı sünnettir. İslam da sünnet kuran dışında kalan ve ona aykırı olmayan noktalarda peygamberin söz, iş ve sükuttur. Bazı hariciler ve Şiiler dışında İslam fıkıhının üçüncü kaynağı sayılan icma, peygamberin ölümünden sonra özellikle fetihler ilerledikçe karşılaşılan sorunlara çözüm yolu bulabilmek için başvurulan yollardan biridir. İslamlığın yabancı ülkelerde yeni hayat koşulları ve yabancı örf ve adetlerle karşılaşması kuran ve sünnette yeri olmayan birçok yenilikleri meşru gösterme olanaklarının aranmasına yol açmıştır. İşte bu ihtiyaca icma ilkesi karşılık vermiştir. Bu bakımdan icma tanım olarak halk içinde müçtehedinin peygamberin ölümünden sonra her dönemde ve dini ilgilendiren her konuda uzlaşmaları anlamına gelir.
İslam hukukunun gerçek kaynakları kurana hicretin ilk iki yüz yılı içinde yeni hadislerle genişletilen sünnet olmakla birlikte iki kaynağında yetersizliğini gören İslam bilginleri toplumun dayanacağı şer’i temelleri genişletmek zorumda kamışlardır. Bu konuda başvurulan yollardan biride eldeki hükümlere kıyasla akıl yürütme aracılığı ile yeni hükümlerin çıkarılması anlamına gelen ve genellikle İslam hukuknun dördüncü kaynağı sayılan “ Kıyas “ olmuştur. Kıyas bütün “ Müctehitlerin sözü olan icmanın tersine bir müctehidin sözü olabilir. Kıyasın otoritesi kuran ve sünnete bağlıdır. Kıyasın açık ve kapalı olmak üzere iki türü vardır. Örneğin; kuranda yalnız şarap haram sayılmakla birlikte fıkıhçıların bir yasağı bütün alkollü içkilere genelleştirmeleri kıyasın belirgin bir örneğidir.

İslam hukuku üzerine çok değişik görüşlerin ortaya çıkmasından sonra aşağıdaki dört mezhebin kalmasına karar verildi:

a- Hanefî (Türklerin çoğunlukla benimsediği fıkıh mezhebi).Abu Hanife al-Numan ibn Tabit'in (699-767) belirlediği yol. Herşeyden önce insanî değerleri ve zayıf olanların korunmasını öne çıkaran görüş.

b- Malikî. Malik ibn Anas al-Asbahi'nin (713-795) kişisel görüşle toplumsal fayda arasında denge kuran bir yorum

c- Şafiî. Muhammet ibn İdris al- Şafi'nin (767-820) bazı islam hukuki kaidelerini zamanının olaylarına uyumlayan bir görüş.

d- Hanbelî. Ahmet ibn Hanbal'in (780-855) şeriatın çok katı bir şekilde tatbik edilmesi görüşü.

Bu mezheplerin arasında Hanefilik ve Şafiilik sıklıkla Matüridilik ve Eşarilik bazlı itikadi görüşlere sıcak bakarken, Hanbelîlik ise Eşarilik ve Selefilik bazlı görüşlere sıcak bakmıştır ve Hanbeliliğin kurucusu olan Ahmed bin Hanbel genel olarak bir Selef âlimi sayılır.

Sünni fıkıh uygulamalarında temel kaynaklar iki tanedir; Kur'an ve Sünnet. Bu temel fikir dört büyük fıkıh mezhebi tarafından da kabul edilmiştir.

2-İnanç (itikadî) mezheplerinden, Kelâm ve Tevhîd farklılıklarına göre en önemlileri:

Ebû’l Hasen el- Eş’arî ‘nin (873-ölümü 936) Makâlâtü’l-İslamiyyîn ve İhtilafu’l-Musallîn adlı mezhepler ve farklılıkları üzerine bilinen en eski kitaplarında (“İlk Dönem İslam Mezhepleri” Kabalcı yayınları) yazdığına göre Müslümanlar on sınıfa ayrılmışlar: Şia, Havâriç, Mürcie, Mutezile, Cehmiyye, Dirâriyye, Hüseyiniyye, Bekriyye, Âmme, Ashab-ı Hadis ve Abdullah b. Küllâb el-Kattân taraftaları olan Küllabiyye.

Bugün önemli olanlar

a- Ashab-ı Hadis'ın devamı bugünkü Vahabi ve Selefi: Kur’an-ı Kerîm ne söylemişse, akıl ve görüşü arka plana alarak, öylece kabul ederler.

b- Mutezelliye: Ashab-ı Hadis'in tam aksine, Kur’an-ı Kerîm’in anlaşılmasında kişilerin sorumluluğuna ve seçim özgülüğüne önem veren yol.

c- Eş’ariyye: Selefiyye ile Mutezelliye Sünni İslamda ki iki uç görüş arasında dengeyi bulan en yaygın orta yol.

d- Mâturiddiyye: Sünni Türkler için çok önemli olan Semerkand’ın Matürid köyünde doğmuş, Hanefi imam, Türk alimi Ebû-Mansur-î Matüridî’nin (öl.944) geliştirdiği Eş’ari muhafazakarlığını tenkit eden ve onlarla Mutezelliye görüşü arasındaki mezhep.

