ALEVİ KURUMLARININ YAPISAL, HUKUKSAL VE SİYASAL SORUNLARI

ALEVİLERİN YURT DIŞINA GÖÇÜ

SORUNLAR ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

4- ALEVİ KURUMLARININ YAPISAL

HUKUKSAL VE SİYASAL SORUNLARI

Hararet nardadır, sac'da değildir,

Keramet baştadır, tac'da değildir,

Her ne arar isen, kendinde ara,

Kudüs'te, Mekke'de, Hac'da değildir.

Hacı Bektaş Veli

İçindekiler

Genel yaklaşımla Sorunlar

1- Yapısal Sorunlar

a- Kuruluş Amacı

b- Tüzüksel sorunlar

c- Mali sorunlar

d- Yönetim ve Denetim sorunları

e- Dış İlişkiler

2- Yasal haklar sorunları

a- Avrupa ülkelerinde yasal hakların tanınması

1- İsviçre’de

2- Avusturya’da

3- Almanya’da

b- AİHM de kazanılan davalar

c- Yasal sorun olarak Diyanet

3- Siyasî İdeolojilerden Arınma

a- Aleviliğin siyasallaşması

b- Batı Avrupa ülkelerinde Alevi yapılanmasında siyasi akımların yer alması

c- CHP Avrupa Birliklerinin Alevi kurumları üzerinden kuruluşu

d- Aleviler CHP’nin arka bahçesi mi?

e- Bir Alevi, Alevi edebine göre siyaset yapabilir mi?

Sonuç

Genel yaklaşımla Sorunlar

Gördüğümüz ve anladığımız kadarıyla Batı Avrupa ülkelerindeki bütün Alevi kurumlarının yapısal sorunlarının aynı olduğunu söylemek yanlış değildir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1- Yapısal Sorunlar

a- Kuruluş Amacı

Niçin Alevi derneği kuruyoruz? Kimliğimiz, amacımız ve önceliklerimiz nedir? Bu amaçlara nasıl ulaşmak isteniyor? Tüzük bunu en açık şekilde belirtmeli. Hatta hedeflerde öncelik bile açıkca yazılmalı. Çünkü hedefine ulaşamayan bir dernekte heyecanlar hemen söner. Tüzük hem gerçekci olmalı hem de beklentileri, hayalleri ve gerçekleştirme yollarını-şartlarını göstermelidir. Bu derneğe üye olacakların bu gerçekci şartları bilmesi ama aynı zamanda hayallerinin de geçekleşeceğini tahmin etmesi ve bu kabulle derneğini yaşatması lâzım.

Alevi dernek kuruluşunda ilk akla gelen amaç üyelerin toplanıp birlikte dinî inaçlarını ve dolayısıyla ibadetlerini yapmak ve kültürel yaşamları gurbette devam ettirmek, neticede inancı ve kültürü genç nesillere nakletmetir. Yani dinsel kimlik etrafında bir birliğin yaratılması ve korunmasıdır. İyi bir tüzük yazıp amaçları belirlemek ve dernek kurmak, Alevilerin bu derneğe üye olmalarını sağlamak önemli ama kafi değildir. Kağıt üzerindeki amaçların kabul edilebilir bir zamanda inandırıcı bir şekilde yapılabildiğini de göstermek gerekir. İnancın, ibadetin, kültürün yaşaması ve yaşatılması da ancak belirli bir devamlılıkla ve bilgi aktarımı/eğitimle olabilir.

Geleneksel temel Alevi eğitimi Cemlerimizle başlar. Bizi tüzüğümüz değil ama belirli bir devamlılıkla cem yürütmemiz, kutsal günlerimizde buluşmamız ve genç kuşakların katılmaları ve ilgi görmeleri toplumsal yaşamda Alevi derneğimizi yaşatır.Derneğimizin amaçının bu olduğunu her zaman hatırlamalı/hatırlatmalıyız. Ama cemlerimizi ve muhabetlerimizi daha sık yapmamız ve devamlılığı yaratmamız şart. Her perşembe akşamı düzenli cem yapma imkanımız yok ama perşembe akşamları ve hafta sonlarında kısa da olsa muhabbet etmek için fırsatlar yaratmalıyız.

Aleviliğin erkan ve tasavvuf eğitimi yanında dinsel tarihi oluşumunu ve yaşadığı değişimleri Anadolu Alevi Topluluklarının tarihinin bilimsel eğitiminin sistemli bir eğitim planıyla verilmesini sağlamalıyız. Üyelerimiz arasında kavram ve tanımlama kargaşalığı yaşanmamasına gereken önemi vermiyoruz. Devamlı olarak bilgi kirliliğine karşı cevapları vermemiz lâzım. Tekrar tekrar gereken cevapları değişik ve anlaşılır şekillerde vermeliyiz.

Cemler nadiren (Hızır ve Muharremde)yapıldığından Alevi erkanını ve öğretisini canlı tutup yaşatmak için elimizde videolarla eksiklerimizi tamamlamalıyız. 12 hizmetler öğretimi ve cemin yapısını incelemek için başlattığımız çalışmayı diğer temaları da ele alarak (mesela değişik Semahlar, Tevhidin, Miraçlamanın ve nefeslerin tasavvufî anlamları gibi…) devam ettirmeliyiz. Eğitim ihtiyaçını, yerine göre görsel belgeler kullanarak yüz yüze eğitimle etkili bir şekilde verilebiliriz. Maliyeti çok düşük yollar aramak zorundayız.

Cenevre’de eğitim görevinin devamlılığı sağlayacak, her zaman üyelerin rahatca toplanabileceği bir lokalimiz yok. Eğitim için bilhassa müzik ve semahları öğrenmek, videolarla eğitim için bir yere ihtiyaç var. Cemlerimizi, muhabbetimizi ve dinsel eğitimimizi yapabileceğimiz büyüklükte bir yerin olması bilhassa üyelerimizin yarısını teşkil eden gençlere toplanma alışkanlığı yaratacağından çok iyi ve faydalı olacak.

b- Tüzüksel sorunlar

Bir dernek nasıl kurulur? Bir derneğin “kurumsal yapısını” profesyonelce kurma ve bu kuruluşu çalıştırma, iletişim kurma, sosyo-kültürel ve dinsel kafa yapısı yanında ‘militan’ vasıflarına sahip olma gerektiriyor. Bu işi yapmaya iyi niyet yetmiyor. Bu vasıfları kendinde toplayan kurucu yönetici yok denecek kadar az. Elimizdeki insan gücüyle çalışmak mecburiyetindeyiz. Belki bu çalışmada yıkıcı, caydırıcı eleştiriler yapmaktan kaçınarak iyi niyetli ve anlayışlı olup uzlaşma kültürüyle ve rızalık alınarak ‘iş’ çıkarırız.

Tüzükler üç-beş sayfayla ayrıntılara girilmeden ve genellikle çıkabilecek sorunlar düşünülmeden yazılıyor. Bu derneği hangi yöresel hukuksal zemine oturtacağız? Bu hukuksal temellerin gereklilikleri nedir? Tüzüğü hazırlarken, dernek kurulduktan sonra işleyişinde yasalarla uyumlu yönetebilmek için neleri öngörmemiz lâzım? Mesela nasıl ve hangi şartlarda Bağış kampanyası açıp mali kaynak yaratabiliriz? Laik bir kantonda (veya ülkede) dinsel dernek kurmak için dikkat edilecek hususlar nedir? Dinsel temelde mi? Kültürel temelde mi? İleride yöresel otorideden nasıl destek isteyebiliriz? Tüzük yazılırken ilk adımda bu konuları iyi bilen, olayları çabucak ama sağlıklı analize eden, kararlı ve vakit kaybetmeden harekete geçen yazı yazıp iletişim yapabilecek yönetici adayları az.

Genellikle tüzüklerimizde genel kurul şartları İsviçre’de alışılmış ve beklenen şekilcilikten ve ciddiyetten çok uzakta ve bir çok boşluklar var. «Aman tüzük uzun olmasın..» deniyor ondan sonra da Genel Kurulda tartışmalar oluyor ve netice de huzursuzluk yerleşiyor, ayrışmalar başlıyor. Her an tüzüğe danışılmıyor; uzunluğu hiç bir zaman sorun olmaz, hem de bir çok sıkıntıyı önler. Mesela Genel Kurulda Divan Başkanlığı seçiminde dernek tüzüğünü ve İsviçre dernekler yasalarını bilmeyen ve/veya dışarıdan gelen birinin aday olamayacağını belirtmek çok ayrıntılı olarak görülse bile seçim günü bir çok gereksiz tartışmayı önler. Genel Kurul, Haysiyet/disiplin kurulu iç yönetmeliği çoğu kez iyi düşünülmeden eksiklerle yazılıyor ve sonra sorunlar çıkıyor. Aynı şekilde seçim şartlarıda yetersiz, ayrıntılar düşünülmeden yazılıyor ve çıkan sorunlara «Ya işte hep böyle yapılır» diye cevap veriliyor. Seçimlerin nasıl yapılacağı ayrıntılı yazılmışsa sonrası için bir dizi baş ağrısı önlenir.

