ALEVİLERİN YURT DIŞINA GÖÇÜ
SORUNLAR ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
2- ALEVİLİK ÜZERİNDE BİLGİ KİRLİLİĞİ
Bir yiğit ‘benim’ diyende
Kaynayıpta çoşmamalı
İşin icrasını bilmeyen
Hiç haddinden aşmamalı
Köroğlu
İçindekiler
Giriş
A-Temel Bilgi Kirliliği
1- Alevilik İslam’dan önce oluşmuş bir inançtır (yani İslam dışıdır):
a- Alevi ve Alev kelimeleri tamamen ayrı kökenlerden türemiştir.
- 12 rakkamı ve hizmetler
- Gudea Silindirlerinin içeriği
- Diğer gözlemler
2- “Ali’siz Alevilik”
3- “Teklik ve Bütünlük yok” söylentisi
4- Diğer eski inançlarla ortak esintiler
5- Geçmişten bugüne gelen bilgi kirliliği
B- Çözüm Yolları
Giriş
Köy alanında bir alevinin aleviliği tanımlama gibi bir sorunu yoktu çünkü inançını kendisi gibi yaşayan canlarla cemlerinde yaşıyordu. Dış ortamdan gelen önyargılı tutumlara sırt çevrilip sessiz kalınıyordu. Kentsel alanda çeşitli inançlardan olanlarla ve alevilerinde çeşitli yörelerden gelenleriyle yaşamaya başladı. Bu ortamda ya Alevi olduğumuzu saklıyor ya da nadiren de İslamın Bâtınî Ali Yolunda olduğumuzu, Allah’a, Hz. Muhammed’in Peygamberliğine Kur’ân’a inandığımızı söylüyorduk. Bu da genellikle yetersiz oluyordu. Her alevi kendi yaşantısına ve bilgisine göre de erkânını, tasavvuf anlayışını tanımlıyordu ve tarihini anlatıyordu. Bu sebepten zamanında kapalı ortamda “birlik” içinde yaşayan bir alevi diğer yörelerde kendi gibi kapalı ortamda yaşayan alevi ile erkân farkları olduğunu gördü ve aleviliğin terimleri ve kapsamları üzerinde farklı tanımlarla karşılaştı. Halbuki yöresel şekil farkları arkasında tam bir inançsal bütünlük vardı. Bir çok Dedelerimiz bu bütünlüğü anlatamadı. Çeşitli derneklerin kurulmaya başlamasıyla sorun daha da “karışık” bir duruma girdi. Onlarca sivil toplum kuruluşu, araştırmacı yazarlar grubu, akademisyenler ve başka birçok aktör Alevi kimliğini ve “özgünlüğünü” yarımyamalak bilgiyle tanımladı.
Bundan istifade edip alevileri kendi amaçları için kullanmak isteyenler aleviliğin bir dinbilimi bütünlüğü olmadığını yani Aleviliğin var olamıyacağını veya İslam’dan önce varolduğunu dolayısıyla İslam’ın dışında olduğunu iddia ettiler. Hatta bazen de kötü niyetle “başkaları” aleviliği bizim yerimize tanımladı ve bilgi kirliliği yarattılar. Bu kimlik arayış ve tanımı, yanlış veya ihtilaflı referanslarla çevrelendi.
Burada kelimenin tam anlamıyla bir düşünsel aldatma hatta bir “dolandırıcılıkla” karşı karşıyayız.Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğü (11.ci baskı 2011) “dolandırıcı” tanımı “Birini aldatarak mal veya parasını alan kişi, ayyar,tokatcı” olarak veriyor. Burada açıkca devamlı yanlış bilgiler yayarak Alevileri aldatmaya, dinî düşünce ve kanaatlerimizi değiştirmeye, inançımızdan kaynaklanan yaşam tarzımıza ilişkin tercihlerimize müdahale etmeye veya bunları değiştirmeye yönelen hareketlerdir.
Sizlere yazdığım bu satırlara rağmen “Bilgi Kirliliği” hakkında bir noktayı da unutmayalım. Bütün bilgi birikimimize ve bir şeyin doğru olduğundan emin olmamıza rağmen her zaman kendi bilgimizi ve kulaklarımıza gelen bilgileri sorgulamalıyız. Çağdaş fizik ve matematik bilimi bize “Mutlak doğrular yoktur, tecrübelerden edinilen doğrular vardır” diyerek ilimde de doğayı ve sistemi değil insanı esas aldı ve olasılığı kendine yöntem edindi. “Objektif gözlem bile kendi içinde objektif değildir” düşüncesinin doğruluğunu gösterdi. Bilgi Kirliliğini inceleyip eleştirirken de her zaman huzursuz, şüpheci ve sorgulayıcı olmamız gerekir. Bazı şeylerin tek doğrusu vardır bazı şeylerde de doğruya değişik şekillerde yaklaşırız. Yol birdir ama sürek binbir. En “doğruları” söylerken bile defalarca bu doğrunun doğru olup olmadığını sorgulamalı, araştırıp, ayrıntıyı olduğu kadar bütünü de gözönünde tutarak bir “doğruya” ulaşmaya çalışmalıyız. Bu bizim sonu olmayan bir cabamız olmalı.
A- Temel Bilgi Kirliliği
Yıllardır Alevi tanımıyla ortaya atılan bilgi kirliliğinde “Alevilik İslam dışıdır” ve “Ali’siz Alevilik” iddiaları başta olmak üzere bir dizi bilgi kirliliği dikkati çekiyor. Bu bilgi kirliliği yaratılma sebeplerinin başında Aleviliği İslamdan ayırarak dinsel kimliğini belirsizleştirme ile gücünü zayıflatmak, olumsuz ön yargı oluşturup sonrada Alevi inançını küçük düşürmek, ötekileştirip kişileri Alevilikten uzaklaşmayı sağlama hatta aleviliği yok etmeyi hedefliyor. Ama bilgi kirliliği devam etse de bunu başaramadılar. Başaramadıkları zorluğu başka bir şekilde alt etmeye çalıştılar. Avusturya’da kanun önünde Aleviliği İslam dışı kendine öz bir dinî inanç olarak kabul ettirmek istediler. 30.01.2019'da mahkeme özetle Aleviliğin İslam-dışı bir inanç olamayacağına karar verdi. Bundan sonra tanımını yapamadıkları, dinbilimini ve tarihini anlatamadıkları inançlarının adının “Alevi” olduğunu iddia etmeleri imkansız görünüyor. Bu durum karşısında “Yobaz” dedikleri Hak-Muhammed-Ali yolundaki aleviler arasında yeni iletişim taktikleri geliştirmelerini bekliyorduk. Geçikmedi. Avrupa Alevi Federasyonları yönetimini bırakmamak için şimdi dil değiştirdiler. “Aleviliği İslamın içinde görenler Alisiz aleviliği savunanlar kadar haksızlar. Alevilik ne bir tarafta ne de diğer tarafta. Alevilik bütün inançlara anlayışla bakar; hiçbirini eleştirmez. Yol bir süreç binbir demek «Alevi» yolunda değişik süreçlerin varlığını kabul etmektir. Ali’siz alevilikte İslam-içi alevilikte bu süreçlerden biridir. Yani iki görüşünde birbirine sataşmadan, birlikte yaşaması gerekli”. Bu konuşma Avusturya’da çok önemli bir davasını kaybetmeden önce Ali’siz Alevilerin 180 derecelik bir yön değişimi yapacağının öncüsüydü. Yeni stratejileri hazırdı. 8-9 şubat 2020’de Viyana’da yapılan toplantı sonrası bildirge de “Biz ne O’yuz ne de buyuz. Biz Aleviyiz” diyerek bunu teyit etti.
Hayır “Ali’siz alevilik” Alevi YOL’unun bir süreçi değildir, olamazda. Bilgi kirliliği devam ettiğinden ve gelecekte de devam edeceğinden bu bilgi kirliliklerine elimizden gelen titizlikle cevap vermeye devam etmeliyiz.
1- Alevilik İslam’dan önce oluşmuş bir inançtır (yani İslam dışıdır):
Erdoğan Çınar, “Aleviliğin Gizli Tarihi” (2004) adlı kitabında “Alevilerin kendilerini, İslam’ın bir parçası gibi gösterme çabalarının altında güvenlik soru yatar” (s.53) diyor ve “Alevilik ve İslam, karşılıklı olarak ele alındığında görülecektir ki en temel noktaları olan: Yaradan’nın Tanımı, Ölümden Sonrası, Evrenin Yaratılışı, İnsanın Yaratılışı konularında bu iki din, neredeyse birbirine zıt inançlar içindedir.” diyerekte (s.54) devam ediyor.