B- Şia veya Şî'atu Alî veyahut Alevi (Ali Yanlıları):

Sünni din adamlarının Şia’ yı, Ehl-i Bid’at (Peygamber zamanından sonra dinde meydana çıkan şeylere inananlar) diye adlandırdığı da olur. Osmanlı tarihî kayıtlarında ise Ehl-i Rafz (Râfızî yani Hz.Ebübekir, Ömer ve Osman’ın halifeliğini kabul etmeyenler) diye adı geçer.

Sünnilik'ten sonra dünyada en yaygın ikinci İslam mezhebidir. Sünnilik'ten farklı olarak imamet, hilafet makamı, Şia'da çok önemlidir ve sıklıkla itikadda geçer. Her ne kadar Şia içindeki farklı mezhepler özellikle imamet hususunda farklı inanç ve görüşlere sahip olsalar da, Şiiler genel olarak Sünnilerden farklı olarak Osman bin Affan'ın halifeliğini kabul etmez, büyük bir çoğunluğu Ebu Bekir ve Ömer bin Hattab'ın da halifeliklerini kabul etmezler. Ayrıca büyük bir kısmı imameti ilahi bir makam olarak görür ve imamlara peygamberlerinkine benzer ek özellikler atfeder. Ayrıca Allah'ın adaletinin bir özelliği olduğuna inanılır ve Ehl-i Beyt'ten çıkan imamlar desteklenir. Şia'da genellikle Ali taraftarı olmayan sahabeleri benimsemezler.

Şiâ kendi içerisinde birçok alt mezhebe, fırkaya bölünmüştür. Bu mezheplerin en büyüğü Onikiimamcılar olarak adlandırılan İsnaaşeriyyedir. Türkiye'deki Şiiler de bu fıkhı esas alır. İsimlerini 12 imamı kabul etmelerinden alırlar. Bu kola bazen İmamiyye veya Caferiyye de dendiği olur. Nitekim 6cı imam Cafer üs-Sadık'ın önemli bir yeri vardır ve İsnaaşeriyye'nin kurucusu gibi görüldüğü de olmuştur. Nitekim Muhammed el-Bakır ve oğlu Cafer es-Sadık'la birlikte İsnaaşeriyye'nin temel öğretilerinden birkaçı ortaya atılmıştır. Örneğin imamların ilâhî bir şekilde seçildiğine, Ali'nin hakkından sonra imam olması gerekenlerin Hasan bin Ali ve Hüseyin ibn Ali olduğuna, onlardan sonra ise sırasıyla soydan gelen bir sonraki oğula aktarılmasına ve böylece babadan oğula geçerek devam etmesine inanılmıştır. Ek olarak imamların masum yani günahsız ve hatasız olduğuna inanılmıştır. Aynı zamanda yoğun bir Mehdi inancı bulunmaktadır; buna göre son imam kaybolmuştur, gayba karışmıştır ve Mehdi olarak çok uzun bir zaman sonra gelecek ve kurtuluşu getirecektir. Bu temelden de kaynaklanarak Cafer es-Sadık kendi taraftarlarına sabretmeleri, isyan ve ayaklanmalardan uzak durmaları hususunda telkinde bulunmuştur. Bazı İslam tarihçilerine göre Şia'da yaygın olan kişinin Alevi olduğunu ve Şia ile ilgili özelliklerini toplumdan saklayarak gizli bir biçimde yürütmesi prensibi Cafer es-Sadık'a dayanır. 1501'de Şah İsmail tarafından kurulan Safevi Devleti İsnaaşeriyye tarihinde önemli bir rol oynamıştır. İran'da kuralan bu Türk devletinin dini resmen İsnaaşeriyye Şia'sı olmuştur ve İsnaaşeriyye bu dönemde gelişme ve yayılma fırsatı bulmuştur. Daha sonraları Safevi Devleti'ne komşu durumundaki Osmanlı Devleti'nin halifeliği ilan etmesi hilafet bazlı Sünni-Şii gerilimi tarihte önemlidir.

Ebû’l Hasen el- Eş’arî ‘nin (d.873- ö. 935) yazdığına göre Şia’daki üç sınıf şunlardır:

a- Gâliye (Aşırılıkçılar) :15 “fırka” (grup)

b- Râfıza veya İmamiyye: (terk edenler, ayrılanlar) yani Hz.Ebübekir, Ömer ve Osman’ın halifeliğini kabul etmeyenler. İmamet ancak nass ile tayin ve tevkif yoluyla olur. İmamet akrabalığı gerektirir. 24 fırka.

c- Zeydiyye (Ilımlı Şia kolu) 6 fırka

Ayrıca Peygamberin ailesinden Yezid'e isyan edenler bir grup.