Yönetimin sürekliliğinin ve iç demokrasiyi sağlayan bir örgütsel-kurumsal-tüzüksel yapılanması büyük ölçüde kurucu yöneticilerin bilgi, eğitimin ve kişiliğine bağlı. Bir de bu yapısal-tüzüksel belirsizlikler üzerine kişisel ekomik ve siyasî ihtirasların ve «kariyer» planlarının toplumsal çıkarların önüne geçmesi derneklerimizi etkisiz bırakıyor. Dernek, kişisel amaçlara erişme yolunda bir araç olarak kulanılıyor. Tüzükte bunları önleyici veya hiç olmazsa zemin hazırlıyıcı «tüzüksel boşlukların» olmaması gerekir.

- Kurumların tüzüksel sorunların başında bir de iyi bir tüzük olmasına rağmen tüzüğe saygı olmaması geliyor. Yönetiminde ve denetiminde alaturka ve düzensiz idare edilmesi buna ekleniyor: ne defterler doğru dürüst tutuluyor, ne üye kayıtları (mesela üye kaydında çift referans şartı).Denetleme diye bir şeyde doğru dürüst yok.

- Dernekler (toplumsal yapılanma) ile Ocaklar (dinsel yapılanma) arasında işlev belirsizliği ve/veya yöneticiler ile Dedeler arasında sorumluluk belirsizliği var. Dedeler kurulu olsa bile yetki alanları belirsiz.

c- Mali sorunlar

Genellikle aidatlarımız çok düşük ve ödemeleri düzenli değil. Mali imkanlar da kısıtlı. Cemlerde ve Muhabbet toplantılarında bağışlar oluyor ve Hakkullah verilebiliyor, toplantı masrafları karşılanıyor. Fakat devamlı bir toplantı yeri kıralama ve aylık ödeme garantisi imkansız görünüyor.

Projeler yapıp Dış mali kaynak (devletten ve ticari müesseselerden) getirecek girişleri yapacak bilgi ve girişimci yöneticilerimiz de yok. Ancak nokta kişisel girişimlerle ve maddi destekle bir şeyler yapmak mümkün. Sonuçta mali güçsüzlüğümüzü biraz da azaltmak için önce projeler hazırlayıp bu projeler temelinde sponsor bulma veya başka mali kaynaklar yaratmak içinde girişimlerde bulunmak zorundayız.

d- Yönetim ve Denetim

Yönetimin sürekliliğini ve iç demokrasiyi sağlayan bir örgütsel-kurumsal yapılanmaya gidilmesi de büyük ölçüde yöneticilerin bilgi, eğitimin ve kişiliğine bağlı. Alevi kültürünün rızalık alma ve uzlaşma anlayışı ile inançsal eğitimimiz bize bu alanda en büyük yardımcımız olmalıdır.

Vasıflı dernek yöneticileri az olması ve yönetimin devamlı ufak bir grup içinden seçilmesi önemli bir sorun. Bu belirsizlikler üzerine bir de kişisel ekomik ve siyasî ihtirasların ve «kariyer» planlarının toplumsal çıkarların önüne geçmesi derneklerimizi etkisiz bırakıyor. Dernek, kişisel amaçlara erişme yolunda bir araç olarak kulanılıyor.

Dernek içinde derneğe vakit ayırabilecek “insan yokluğu” çok önemli bir sorun. Bazı yöneticilerin de idareyi (iki dönem sonunda?) bırakmama sorunu var. Ama var olan yönetici kadrolarının da kifayetsiz olması çok daha vahim bir sorun. Dernek sürekliliği sağlayan bu kurumsal yapılanmanın düzgün işleyişi büyük ölçüde yöneticilerin tüzüğü iyi bilmelerine ve ciddiyetle ama katı olmadan tatbik etmelerine bağlı. Ayrıca yöneticilerin Alevilik bilgi ve eğitimi yanında bulundukları ülkelerin dillerine hakim olmaları, siyasi, idari ve toplumsal yapılarını kavramaları, ülke otoriteleri, siyasî partileri ve diğer sivil toplum örgütlerine Aleviği tanıtma ve çıkarlarını korumaları gerekli.

İsviçre’de okullarda iki hatta üç dil öğrenen ve ülkenin siyasi, idari ve toplumsal yapılarını iyi bilen, siyasî otoriteleri ve partilerinde görev alan 2ci ve 3cü kuşak alevilerin ve bilhassa genç kızlarımızın yönetimde görev alması çok olumlu bir gelişme. Şimdi Alevi bilgisine tamamen hakim olmaları ve türkçe konuşma ve yazmada bazılarının eksikleri gidermeleri gerekir.

Burada da «militan» eğitim kifayetsizliği ortaya çıkıyor. Dernek yöneticilerinde dernekte çeşitli faaliyetler hazırlayacak bilgi ve girişkenlik yok; bu yönde de toplumsal faaliyet, «animasyon» eğitimi ihtiyaçları çok açık görülüyor.

Dernekler ve yöneticileri olaylara, sağlıklı bilgi toplanmadan ve olaylar iyi analize edilmeden tepki gösteriyorlar. Üstelik bu tepkiler ya iyi düşünülüp iyi hazırlanmamış ve /veya çok geç oluyor. Burada da derneklerimizin strateji oluşturma eksikliği ve eğitim sorunu var.

Yöneticilerimizin her an denetlenmeye hazır olması ve denetimin de ciddiyetle yapılması hatta Alevi edebinin de burada ağır basması şart.

İç ve dış iletişim yok denecek kadar az ve eksik; daha iyi organize olmalı, daha sağlıklı bilgilerle daha çabuk iletişim kurmalı ve daha çabuk ve sürekli bir şekilde tepki göstermeli. Burada da derneklerin “amatörce” iletişimi bırakıp teknoloji ve bilgi sahibi iyi eğitilmiş kişilerce bu iletişimin yapılması gerekli. Bulunduğumuz ülkelerin siyasi, idari ve sivil toplum örgütleriyle ilişkiler yok denecek kadar az ve eksik. Dernek yöneticilerinin ülke diline hakim olmaları ve gerekli siyasi, idari ve sivil toplum örgütleriyle ilişkileri kurabilecek bilgi ve görgü eğitimlerinin olması şart. Bu ihtiyaçların karşılanması için özel olarak yönetici kadrolarını hedef alan nokta ve devamlı eğitimlerde hazırlanmalı.

Diğer eksiklerimiz arasında dernek içinde ‘Eğitim’ gerekliliği etrafında dinsel-toplumsal ‘Birlik’ ihtiyacı yaratamamak. Eğitimin önemini anlama, anlatma, her kuşağı ikna edip eğitimi hazırlama ve gerçekleştirme kolay olmuyor.

Bir de diğer derneklerle işbirliği yapmak veya üstçatı kurma ve yaşatma yönetimciler için deveyi iğne deliğinden geçirtmekten daha zor. Bunlar gerçekleştirilmesi her geçen gün daha zorlaşan hedefler oluyor.

Ayrıca üyeler arasındaki ilişkilerde senelerdir gurbette olmamıza rağmen kuşaklar arası düşünme ve çalışma metodu farklılığını (olaylara yaklaşım farkı) görüyoruz; aramızda “aynı dilden konuşamamak” sorunumuz bazen ortaya çıkıyor (ortak payda az). 2.ci, 3cü kuşaklar arasında bu konuyu ciddi olarak ele almamız gerek.

e- Dış İlişkiler

Dış ilişkilerde devasa sorunlarımız var:

- Dışarıya Alevi kimliğini anlatmama/anlatamama;

- İleriye dönük bir strateji geliştirememek ve iletememek;

- Dernekler arası İnanç Birliğini oluşturamamak; «militan» bilgi, tecrübe ve etkinliğinin olmaması;

- Dernek ile İsviçre’deki ve Avrupa kurumları arasında karşılıklı güven ve sorumluluk ilişkileri kurmak;

- İnançsal Birlik bilinç olmayınca Toplumsal birlikte oluşturamamak;

- Dernekler (toplumsal yapılanma) ile Ocaklar (dinsel yapılanma) arasında işlev belirsizliği ve/veya yöneticiler ile Dedeler arasında sorumluluk belirsizliği;

- İlke olarak derneğe ve bilhassa Cem yapılan yere siyaseti ve siyasetcileri sokmamak ve siyasi örgütlerle ilişkilerde bütün partilere eşit uzaklıkta olmak;

- Alevi kimliğinin siyaset düşüncesini ve değerlerini oluşturamamak ve Siyasî Partilere demokrasi beklentilerimizi iletememek;

2- Yasal haklar sorunları

a- Avrupa ülkelerinde yasal hakların tanınması

Her şeyden önce aşağıda 2-b bendinde bahsedeceğim AİHM de kazanılan davaların Türkiye’de yasaların değişmesiyle Aleviliğin resmen tanınmasını ve bir an önce işler hale gelmesini bekliyoruz. 1Haziranda Türkiye kararları uygulama için Avrupa Konseyine bir yol haritası sunacak. Bu yasal görünürlüğümüzü kazandıracak ve bize varlığımıza güvenle bakmamızı sağlayacak. Avrupa ülkelerinde de resmen tanınmamız da önem. Sizleri ayrıntılı bilgiler için 1ci bölüm 4cü kısma yolluyorum. Ama özetle:

1- İsviçre’de: Laik olmayan kantonlarda Alevi derneklerini “İnanç Topluluğu” olarak kabul ettirmek mümkün. Laik Genevre kantonuda Meyrin Belediyesinde dinsel-kültürel bir dernek olarak kabul edilmemizi istedik fakat “dinsel” olduğumuz için bu girişimimiz reddedildi. Dini kurumları kabul eden Basel kantonundaki biri federasyona bağlı, diğeri bağımsız “Basel ve Çevresi Alevi Bektaşi Kültür Birliği” ile “Basel ve Çevresi Alevi Kültür Merkezi” bir araya gelerek hukuksal alanda gereken bilgileri edinip 22 Aralık 2010 tarihinde “İnanç Topluluğu” olarak kabul edilmek için müracaatını yaptı. Bu başvuru sonucu Basel Meclisi 17.10.2012 tarihinde, Anayasa’sının 133. Maddesinin sunduğu hukuksal hakka dayanarak yapılan müracatı kabul etti ve Alevileri “İnanç Topluluğu” olarak tanıdı. Basel okullarında kendilerinin hazırladığı müfredatla, Alevilik dersleri verme hakkına sahip oldular.