Erdoğan Çınar herhalde Alevilerin bilhassa Sünni olmayan bir İslam anlayışını müdafaa ettikleri için Sünni siyasetcilerden baskı gördüklerini, İslamdan ihraç (takfir) edilmek istendiğini ve isyan ettiklerini unuttu. Her hangi bir güvenlik sorununa bizi Alevi yapmadı. Altını çizip tekrar edelim: 942 de Bağdat'ta Kadıların kadısı ibn Behlül'ün halifenin, Alevi İsmailiyye inançlı (İmam Cafer’in erken ölen oğlu İsmail taratarları) Karmatilerin İslam’dan ihraç (takfir) isteğine karşı mektuplarını «Allahtan başka ilah yoktur» diye başladıklarından ve sadece Allah’ın insanların samimiyetine karar verebileceği gerekcesiyle onların da İslamı’ın içinde olduklarına dair verdiği fetva İslamda inanç (itikat) “çeşitlenmesi”nin kabulu için temel bir yasa olduğunu hatırlatalım. Yani birinin müslüman olarak kabul edilmesinin en ufak ortak paydasının tanımı «Allahtan başka ilah yoktur» dur ve dolayısıyla Sünni Şeriata göre İslamın içindeki değişik yorumların tanınmasının sebebidir. “Bizde Aleviyiz” diyip cem olan bir Alevi türkçe olsun, kırmacı, zazaca veya arapca olsun cemde «Allahtan başka ilah yoktur» demiş ve denildiğini duymuştur.Türkler, Kürtler veya Araplar güvenlikleri için değil inandıkları için alevi olmuşlardır. Ayrıca Türkler üç yüzyıl Sünni baskıya dayandıktan ve ölüm pahasına red ettikten sonra türkçe konuşan dervişler sayesinde Bâtınî İslam i,le Zeydîler ve İsmailî Daileriyle karşolaştılar ve gayri-Sünni İslamı benimsediler.
Hayır, Aleviliği İslam ile karşılıklı ele alamazsınız zira Alevilik İslamın içindedir. Erdoğan Çınar İslam’dan ne demek istiyor bilmiyorum. Ama İslam’ı Musevilik veya Hıristiyanlıkla mukayese edebilirsiniz. Aleviliği Sünniliğin bir itikat/inanç mezhebiyle (mesela Selefiyye, Mutazalliye, Eş’ariyye veya Mâturiddiyye...) ile karşılaştırmak mümkündür. Veya Şia’t-ü Ali’den Zeydiyye, İsmailiyye, Sefeviyye veya İran Şiiliğiyle) karşılaştırabilirsiniz. İslam’ın sadece Sünni yorum olmadığını sokaktaki adam bile bilir. İslam’ın da Hıristiyanlık (Ortodoks, Katolik, Protestan) ve Musevilik (Ortodoks, Reformist, Muhafazakâr, Yeniden Yapılanmacı Yahudiler ve Sâmirîler) gibi bir çok yorumları var: Sünni, Şia’t-ü Ali/Şii, Harici. Sünniliğin içinde de 4 fıkh mezhebi ve onlarca birbirine zıt yorumlarla değişik itikat/inanç ayrışımları olduğu; Şia’t-ü Ali/Şii inançında da onlarca ayrışmalar olduğu ve Aleviliğin bunlardan biri olduğunu sağır Sultan bile size söyleyebilir. Bunu görmemezlik cehalet değil kötü niyetli olmaktan başka bir şey değildir.
Erdoğan Çınar kitabında (s.29-31) “Alevi” sözcüğünün, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'ten yana olanlara verilmiş bir isim olmadığını ve Alevi sözcüğünün, Luvi dilindeki alev kökünden üretilmiş ve anlamının Ehl-i Alev’den (Luvi dilinde Işık İnsanlarıdan) geldiğini yazıyor. "Luvilerin kim oldukları bilinmiyor. Anadolu'ya Asya'dan geldiklerine dair kesin olmayan izler var."(s. 31) diye de belirtiyor. Ama köklerinin Mu İmparatorluğu olduğu hakkında ise: "Anadolu'nun bilinen en eski halkı Luviler'in de ayak izleri bizi Asya'nın içlerine götürüyor. Bilinmeyen kadim bir tarihte, onlar da Anadolu'ya Asya'nın içlerinden gelmişlerdi." (s. 182)diyor. Kitabının 3cü ve 4cü bölümlerinde ingiliz araştırmacı James Churchward’ın Hindistan’da Tibet’te bulduğu Naakal tabletlerine dayanarak Aleviliğin başlangıçı olarak 78 bin yıl önce kaybolmuş Mu İmparatorluğu dinini alarak "Bu din, öze en yakın hali ile onbinlerce yıl Anadolu'da çeşitli kisveler altında varlığını sürdürdü.... Bu dinin anavatanı Mu, (Güneş) İmparatorluğu idi.... Bu İmparatorluğun Atlantis koloni İmparatorluğu'na bağlı Mısır alt kolonisinde bu dini en saf hali ile kurumlaştıran, okullaştıran İdris Peygamber oldu. İdris Peygamber'in kurduğu Mısır Okulu'ndan yetişmiş, aydınlanmış halklar bu inanışı Alamut üzerinden Türkmen dervişler aracılığı ile bin yıllar süren üzen bir yolculuğun sonunda Anadolu'ya ulaştırdılar."
Bu Mu İmparatorluğunun dini varlığı ve kimliği hakkında varsayımlardan öteye hiçbir kanıt yok. Yüzbin yıl önce yaşayan Homo Sapiens ve Homo Neandertale ait izler ve yaşamları hakkında bazı bilgiler var ama nedense Mu imparatorluğu hakkında yok. Belki bir gün bulunabilir. Ama bugün hayal gücüyle yaratılan varlığın aleviliğin dayanağı olarak gösterilmesi akıl ve mantıkla ileri sürülebilecek bir varsayım değil. Evet Luviler vardı ve Hitit tabletlerinde kendilerine ait birkaç bilgimiz var. Luviler MÖ. 2300 yıllarında Anadolu Hattiler ülkesine istila yoluyla yerleşmiş bir halktır. Hatti, Hitit ve Luvi halkları birarada yaşayan beyliklerden oluşuyordu. Anadolu’nun Hitit-öncesi tarihi henüz tam olarak aydınlatılamamış olmakla birlikte, Luvilerin konuştuğu dil olan Luvice, Hititçe ile yakın akraba olup, MÖ 2. binyıl sonları ile 1. binyıl başlarında Anadolunun çeşitli bölgelerinde konuşulmakta olan bir dildir. Civi yazılı tabletlerde Hitit Kanunlarında da Luviya sakinlerinin Hattuşa sakinlerine kıyasla daha düşük seviyede bir yasal korumaya tabi olduklarını görürüz. Eski Hitit ritüel metinlerde Hititçe, Luvice ve bazen de Palaca dillerinde büyülerin yer aldığı görülmektedir. Fakat bu dinsel verilerden ve Luvilere, komşu devletlerin Aluvi ismiyle (Işıklı, Aydın insan?) hitap ettiği görüşünden yola çıkılarak “Alevi”lerin, Luvi’lerin torunları olduğu iddiası ciddiyetten uzaktır. Anadolu’nun yüzbinlerce yıl her yönden gelen insan topluluklarının bir geçiş alanı, bir köprü olduğunu biliyoruz. Anadolu Medeneyet izleri bunu gösteriyor.
Evet, Anadolu’da Osmanlı devletinde “Işık Taifesi” diye bazen Aleviler,Bektaşiler, Hurufîler ve genel olarak Râfızîlerden bahsedilirdi. Ama burada muhtemelen “İşrakîler-Işıkcılar” denen, Şehabettin Sühreverdi tarafından kurulan muhafazakâr Sünnî tasavvuf anlayışılı meşrebin Işıkcı taraftarları ile Alevilerin karıştırılması var. Diyarbakır ve Mardin’de uzun zaman kaldı. 1186 yılı dolaylarında en ünlü eseri olan “Hikmetü’l-işrâḳ”ı yazdı. Şâfiî mezhebine bağlı görünse de Şiî eğilimler taşıdığı söylenir. Sühreverdî’ye göre hakikatin bilgisini veren yöntem, esas itibariyle filozofun yaşayarak bilmeye dayalı felsefe (el-hikmetü’z-zevkıyye) diye adlandırdığı mistik ve mânevî tecrübe, gerçeğe us yoluyla değil sezgi yoluyla varılacağını savunan zevke dayalı bilgidir. İşrâkıyye terimi, İslâm düşünce tarihinde bilginin kaynağı olarak akıl yürütmeyi (istidlâl) temel alan rasyonalist ibn Sînâ’nın Meşşâî felsefesine karşı mistik tecrübe ve sezgiye (keşf, zevk, hads) dayanan teosofik düşünce sisteminin adıdır. Özünde bu nitelikleri barındırdığından özellikle sûfî ve Şiî çevrelerde büyük ilgi uyandırmış ve günümüzde de hâlâ canlı bir düşünce akımı olarak varlığını sürdürmektedir.
Kısaca Aleviliği İslâm dışı görmek, ya da göstermeye çalışmak, ne dinler tarihiyle ve dinlerlerarası etki ilişkileriyle, ne de İslam tarihinin mevcut gerçeklerleriyle bağdaşmaz; hem de, akla ve bilimsel anlayışa uygun değildir:
a- Alevi ve Alev kelimeleri tamamen ayrı kökenlerden türemiştir.