Bugün Şia-i Ali deki inanç ayrımlarından bazıları şunlardır:

a- Şia-i İmamiye : Caferilik veya Oniki imamcılık da denilen, 6cı İmam Cafer-üs Sadık’ın kurduğu, imamlara inanma ve imam sevgisine dayanan Şiiliğin çoğunluk mezhebi. Kuran’ın yaratılmış olduğunu öne sürmesiyle Ehli Sünnetten ayrılır. Bugün İran ve Irakta yaygın.

b- İsmailiyye : 6cı İmam Cafer-üs Sadık’ın erken ölen oğlu İsmail’in öğretisi yolunda giderler. Şekilci din ölecek ve Gerçek din (Din-î Hak) onun yerine yeniden doğacak. Başka deyişle Bâtına (gizli olan «Sır»ra) ulaşmak için onu saklayan, görünmesine mani olan Zahir’in (diş görüntünün) bir kabuk gibi kırılması ve yok olması gerekir. Bugün değişik kollarıyla Hindistan, Pakistan ve az da olsa Avrupa'da.

c- Alamut radikal İsmailiyyesi: İmam’a Peygamberden daha fazla öncelik tanırlar. Her İmam bütün bağlantılara isyan edip baş kaldırıyor ve Hakk’la Bir olup zamanının «Sırrının sırrını» görüyor. Çok az da olsa Afganistan ve İran'da halen yaşatılıyor

d- Nusayrilik veya Arap Aleviliği: 9uncu yüzyılda Muhammet bin Nusayr tarafından kuruldu ve sonra Hüseyin bin Hamdan tarafından geliştirildi. Günümüzde Suriye, Filistin ve Güney Anadolu’da varlığını sürdürür. Temel inançı Hz. Ali’nin Tanrısallığıdır.

e- Melametiyye: (Kınayanların kınamasından çekinmeden doğru yolda, Hakk yolunda yürüme) : 9cu yüzyılda Horasan’da çıkan Melamatilik kısaca en sade ifadeyle bir Nefs terbiyesinin adıdır. Toplumsal yaşamda her türlü gösteriden, böbürlenmeden ve güç isteminden kaçmayı önerir. Türkiye dahil Orta Doğuda halen bulunmaktadır.

f- Zeydiye: İmam Bâkır'ın kardeşi Zeyd'ın taraftarları onun yerine 5ci imam olarak kabul ediliyordu. Emeviler'e karşı direniş başlatan ilk kişidir. Zeydiyyede imamın Ehl-i Beyt'ten çıkması bir zorunluluk değildir, fakat Ehl-i Beyt'ten çıkan imam mutlaka desteklenir. Bugün Yemen'deler;

g- Allavi: Alevilere çok yakın. Suriye'de halkın %10 teşkil ediyorlar. Lübnan'da da bulunuyorlar.

h- Dürüzi: Fatımi halifesi Al-Hakim'den etkilenmiş Muhammet al-Darazi'nin geliştirdiği yol.Lübnan'da halkın % 8'i, Suriye'de ise %4'ü

i- Alevi-Bektaşi : Biz Aleviler İslamın içinde mi dışında mı diye tartışsak bile İslam dünyası Türkiye'deki Alevileri ve Bektaşiliği Batınî İslamın bir parçası olarak görüyor.

3-Hariciler

Bugün Afrika'nın kuzey taraflarında, Cezayir, Tunus ve Trablus'un bâzı yerlerinde, Doğu Afrika'da, Zengibar'da Maksat ve Oman'da bir miktar mensupları vardır. Asıl merkezleri Zengibar'dır.

5- TASAVVUF

Giriş

Tarih inançların ve kültürlerin birbirini etkilediğini bize elbette gösterir, ama bütün bu etkileşimlerin amacının ve beklenen sonucunun daha kamil, daha olgun ve diğerlerine daha saygılı bir insanı yaratmak olduğu da tartışılmaz bir biçimde görünmektedir. Bu bağlamda yerel ve etnik kültürler, tarih içinde tanıdıkları ve mantıklı buldukları inanç sistemlerini benimsemiş, kendi töre ve kuralları ile bu inanç sistemlerini özdeşleştirmiş ve inanç sistemini içselleştirerek uygulamaya yönelmişlerdir. Kültürlerin inanç sistemlerini benimserken kendi renklerini kattıkları tarihi bir olgudur, ama ancak yerel kültürlere kendilerini koruyarak, daha küresel ya da evrensel inançları benimseme olanağı tanıyan inaç sistemlerinin içinde bu olasılık yaşanır. Ancak böyle bir inanç sisteminde yerel / etnik kültür bir yandan kendi rengini korurken, diğer yandan evrenselleşme, zenginleşme, her çağı kucaklayabilme ve tüm insanlığa ışık tutabilme, değişik inançları ve kimlikleri sevgi ile kabullenebilme olanaklarına kavuşabilir. .

Dolayısı ile Islam’ın BATINI yorumu, yani ALEVI ISLAM yerel kültürleri ve kimlikleri reddetmeden, onları cezalandırmadan, değiştirmeye çalışmadan ya da suçlu ilan etmeden, yani assimile etme amacı taşımadan, kucaklayabilme ve evrenselleştirebilmeyi sağlayan, zengin felsefi içeriği olan, içsel değerleri biçimsel değerlerin çok üzerinde tutan bir inanç sistemi olarak geniş bir coğrafyada yaşayanlar arasında kabul görmüş, gelişmiş ve yerleşmiştir.