2- Avusturya’da: Uzun bir yasal mücadele ve Avusturya Anayasa Mahkemesi kararı sonunda 22 Mayıs 2013 tarihinde geleneksel Alevi İslamı Avusturya yasalarınca resmi din olarak tanındı (Bundesgesetzblatt Österreich 22 Mayıs 2013) ve 2015 yılında yeni Islam Yasası’nın yürürlüğe konulması sonucunda ismini değiştirip ‘‘Avusturya Alevi İnanç Topluluğu” (kısaca ALEVİ) adını aldı.

ALEVİ’nin bir kazanımıda eğitim alanında oldu. Avusturya’da 22 Mayıs 2013 tarihinde Devlet okullarında Alevilik dersleri, ALEVİ’nin Alevi Akademisi ile ortaklaşa hazırlandı. 11 Şubat 2014 günü Aleviler Avusturya’da tarihsel bir an yaşadılar ve Aşağı Avusturya (Niederösterreich) Eyaleti başkenti St. Pölten’ de Hızır ayında ilk Alevilik dersi başlandı.

3- Almanya’da: Bugün Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF), Federal Hükümet ile Müslüman kuruluşlar arasında diyalog platformu niteliği taşıyan Alman İslam Konferansı’nın da üyesidir.

Alman devletinin dini tarafsızlık yükümlülüğü nedeniyle dini toplulukların doğrudan yönetimine izin verilmiyor, ancak bu statü sayesinde dini topluluklar devletin ya da sivil toplumun katılımı olmaksızın kendi işlerini düzenleme yetkisine sahip oluyorlar. Ayrıca, kamu hukuku nezdinde dernek olan dini topluluklar, arazi hukukuna uygun olarak resmi vergilendirme listeleri temelinde vergi toplama yetkisine ("Körperschaft des öffentlichen Rechts’’ statüsünü alırlarsa) sahip olabilirler. Hem de, dini topluluk ve derneklerin mülkiyet hakları ile kurum, vakıf ve ibadet, eğitim ve yardım amaçlı kullandıkları tüm varlıklarıyla ilgili diğer hakları da güvence altına alınmış olabilir. Son olarak, hapishanelerde, hastanelerde ya da orduda dini hizmetler için var olan ihtiyaçlar ekseninde, dini topluluklar hiçbir zorlama olmaksızın bu hizmetleri karşılama iznine sahip olabilir. Ayrıca Alevilik, çocuklar okullara kaydolurken sorulan, Katoliklik, Protestanlık ve Yahudiliğin yanı sıra bağlı olunan dört dinden biri olarak tanınmıştır.

b- AİHM de kazanılan davalar

Alevi toplumunun bireysel ve kurumsal düzeyde uzun yıllardır sürdürmekte olduğu “HAK ve EŞİTLİK” talepleri 2005 yılından itibaren açılan üç ayrı dava iç hukuk yolları tükendikçe AİHM- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürüldü. Av. Namık Sofuoğlu, dava kararını şu sözlerle özetledi: “2005 yılı Ocak ayında arasımızda da tartışma şunu diyerek başladık: Akp iktidara inanç özgürlüklerini ileri sürerek geldi fakat bu birkaç sene içinde hiçbir şey yapmadı. Yapması gerekenleri yapması için bizim bazı davalar açmamız lazım.” Davayı açarken geçirdikleri aşamaları adım adım anlatan Sofuoğlu “22 Haziran 2005 tarihinde TBMM’ye sunduğumuz 4 ana talebimiz vardı. Bunlar:

- Alevi din hizmetlerinin kamu hizmeti olarak verilmesi

- Bu hizmetlerin verildiği ve Alevi ibadetlerinin yapıldığı yerler olan cemevlerinin ibadethane olarak kabulü

- Bu hizmeti vermekte olan kişilerin özlük haklarının düzenlenmesi

- Genel bütçeden bu konuda gerekli payın ayrılması

Ağustos ayı içerisinde Başbakanlık bize ‘Zaten tarafsız ve yansız bir hizmet vermekteyiz. Diyanet İşleri Başkanlığı hiçbir düşünceye ve inanca bağlı olmadan hizmet vermektedir. İstiyorsanız gidin Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan hizmetinizi alın’ diye cevap verdi. Bu cevaptan sonra yapabileceğimiz tek şey kaldı. İdare mahkemesine gidip dava açmak.

Nihayet AİHM’inde, 2014’te Cemevlerinin ibadethane olduğuna, 2015’te Zorunlu Din Derslerinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine uygun hale getirilmesi gerektiğine ve 2016’da devletin inanç gruplarına karşı davranışlarında herhangi bir ayrımcılık olmaması gerektiğine dair üç önemli karar ile sonuçlandı. Bu son kararda AİHM «Büyük Daire»si, aldığı kararın içtihat niteliği taşıdığını ve bağlayıcı olduğunu, bundan sonra aynı konuda AİHM’de açılacak davalarda Daire’lerin farklı kararlar tesis edemeyeceğini belirtti.

Bu süreçte toplumumuzun gündemine gelen “ALEVİ AÇILIMI” ve “ALEVİ ÇALIŞTAYLARI” doyurucu sonuçlar üretemedi.

AİHM Kararlarının uygulanmasını izlemekten sorumlu makam olan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Türkiye’de yaşanan 15 temmuz 2016’da darbe girişimi ve ardından gelen OHAL (Olağanüstü Hal) koşullarında kararların uygulanması süreçi askıya alındı.

2018’de OHAL’in kaldırılması üzerine bu dosyalar birleştirildi ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 3-5 aralık 2019 tarihli 1362’nci toplantısının gündemine alındı.

AVRUPA KONSEYİ BAKANLAR KOMİTESİ’nin bu toplantısından önce Alevi Düşünce Ocağı (ADO) 30.09.2019 tarihinde Bakanlar Komitesine ulaştırdığı izleme raporunda gözlemlerini yapıyor ve bilançoyu çıkarıyordu:

1- Mansur Yalçın vd. – Türkiye Davası Başvuru No. 21163/11 (Öncü Karar Hasan Ve Eylem Zengin v. Türkiye Başvuru No. 1448/04)

Üzülerek belirtmek gerekir ki 2014 yılında verilmiş olan kararın açıklanmasından bu yana ve Türkiye’nin daha önce vermiş olduğu mesajların aksine, eğitim yapısında kayda değer bir ilerleme gözlenmemiştir. 2018 yılında uygulanmaya başlanan en güncel müfredat, tüm dinlere ve inanç sistemlerine karşı tarafsız bir içerikten yoksundur. Aynı zamanda müfredat dini inançlardan bağımsız bir ahlaki kurallar bütünü benimsememekte ve dini inançlara dair tarafsızlık, nesnellik ve çoğulculuk ilkelerine dayanan genel bir eğitim sunmamaktadır.

Ortaöğretim müfredatında, 4. sınıftan 12. sınıfa kadar okutulan “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” (DKAB) kitaplarının incelendiği analitik bir çalışmada, DKAB müfredatının 2018 sürümünde 7. ve 12. sınıf kitaplarına Alevilik hakkında bazı bilgiler eklendiği görülmüştür. Ancak Alevi inancından bahsedilen sayfa sayısı, ortaöğretimdeki dokuz eğitim kitabının 1782 sayfasında sadece 20’dir. Ayrıca yazarlar Sünni ilahiyatçı olduğu ve Aleviliğin yaygın olarak kabul edilen ve uygulanan tanımlarla adlandırılmadığıda görülüyor..

DKAB dersleri, nüfus kütüğü kayıtlarında İslam dışında bir dine mensup olan gayrimüslimler dışındaki tüm öğrenciler yani Aleviler için de hala zorunludur. Dahası, bu derslerin içeriğinden birçok soru hala üniversiteye giriş sınavlarının bir parçasıdır ve DKAB derslerinden muaf tutulan öğrenciler, üniversiteye girmeyi sağlayan bu önemli sınavlarda kayda değer puanlar kaybederler.

Müfredatın ana hedeflerinden biri olan ve «Dinler ve İnançların Öğretimi Hakkında Toledo Kılavuz İlkeleri»nin temeli “diğer dinlerin objektif bir yaklaşımla tartışılması” İslam eğitimi söz konusu olduğunda uygulanmamaktadır. Dolayısıyla Müfredat AİHM kararlarını ihlal etmeye devam etmektedir.

2- Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Vakfı (CEM Vakfı)– Türkiye Davası Başvuru no.32093/10

Yukarıdaki kararda Mahkeme; Cem evlerinin, ibadet yerleri için elektrik faturası muafiyeti sağlayan Türk yasalarının hükümlerinden faydalandırılmamalarının dine dayalı ayrımcılığa yol açtığı kararına varmıştır.

Artık dava açan her bir Cem evi için geçerli olmak üzere ilgili ibadethaneler elektrik faturalarını ödemekten muaf tutulmaktadırlar. Ancak ülkede binlerce Cem evi bulunmaktadır ve elektrik faturasını ödemekten muaf tutulmak için hiçbir kapsayıcı mevzuat olmadığı için her bir Cem evi yerel mahkeme nezdinde bireysel dava açmak zorunda bırakılmaktadır. Genel olarak tüm Cem evlerinin bu muafiyetten yararlanabilmesi için şimdiye kadar herhangi bir yasal düzenleme yapılmamıştır. Alevi Cem evleri, Protestan kiliseleri, Yehova şahitleri, Ezidi ve diğer inanç grupları, diğer ibadet yerleri gibi enerji maliyeti muafiyetinden yararlanmak için hala yasal düzenlemelere ihtiyaç duymaktadır.

Öte yandan Camiler, yerleşkelerinin gece aydınlatması da dahil olmak üzere tam bir elektrik muafiyetinden yararlanırken, Cem evleri yalnızca ibadethane bölümlerini elektrik maliyeti muafiyetinden yararlanabilmektedirler. Gece aydınlatması ve Cem evlerinin diğer bölümleri, kendi lehine olan mahkeme kararlarında bile muafiyetlerin dışında tutulmuştur.

3- İzzettin Doğan vd. Başvuru No. 62649/10

Davayla ilgili karara göre; Devlet, dini toplulukların, dini mezheplere tarafsız ve ayrımcı nitelikli olmayan ölçütler uygulayarak eşit haklar sağlamakla görevlidir.

Ne yazık ki, bu davanın kararından kopyalanan yukarıdaki ifade ile ilgili herhangi bir ilerleme kaydetmedik.

İnanç gruplarının herhangi bir yasal kimliği (tüzel kişiliği) bulunmamaktadır ve bu konuda herhangi bir ilerleme veya hazırlık da yoktur. Alevilerin olduğu gibi Protestan Hristiyan ve diğer kimi dini inanç gruplarının da ibadet yerleri hala tanınmamaktadır. Vakıflarının mülklerinin bir kısmı topluluklara iade edilmekle beraber çok sayıda azınlık vakfı hala tanınmamaktadır.

Özellikle seçim tarihlerinde verilen vaatlere rağmen, dini grupların yasal kimliği, ruhban eğitimi sorunları, eşitlikçi mali ve yasal düzenlemelerin sağlanması alanlarında kayda değer bir ilerleme olmamıştır.

Türkiye hükümeti aralık 2019 toplantısına hazırlanırken, A.K. Bakanlar Komitesi’ne 18 Ekim 2019’da sunduğu “Yol Haritası”nın 21. Maddesinde Alevi Hakları konusundaki gecikmelerin nedenlerini şöyle açıkladı. “Türkiye, bu konuyla ilgili sorunların AİHM kararlarından çok önce farkındaydı. Ancak, bu konuyu ele almaya yönelik bu çabalar, ülkenin çoğu zaman güvenlik ve demokratik yapısını hedef alan girişimlerle aniden ve ciddi şekilde durdurulmuştu. Başka bir deyişle, Türkiye, ne yazık ki 2011 yılından başlayarak bugüne kadar, “Alevi Açılımı” raporunda ve yukarıda geçen kararlarda değinilen reform politikaları üzerinde ciddi etkisi olan çok zor ve istisnai bir dönem geçirmektedir.

Aynı belgenin 34. Maddesinde ise:

34. Yukarıda belirtilenler ışığında, Türk makamları, söz konusu AİHM kararlarında altı çizilen Alevi konularına ilişkin reform sürecinin Hükümet tarafından başlatıldığını belirtmek istemektedir. Bununla birlikte, bu süreçte yaşanılan eşi görülmemiş olan olaylar bu planın uygulanmasını kesintiye uğratmıştır. Çünkü bu süreçte asıl öncelik kamu düzenin yeniden tesis edilmesi ve ulusal güvenliğe tehlike teşkil eden sorunların ortadan kaldırılması olmuştur.

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere Türkiye bu konularda gerekenlerin yapılacağını ama uygulamaların kesintiye uğradığını net bir şekilde bildirmektedir.

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 3-5 Aralık 2019 tarihleri arasında Strazburg’da yapılan 1362. Bakanlar Komitesi toplantısında bu konu görüşüldü ve aşağıdaki önemli gelişmelere karar verildi.

Bakanlar Komitesi, AİHM kararları arasında bulunan şu ifadeyi vurguladı. “Devlet otoritelerinin Alevi topluluğunun ibadet geleneklerine ve ibadet yerlerine yönelik davranışları, inanç gruplarının özerk ve bağımsız olarak var olma hakları ve devletin inanç gruplarının özerk varoluş haklarına karşı tarafsız olma ve ayrımcı olmama görevi ile bağdaşamaz.”

DİN DERSLERİ: konusunun karmaşıklığı nedeni ile Alevi sorunları paketinden ayrılarak ayrıca ele alınmasını ve Zorunlu Din dersleri konusunun “standart izleme” yerine “ayrıcalıklı inceleme” usulleri ile denetlenmesine karar verdi.

ELEKTRİK MASRAFLARI: Türkiye, AİHM’nin bu konudaki kararına uygun olarak elektrik paralarının DİB (Diyanet İşleri Başkanlığı) tarafından ödenmekte olduğunu belitmiş ve dava açacak Cemevlerinin de bu haklardan yararlanacağını bildirmekte.

Bakanlar Komitesi ise, cemevlerinin elektrik masrafının sadece bir bölümü için bu tür bir uygulamanın uzun ve karmaşık bir yöntem olduğunu, konuya böyle yaklaşmanın normal olmayan denetim ve takip gerekleri doğurduğunu, ayrıca da bu uygulamaların bu halleri ile karışık ve yetersiz olduğuna karar vermiştir. Bakanlar Komitesi Cemevlerinin teker teker davalar açmak zorunda kalmasının sağlıklı çözüm olmadığına, kapsamlı yöntemler yani yönetmelikler ve yasal düzenlemeler ile sorunların kökten çözülmesi gerektiğine de işaret etmektedir.

EŞİT VATANDAŞLIK HAKKI: Komite, AIHM kararlarına da vurgu yaparak “Alevi toplumunun devletin inançlara sağladığı mali desteklerinden tümü ile hariç tutulma halinin çözümü için yeterli olmadığı tespit edilmiştir.” ifadesi ile Alevi toplumunun devletin inançlara sağladığı mali desteklerden eşit biçimde yararlanması gerektiğini bir kez daha vurgulamaktadır.

Bakanlar Komitesi “Alevi sorunları konusunda 2010’dan bu yana gelişmeleri de dikkate alarak yapılacak yasal ve idari düzenlemeleri etraflı bir biçimde gösteren ve kesin bir uygulama takvimi içeren bir yol haritasının, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne 1 haziran 2020’ye kadar sunulmasına karar vermiştir.

AİHM tarafından Aleviler lehine Alevilerin devlet düzeyinde ayrımcılığa uğradığına ve yok sayıldığına dair verilen bu kararların devlet düzeyinde tanınma ve uygulanması sorunları hâlâ tartışılıyor. Eski AİHM hakimi Rıza Türmen kararın uygulanması için ivedilikle Aleviliğin Devlet tarafından bağımsız bir inanç olarak tanınması gerekliliğini belirtiyor. Av. Prof. Dr. Necdet BASA, kararın Türkiye’de uygulanabilmesi için Sivil Toplum Kuruluşlarının kamuoyu oluşturmasının ve talepte bulunmasının önemini vurguluyor ve tespit edilen ihlallerin devlet organları ve idari makamlar tarafından durdurulması gerektiğini ifade ediyor. Anayasa Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim KABOĞLU’da, AİHM kararlarında tespit edilen ihlallere karşı yerel ve uluslararası ölçekte kamuoyu yaratmanın gerekliliğini belirtiyor. KABOĞLU, toplumun her kesiminden katılım sağlanan, çok bileşenli açık hava toplantıları, gösteri ve yürüyüş gibi kolektif eylemlerde bulunmanın, kararlara ilişkin toplumsal bilinç yaratmadaki önemini vurguluyor. Ayrıca hükümetin “Aleviler kendi aralarında homojen bir yapıya sahip değil. Biz yapılması gerekeni zaten yapıyoruz.” savunmasının AİHM tarafından kabul edilmediğini ve mahkemenin Alevilerin kendi aralarında bölünmüş bir topluluk olması onların dini bir topluluk olarak hakları olduğu gerçeğini değiştirmez” dediğini belirtti. Fakat Bu karar ülkenin yarınlarına yönelik fevkalade önemli bir karar ama aynı zamanda çok ciddi toplumsal patlama noktalarını da içeren bir karar. Bu yüzden çok dikkatli olmak ve yol haritasını çok dikkatli çizmek mecburiyetindeyiz” demektende kendini alamıyor.