Erdoğan Çınar Alevi kelimesinin Türkçe dil kurallarına uymadığını, Ali kökünden türetilmesinin imkansız olduğunu yazıyor. Ayrıca Alevi karşıtının Ehl-i Sünnet olduğunu ve Alevi sözcüğünün de Ehl-i Alev yani ışığa ait olması icap ettiği savunuyor. Tasavvufun “Yaratılış’ın ve var olmanın aslı Nûr’dur” ilkesindeki Nûrun İşik olduğunu olduğunu yazıyor. Nesimi “Hak yarattı Muhammedi nurundan/ Kandilde balkıyan nurdan gelirim” diye söylediğinde bu bizim için İlâhi Nûrdur. Bütün varlıklar bu nurdan var olmuşlardır. Nur evrende görünür duruma gelen varlıklarda beliren Tanrısal öz,ilahî belirtidir. Kur’anı Kerim’den bunu öyle algılarız.
“Alev” kelimesi Türkçe yal fiilinden türetilmiştir. Anadolu ağızlarında alav, yalav, alab, alaz, yalaz, yalım,vb... biçimleri yaygındır. Esasen Türkçe bir kelime olduğu halde /l/ sesinin inceltilmesi Farsça etkisi veya Farsçadan ikincil alıntı gösterir. Yanan maddelerin türlü biçimdeki ışıklı uzantısını adlandırır. Yazılı olarak alav/alev kelimesini mesela “sabah olup hemān güneş ki doğdı, karaŋgulık alavın oda urdı” cümlesinde olduğu gibi Danişmend-Name’de (1360) ve Evliya Çelebi’in Seyahatname’de (1680 yılından önce) görüyoruz.
“Alevi” kelimesi arapcadır ve peygamberimiz Muhammed’in damadı, amcası Ebu Talip'in oğlu ve İslamı kabul eden ilk insanlardan olan Ali’nin adına arapca aidiyet takısı “i” harfinin eklenmesiyle “Alawi” ( Ali’ye ait) şeklinde oluşmuş Ali’nin Kur’an yorumunu ve İslamî inanç yolunu ve edebini sürenler anlamına gelir. Türkçe de ise bugün telaffuzu Alavi’nin Alevi şeklindedir. Daha sonra da İslamın siyasileşme ve ayrışım devrindeki kurumsallaşmada da eşdeğerdeki Şî'at-ü Alî yani Ali yanlısı veya taraftarı olarak veyahut kısaca Şii olarakta kullanıldı. 10cu yüzyılın başında bile alevi yazar Hasan b. Mûsâ en-Nevbahtî’nin (ö. 922) “Fıraku’ş-Şî’a” adlı Şiîliğinin ilk üç asırlık tarihine ışık tutan eserinde her iki terimi eşdeğerde kullanmaktadır.
Ayrıca, yukarıda ayrıntılarını verdiğim, Abu Dulaf’ın Bagraç Türklerinde Zeydilikten; Dede Korkut Destanlarında ve ilk Türk siyasetnâmesi Kutadgu Bilig(Kutlu Bilgi) adlı yapıtında, “Aleviler birle katılmakı ayur” (Alevilerin de birlikte katılmasını öğretir) da Türklerin, Anadolu’ya gelmeden önce, Alevi olduğundan bahsedildiğini hatırlatırım.
Neticede Alevi kelimesi bugünkü türkçemizde fonetik olarak birbirinin aynısı gibi söylense-duyulsa bile, köken ve içerik olarak iki ayrı varlığı adlandırır. Gerisi art düşünceli bir girişindir.
- Erdoğan Çınar kitabında tezlerine kanıt olarak bugün Paris Louvre Müzesinde sergilenen Gudea Silindirlerini göstermiş (“Sümerler ve Alevilik” başlığı altında s.169-184). Bu MÖ 2125 yılına ait bir çift terakota silindirdir ve çivi yazısı ile yazılmıştır. Bugüne kadar elimizde olan bir ibadetin tümünün anlatıldığı en eski yazılı metin olduğu söylenebilir. Erdoğan, Çınar araştırmacı Samuel Noah Kramer’in “Sümerler” kitabına dayandırarak, bu çoktanrılı “Kutsal Evlilik” ibadetindeki hizmetleri Alevi erkânlarında yürütülen oniki hizmet olarak kabul ediyor ve öyle olduğunu eksik ve yanlış bilgi sunarak kabul ettirmek istiyor.
Arkeolog olmamasına rağmen 50-60lı yıllarda Sümerler üzerinde yaptığı çalışmalarlaryla tanınan Samuel Noah Kramer’den beri Sümer dilbilimi bilgilerinde ve dolayısıyla tercümelerde değişikliklerle ilerlemeler oldu. 1980 de Tell Haddad’da yapılan kazılarda bulunan tabletlerle de yeni bilgi birikimi oldu, görüş açıları gelişti.
Eleştirilerimizde bütün bunları göz önünde tutmamız lâzım.
- 12 rakkamı ve hizmetler: Öncelikle 12 rakkamının önemini ele alalım. Gökbilim konusunda çok başarılı olan Sümerler, 12 tane gezegenin varlığına inanıyordu. İncil'e göre Kudüs'ün 12 kapısı vardır; Astrolojide 12 burç vardır; Bir yıl 12 aydan oluşur ve gece/gündüz süreleri 12 saattir; Yunan Mitolojisi'nde 12 tanrı vardır ve "On İki Olimposlu" ismiyle anılırlar; Hz. İsa'nın 12 havarisi vardır; İsrailoğulları'nın 12 kabileden oluştuğuna inanılır; Alevilik ve Şiilik’te 12 imam vardır; Türk Uygarlıkları'nın ve Çin'in de kullandığı hayvanlı takvim 12 hayvandan oluşur; Yunan Mitolojisi'ne göre Herakles (Herkül) yerine getirmesi gereken 12 görev vardır; Avrupa Birliği bayrağı 12 yıldızdan oluşur; Kur’an-ı Kerim'e göre Hz.Musa asasını yere vurduğu zaman, 12 pınar oluşmuş ve su fışkırmıştır. Bu listeyi daha da uzatabiliriz.
Büyük ihtimalle bu “12” rakkamının kutsallaşması “ilkel” insanın doğayı çözümlemeye başlamasıyla, güneşin ve ayın yer ve şekil değiştirmesiyle, mevsimlerin bir devir içinde çevrimsel olmasıyle, bu çevrimin 12 birimle tamamlanıp kapanmasıyla 12 aylık takvimleri oluşturmasıyla gerçekleşmiş olduğunu söylemek doğru olabilir. 12 rakkamı, farklı 12 alt birimin bir bütünlük oluşturması ve teklik kazanmasını ifade eder. Bir çok uygarlıklarda ve dinsel inançta bu 12 rakkamı karşımıza “teklik ve bütünlük” anlamıyla karşımıza çıkar.
Alevi inançımızda 12 hizmet 12 imamı temsil eder ve ibadette, değişik anlatım ve vasıflarla, 12 inançsal görevi tanımla. Bu 12 hizmeti, bize Kur’an’da daha yakın olan inançlarda Musa’nın tek bir vuruşla fışkırttığı 12 pınarla veya İsa’nın 12 havvarisiyle bile karşılaştırmak büyük bir zorlamadır. Erdoğan Çınar’ın Samuel Noah Kramer’in “Sümerler” kitabını referans olarak kullandığı ve Alevileştirdiği bölüm şöyledir:
“Gudea'nın Anunna-tanrılara duasıyla başlayan bu silindir, Ningirsu ve karısı Bau'ya tapınağın tamamlanmış ve oturulmaya hazır olduğunu bildirmesiyle devam ediyor. Daha sonra Gudea bir dizi ilahın yardımıyla tapınağı temizledi ve tanrıların evlerine girişini kutlayan törende kullanılacak bütün yiyecekleri, adak içkilerini ve tütsüleri hazırladı. Bir kere daha kenti etik ve ahlaksal açıdan arındırdı. Bunun ardından, tapınağın gereksinimlerini karşılayacak bir grup tanrıyı atama işine geçti: Bir kapı bekçisi, bir kahya, iki silahtar, bir ulak, bir mabeyinci, bir arabacı, bir keçi çobanı, iki müzisyen, bir tahıl denetçisi, bir dalyan denetçisi, bir kuşbaz ve bir mübaşir”. ( s.186)
Erdoğan Çınar “Aleviliğin Gizli Tarihi” kitabında (s.172) ise alıntıyı şöyle alevileştiriyor:
“Ünlü sümerolog Samuel Noah Kramer’in “Sümerler” adlı kitabında yer alan bir Sümer silindir tabletinde, beş bin yıl öncesinin Ayin-i Cem hazırlığını şöyle anlatıyor:
Gudea bir dizi ilahın yardımıyla tapınağı (cemevi) temizledi... törende (Ayin-i Cem) kullanılacak bütün yiyecekleri (lokma), adak içkilerini (dem) ve tütsüleri (çerağı) hazırladı.... Bunun ardından, tapınağın (cem evi) gereksinimlerini karşılayacak bir grup Tanrıyı (12 hizmetli) atama işine geçti...”