Bu gelişmenin felsefi temelleri Hz. Muhammed’in sağlığında HZ. Ali tarafından yorumlanarak topluma anlatılmış, daha sonra ISLAM’ı siyasallaştırma ile ilgili tüm çabalar ve gayretlere rağmen bu sağlıklı yorum yokedilememiş, ALEVI ISLAM anlayışı kendini giderek derinleştirerek, tasavvufi zenginliğe de kavuşarak felsefi temelleri en sağlam, bilimi ve aklı herşeyin önünde tutarak inanmayı insanlığa öğreten bir inanç olmuştur.

Her inancı benimseyenler inançlarına kendi kültürlerinin rengini de inanca katarlar, bu doğal bir süreçtir. Aynı coğrafyada yaşayan değişik etnik gruplar ve inançlar arasında da böyle bir etkileşim her zaman görülür. ALEVİ’liğin zengin felsefi bakış açısı ve hoşgörüsü bu tür etkileşimlere her zaman açık olmuş , yerel kültürlerin kendi özellikleri ile inanç sisteminin içinde yer almasına olanak vererek hem yerel kültürleri zenginleştirmiş, hem de inancın sağlıklı insani ve sosyal temellere oturmasını sağlamıştır.

Kısaca yerel veya etnik kültürler ile kolayca bağdaşabilen bir inanç sistemi olması ALEVİ İSLAM inanç sistemini, bir çok diğer sisteme gore kolayca kabul edilebilen, kabul eden toplumun veya bireyin yaşamı, gelenekleri ve töreleri ile uyumlu bir görünümü rahatça sunabilen, inanca katılanın kimliğini yoketmek yerine saygı ile yücelten bir inanç sistemi olmak ayrıcalıklarına sahiptir.

A- Tasavvuf nedir?

B- Sufi Düşünce Tarihi ve Önemli düşünürler

1- Hasan Basrî

2- Rabis Adeviyye

3- Zunnün Mısrî

4- Haris Muhasibî

5- Bâyezid Bistamî

6- Cüneyd Bağdadî

7- Mansûr Hallac

8- Gazali

9- Şehabettin Suhreverdî

10- Muhyiddin Arabî

11- Bedreddin Simavî

12- Celalettin Rumî

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Mezhepler

A-Siyasi ve Dinsel çatışma

Hz. Muhammet’in 632de Hakk’a yürümesinden sonra meydana gelen olaylar halifelik sorununa bağlı siyasî bir ayrılma gibi görünse de aslında derin teolojik bir görüş ayrılığını da meydana çıkardı. İlk Arap yarımadası müslümanlarının kavim ortamlarından çıkıp değişik ırk, medeniyet, kültür ve dinlere mensup topluluklarla da karşılaşmaları ve onların müslüman olmalarıyla, 12ci yüzyıla kadar bu değişik ufuklardan gelen büyük İslam din bilgisi alimlerinin yeni yorumlarıyla çalkalandı, gelişti, zenginleşti. Ve bu dönemden sonra gelişmelere her zaman karşıt olan muhafazakarlar tarafından yeni yorumlara son verildi ve bir çeşit duraklama devrine girildi.

1- Bölünmenin dinsel temel unsurları

İslamı temelde ikiye bölen bu Teolojik (din bilimi) ayrılık neydi?

a- Sünni İslam (Ehl-i Sünnet): Vahiy (Bir düşünce ya da buyruğun Tanrı tarafından Peygamber’e ilham edilmesi) Hz. Muhammed’in Hakk’a kavuşmasıyla sona erdi. Şeriat kurallarına yeni yorum getirmekten, tapınma biçimlerine, dinsel görevlere özel bir düzen vermekten öteye bir değişiklik getirilemez.

b- Şia veya Şî'atu Ali veyahut Alawi Ali yandaşları Hareketi.Sünni din adamlarının Şia’ yı, Ehl-i Bid’at (Peygamber zamanından sonra dinde meydana çıkan şeylere inananlar) diye adlandırdığı da olur. Osmanlı tarihî kayıtlarında ise Ehl-i Rafz (Râfızî yani Hz.Ebübekir, Ömer ve Osman’ın halifeliğini kabul etmeyenler) diye adı geçer. Bu SufîBâtınî İslam yorumuna göre Vahiy Hz. Muhammed’in Hakk’a kavuşmasıyla sona ermedi. “Kur’an, Cebrail’in getirdiği bir «Vahiy» değil, Peygamber’in kendi sözleridir; bu nedenle bir Kamil insan olan Peygamber bütün Kamil insanlar gibi Kur'an-ı Natık (konuşan Kur'an)dır. Kur’an’ın iç anlamı «natık»a karşı «samit» (sessiz) olan «imam»ın öğretimiyle ortaya çıkar. Kur’an’ın Bâtinî (içsel, gizli, görünmeyen) anlamı, tek olan gerçeğin kendisidir. İmamın varlığında dile gelen, biçimlenen inançlar, yolun özünü meydana getirir. İmamın görevi insanlarla Tanrı arasında bağlantı kurmaktır. Yaptığı her şey Tanrı adınadır; bu nedenle masumdur, yani eylemlerinden sorumlu değildir. Hz. Muhammet’in samiti Hz Ali’dir ve ayet-hadislerin gizli anlamları onun ve onun soyundan gelen imamların açıklamalarıyla anlaşılabilir. Alevilik-Bektaşilik inançı İmam Ali ile başlar. (Esat Korkmaz’ın Alevilik-Bektaşilik Terimleri sözlüğünden). Bâtınilikte Hakikatı öğreten “masum imam”dır. Bâtınilik temeli üzerinde, vahdet-i vücut/vahdet-i mevcut ve ruh göçü felsefesi bütünleşti. Hoşgörü temeline dayalı, esnek ve yaratıcı bir dervişlik anlayışını geliştirerek merkezi yönetimle, otoriteyle çelişkisi olan tüm toplum insanlarını kucaklayan bir dünya görüşü yarattı.