c- Yasal sorun olarak Diyanet

Batı Avrupa ülkelerinde gurbette olmamıza rağmen yine karşımızda Diyaneti buluyoruz. Vatandaş olarak büyükelçilikle ve konsoloslarla ilişkilerimiz iyi olsa da kafi sayıda yetenekli din önderi bulma zorluklarımız bizi Diyanetin tek yanlı İslam yorumunun etkilediği «memuriyet» zihniyetiyle karşı karşıya bırakıyor. Hızır ve Muharrem Cemlerimiz için Türkiye’den din önderleri davet ediyor ve bu davetleri büyükelçiliğe bağlı diyanet temsilcileri vasıtasıyla yapıyorduk. Diyanette bir kota çerçevesinde gelen bu din önderlerimize, zaman zaman gelen imamlara olduğu gibi, yol masrafı ve harçırah veriyordu. Din ve Siyaset ilişkilerindeki hassasiyetler umulmadık şekilde burada da karşımıza çıktı. Dosyalar unutuluyor, tarih vermemize rağmen zamanında izinler çıkmıyor veya davetli din önderlerimize gereken ödemeler vaktinde veya tam yapılmıyor. Bu kadar engeller ve zorluklarla karşılaştıktan sonra şimdilik bu yola başvurmuyoruz. AİHM kararları uygulamaya geçtiğinde temennimiz bir an önce bu zorlukların giderilmesidir.

Ama yine de Diyanetin doğuş sebeplerini, Cumhuriyet Tarihinde Siyaset ile Din ilişkilerine yakından bakalım zira önümüzdeki günlerde bu konu gündemimizde olmaya devam edecek.

Anadolu’da kurumsal olarak Aleviliğin bütün canlılığıyla yaşadığı tarihsel koşullarda Alevi toplulukları kendi iç yaşantılarında ve ilişkilerinde devlete ve devletin üstlendiği işlevlere hiçbir zaman ihtiyaç duymamışlardır. Cemler, Ocaklar ve Dedelik kurumu adeta devletin üstlendiği bütün işlevleri üstlenmiş mikro bir devlet örgütlenmesi gibi rol oynamıştır. Osmanlı yönetimince Alevilik Ehl-i Rafz olarak İslamın içinde görülen ama dışlanan bir yorum olarak görüldü ve sünnileştirmenin hedefi oldu. Osmanlı yönetiminin Alevilere beslediği düşmanlık ve kuşku dolayısıyla da Alevilerin zaman içinde bazı ayaklanmalara başvurduklarını yukarıda yazmıştık.

Cumhuriyet dönemine Alevilerin devletle olan ilişkisine bakıldığında, iktidarla uzlaşma fikrinin yaygın olarak kabul edildiği, farklı dinamikler görüyoruz. Alevi -ve de Bektaşi- grupların çoğunluğu Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal’e destek olmayı seçtiler ve Cumhuriyet’in kurucu öğelerinden biri oldular.

Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte “İslama karşı modernleşmenin en iyi örneği” olarak ifade edilen sekülarizm (dinsel nitelikten ayırmak), Kemalizm’in en önemli “ilkelerden” biri oldu. Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1924’te mecliste konuşmasında eğitimin birleştirilmesini ve dinin siyaset sahnesinden geri çekilerek yüceltilmesi gerektiğini ifade etti. Ertesi gün Cumhuriyet Halk Fırkası grubunda bu esaslar kabul edildi. 3 Mart 1924’te Şer‘iyye ve Evkaf ile Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye Vekâletlerinin (bakanlıklarının) İlgasına (kapatılmasına) Dair Kanun teklifi ve ardından «Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu» ile «Hilâfetin İlgasına ve Hânedân-ı Osmânî’nin Türkiye Cumhuriyeti Memâliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun» kabul edildi. Kapatılan Şer‘iyye ve Evkaf Vekâleti’nin yerine, İslâm dininin itikad ve ibadete dair hüküm ve işlerinin yürütülmesi ve dinî müesseselerin idaresiyle görevli Diyanet İşleri Reisliği ile vakıfların idaresi ve işleriyle ilgilenen Evkaf Müdüriyet-i Umûmiyyesi kuruldu ve her ikisi de başbakanlığa bağlandı. Ülkedeki bütün cami, mescid, tekke ve zâviyelerin yönetimiyle imam, hatip, vâiz, şeyh, müezzin ve kayyım gibi görevlilerin işlemleri ve müftüler Diyanet İşleri Başkanlığına bağlandı. Böylece Osmanlı Devleti’nde çok önemli görevler üstlenen iki büyük kurum, şeyhülislâmlıkla vakıfların idaresi birer genel müdürlük seviyesine indirilip etkisiz hale getirilmek istenerek yeni bir devlet yapısı içerisinde yerini almış oldu.

Cumhuriyet döneminde devlet tarafından “laiklik” ilkesi temel alınması, Osmanlı devletini dinle ilgili kurduğu ilişkiyi kıracak şekilde bir düzenlemeyi hedeflenmişti. Ancak, bu konudaki en önemli sorun ortaya çıkan sekülerist yaklaşımın Batı’dan farklı olarak tamamen Türkiye’ye özgü olmasından kaynaklandı. Teoride din ve devlet kavramlarının tamamen birbirinden ayrılması hedeflenirken, uygulamalar çerçevesinde daha farklı bir tablo ortaya çıkmaktadır. Örneğin, 1924 yılında siyasi iktidarın Hilafet’in kaldırıldıp ancak hemen ertesinde devlete bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurması, pratikte dinin devletle olan ilişkisinin yok olmadığı, tersine siyasi iktidarın merkezileşme ve kontrol fikri üzerinden dine karşı daha sistematik bir denetimi hedeflediği görülmektedir. Bu düzenleme, Kemalizmin “laiklik” ilkesinin bir anlamda “didaktik sekülarizm”e dönüşmesine, böylece ne modern ne de geleneksel yapıya uyan bu şeklin Batı’daki sekülarizm kavramının tamamen biçimde uygulanmasına yol açtı.

Bu düzenlemenin ortaya koyduğu bir başka durum ise, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devlet yapılanması içerisinde kurulmasıyla birlikte İslam’ın kamusal alandaki varlığının devlet tarafından resmi olarak tanınmasıdır. Böylece bu kurumun varlığı hem siyasi iktidarın din üzerinden uygun gördüğü resmi ideolojiyi yaymasında hem de bütünlüğü olan (homojen) bir anlayış üzerinden diğer dini oluşumların önünün kapatılmasında etkili olmuştur. Bu bağlamda ulus devlet ideolojisi üzerinden kurgulanan vatandaşlık algısında, devletin fiilen İslam’ın Hanefi-Matüridî yorumunu kabul ederek diğer olasılıkları yok saydığı bir Sünni İslam’ın kurumsallaştırılması şeklinde yorumlanabilir.

3 mart 1924te Diyanet İşlerinin kurulması yanında 30 Kasım 1925 tarihinde Tekke ve Zaviyelerin kapatılması ile yürürlüğe giren 677 sayılı kanun Alevilere, Bektaşîlere karşı diğer ayrımcı bir girişim olarak uygulandı. Bu yasanın çıkmasında Doğu Anadolu bölgesinde gerçekleşen Şeyh Sait İsyanı'nın hızlandırıcı rolü oldu (bak Rıza Zelyut’un 25 Mayıs 2011 tarihli "Tekke ve Zaviyeler Niçin Kapatıldı?"yazısı Güneş gazetesi erişim tarihi 1 Aralık 2016). Bu gelişme, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kanunun çıkışını hızlandırdı. Ankara İstiklal mahkemesi de tekke ve zaviyelerin kapatılması için hükûmete başvurmuştu.

Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1925'teki Kastamonu söylevinde "Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için, şindir(lekedir). Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet (uygarlık) tarikatıdır. Uygarlığın istek ve emirlerini yapmak insan olmak için yeterlidir." sözleriyle tüm yurtta tekke ve zaviyelerin kapatılacağının işaretini verdi (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri I-III Türk Tarih Kurumu Basımevi. 1997. s. 235). Cumhurbaşkanı Ankara’ya döner dönmez bu konuda bir hükûmet kararnamesi yayımlandı. 2 Eylül 1925 tarihli kararname ile 773 tekke ve zaviye ile 904 türbe kapatılması kararı alındı.

«Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Türbedarlar ile Bazı Unvanların Men ve İlgasına» dair yasa bütün tarikatlarla birlikte şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik gibi, eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklamıştır. Ayrıca yasa ile Türkiye Cumhuriyeti içinde padişahlara ait ya da bir tarikata çıkar sağlamaya yönelik tüm türbeler kapatılmış, türbedarlıklar kaldırılmıştır. Yasaya aykırı davrananlara para ve hapis cezası getirilmiştir. Bu yasaya göre tarihi eşyalar müzeye kaldırılacaktı ama tekke ve zaviyelerde talanlar olduğu görüldü. Tarihi değerlerleri olanlar ise onarılıp kültürel varlık olarak korunacaktı fakat ancak bir kısmı oldu.