Ama burada Kramer’in Ayin-i Cem hazırlığı yaptığını yazarak okuyucuyu aldatıyor ve kendi yorumunu Kramer’in yorumuymuş gibi gösteririyor. Parentez içindeki yazıları da kendinin ilave ettiği söylemiyor ve bunu yazmak için okuyucuyu kitabın sonundaki 44cü nota yolluyor. Şeklen Erdoğan Çınar’ın burada yaptığının ne olduğunu değerlendirmeyi size bırakıyorum.
Ayrıca Erdoğan Çınar bu hazırlık ve sıralamada Cemlerimizde “...bugün bile beş bin yıl önce Sümer Ülkesi’nde yapıldığı hali ile uygulanıyor” demesinin akıl ve mantıkla anlanabileceğini zannetmiyorum. Gueda Silindirindeki Çoktanrılı bir İnanç birliğinde verilen hizmetleri yalan yanlış bir cımbızla alıp, bunları, Alevilik bütünlüğünden ve tasavvuf anlayışından ayırarak aldığınız 12 hizmetle mükayese etmek; üstelik Sümer-Lagaş dinsel inançını Aleviliğin temeli olarak almak düşünsel bir akıl tutulmasıdır. Ama yine de bu iddiayı sorgulamadan, incelemeden geri kalmayalım.
- Gudea Silindirlerinin içeriği: İki Gudea silindirinin içeriği, seçkin Fransız Asurolog Thureau-Dangin tarafından yüzyılımızın ilk on yılı gibi erken bir tarihte özenle kopyalanmış ve çevrilmiştir. O zamandan beri Sümer dilbiliminde gelişmeler olmuş, bu tercüme tartışılmış, yenilenmiş ve bugün, eksik parçalara rağmen, bütün ayrıntı ve değişik yorumlarıyla geniş bilgiler edinmiş durumdayız. Eleştirilerimizde bütün bunları göz önünde tutmamız lâzım.1980de Tell Haddad’da yapılan kazılarda bulunan tabletlerle yeni bilgi birikimi oldu, görüş açıları değişti. Sümer medeniyeti ve dinî yaşamı hakkında da diğer belgelerle kıymetli bilgiler edinmiş durumdayız.
Bu silindirlerde anlatılanlar, eldeki belgelerle oldukça iyi bilinen, o dönem Gudea yönetinimdeki Lagaş devletinde geçmektedir. Fakat bu dinsel gelenekler diğer Nippur (Yüce Tanrı Enlil’in şehri), Eridu (Tanrı Enki/Ea’nın şehri) veya Uruk (Tanrıça İnnana ve Tanrı An) şehirleri inançları gibi daha sonraki dönemleri etkilememiştir. Buna rağmen Sümer ve Akad şehirlerinin kültürleri önemli bir bütünlük içinde gibi görünüyor. Nippur ve Enlil’in dinsel etkisi, kuvvetli bir bağdaştırıcı(senkretik) yaklaşımla diğer yöre ve dönemlerde çok tanrılı mabet şekillerinde görünüyor. Gudea dönemi, Sümer-Babil tarihinde, dini yönetim kurumlarının ağırlık kazandığı, toplum birimleri arası çatışmaların azaldığı, refahın daha çok arttığı barış dönemleri olmuş gibi görünüyor.
İçerik bakımdan, Sümerlerin giderek toplumdaki “bolluk ve bereket”in kaynağı olarak gördükleri “kutsal evlilik” anlaşmasını ve Ningirsu tapınağında verilen hizmeti anlatmaktır (Sizlere B silindirindeki bilgileri M. Lambert ve R. Tournay’nin fransızcaya tercüme ve ek bilgilerine dayanarak “LE CYLINDRE B DE GUDEA (https://www.jstor.org/stable/44091619 adresinde yayınlanmış “Revue Biblique Vol. 55, No.4 Ekim 1948, s. 520-543) veriyorum.
B silindirinde ki anlatıma göre, Lagaş’taki yeni sene kutlamaları “Kutsal Evlilik” töreni, sabah güneş ışıklarının parlamasıyla başlıyor. Kral Gudea, tanrı Ningirsu, kılığına girip Tanrıca Bau ile Tapınağına geliyordu. Tapınağa üç kez giriş-çıkış yapılır. Son girişte aniden başlayan müzikli bağırışıma ile “tapınağına girdi” deniyor. Tanrı ve Tanrıca ile iki oğlu ve diğer Tanrılar ile görevliler de gelir. Oğlu İk-Alim’in görevi tahtı kurumaktı; diğer oğul Sul-sag-ga ise babası Tanrı-Kral Ningirsu-Gudea’ya hayat nefesi verecek yemek ve içmeden sorumluydu. Yanlarında Tanrının iki yaveri kutsal şahinler Lugal-kur-dub ve Kur-su-na kralı herhangi bir saldırıdan koruma hizmetini almışlardır. Yanlarında protokol şefi hizmetini veren Lugal-si-sa vardır. Kutsal Yatak odasında ise iki bakan hizmet verir: Sakan-Sabar yatak odasında her şeyin hazır olmasını ve işlerin iyi gitmesini sağlar; Uri-Zid ise gizli kutsal çıftleşmeyi hazırlar. Bu üst seviyedeki hizmetlerin altındaki hizmetlerde ise eşşekci En-sig-nun Tanrının arabasını hazırlar; keçici En-Lulin süt ve kaymak hazır eder;iki müzisyen Usumkalama ve Lugal-igi-hus Kutsal yatak odasında müzikleriyle hoş bir hava yaratırlar. Bu arada Kutsal yatak odası dışındaki hizmetleri de kahya Dimgal-abu idaresinde çiftci Gis-bare ve balıkcı Lama verirler. Bunlara da Kutsal şehir başkanı Lugal-ennu-uru-kugga-kam destek verir. Yedi genç kızda erkekler yatarak verimli olmaları sağlar
Böylece sabahın ilk ışıklarıyla birlikte tören için tapınağa giriş artık gerçekleşmiş; tanrı ile tanrıça, evlilik töreni için hazırlanmış kutsal bölüme yerleştirilmiş ve 'bayram' başlamıştı.
Onun yatağı yatılacak köşeye yerleştirildi
Yatacakları 'ahır'daki yatak yumuşacıkdı
parlak otların serildiği kutsal yerde
Va-va(Baba) Anne(ana) ile sahip Ningirsu
Yumuşak yataklarında birleştiler
Ahır' sözcüğü, başka Sümer tabletlerinde de 'ev' karşılığı olarak kullanılmaktadır. Burada 'yataklarında birleştiler' sözleride 'yataklarında tatlıca seviştiler' biçiminde yazılıdır ve cinsel bir tümleşmenin gerçekleştiğinden kuşku yoktur.
Yükselmiş sularıyla akan Dicle nasıl
Doldurursa tüm yatağını
Gök'ün kutsal kadını,güzel bir bahçenin bir testi şırası gibi
Kader belirleyen
Doğmakta olan güneş gibi
Tanrıça Baba ayrılmış köşesine gitti
Lagaş bolluğa,berekete boğuldu
Sümer’li Gueda kıralığındaki “Bolluk ve Bereket”in kaynağı olarak gördükleri “Kutsal Evlilik” sevişmesiyle yeniden doğuşu hazırlayan bir dinsel yapısı ve dinbilimi olan ibadetin yapısında “hizmet” anlayışı sadece kendi yaratığı değerler ve işlev içinde alınabilir. Bu ibadette Tanrı Ningirsu eşiyle mabette oturur ve her sene “Kutsal Evlilik” ibadetiyle dünyanın yeniden doğuşunu yeniler ve güneşin bir yıl daha devamını sağlar. İbadette verilen hizmetler “Bolluk ve Bereket” getirici maddi hizmetlerdir. Ningirsu’nun Gudea’ya dediği gibi “Bu mabet sayesinde bolluk gelecek, tarlalar verimli olacak,nehirler ve kanallar suyla dolacak, bütün Sümer’de bol yağ akacak, yünler bolca birikecek....” (A silindirinden alıntı).
Gördüğünüz gibi sayıları oniki veya daha az veyahut daha fazla olsun Yeni doğuş “Kutsal Evlilik”inanç hizmetlerinin ne niteği ne de niceliği Alevi erkânının temeli olacak hizmetler değildir. En iyimser yaklaşımla bir tek benzerlik bulabiliriz: o da 12 rakkamıdır.
Dinler Tarihinde bilim adamları hiçbir zaman böyle mukayeselere ciddi bir şekilde girmezler. Bildiğimiz kadar toplumların din ve Tanrı anlayışları ve dinî ibadetlerin erkanlarında yüzyılların derinliklerinden gelen onlarca benzerlikler var. Sadece halka ibadeti, inançta müzik ve dansın kullanılışında, ibadet yerinin kutsanışında, ateş, su, toprağın ve göğün, güneş/ışık ve ay gibi doğa unsurlarının dünden bugüne varlıklarının dinsel erkanlarımızda yeri ve varlığının devamlılığı, birbiriyle hiç bir ilişkisi olmamış dinlerde bile gözler önündedir. Bu insanın ve insanlığın doğayı, göğü, toprağı, suyu gözleme ve yaratılış nedenlerini anlama, Tanrı arayışı, anlayışı ve Tanrıya yaklaşmak isteğiyle ilgilidir. Fakat her inançı, bir zaman kesiti içinde iç tutarlılığı ve bütünlüğüyle var olduğu gibi almak gerekliliği olduğunu düşünüyorum. Ve bunu düşünsel tutarlılık ve etik olarak yapmalıyız.