c- Şi'atü Ali-Alevi düşünce unsurları:

1- Nübüvvet, Risalet ve İmamet

Alevi ( sonrada İran Safevi Şii) düşüncede, Allah’ın üç ilahi makamı vardır: nübüvvet, risalet, imamet. Bu makamları, görev alanlarını birer cümle ile şöyle özetleyebiliriz:

Nübüvvet: Peygamberin, Allah’tan aracısız ya da Cebrail aracılığıyla ilahi vahiy alması.

Risalet: Peygamberin Allah’tan alınan vahiyi koruyup insanlara tebliğ etmesi.

İmamet: Allah’tan alınan vahiyi yorumlamak, insanlara öğretmek, yaşama geçirmek ve dünyaya hâkim kılmak.

Nübüvvet makamının sahibi “Nebi”, Risalet makamının sahibi “Resul”, imamet makamının sahibi de “İmam”dır. Hz. Muhammed, nübüvvet ve risalet makamının yanı sıra, imamet makamına da sahiptir.

2- İmamet ve velayetin devam etmesi

Allah, Kuran’da, Muhammed’den sonra peygamber gelmeyeceğini, dolayısıyla vahiy gelmesinin de mümkün olamayacağını açıklamıştır. Ancak gelen vahiylerin tebliği, yorumlanması ve ilahi hükümlerin dünyada yaşama geçirilmesi işleminin henüz tamamlanmadığını anımsatan Alevi düşünce, bu durumda Peygamber’in imamet ve velayetinin devamının zorunluluğuna dikkat çekerler. Allah’ın hükümleri henüz dünyaya hâkim kılınmadığı sürece bu görevleri icra edecek bir imama ihtiyaç olduğu ortadadır.

İmamın gerekliliğini zorunlu kılan nedenlerden biri de Kuran’ın zahir ve batın olmak üzere iki yönü olmasıdır. Zahirde sadece İslamın hükümleri ve ibadet konuları insanlara anlatılır. Ancak batın yönünü, yani özünü yorumlayacak, velayeti ve itaati belirten ayetleri tefsir edecek ilahi ilim sahibi biri gereklidir ki, bunu da ancak ilahi irade sahibinin imamet ve velayet makamına tayin ettiği imam yapabilir.

Bâtınilik temeli üzerinde, vahdet-i vücut/vahdet-i mevcut ve ruh göçü felsefesi bütünleşti. Tasavvuf, Sünniliği de Aleviliği de etkileyen, Tanrı'nın birliğini ve evrenin oluşunu, varlık birliği (Vahdet-i Vücut) anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefi akımın adıdır. Tasavvuf, ayrıca Tanrı, evren ve insanı bir bütün içinde görme ve insanın Tanrı ile, insanın başka insanlarla, insanın kendisiyle olan ilişkilerini bu bütünde arama ve açıklama yolu olarak da tanımlanır. Hoşgörü temeline dayalı, esnek ve yaratıcı bir dervişlik anlayışını geliştirerek merkezi yönetimle, otoriteyle çelişkisi olan tüm toplum insanlarını kucaklayan bir dünya görüşü yarattı. Basra, Küfe ve Bağdat mekteplerinin ve bu mekteplerdeki Hasan el-Basrî, Cüneyd-i Bağdadi, Rabia el-Adeviyye ve Hallac-ı Mansur gibi sufiler ile Beyazid-i Bistami gibi Horasanlı sufiler, İbn Arabi gibi Endülüslü sufiler Tasavvuf anlayış mükemmelleştirdiler.

3- Ehl-i Beyt ve İmamet, Tevella ve Teberra

Alevilik-Bektaşilikte Ehli-beyt iki türlü algılanır:

1- Ehli-beyt, Hz. Muhammet, Hz. Ali, Hz Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin olarak tanımlanır ve beş rakkamıyla simgelenir. Bir elin beş parmağıyla simgelenir (Penç-i Âbâ veya Penç-i Âl-i Âbâ).

2- Ehli-beyt, Hz. Ali, Hz Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin olarak algılanır ve dört rakkamıyla simgelenir. Bu anlamda “dört sevgili” Alevi-Bektaşi felsefesinin temelidir.

Tevella Teberra ne anlama geliyor?

Tevella, dostluk kurma, dost olma anlamına geliyor.

Teberra ise uzak durmak anlamına geliyor.