Bu yasaya rağmen alevilerin Cumhuriyete desteği devam etti. Yasada 5 Mart 1950'de değişiklikler yapıldı. Yeni yasa, türbelerin bir bölümünün Millî Eğitim Bakanlığı onayı ile açılmasına olanak sağladı. 80li yıllardan sonra ise siyasilerin tarikat mensupları ile ilişki kurması sonucu tarikatların itibar kazanması ile yasa uygulanmaz duruma geldi. Tarikatlar, yasaklı olmalarına rağmen etkinliklerini sürdürebilmektedirler.

Din ve Siyaset ilişkilerine 27 mayıs 1960 ten sonra değiştirilen yeni anayasa 12.ci maddesi: “Herkes dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin kanun önünde eşittir....” ile 19.cu maddesi “Herkes vicdan ve dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.... (...) Din eğitimi ve öğretimi ancak kişinin kendi isteğine....bağlıdır” çok önemli yeni ilkeler getirdi. Diyanetle ilgili 136cı madde «Genel idare içinde yer alan Dinayet Işleri Baskanliği, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir» diye tanımlandı.

Bu dönem bir yandan Alevilerin ve örgütlenmelerinin ele avuca geliş dönemidir. Bu dönemde “Hacı Bektaş” ismiyle kurulan derneklerin sayısı 20’yi bulur, Alevi ismi kullanılmadan Cem gibi, Ehlibeyt gibi ilk Alevi dergileri bu dönemde yayınlanır. Diğer yandan da bu dönemde, Diyanet’in içinde Alevilerin de temsil edilmesiyle ilgili tartışmalar, bizzat rejimin temsilcileri tarafından gündeme getirildi. Resmi teklif dönemin Devlet Bakanı Hayri Mumcuoğlu’ndan geldi. Mumcuoğlu, Diyanet’in içinde bir Alevi bölümü kurulması gerektiğini öne sürmüş ve Mezhepler Dairesi kurulması teklifini getirdi. Hayri Mumcuoğlu Yargıtay üyeliği yapmış; 1961 Kurucu Meclis Bakanlar Kurulu Üyeliği (6 Ocak 1961 - 25 Ekim 1961), Tekirdağ milletvekilliği, Cumhuriyet Senatosu Tekirdağ Üyeliği ve Senato Başkanvekilliği yapmış siyasetcidir. Sonrasında, Milli Güvenlik Konseyi’nin eski üyeleri olan Senato’nun daimi üyeleri tarafından Ocak 1962’de Dini Kültür İşleri Müdürlüğü kurulması teklifi yapılmıştır. Tüm bu teklifler, yurttaşlar arasında temsilde adalet yaratma kaygısıyla değil; bütün din ve mezhepleri devletin denetimi altında tutarak, devlet sistemine zarar vermelerinin önüne geçme kaygısıyla yapılmıştı. Yani 27 Mayıs sonrası konjonktürde yapılan tüm bu tekliflerin amacı milli birliğin zedelenmesine engel olmaktı.

Bu ortamda 1963 te ilk Alevi kimlik mücadelesi olan Alevi Bildirisi yayınlandı. Seyfi Oktay ve Mustafa Timisi’nin de içinde bulunduğu Alevi inançlı tertip komitesi, bir basın açıklaması yaptı. Devletin bir kurumu olan Diyanet’in her türlü inanca eşit mesafede durması ve laiklik ilkelerine göre hareket etmesi; Alevilere de bu düzlemde yaklaşılması isteniyordu. Alevi Öğrenci Bildirisi, ülke çapında ses getirdi. Basında geniş yer aldı ve tartışma konusu oldu.

Bu tartışmaların son halkası, Diyanet İşleri Başkanlığının görev, yetki ve sorumluluklarını belirlemek için hazırlanan kanun teklifinin 1963 te parlamentoya gelmesiyle yaşandı. Tartışmalar, kanun tasarısında bulunan “Mezhepler Müdürlüğü” nün kurulmasıyla ilgili madde etrafında yoğunlaşmıştı. Teklifteki bu maddeyle ilgili Adalet Partisi ve Adalet Partisi’ne yakın yayın organları adeta bir linç kampanyası başlattılar. Devleti Sünniliğin tekeliyle sınırlamak isteyen bu zihniyet, bu teklif kabul edilirse “Aleviler, mum söndü törenlerini camiye taşıyacaklar” şeklinde akıl dışı yayınlarla Sünni çoğunluğun hassasiyetlerini kaşıdılar. Teklifin sahibi, koalisyon hükûmetinin Başbakanı İsmet İnönü gelen yoğun tepkiler sonucunda, toplumsal bir tepkiden çekinerek teklifi geri çekmek zorunda kaldı. Bu geri çekilme belkide Alevi örgütlenmelerinin yapılanmasını tetikleyen olaylardan biri oldu.

Nihayet 1965 te çıkarılan 633 sayılı yasayla Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yeniden düzenlenmesi istendi. Ama gördüğümüz gibi bu yasa bugüne kadar hiç bir şeyi düzenlemedi ve Diyanet devasa bütçesiyle gelişmeye ve tek bir inanç yorumuna hizmet vermeğe devam etti.

Cem Vakfı üyelerinin açtığı üç temel dava uzun mücadeleden sonra AİHM de sonuçlandı ve kazanılan davalar hayata geçtiği anda bu durumu değişebilir.

Bugün Alevi Topluluğunun Diyanetin geleceği hakkında içiçe iki görüş var: Laik anayasa gereği devlet dinden elini çekmeli ve Diyanet kapatılmalı veyahut Diyanet bütün vatandaşların din hizmetlerini kapsayacak şekilde yeniden yapılanmalı. Birinci görüşün bugünkü şartlarda gerçekçi olduğunu düşünmek biraz zor. Çünkü 120binin üstünde din görevlisinin işvereni, milyar dolarla ifade edilen bütçe sahibi bir kurum.Bir kalemde üstü çizilse bile işlevi şu veya bu şekilde devam edecek veya etmeli. İkinci görüş ise gerçekçi görünse de yapılanmada iç dengelerin bulunması ve bütcesinin paylaşılmasının zorluklar çıkacağı şimdiden tahmin edilebilir. Üstelik bir de yan bütçeleri de göz önüne alırsak siyasi dengelerde büyük değişiklikler olacak. Fakat bu isteklerimizi durdurmamalı ve mücadeleye hazırlıklı olmalıyız.

3- Siyasî İdeolojilerden Arınma Sorunu

Türkiye’de kentleşmenin hızlandığı 1950 sonrası dönemde, Aleviliğin din ve geleneğe dayalı olarak tanımlanmasının, çoğunlukla kentte yerini daha kültürel ve politik bir tanıma bıraktığı gözlemlenmektedir. 27 mayıs 1960 ten sonra değiştirilen yeni anayasa 12.ci maddesi: “Herkes dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin kanun önünde eşittir....” ile 19.cu maddesi “Herkes vicdan ve dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.... (...) Din eğitimi ve öğretimi ancak kişinin kendi isteğine....bağlıdır” ilkelerini getirdi.

Yeni anayasanın getirdiği özgürlüklerle birlikte gelişen Marksist hareketlerin içinden gelenler için Alevilik, «...sınıf savaşını gölgeleme amacıyla egemenler/ burjuvazi tarafından kullanılan, bu nedenle ait olduğu safa, yani sol cenaha yaklaşması gereken ‘kültürel’ bir oluşumdu.”. 1980’lere kadar çoğunlukla kabul görmüş olan “Aleviler solcudur” tezi ise temelde laiklik konusundaki ortak görüşleri sonucu ortaya çıkmıştır. Diğer bir ifadeyle, solculuğun “çağdaş”, “modern olma” ve “şeriata karşı durma” gibi birçok değeri sahiplenmesi, solun Alevilikle ortak bir paydada buluşmasını sağlamıştır. Bu sebeple, alevilerin dinsel tanımlardan arınarak kültürel ve politik düzlemde kendilerini tanımlamaları yeni kimlik anlayışının bir başka boyutunu işaret etti. Kentte Aleviliğin sosyalizmle tanışması hem Alevi hem de sol kimliğinin karşılıklı dönüşümü için etkili olmuştu. Devrimci’lerin gündelik yaşamlarında çoğu feodal kökenli çeşitli davranışları kendi devrimciliklerinin bir parçası olarak görmeleri solcuların birtakım Alevilere özgü sembollere ortak çıkmalarına neden olmuştur. Solcu erkekler arasında yaygın hale gelen “belli tipte bırakılan bıyık”, saz çalınması ve deyişlerin benimsenmesi gibi birtakım özellikler Alevilerden ödünç alınan sembollere örnek gösterilebilir.