- Diğer gözlemler:
- Alevilik insanlık tarihiyle başlamaz İslam’daki ayrışımlarla başlar. Bu yazıda tekrar ele aldığımız İslam tarihinde siyasî ve dinbilimi tartışmaları sonunda oluşan ayrışma konularını anlattık. Hatta bazı Alevi-Şii dinbilimcileri Sünni yorumun Hz. Muhammed ve Ali’nin İslam yorumuna karşı, hem siyasî hem de dinbilimi farklılığı yaratmak için Sünni İslam yorumunun oluşturduğunu söylerler.
- Dinî inançların ise insanlık tarihide ilkel topluluklarla başladığına dair bir çok iz var. Bütün dini inançlar insanların temel sorularına birer cevap olarak gelişmişler ve birbirlerini tarih boyunca etkilemişlerdir. Birbiriyle hiçbir ilişkisi olmamış ayrı kıtalar yaşayan insan topluluklarının, kültürlerinin bir parçası olan dinleri arasında bir çok ortak noktalar vardır. Genellikle çok tanrılı ve tek tanrılı olsa bile güneş, ay, gök, ateş, su, toprak, vb... bir çok doğal unsurlar tapınma unsuru olmuştur. Dinler Tarihi bize bir çok misallerle bunu gösteriyor. Bizi yakından ilgilendiren tek tanrılı dinler olan Musevilik, Hıristanlık ve İslam’da olduğu gibi aralarında dinsel bir çok unsurların kısmen veya aynen devamlılığı vardır (Kur’an’da kabul edilen Kutsal kitaplar, Musa ve İsa’dan bahseden ayetler ile kıssalar, sünnet ve dini kabul ediş erkânları, bütün peygamberlerin ortak kabulu, vb...).
- Alevilik bütün dinlerin serçeşmesi olamaz; hiç bir dinin bütün dinlerin ana kaynağı (serçeşme?) olması içinde bir sebep yok. Evet bütün insanlar ve insan toplulukları ismi ve cismi ne olursa olsun kendinin ve evrenin yaratılışına bir ‘ilk sebep’ aramış ve bir “Yaratıcısı” olduğuna inanmış, kendisini tehlikelerden korumasını, cezalandırmamasını ve bereket-bolluk vermesini istemiş. Ama bu genel ‘ilk arayış’ haricinde böyle bir tek kaynak (serçeşme?) din tanımı yoktur. Yine genel olarak etken gördüğü doğa unsurlarından (güneş, ay, gök, ateş, su, toprak, vb...) somut tanrılar yaratmış ve ilim-bilim geliştikce soyut tanrı kavramına doğru yönelmiş. İslam’da, bir yorumu olan Alevilikte böyle soyut tek tanrılı Musevilik ve Hıristiyanlık sonrası aynı Sami ortamda doğmuş. Alevilikte ‘serçeşme’ (Seyyit ve Şeriflerin sistemli bir şekilde doğum ve ölümlerinin kayıt altına alınarak Ehl-i Beyt için soy ağacı kaydı yaratılması) daha doğrusu “Baş Pîrlik”in yaratılması Samanoğulları veziri Ceyhani’nin (öl.942) Nişabur’da yaptırdığı Dergâhta başlatıldı. İmam Taki’nin torunu Muhammed’in Seyyitlerin Nakibi (başkanı veya temsilcisi) ilan edilerek başına geçtiği bu “Baş Pirlik” (Serçeşme?) Nişabur Dergâhında, hangi kentte otururlarsa otursunlar, Seyyitlerin doğum ve ölümünü burada kayıt altına alınması yıllarca devam etti. (Bak Bölüm 3 TALİP-DEDE-MÜRŞİT İLİŞKİLERİNDE SORUNLAR Başlık:Din önderlerinin Seyyidliği sorgulanıyor)
- Dini inancımıza bir başlangıç ararsak bu Kur’an’ı Kerim’de Adem ile başlayan peygamberler silsilesine dayandırılır. Ulu ozanlarımızın ve erenlerimizin “Devriye”lerinde de bahis konusu budur.
- Alevilikte olduğu gibi, neredeyse her dinin temelinde, İrşat yani aydınlanma, ışık (güneş veya çerağın aydınlatması)vardır;
- Aleviliği İslam dışı kendine öz bir dinî inanç olarak kabul ettirme, son olarak Avusturya’da Alevi federasyonun yaptığı girişimdir. Derin dinsel inceleme sonuçu 30.01.2019'da mahkeme özetle aleviliğin İslam-dışı kendi başına bir inanç olamayacağına karar verdi. Hukuk önünde yasal, tüzüksel ve teolojik anlamda İslam öncesi ve İslam dışı Alevilik diye de bir şey yok. Hatta ana konusu eşit vatadaşlık hakları olsa da, İzzetin Doğan ve diğerlerinin AİHM ye kadar götürduğu dava kararını da ekleyebiliriz. Zira hakimler, derneğimizden bir çok canında bulunduğu ve duyduğu gibi, Alevilik tanımı istediler ve verilen İslam yorumu Alevilik tanımı üzerinden olumlu karar verdiler. Artık kimse İslam dışı Alevilikten bahsetmesin ve içini boşaltarak ileri geri «Alevi» adını kullanmasın; kullanamaz da. Bundan sonra tanımını yapamadıkları, dinbilimini, ilkelerini ve tarihini anlatamadıkları inançlarının adının “Alevi” olduğunu iddia etmesinler. Dernek yöneticilerimizin ve Dedelerimizin de bu kırmızı çizginin geçilmesine hassasiyet göstermesi ve iletişimlerinde gereken cevapları vermeleri şart.
2- “Ali’siz Alevilik”:
Sözlü olarak sol ortamında çıkan “Alevilikteki “Ali”nin tarihi “Ali” ile hiç bir alakası yoktur” tezi alevi olmayan Faik Bulut’un yazdığı “Ali’siz Alevilik” kitabında şöyle anlatılıyor:
- Hz. Ali Alevi değil, Sünni'dir; çünkü o camide namaz kılarken öldürülmüş, ayrıca bütün hayatını ve mücadelesini islam şeriatını korumaya vakfetti;
- Hz. Ali devrinde Şiilik yoktu;
- Aleviler'in de Ali'nin yolunu yani sunni yolu takip etmeleri gerekir;
- Ali'nin kendi yandaşı ibn Seb'e'yi aşırı fikirleri dolayısıyla yaktı;
- Alevilik "binbir fikir ve kültürün ürünü"dur (mesela Zerdüştluk ve Manilik), bu kültür içinde islam'ın payı bir tutamdan ibarettir.
Faik Bulut’un bu iddialarına kısaca şu cevapları verebiliriz:
- Alevi terimi Ali'den geliyor ve Ali taraftarı veya Ali ile aynı görüşe sahip demektir. Yani Alevi terimi üçüncü şahıslarca kullanılan bir terimdir. Ali ne sünnidir ne de alevidir, sadece İslamı ilk kabul edenlerden, Kur’an’ın nüzûllunda (inişinde) ezberlenen ayetlerin unutulmaması için Kur’an katipliğini yapmış bir mümindir. Ali’nin sünni olduğunu söylemek bir anakronizm, tarihe aykırılıktır. Zira sünnilik ve alevilik ayrışımı yaklaşık üç yüzyıllık bir zaman içinde siyasî ve dinsel tartışmalar sonucu yavaş yavaş oluşmuştur. Ama bu ayrışmanın tohumları daha Muhammet yaşarken bile vardı. Bugün Alevi anlamı “Ali edebinden olan kişi" ve “Hak-Muhammed-Ali yolunda” olandır.
- Alevi inancında Hz. Ali'nin özel ve ayırt edici bir yeri vardır ve Aleviliği ismini taşıdığı Ali'siz düşünme söz konusu olamaz.