Aleviler arasında Tevella ve Teberra'nin manası ise Ehlibeytin dostlarına dost, düşmanlarına düşman olmak anlamına geliyor. Ancak tarihsel süreç içerisinde Tevella Teberra'nin anlamı daha önemli hale gelmiştir. Tevella Teberra iyiden, güzelden, haktan, haklıdan yana olmak; zalime, sömürücüye, haksıza, riyakara da karşı olmak anlamına geliyor. Bu anlamıyla bir duruşu, tavrı sembolize ediyor. Ehlibeytin şahsında bir bütün halinde doğrulardan taraf olmayı, haksıza karşı olmayı temsil ediyor. Bazı dar görüşlü kimseler Tevella Teberra'nin taşıdığı anlamı, sembolize ettiği değerleri dar bir çerçevede ele alıyor. Olayın özü ise öyle sanıldığı gibi dar bir çerçevede değildir. Özde bir duruş, tavır vardır. Ve bu duruş Ehlibeytin şahsında bütünsel bir manaya sahip olup mekan ve zamanla sınırlı değildir. Yer yüzünde haksızlık olduğu müddetçe ve doğruları hakim kılma ideali olduğu müddetçe Tevella Teberra da olacaktır.

B-Mezheplerin ve Tarikatların doğuşu

İslam tarihinde ilk ihtilaf imamet konusunda çıkmıştı. Ondan sonra, özellikle Hz. Osman döneminde meydana gelen olaylar ve bunlara karşı alınan önlemler yeni bir dönem başlatmış ve siyasi anlamda ilk zümreleşme sürecine girilmişti. Bu zümre mensupları ana kitleden farklı olarak düşündükleri konularda yeni ve farklı fikirler ileri sürme zorunluğu duymuşlardır. Her iki kolda muhtelif mezheplere (Mezhep; arapca «zehap»’tan yani gitme, bir fikre, düşünceye uyma, gidilen, tutulan yol, bir dinin şubelerinden biri) ve alevi kavramıyla yollara ayrıldı.

Her iki kolunda belli başlı mezheplerini ele alalım:

1- Sünni İslam (Ehl-i Sünnet):

Dünyadaki en yaygın mezhep Sünniliktir. Sünniler Şiâ'dan farklı olarak peygamberin ölümünden sonra halife olan ilk dört halifenin (Hulefa-i Raşidin) hepsini tanır ve dört halifeyi doğruluk üzere olan halifeler olarak saygı ve sevgiyle anarlar. Sünnilikte farklı alimler farklı imamet, hilafet tanımları yapsalar da ortak nokta herhangi bir kimsenin soyunun imameti hak ettiği fikri bulunmaz ve bu da genel olarak Şia ile arasındaki en büyük ayrılıklardandır. Nitekim imamet, halife makamı Sünnilik'te önemli olsa da Şia'nın çoğu mezhebinde olduğu gibi itikatta bir yere sahip değildir. Aynı şekilde peygamberin torunu Hüseyin'in Kerbelâ'da öldürülmesi hadisesi genel olarak üzücü bir olay olarak kabul edilip, Yezid Sünni cemaat içerisinde sıklıkla yerilse ve Sünnilikte isim olarak neredeyse hiç kullanılmasa da, Şia'dakine benzer bir şekilde Kerbelâ Olayı her yıl törenlerle anılmaz. Şiâ'daki çeşitli mezheplerde bulunana benzer bir Mehdi inanışı olmadığı gibi, imamet anlayışının farklılığı sebebiyle herhangi bir imamet silsilesi de bulunmamaktadır. Ek olarak Şia'da birçok mezhebin kabul ettiği imamların üstün akli kabiliyeti, bilgi ve hikmeti olduğu, günahsız ve hatasız oldukları gibi fikirler Sünnilikte bulunmaz. Ayrıca Şia'da çoğunluk imamların sözlerini de hadis külliyatından sayarken Sünnilikte hadis külliyatı sadece Muhammed'in sözlerini ve eylemlerini kapsar.

a- Fıkıh (şerîatın usul ve hükümleri) mezheplerinden en önemlileri:

İslam hukuku üzerine çok değişik görüşlerin ortaya çıkmasından sonra aşağıdaki dört mezhebin kalmasına karar verildi:

1- Hanefî (Türklerin çoğunlukla benimsediği fıkıh mezhebi).Abu Hanife al-Numan ibn Tabit'in (699-767) belirlediği yol. Herşeyden önce insanî değerleri ve zayıf olanların korunmasını öne çıkaran görüş.

2- Malikî. Malik ibn Anas al-Asbahi'nin (713-795) kişisel görüşle toplumsal fayda arasında denge kuran bir yorum

3- Şafiî. Muhammet ibn İdris al- Şafi'nin (767-820) bazı islam hukuki kaidelerini zamanının olaylarına uyumlayan bir görüş.

4- Hanbelî. Ahmet ibn Hanbal'in (780-855) şeriatın çok katı bir şekilde tatbik edilmesi görüşü.

Bu mezheplerin arasında Hanefilik ve Şafiilik sıklıkla Matüridilik ve Eşarilik bazlı itikadi görüşlere sıcak bakarken, Hanbelîlik ise Eşarilik ve Selefilik bazlı görüşlere sıcak bakmıştır ve Hanbeliliğin kurucusu olan Ahmed bin Hanbel genel olarak bir Selef âlimi sayılır.