Bununla beraber farklı partilere yönelimde birbirini etkileyen farklı dinamiklerin varlığından söz etmek mümkündür. Örneğin CHP akabinde DP’ye bir dönem yoğunlaşan Alevi oyları değişen politik iklim dolayısıyla çoğunlukla da 1960’larla beraber farklı “sol” örgütlenmeler içerisinde kendisi tanımlamaya çalışmıştır. Bu noktada oyların siyasi partilerin programlarına göre değişiklik gösterdiği gözlemlenmektedir. Seçim oy oranlarına bakıldığında TİP’in belli başlı Alevi bölgelerinden birtakım oylar aldığı gözlemlernirken, TBP de kuruluşunun daha ilerki yıllarında din paydasını kırarak kendisini “anti faşist, anti emperyalist bir işçi sınıfı partisi” olarak tanımlamış, bir anlamda kendisini TİP’in dengi olarak görmüş ve bu bağlamda oy toplamayı sürdürmüştür. Yine bu dönemde Alevilerin CHP’ye yeniden yönelişleri farklı nedensellikler üzerinden tartışılarak seçim programları ötesinde bir temellendirme üzerinden anlamlandırılmaya çalışılmıştır.

a- Aleviliğin siyasallaşması

1960-1980 arası dönemde bir Alevi siyasallaşması vardır, ama siyasallaşan bir kimlik olarak Alevilik değil, bireysel olarak Alevilerdir. Bu zaman diliminde bağımsız bir kültürel kimliğe gönderen siyasallaşan bir Alevi hareketinden değil, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) veya sosyalist hareketler üzerinden sol siyasetlerle ilişkilenerek siyasallaşan Alevilerden söz edebiliriz.

Aleviliğin bir sosyal harekete kaynaklık ederek bir kimlik siyaseti şeklinde örgütlenmesi, siyasetin dilinin, kimliğin bir hak olarak algılanmasını sağlayacak şekilde dönüşmesiyle mümkün olmuştur. Siyasetin kültürel dönüşümü olarak adlandırabileceğimiz bu süreç, siyasal olanın ekonomi-politikten kültüre kaymasını ifade eder. Siyasetin kültürel dönüşümünü tetikleyen temel nedenlerin başında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sınıf eksenli siyasetlerin geçerliliğinin tartışmaya açılması yanında, küreselleşme sürecinde ulus-devletlerin meşruiyetinin sorgulanması ve ulus kavramının altındaki diğer aidiyetlerin işlerlik kazanmasıyla birlik içinde farklılık ve çeşitliliğe yapılan vurgu etrafında şekillenen teorik tartışmalar olmuştur. Siyasetin kültürel dönüşümü sürecinin en önemli farkındalık ise etnik, dinsel, dilsel veya cinsel kimliğin siyasal süreçlerde kurucu bir öğe haline gelmesidir.

«1990’larda siyasal İslâm’ın yükselişi veya Kürt sorunu, kimlik meselesinin Türkiye siyasetine nasıl da nüfuz ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Türkiye’de İslâmcılığın bir siyasal ideoloji olarak tarihini II. Meşrutiyet yıllarına götürebilmek mümkündür. Siyasal İslâm’ı temsilen kurulan partiler ise 1970’lerde de vardı. Kürt sorununun tarihi ise Cumhuriyet’in tarihinden daha eskidir. Ancak 1990’larda siyasetin kültürel dönüşümünün yarattığı nitel değişikliği, her iki kimlik ekseninde örgütlenen hareketlerin nicel genişlemeleri üzerinden takip edebilmek mümkündür. 1970’lerde daha çok kırsal bölgelerde güçlü olan orta ölçekli Milli Selamet Partisi’nden (MSP) farklı olarak, 1990’larda Refah Partisi (RP), ülkenin en büyük illerinin yerel yönetimlerini elinde tutan ve genel seçimlerde en yüksek oyu alan kitlesel bir siyasi partidir. Kürt hareketi de hem silahlı gücünü yükselten hem de sahip olduğu belediyelerle bir temsil gücüne sahip olan çok boyutlu bir harekettir.

Aleviliğin 1990’larda, daha önceki dönemlerden farklı olarak, bağımsız bir sosyal harekete kaynaklık etmeye başlaması, yani Alevi kimlik siyasetinin ortaya çıkışı da siyasetin kültürel dönüşümünün doğrudan sonucudur. Alevilik literatürü, genellikle, siyasal İslâm’ın yükselişini ve Kürt sorununu, Alevi hareketinin ortaya çıkışını sağlayan sosyo-politik dinamiklerden ikisi olarak değerlendirir.» (Mehmet Ertan- Aleviliğin Politikleşme Süreci- İletişim yay. 2017)

Alevilerin kitlesel olarak CHP içinde siyaset yapmaya başladıkları dönemse 1980 sonrası dönemdir. Bunun birkaç sebebi olduğu söylenebilir. Öncelikle, 1970’lerde üniversite öğrencisi olan Türkiye Birlik Partili sosyalist Alevi gençleri, 1980 sonrası süreçte hem meslek sahibi olmuşlar hem de bunun sonucu olarak Alevi camiasında prestij sahibi olmuşlardır. 1980 Darbesi’nin tüm sol ve sosyalist yapıları yasakladığı ortamda, 1980’lerin ikinci yarısından itibaren CHP’nin hem ardılı hem de sonrasında öncülü olacak olan SODEP/SHP tüm solcu ve sosyalistlerin örgütlenme çatısı haline gelmişti. Bu da işte bu yeni-prestij sahibi isimlerin CHP geleneğinde siyaset yapmasıyla sonuçlanmıştır. Bir diğer nedense 1980 sonrasında yükselmeye başlayan, 1990’larda zirveye varan siyasal İslamcılığın Aleviler tarafından büyük bir tehdit olarak algılanması ve laik rejimin en önemli temsilcisi olarak ülkenin kurucu partisi olan CHP’yi görmeleridir. İşte bu durum, devlet, CHP ve Aleviler arasında bir ittifak yaratmıştır. Bu süreçte, Hacı Bektaş’ı anma günlerinde devlet elitleri, Aleviliğin esas Anadolu Müslümanlığı oluğunu savunurken, Sünniliğin Emevi icadı olduğunu ve Arap-Fars kültürünün parçası olduğunu söylemekten de geri kalmamışlardır. Bu dönemde, nasıl ki CHP Aleviler için laik rejimin güvencesiyse; CHP için de Aleviler laiklikle arasında ‘varoluş niteliklerinden doğan’ (ontolojik) bir bağ oluşturan yegane kitle olduğu için en vazgeçilmez toplumsal grup haline gelmiştir. Hem 90’ların sonunda hem de 2000’lerin başında (AKP’nin iktidara gelmesiyle beraber), Hacı Bektaş’ı anma törenleri, adeta CHP mitinglerine dönüşmüştür. Bu durum, CHP ve Aleviler arasındaki ilişkiyi göstermek açısından son derece önemlidir.

2010’da Kılıçdaroğlu’nun genel başkan olmasıyla beraber, hem CHP Alevi bir genel başkana sahip olmuş hem de Alevilerin parti içindeki görünürlüğü artmıştır. Bu durum, yer yer parti içi tartışmalara neden olmakla birlikte, aslında partinin en geniş kitlesel tabanını temsil eden bu toplumsal grubun parti içindeki görünürlüğü son derece normal karşılanmalıdır. Tabii son senelerde bazı gelişmeler bir dizi ‘Acaba?’ diye soruları uyandırıyor. Mesela 2014 te Ekmeleddin İhsanoğlu’nun CHP cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi, sağa açılımlar ve sosyal demokrasiden uzaklaşmalar gibi sorular hâlâ kafalarımızda.

Alevi toplumu olarak dinsel-kültürel kimliğimize vurgu yaparak bir siyasallaşma yerine kendimizi Alevi olmayanlarla eşit vatandaşlık hakları gibi evrensel değerler üzerinden siyasallaşmaya gittik. Yurttaşlık ve laiklik de Alevi siyasallaşmasının kilit kavramları haline geldi. Aleviler ile CHP arasındaki yakınlaşmayı siyasi ve sosyolojik bir noktada kurmak gerekir. Alevilerin CHP’ye gösterdiği desteğin bir boyutunda erken Cumhuriyet döneminde eğitim ve hukuk alanında gerçekleştirilen reformlar yatar. Laiklik ekseninde gerçekleşen bu reformlar, Alevilerin sosyo-politik hayata eşit düzlemde katılmasına engel olan yasal düzenlemeleri ortadan kaldırır ve Alevilere hem kağıt üzerinde bir eşitlik sağlıyor hem de dinsel ayrımcılığa karşı daha güvenli bir sosyal hayat sunuyordu. AİHM de kazanılan davalar sonrası geçikmeler ve dirençler olsada şu veya bu şekilde, er veya geç bu hedefler gerçekleşecektir.

Aleviler ile CHP arasındaki yakınlaşmanın bir diğer boyutu ise çok partili siyasal hayat boyunca dinin, sağ partiler tarafından, kitle mobilizasyonunu sağlamak için popüler bir siyasi araç olarak kullanılmasıdır. Dini sembollerin kamusal alanda giderek görünürlük kazandığı bir sosyo-politik ortamda Alevilerin kendilerini siyaseten ve sosyal olarak koruma çabaları, Alevileri CHP’ye bir adım daha yaklaştıran laikliktir. Ama acaba CHP bizim kadar kararlı bir tutumla laikliği müdafaa edebilecek mi?