Ama Aleviler için Ali kimdir? Hem bilgi ve ilimiyle İslam’ın doğuşunda ve yayılmasında yeri olan tarihi Ali hem de Cem ayininde ve Pîr Sultan Abdal’ın, Şah Hata’i’nin, Nesimî’nin, Viranî’nin, Yunus Emre’nin... değişlerinde, nefeslerinde ki tarihi-dinsel önderliği yüceltilen, efsaneleştirilmiş hatta tanrısallıştırılarak tanımlanan Ali’dir;
- Hz. Ali, Muhammed ile aynı öz, ayrı beden olup yolun kurucusudur. İkisi arasında bir ayrılık söz konusu olduğunda Muhammed dinin zahirini, Ali ise batınını (manasını) temsil eder. Hz. Muhammed miraca çıkarken onun yolunu kesen aslan Ali'dir. Ali mürşittir, pirdir, erendir. "Yol"un kapısıdır."Yol"a giren onun mürşitliğini kabul etmiş olur. "Erenlerin şahı" odur. O "Şah-ı Merdan'dır", velayet aleminin güneşidir;
- Alevilik Ali'yi çok yönlü bir kimliğin sahibi olarak ele almış, onu velayet sultanı olarak görmüş, belli ölçüde de onu kendi kültürel yapısı içinde inşa ederek bir bakıma "kendileştirmiş"tir;
- Geçmişte dini inançları ne olursa olsun, bugün Anadolu’da, değişik etnik, kültür ve dildeki topluluklar Aleviliği veya Sünniliği dinî inanç olarak kabul edince bunu eski inançların kültürlerindeki ve yaşamlarındaki izilerini silmeden yapmışlardır. Bu bağlaştırıcı bir yaklaşımdır. Dini inançlar kültürel kimliğimizin bir parçasıdır. Dış etkiler sonucu din değişebilir ama bu eski dini inançların izlerini silme anlamına gelmez. Bugün Anadolu sünniliğinde olduğu gibi Alelevilikte de eski inançların bir çok izi vardır. Hele bunlar evrensel değerler olursa.
3- “Teklik ve Bütünlük yok” söylentisi
Aleviviliği tek bir tanımının yapılamadığını çünkü bütünlüğü olmadığı sık sık ileri sürülüyor. Bu beni ve anladığım kadar sizleri de hayrete düşüren bir söylenti. Bu garip söylentinin kaynağı, herhalde Aleviliğin en önemli temel sorunlarından biri olan yazılı kültürünün yeterince bilinmemesi sonuçu sözlü kültüre sahip bir kültürle karşı karşıya kalmamızda olsa gerek. Size, art niyetle olmasa bile, “Aleviliği tanımlar mısınız?” diye soranlara mesela “Allahtan başka ilah yoktur; Muhammed O’nun resulü, Ali de O’nun velisidir” diye cevap verseniz bunu Aleviliğin “Tekliği ve bütünlüğü” olan bir tanımı olarak, Tanrı’nın birliği kabul edecek mi?
Art niyetle baktığınız zaman belki hiç bir dinî inanç tanımında “Teklik veya Bütünlük” göremezsiniz. Ama bütün dinî inançların çabası bir bütünlük sunmaktır.
“Teklik” ve “Bütünlük” sorunu temelden alalım: Asırlar boyunca insanların Tanrı üzerine düşünmeleri her şeyden önce yaşamına bir anlam verme ve bir bütünlük araması yüzündendir. İç ve dış bütünlük yani bireysel bütünlük ile evrensel bütünlük, hem varlık bilincimizin hem de bilgilerimize güvenimizin temel şartıdır. Dış bütünlükten kastımız bilgi açısından evrenle ilgili ulaşılmış bütün bilgilerin organik bir kütle olarak değerlendirilmesidir ki burada iç bütünlük ile Tanrı kavramı arasında ilişki vardır. Bütünlük şartından yoksun bilinç, hem iç ahengi sağlayamaz, hem de dış algılamaları net elde edemez.
Sami dinlerinin kutsal kitaplarına bakıldığında, Eski Ahit’ten Kuran’a kadar tek tanrı kavramında bir değişmenin olduğu farkedilir. Tevrat’ta insanla sıkı ilişkiler içinde olan ve üst seviyede insani vasıflar taşıyan Tanrı, Yeni Ahit’te sadece İsa’nın şahsında beşeri vasıflar sergiler. Kuran’ın tanrı tanımında ise O, tüm beşeri ve dünyevi özelliklerden arınmış, bütün somutların sebebi olmakla birlikte kendisi tamamen soyut olan bir yüce varlıktır.
Bilmem hatırlatmak gerekir mi? Alevilikte temel ögelerden biri “Yol bir süreç binbir”dir; diğeri ise Alevi Tasavvuf yorumunda “Vahdet-i Vücut-Vahdeti Mevcud” yaklaşımıyla ifade edilir. “Yol bir süreç binbir” den çeşitli yorumlar ve süreçler olmasına rağmen bir tek YOLumuz vardır denmek isteniyor. Bu yolda Hak-Muhammed-Ali Yolu olarak tanımlanır.
Bizim Teklik ve Bütünlük anlayışımız Tevhit’ten, bütün varlıkların Tanrı’da bir olduğuna inanmamızdan,Tanrı’ın birliğinden gelir. Alevi felsefesi, yokluktaki, hiçlikteki “Mutlak Tanrı”nın “güzelliğin görülmeye olan eğilimi” sonucu kendi özünden fışkıran Nûr’un, dönüşümler geçirerek ve bu yolla kendine yabancılaşarak içinde evrenin, ruhsal ve maddesel şeylerin yaratılması için gerekli kaynağı gördü ve evrende gözle görünebilir biçimler aldığını savunur. Tanrı iken Hak, Hakikat, Gerçek ve Aşk oldu. Tanrı her şeydir, her şey Tanrı’dadır. Vahdet-i vücut, varlığın birliğini, var edenle var edilenin bir olduğunu, var edenin varlığı nedediyle varlıkların varlaştığını savunan tasavvuf anlayışıdır. Vahdet-i Mevcut ise var olanların birliğini, var edenler olduğu için bir var edeninin bulunduğunu, var olanların varlığının Tanrı’nın varlığını kanıtladığını savunan anlayıştır. Her iki tasarımda Asya’dan gelen “sezgici-doğacı” değerlerle beslenir ve Anadolu’ya taşınmıştır.
Tabii Alevilikte tekliği ve bütünlüğü görmeyenleri bir Birlik Cemine davet edip cemin yapısının bütünlüğünü, Tevhit’de tekliği ve Miraçlamada inançımızın hedefini anlatabilir. Başka cevaplarda verebiliriz. Anlamak isteyen sessiz kalsan bile seni anlar. Anlamak istemeyene bağırsan bile nafile
4- Diğer eski inançlarla ortak esintiler
Ateş, su, toprak ve hava evrensel dört öğe olarak onlarca dinsel inançta tek tek veya birlikte vardır. Bu ögelerin başka inançlarda olması, değişk anlamlarda ve değişik bütünlükler içinde kullanımasında şaşılacak hiç bir şey yoktur. Bunu Aleviliği aşağılamak ve yok saymak için kullanmakta büyük saçmalıktır. Şeklen nasıl 12 hizmet veya 12 sembolu, nasıl dinî ayinde ses ve müzik ile kutsal dans, semah, ibadet yapılacak yerin kutsallanması, vb... bir çok inançta varsa da önemli olan, daha önce belirttiğimiz gibi, bunların hangi dinsel bütünlük içinde ne anlama geldiği yani erkanda bu şekle verilen içerik şeklinden daha önemlidir.
Ayrıca bir dinî inancın bir toplum tarafından benimsenmesinin geçmişteki inançlardan bazı öğelerin devam etmesini yok etmez.
Bugün İstanbul’da tarihi eser olarak bir camiyi gezerseniz duvarlarında Diyanete bağlı müftülüğün astığı bir tabela ile karşılaşırsınız. Üzerinde şunlar yazılıdır:
İSLAM DİNİNE GÖRE TÜRBE VE YATIRLARDA
1- Adak adanmaz;
2- Kurban Kesilmez;
3- Mum yakılmaz;
4- Bez-Çapıt bağlanmaz
5- Taş-para yapıştırılmaz
6- Eğilerek ve emekliyerek girilmez
7- Para atılmaz
8- Yenilecek şeyler bırakılmaz
9- El yüz sürülmez
10- Türbe ve yatırlardan medet-şifa umulmaz
11- Türbe ve yatırın etrafında dönülmez
12- Türbelerin içinde yatılmaz
Bu ve benzeri biat ve hurafeler dinimizce kesinlikle yasaklanmıştır.
Halbuki bu yasakların hepsi bugün bile Türkiye’nin dörtbir köşesinde yaşanan ve yaşattırılan İslam’ın içinde eski Türk kültüründen, dini inaçlarından devam eden unsurlardır ve Anadolu Aleviliğinin de özelliklerini oluşturur.