Sünni fıkıh uygulamalarında temel kaynaklar iki tanedir; Kur'an ve Sünnet. Bu temel fikir dört büyük fıkıh mezhebi tarafından da kabul edilmiştir.

b-İnanç (itikadî) mezheplerinden, Kelâm ve Tevhîd farklılıklarına göre en önemlileri:

Ebû’l Hasen el- Eş’arî ‘nin (873-ölümü 936) Makâlâtü’l-İslamiyyîn ve İhtilafu’l-Musallîn adlı mezhepler ve farklılıkları üzerine bilinen en eski kitaplarında (“İlk Dönem İslam Mezhepleri” Kabalcı yayınları) yazdığına göre Müslümanlar on sınıfa ayrılmışlar: Şia, Havâriç, Mürcie, Mutezile, Cehmiyye, Dirâriyye, Hüseyiniyye, Bekriyye, Âmme, Ashab-ı Hadis ve Abdullah b. Küllâb el-Kattân taraftaları olan Küllabiyye.

Bugün önemli olanlar

1- Ashab-ı Hadis'ın devamı bugünkü Vahabi ve Selefi: Kur’an-ı Kerîm ne söylemişse, akıl ve görüşü arka plana alarak, öylece kabul ederler.

2- Mutezelliye: Ashab-ı Hadis'in tam aksine, Kur’an-ı Kerîm’in anlaşılmasında kişilerin sorumluluğuna ve seçim özgülüğüne önem veren yol.

3- Eş’ariyye: Selefiyye ile Mutezelliye Sünni İslamda ki iki uç görüş arasında dengeyi bulan en yaygın orta yol.

4- Mâturiddiyye: Sünni Türkler için çok önemli olan Semerkand’ın Matürid köyünde doğmuş, Hanefi imam, Türk alimi Ebû-Mansur-î Matüridî’nin (öl.944) geliştirdiği Eş’ari muhafazakarlığını tenkit eden ve onlarla Mutezelliye görüşü arasındaki mezhep.

2- Şia veya Şî'atu Alî veyahut Alâwî(Ali Yanlıları):

Sünni din adamlarının Şia’ yı, Ehl-i Bid’at (Peygamber zamanından sonra dinde meydana çıkan şeylere inananlar) diye adlandırdığı da olur. Osmanlı tarihî kayıtlarında ise Ehl-i Rafz (Râfızî yani Hz.Ebübekir, Ömer ve Osman’ın halifeliğini kabul etmeyenler) diye adı geçer.

Sünnilik'ten sonra dünyada en yaygın ikinci İslam mezhebidir. Sünnilik'ten farklı olarak imamet, hilafet makamı, Şia'da çok önemlidir ve sıklıkla itikadda geçer. Her ne kadar Şia içindeki farklı mezhepler özellikle imamet hususunda farklı inanç ve görüşlere sahip olsalar da, Şiiler genel olarak Sünnilerden farklı olarak Osman bin Affan'ın halifeliğini kabul etmez, büyük bir çoğunluğu Ebu Bekir ve Ömer bin Hattab'ın da halifeliklerini kabul etmezler. Ayrıca büyük bir kısmı imameti ilahi bir makam olarak görür ve imamlara peygamberlerinkine benzer ek özellikler atfeder. Ayrıca Allah'ın adaletinin bir özelliği olduğuna inanılır ve Ehl-i Beyt'ten çıkan imamlar desteklenir. Şia'da genellikle Ali taraftarı olmayan sahabeleri benimsemezler.

Şiâ kendi içerisinde birçok alt mezhebe, fırkaya bölünmüştür. Bu mezheplerin en büyüğü Onikiimamcılar olarak adlandırılan İsnaaşeriyyedir. Türkiye'deki Şiiler de bu fıkhı esas alır. İsimlerini 12 imamı kabul etmelerinden alırlar. Bu kola bazen İmamiyye veya Caferiyye de dendiği olur. Nitekim 6cı imam Cafer üs-Sadık'ın önemli bir yeri vardır ve İsnaaşeriyye'nin kurucusu gibi görüldüğü de olmuştur. Nitekim Muhammed el-Bakır ve oğlu Cafer es-Sadık'la birlikte İsnaaşeriyye'nin temel öğretilerinden birkaçı ortaya atılmıştır. Örneğin imamların ilâhî bir şekilde seçildiğine, Ali'nin hakkından sonra imam olması gerekenlerin Hasan bin Ali ve Hüseyin ibn Ali olduğuna, onlardan sonra ise sırasıyla soydan gelen bir sonraki oğula aktarılmasına ve böylece babadan oğula geçerek devam etmesine inanılmıştır. Ek olarak imamların masum yani günahsız ve hatasız olduğuna inanılmıştır. Aynı zamanda yoğun bir Mehdi inancı bulunmaktadır; buna göre son imam kaybolmuştur, gayba karışmıştır ve Mehdi olarak çok uzun bir zaman sonra gelecek ve kurtuluşu getirecektir. Bu temelden de kaynaklanarak Cafer es-Sadık kendi taraftarlarına sabretmeleri, isyan ve ayaklanmalardan uzak durmaları hususunda telkinde bulunmuştur. Bazı İslam tarihçilerine göre Şia'da yaygın olan kişinin Alevi olduğunu ve Şia ile ilgili özelliklerini toplumdan saklayarak gizli bir biçimde yürütmesi prensibi Cafer es-Sadık'a dayanır. 1501'de Şah İsmail tarafından kurulan Safevi Devleti İsnaaşeriyye tarihinde önemli bir rol oynamıştır. İran'da kuralan bu Türk devletinin dini resmen İsnaaşeriyye Şia'sı olmuştur ve İsnaaşeriyye bu dönemde gelişme ve yayılma fırsatı bulmuştur. Daha sonraları Safevi Devleti'ne komşu durumundaki Osmanlı Devleti'nin halifeliği ilan etmesi hilafet bazlı Sünni-Şii gerilimi tarihte önemlidir.

Ebû’l Hasen el- Eş’arî ‘nin (d.873- ö. 935) yazdığına göre Şia’daki üç sınıf şunlardır:

a- Gâliye (Aşırılıkçılar) :15 “fırka” (grup)

b- Râfıza veya İmamiyye: (terk edenler, ayrılanlar) yani Hz.Ebübekir, Ömer ve Osman’ın halifeliğini kabul etmeyenler. İmamet ancak nass ile tayin ve tevkif yoluyla olur. İmamet akrabalığı gerektirir. 24 fırka.

c- Zeydiyye (Ilımlı Şia kolu) 6 fırka

Ayrıca Peygamberin ailesinden Yezid'e isyan edenler bir grup.

Bugün Şia-i Ali deki inanç ayrımlarından bazıları şunlardır:

a- Şia-i İmamiye : Caferilik veya Oniki imamcılık da denilen, 6cı İmam Cafer-üs Sadık’ın kurduğu, imamlara inanma ve imam sevgisine dayanan Şiiliğin çoğunluk mezhebi. Kuran’ın yaratılmış olduğunu öne sürmesiyle Ehli Sünnetten ayrılır. Bugün İran ve Irakta yaygın.

b- İsmailiyye : 6cı İmam Cafer-üs Sadık’ın erken ölen oğlu İsmail’in öğretisi yolunda giderler. Şekilci din ölecek ve Gerçek din (Din-î Hak) onun yerine yeniden doğacak. Başka deyişle Bâtına (gizli olan «Sır»ra) ulaşmak için onu saklayan, görünmesine mani olan Zahir’in (diş görüntünün) bir kabuk gibi kırılması ve yok olması gerekir. Bugün değişik kollarıyla Hindistan, Pakistan ve az da olsa Avrupa'da.

c- Alamut radikal İsmailiyyesi: İmam’a Peygamberden daha fazla öncelik tanırlar. Her İmam bütün bağlantılara isyan edip baş kaldırıyor ve Hakk’la Bir olup zamanının «Sırrının sırrını» görüyor. Çok az da olsa Afganistan ve İran'da halen yaşatılıyor

d- Nusayrilik: 9uncu yüzyılda Muhammet bin Nusayr tarafından kuruldu ve sonra Hüseyin bin Hamdan tarafından geliştirildi. Günümüzde Suriye, Filistin ve Güney Anadolu’da varlığını sürdürür. Temel inançı Hz. Ali’nin Tanrısallığıdır.

e- Melametiyye: (Kınayanların kınamasından çekinmeden doğru yolda, Hakk yolunda yürüme) : 9cu yüzyılda Horasan’da çıkan Melamatilik kısaca en sade ifadeyle bir Nefs terbiyesinin adıdır. Toplumsal yaşamda her türlü gösteriden, böbürlenmeden ve güç isteminden kaçmayı önerir. Türkiye dahil Orta Doğuda halen bulunmaktadır.

f- Zeydiye: İmam Bâkır'ın kardeşi Zeyd'ın taraftarları onun yerine 5ci imam olarak kabul ediliyordu. Emeviler'e karşı direniş başlatan ilk kişidir. Zeydiyyede imamın Ehl-i Beyt'ten çıkması bir zorunluluk değildir, fakat Ehl-i Beyt'ten çıkan imam mutlaka desteklenir. Bugün Yemen'deler;

g- Allavi: Alevilere çok yakın. Suriye'de halkın %10 teşkil ediyorlar. Lübnan'da da bulunuyorlar.

h- Dürüzi: Fatımi halifesi Al-Hakim'den etkilenmiş Muhammet al-Darazi'nin geliştirdiği yol.Lübnan'da halkın % 8'i, Suriye'de ise %4'ü

i- Alevi-Bektaşi : Biz Aleviler İslamın içinde mi dışında mı diye tartışsak bile İslam dünyası Türkiye'deki Alevileri ve Bektaşiliği Batınî İslamın bir parçası olarak görüyor.

3-Hariciler

Bugün Afrika'nın kuzey taraflarında, Cezayir, Tunus ve Trablus'un bâzı yerlerinde, Doğu Afrika'da, Zengibar'da Maksat ve Oman'da bir miktar mensupları vardır. Asıl merkezleri Zengibar'dır.