5- Geçmişten bugüne gelen bilgi kirliliği
Göçlerle Anadolu’ya Balkanlar’a taşınan Ehl-i Beyt ve Hz. Ali sevgisi, Yavuz Sultan Selim’e kadar Osmanlının da çoğunluk olan inanç biçimini oluşturmuştur. Ne var ki Şah İsmail’le Yavuz Sultan Selim arasındaki siyasi mücadele ve sonrada Mısır El Ezher Medresesi’nden getirilen Arap kökenli Sünni din adamlarının varlığı ile Alevi-Bektaşi dünyasının bugün de çektiği birçok problemin temelleri o günden atılmış oldu. Yavuz Sultan Selim İslam’da kardeş kanını akıtmanın günah olduğu gerekçesiyle Müslüman- Türk Safevi Devleti’nin yani Şah İsmail’in üzerine yürümeyi şeriat hükümlerine göre meşru kılmak için önce Müftü Sarı Görez Hamza Efendi’den sonra da Şeyhülislam İbni Kemal’den (Kemalpaşazade’den ) fetvalar alır. Yavuz Sultan Selim’in Alevi Katliamlarını Meşrulaştırmak İçin Müftü Hamza Efendi (Sarı Görez)’den Aldığı Fetva (bak. Baki Öz, “Alevilikle İlgili Osmanlı Belgeleri”, s.103, Can Yayınları, 1995):
“Ey Müslümanlar! Bilin ve haberdar olun ki, reisleri Erdebil oğlu İsmail olan Kızılbaş topluluğu, Peygamberimizin şeriatını, sünnetini, İslam dinini, din ilmini, iyiyi ve doğruyu açıklayan Kur’an’ı küçük gördüler. Yüce Tanrı’nın yasakladığı günahlara helal göz ile baktılar. Kutsal Kur’an’ı öteki din kitaplarını aşağıladılar ve onları ateşe atarak yaktılar. Hatta kendi mel’un reislerini Tanrı yerine koyup ona secde ettiler ve sövdüler. Peygamberimizin karısı Ayşe anamıza iftira ettiler ve sövdüler. Peygamberimizin şeriatını ve İslam dinini ortadan kaldırmayı düşündüler. Onların burada sözü edilen ve bunlara benzeyen öteki kötü sözleri ve hakaretleri benim ve öteki İslam dininin âlimleri tarafından açıkça bilinmektedir. Bu nedenlerden ötürü şeriat hükmünün ve kitaplarımızın verdiği haklarla, bu topluluğun kâfirler ve dinsizler topluluğu olduğuna dair fetva verdik. Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini kabul eden ve yardımcı olanlar da kâfir ve dinsizdirler. Bu kimselerin topluluğunu dağıtmak bütün Müslümanların görevidir. Bu arada Müslümanlardan ölen kutsal şehitlerin yeri yüce cennettir. O kâfirlerden ölenler ise, hakir olup cehennemin dibinde yer tutacaklardır. Bu topluluğun durumu kâfirlerin halinden daha kötüdür. Bu topluluğun kestiği veya gerek şahinle, gerek ok ile gerekse köpek ile avladığı hayvanlar murdardır. Onların gerek kendi aralarında, gerekse başka topluluklarla yaptıkları evlenmeleri geçerli değildir. Bunlara miras bırakılmaz. Sadece İslam’ın Sultanının, onlara ait kasaba varsa, o kasabanın bütün insanlarını öldürüp, mallarını / miraslarını, evlatlarını alma hakkı vardır. Ancak bu mallar İslam gazileri arasında paylaşılmalıdır. Bu toplanmadan sonra onların tövbe ve pişmanlıklarına inanmamalı ve hepsini öldürmelidir. Hatta bu şehirlerde onlardan olduğu bilinen veya onlarla birlik olduğu tespit edilen kimseler öldürülmelidir. Bu tür topluluk hem kâfir ve imansız hem de kötülük yapan kimselerdir. Bu iki sebepten onların öldürülmesi vaciptir. Dine yardım edenlere Allah yardım eder. Müslümana kötülük yapanlara Allah’ta kötülük eder.”
Fetvada ‘bu topluluğun kestiği veya gerek şahin ile gerek ok ile gerekse köpek ile avladığı hayvanlar murdar’ ibaresi bugün halen bazı cahil kişilerce ‘Alevinin kestiği yenmez’ yanlış düşüncesinin temel sebeplerinden birini belki de ilkini teşkil etmektedir.
Şeyhülislam İbni Kemal’in Yavuz Sultan Selim’in Alevi Kıyımına İzin Veren Fetvası Şii – Alevi Safevi Devleti’ne Karşı Yapılacak Savaşı ‘Cihat’ Olarak Değerlendiren (Kemalpaşa Zade’nin) Fetvası da Şöyledir (Bkz., Baki Öz, “Alevilikle İlgili Osmanlı Belgeleri”, s.104, Can Yayınları, 1995):
“Esirgeyen, bağışlayan ve kendisinin zikri; tüm kıtaları ve denizleri kuşatarak kıyamete kadar tüm zamanlara yayıldığından dolayı açıklanma ihtiyacı dahi olmayan Allah’ın adıyla. Yüce, Büyük, Güçlü ve Kerim olan Allah’a hamd, dosdoğru dine tabi olanlara o doğru yolu gösteren Muhammed’e salatü selam olsun. Şah İsmail’in, rezil ordusunun, Alevi ve Şii taraftarlarının kâfirliği her tarafa yayılmıştır. Müslüman beldelerde ve müminlerin diyarında, bir Şi›a taifesinin Sünni beldelerin çoğunu yenerek, batıl mezheplerini izhar ettikleri ve Ebu Bekir, Ömer ve Osman›a (Allah hepsinden razı olsun) açıkça sövdükleri yolundaki haberler ve bu yönde işaretler gelmektedir. Bu grup, doğru yolu gösteren Hulefa-i Raşidin imamların halifeliğini inkâr ettiği gibi şeriat›ı ve ona inananları küçük görmekte ve müçtehit mezhep imamlarının yolunun, kendi reislerinin ve Şah İsmail olarak isimlendirdikleri kişinin yoluna göre zorluklarla dolu olduğunu vehmetmektedirler. Yine o grup, Şah şarabı helal saymışsa o helaldir. Kısacası onların işledikleri küfür işlerden bizlere tevatürlerle nakledilenler saymakla bitmez. Onların kâfirlikleri, irtidatları konusunda hiç bir şüphemiz yoktur. Onların ülkesi darü’l-harp dir. Gerek erkekleri gerekse kadınları ile evlenmek ittifakla batıldır. Onlardan doğan çocuklardan her biri‘veled-i zina›dır. Onlardan birinin kestiği şey yenmez. Onlara özgü olan kızıl takkeleri herhangi bir zaruret olmadan giyenin küfründen korkulur. Bunlar çoğunlukla küfür ve inkârın açık alametlerindendir. Onlar hakkındaki hüküm, mürtedlere uygulanan hükümlerdir. Harp diyarı olan ülkelerin de yenilgiye uğramaları halinde malları, kadınları ve çocukları Müslümanlara helaldir. Erkeklerinin katli vaciptir. Ancak eğer Müslüman olurlarsa, tüm diğer Müslümanlar gibi özgür olurlar. Aksi halde zındıklığını açıkça ortaya koyan kişinin derhal öldürülmesi vaciptir. Şayet bir kişi İslam diyarını tek ederek onların batıl dinini seçer ve onların yanına yerleşirse, kadı onun ölümüne hükmeder ve malını varisleri arasında paylaştırarak, karısını başka bir erkekle evlendirir. Ayni şekilde onlara karşı cihat, onlarla savaşmaya gücü yeten tüm ehli İslam üzerine farz-ı ayn dır.” diye devam eder.
Fetvanın son bölümünde,‘mürtedlerin mallarının Müslümanlar arasında pay edilmesine yönelik’ hüküm belirttikten sonra kadınlarının ve zürriyetlerinin de pay edilmesi gerektiğine hükmederek fetvayı Kur’an’ın Tövbe Suresinin 73. ayeti ile noktalar: “Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklara karşı cihat et. Onlara karşı sert ol. Onların varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü bir sondur. Tüm işler Allah’a döndürülecektir.” Fetvada görüleceği üzere Alevi-Kızılbaş evlilikleri geçersiz sayıldığı gibi bu evliliklerden doğanlar ‘zina çocuğu’ (veled-i zina) olarak adlandırılmaktadır. Müftü Sarı Görez’in fetvasında olduğu gibi onlardan birinin kestiği hayvan ‘‘mundar’’ olur hükmü bu fetvada da mevcuttur. Alevi-Kızılbaş taifesinin olduğu coğrafyada Dar’ül Harp -savaş bölgesi- ilan edilmiştir ki burada resmen Müslümanlığı kabul etmediği Şii-Alevi olan İran’ı (Safevi coğrafyasını) ‘cihad’ bölgesi ilan etmiştir. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan vatandaşlarımızın, nefrete varan Alevi-Kızılbaş kininin ve bu istikametteki öğretilerinin – Kızılbaş Alevi öldüren sorgusuz cennette gider gibi – temelleri Yavuz Sultan Selim’in Şeyhülislamları Kemalpaşa zade (İbni Kemal) ve Hamza Efendiye ve daha sonra ki katliam fermanlarını gerçekleştiren Kuyucu Murat Paşa gibi devşirmelere ve paye verilen Kürt beyleri ve emirlerine kadar gider.
“MUM SÖNDÜ”iftirası: Araştırmacı Abdülkadir Sezgin, Sivas’ta vermiş olduğu bir konferansta, Alevilere yöneltilen “mum söndü iftiralarını” şöyle izah etmiştir:
“1826’dan sonraki tarihler yani 1861’e kadar olan tarihler ayin-i cemlerinde gizli olarak yapıldığı tarihlerdir. Tıpkı 1950 öncesi (1938 - 1950) Kur’an okutulurken, köyün altına bir bekçi, üstüne bir bekçi konularak jandarmadan korkulan dönemdeki faaliyetlerin bir benzerini daha önce Bektaşilerde yaşanmıştır... Bu şekilde ‘zaptiye korkusu’ ile ‘Ayin-i Cem’ yapılan köylerden birinde; köyün altına ve üst tarafına dikilen bekçilerin zaptiyeleri fark edince ıslıkla köylüyü uyarmasından sonra, ‘cem’ yapılan evdeki çıraların / mumların söndürülmesini, fark eden zaptiyelerin ışığın söndüğü eve gelerek, köylüyü bir arada karanlıkta pusmuş vaziyette yakalayınca, suçluları yakalamış olmanın heyecanı ile “mumları söndürüp burada ne yapıyorsunuz?” denilmesi ve cemaatin Bektaşiliği devam ettirdiklerinin öğrenilmesi üzerine de şu meşhur “mum söndü yapıyorlar” yalanı yayılmıştır. - Siz burada mum söndürüp ne yapıyordunuzla başlayan soruşturmada ‘tarikat erkanı’ ile meşguldük deseler bir türlü demeseler bir türlü?..”
Araştırmacı Lütfi Kaleli ise Alevilere yöneltilen “mum söndü” iftiralarını Hz. Muhammed (sav) dönemine dayandırarak şu ifadelerde bulunmuştur:
“Hz. Muhammed’e tahammül edemeyen ve İslamiyet’i kabullenmeyen bu puta tapar kent egemenleri, kendileri gibi inanmayanlara yaşama hakkı tanımıyorlardı. Hz. Muhammed’i ortadan kaldırmak için her türlü yola başvuruyorlardı. İşte böylesine baskıcı bir ortamda taraf bulmak için çalışan Hz. Muhammed, toplantılarını gizli yapıyordu. Özellikle Hıra Dağı’nda yapılan bu gizli toplantılara Hz. Hatice ile Hz. Fatıma gibi İslam’ın kutlu kadınları da katılıyordu. Gizli yapılan bu “meşveret” (söyleşi,dayanışma) toplantıları nedeniyle Hz. Muhammed ve yandaşları “ana-bacı tanımıyorlar” gibisine akıl almaz biçimde suçlanıyorlardı. Bu suçlamayla halkın, Hz. Muhammed’e olan ilgisini kırmak ve O’nun İslam dinini daha başındayken çökertmek hedefleniyordu. Lütfullah Ahmed’in yazdığı ‹Ahir Zaman Peygamberi› adlı yapıtta denildiği gibi “kafirler, Hz. Muhammed”e eziyet yapmak için elbirliği etmişlerdi. Hele Kureyş’in reisleri, hiç bir fırsatı kaçırmıyorlardı” (Kaleli, 1996:166-167).
Yavuz Sultan Selim’le başlatılan Alevi-Bektaşi Türkmen kıyımları 1826’da ki yasaklarla bir kez daha “kitlesel inanç erozyonuna dönüşmüş” ve özellikle Alevi düşmanlığı artan bir tempo ile günümüze kadar gelmiştir.
Bu tip bilgi kirliliğine genel yaklaşımımız tekrarlayalım:
Her insan topluluğunun kendine özgü temel değerlerinin toplandığı, sosyal ilişkilerini düzenleyen ve o topluluğun birliğini sağlayan bir kültürü vardır. Toplumun dini inançları da bu kültürün bir parçasıdır.
Her topluluk ve kültürü, nadir özel durumlar haricinde, diğer topluluklar ve kültürleriyle şu veya bu şekilde ilişkiye geçer, alış-verişte olur, etkilenerek ve etkiliyerek zenginleşir ve beraberce gelişirler. Mühim olan o topluluğun ve kültürünün siyasi, ideolojik ve ekonomik nedenlerin baskısı altında kültürüne yabancılaşmaması ve birliğini koruyabilmesidir. Bunun içinde her topluluğun kendi değerlerinin bilinçinde olması, toplum olarak birliğini koruması ve diğer kültürlerin etkilerini de değerlerinin ve birlik iradesinin süzgeçinden geçirmesidir.
Bizim de Alevi kültürünün temellerini ve zaman akışı içinde kendini zenginleştirmek veya ayakta kalmak için diğer kültürlerden aldıklarımızı iyi bilmemiz lâzım. Oğuz Türklerinin “Gök Tengri” kültürleri ve dini inançları neydi? Horasan'da hangi dinlerden alıntılar yaptılar? Hangi İslam anlayışlarıyla karşılaştılar ve hangi mezhep ve tarikatları benimsediler? Anadolu'ya göç etmeye başladıklarında Anadolu medeniyetleri ve halklarıyla nasıl bir birlik oluşturdular? Kürt ve Arap Alevileriyle nasıl yanyana yaşadılar ve birbirlerini etkilediler? Ve Anadolu’da Türk, Kürt ve Arap Alevileri dini inançları tarih içinde nasıl gelişti? Kültürel kimliklerimizi iyi bilmemiz bize inanç kimliğimizi de daha iyi anlamamıza yardımcı olur.
B- ÇÖZÜM YOLLARI
Bu ve bunun gibi bilgi kirliliklerine ancak bilim ve ilimle cevap verebiliriz. Bu da bizi genel olarak cehalet ve kötü niyetle mücadeleye ve temel dinler bilgisi eğitimine, özel olarakta Alevilik eğitimine yönledirir. Bilgi kirliliğine karşı çözüm yolu iki şekilde olur:
a- Birincisi “Bilgi Kirliliği”ni gördüğü anda iletişim kanallarını kullanarak doğru bilgi yaymakla ve genel olarak iletişime önem vermektir.
b- Çağdaş ilim ve bilim kurumları seviyesinde eğitim verebilecek, tartışmaları ciddiyetle besleyecek otoriteye sahip, devamlı eğitimle bilgi noksanlığını gidercek bir Alevi Araştırma Merkezi kurmak gerekir. Çünkü İslam ve Alevilik donmuş bir dinî inanç değildir. Kur’an’da belirtildiği gibi Allah’ın vahyi devam etmektedir ve tarihi süreçte her zaman özü muhafaza edilerek çağdaş uyum tartışmaları devam edecektir.
Ayrıca bak bölüm 6- ALEVİLİĞİ VE TERIMLERİNİN DİNBİLİMİ İLE TANIMLAMA
Bilgi Kirliliğine Çözüm
Sorunlarımıza çözüm üretme, kullandığımız terimlerin tanımlarını doğru anlamak ancak Alevi eğitimindeki eksiklerin giderilmesiyle, eğitimin belirli bir sisteme bağlanmasıyla ve içeriğinin sağlam bilimsel temellere oturtulmasıyla oluşabilir.
Alevi toplumunun kapalı köy ortamından değişik kültürlerin ve inançların birarada yaşadığı açık kent ortamına geçişte geleneksel kültür ve inanç eğitim ve öğretiminde kopukluklar, eksiklikler ve ihmaller olduğu bir gerçek. Hele Avrupa'nın değişik ülkelerine göçte kültürel ve inanç yaşantımızın devamlılığında kopukluklar daha da belirli oldu. Nesiller arası farklar daha da açıldı.
Köy ortanımda Alevilik doğal olarak sık sık yapılan cemlerde öğrenilirdi. Bugün Avrupa’da çoğunluğu ne bir Cem, ne bir Pîr, ne bir mürşit hatta ne de bir Dede veya Baba görmemiş olan gençlerimiz “Alevilik nedir?” diye sormakta haklılar. Çünkü geleneksel Alevilik eğitim ve öğretim kanalları etkili bir şekilde işlemiyor. Bu kanallar işlemeyince de Alevileri parçalamayı ve/veya kendi siyasî amaçları için kullanmayı hedef alan bir takım odaklar Alevi kimliğini de kendilerince tanımlıyorlar. Alevi olduğunu söyleyenlerin ağzından da “Alevilik İslamın dışındadır” ifadesini duyan gençlerin bunu söyleyenlere inanmaları maalesef şaşılacak bir şey değil.
Halbuki Aleviliğin ve Aleviliği benimseyen toplulukların derin bir kültürel ve inançsal bir geçmişi yanında bugünü ve geleceği vardır. 80li yıllardan beri ilim adamları Alevi dinbilgisi (teolojisi) ve tarihini ciddi ilmi temellere oturtulup büyük gelişmeler kaydettiyseler bile bu bilgi birikimi Alevi topluluğu eğitim ve öğretim kanallarına aktarılamadı.
Not: Eğitim için ayrıntılar 5ci bölüm ALEVİ EĞİTİMİNİN ALTYAPISI ve ÖĞRETİMİ
DİĞER BÖLÜMLER
1- ALEVİLERİN AVRUPA ÜLKELERİNDE YAŞAMI
2- ALEVİLİK ÜZERİNDE BİLGİ KİRLİLİĞİ
3- TALİP-DEDE-MÜRŞİT İLİŞKİLERİNDE SORUNLAR
4- ALEVİ KURUMLARININ YAPISAL,HUKUKSAL VE SİYASAL SORUNLARI
5- ALEVİ EĞİTİMİNİN ALTYAPISI ve ÖĞRETİMİ
6- ALEVİLİĞİ VE TERIMLERİNİN DİNBİLİMİ İLE TANIMLAMA
7- ALEVİ TARİHİNİN VE ALEVİLİĞİN MİHENK TAŞLARI
8- SONUÇ