Bugün derneklere bağlı cemevlerinde ibadetlerimiz yürütülmekte, bünyelerinde açılan bağlama veya semah kurslarında Alevi gelenekleri öğretilmekte ya da derneklerin çıkardıkları dergilerde Aleviliğe ilişkin tarihsel veya sosyolojik tartışmalar yürütülmektedir. Derneklerin siyasi rolü ise Alevilerin temel taleplerini siyasal partilere ve devlet mekanizmalarına taşımaktır. Alevi hareketinin temel talepleri olarak nitelendirilebilecek olan Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılması veya Anayasa’ya uyumlu radikal değişimlere gidilmesi, din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması veya tamamen değişmesi ve cemevlerine ibadethane statüsü verilmesi talepleri, CEM Vakfının yasal girişimleri ve bazı Alevi derneklerinin manevi desteği ile AİHM de kazanıldı. Şimdi yasa değişiklikleriyle hayata geçirilmesi bekleniyor.

Bütün bunlar bize Alevilerin kendi siyasetlerini oluşturarak kimliklerini ve haklarını müdafaa edebileceklerini, bundan sonra bizim partilere ihtiyacımız olmadan da bazı şeyleri elde edeceğimizi gösterdi. Yasal haklarımızın uygulanmasının da ancak biz toplum olarak israrcı olduğumuzda hayata istediğimiz şekilde geçmesinin mümkün olacağını görüyoruz. Bizim bütün partilere eşit mesafede olmamız ve hepsine haklarımızı ve taleplerimizi bildirmemiz bizim bundan sonraki siyasetimiz olmalı. Geleceğimizi ancak biz ele alıp yönlendirebiliriz.

b- Batı Avrupa ülkelerinde Alevi yapılanmasında siyasi akımların yer alması

Batı Avrupa ülkelerinde siyaset iki şekilde kurumlarımızın içine girdi. Birincisi daha önce yukarıda Almanya’da Alevi yapılanmasının kuruluşunda yazdığım gibi 80li yılların sonunda bir çok ülkede PKK lı militanlara ve Kürt milliyecilerine terorist gözüyle bakılması ve neticede PKK’nın terör örgütü olarak kabul edilimesi Alevi yapılanmasını çok etkiledi. Çoğunluğu Türkiye’de 70li yılların Sol ve Aşırı Sol örgüt militanı veya 80li yılların PKK-Kürt Milliyetcileri arasında Alevi anne-babadan doğmuş, siyasi militanlık ideolojileriyle beslenmiş, Alevi inançıyla ve dinle ilişkilerini kesmiş kişiler, genellikle yasaklanan kurumlardan ayrılıp, hazır kurulu alevi derneklerine «Biz de Aleviyiz» diyerek girdiler. Yeteri kadar dernek yönetimiyle uğraşamayan yöneticilerde «Zamanla bu gençlere Aleviliği öğretiriz» diye gelenlere yönetimi verdiler. Örgüt yönetimlerinde tecrübesi olan bu gençler de adım adım Federasyon yönetime hakim oldular. İlk işleri hakimiyetlerini devamlı kılacak tüzük değişiklikleri yaparak yönetimlerinin devamlılığını sağladılar. Sonra da dernek delegeleri üzerinde hakimiyet kurup derneklerin ayrılmasını zorlaştırıcı hale getirdiler. Nejat Birdoğan gibi akıl hocalarını davet ederek «İslam dışı Alevilik» yorumunu yaymaya devam ettiler.

Artık Federasyon dışında kalan dernekler de içgüven kazanıp seslerini yükseltmeye başladılar. Aralarında iletişim önem kazandı ve bir üstçatı altında birleşmekten uzak dursalar bile arada sırada birlikte hareket ettiler. Bu ortamda Federasyon yöneticileri hatalı bir adımlar atmaya başladılar. Sadece son iki yıllık dönemden bir iki olay:

Eylül 2018de “Devrimci Alevi Birliği” imzasını taşıyan ve etrafında kendileriyle beraber Almanya ABF ve Fransa FUAF gibi 21 kurumun amblemi bulunan bir bildiri sosyal medyalarda dolaşıyor ve “Alevi Kurumları, ortak bir açıklama yapıp bu yıldan itibaren artık Şii-İslami Muharrem Yas Ayı, 12 imam, Kerbelâ Oruçu vs.. tamamen kalkmalıdır” diye çağrı yapıyorlar. 4 Temmuz 2017 tarihinde Hacı Bektaş Veli’de toplanan bazı kişi ve kuruluş başkanları aynı teklifle bir bildiri yayınlamıştı. Niçin Alevi yapılanması başladığından beri Aleviliğin içini boşaltmak ve yok etmek isteyen girişimler oluyor? Herkesin Alevi olmasını talep eden yok. Buna rağmen kim, neden İslamın bir yorumu olan Alevilikten ve Alevilerden korkuyor? Neden İnançsal Özgürlüğü” kabul bu kadar zor?

Bugün çeşitli eleştirilerle çözülmeye doğru gittiklerinden yeni bir strateji oluşturdular. Artık cepheden açıkca saldırı yok. Dolaylı bir yaklaşım var. Sözüm ona «İslam dışı Alevilik» ve «Ali’siz Alevilik» ile geleneksel Aleviliğin değişik süreçler olduğunu ve «Yol bir süreç binbir» ilkesiyle birlikte var olabileceklerini iddia ediyorlar. Bu yönde yeni bir «İnanç kurulu» kurup bu yaklaşımı bütün dernekleri bağlayıcı bir iç tüzük yaptılar. Böylece «Biz ne O’yuz, ne Buyuz, Biz Aleviyiz» söylemiyle eski sloganı yenilediler. Tabii «İslam dışı Alevilik» ve «Ali’siz Alevilik» le yüzyıllarca Aleviliğin Orta Asya’dan Horasan’a Orta Doğu’ya, Hazer denizinden Yemen’e kadar Sünni İslamın siyasi-dinsel baskısına dirençini, Anadolu Aleviliğini ve Tarihini,Babaî İsyanından Osmanlının çöküşüne kadar olan mücadelemizi, İsyanlar ve Katliamları unutabilirler veya yok sayabilirler ama biz bunları kendilerine bıkmadan hatırlatacağız. «Biz Aleviyiz ama ne öyle ne de böyle Alevi değiliz». Yolumuz Hak- Muhammet-Ali yolu ve bu Yolda binbir süreç var ama sizin süreç yok.

Benzer girişimler de İsviçre ve diğer Batı Avrupa ülkelerinde tekrar edildi.

c- CHP Avrupa Birliklerinin Alevi kurumları üzerinden kuruluşu

Avrupa CHP Birlikleri 2012 sonu ve 2013 başında tüzük çalışmalarımız sonunda tamamen Avrupa Alevi yapılanması üzerinden kuruldu. Ali Kılıç başkanlığında ufak bir grup oluşturup Ankara’dan gelip Almanya’dan geçen bir tüzük teklifi üzerinden çalışmaları başlatmıştık. Ankara genel merkeze ancak İsviçre kanunlarına uygun bir tüzük hazırlanabileceği anlatmak ve kabul ettirmek zor oldu. Buna rağmen ve zaman darlığından alelacele kimseyi tatmin etmeyen bir tüzük çıktı. Böyle olması doğaldı ve bu yapılanma ilk ihtiyaçları karşıladı. Böylece CHP-İsviçre Birliği, kısaca CHP-İB İsviçre Dernekler Kanununun (Code Civil) 60 – 79.maddelerince 4 mart 2013 tarihinde Biersfelden sehrinde kuruldu.

Daha ileri gitmeden ‘Niçin Yurtdışında CHP Birlikleri kuruldu’ bu noktayı aydınlatalım. CHP tüzüğü 28ci maddesi «Ulusal ve uluslararası mevzuata uygun olmak kaydıyla İsviçre, İngiltere, Norveç, Rusya, ABD, Çin, Japonya, Kanada, Avustralya ve KKTC’de; Avrasya, Orta Doğu, Afrika, Güney Amerika, Kafkasya ülkeleriyle Avrupa Birliği üyesi ülkelerde ve bu ülkelerdeki uluslararası kuruluşlar nezdinde yurtdışı temsilcilikleri kurulabilir.» der. Parti Meclisi’nin 07.06.2012 günlü toplantısında da «Yurtdışı Temsilcilikleri Yönetmeliği» kabul edildi. Bu ‘Yurtdışı Temsilciliklerinin’ amaçları ise:

a. Yurtdışında yaşayan yurttaşlarımız arasında Parti Tüzüğü ve Programı doğrultusunda CHP dayanışmasını artırmak, Parti’ye üye olmak isteyenler için gerekli üyelik işlemlerini başlatmak, tanıtım amaçlı, siyasal, sosyal, kültürel ve bilimsel etkinliklerde bulunmak,

b. Yurtdışında yaşayan yurttaşlarımızın Türkiye’deki siyasal süreçlere katkılarını ve seçimlere katılmalarını sağlayıcı çalışmalar yapmak,

c. Yurtdışında yaşayan yurttaşlarımızı bulundukları ülkelerdeki siyasal gelişmelerle ilgili olarak bilgilendirmek, parti programı ve ilkelerine paralel örgütlerde yer almalarını, siyasal süreçlere katılmalarını teşvik etmek,

d. Bu yurttaşlarımızın gerek yaşadıkları ülkelerde, gerek Türkiye’yle olan ilişkilerinde karşılaştıkları sorunları saptamak, çözüm önerileri üretmek, sorunlarının çözümüne katkı sağlayacak çalışmalarda bulunmak,

e. Genel Merkezin yurtdışında uygun göreceği tanıtım, teşvik ve benzeri çalışmalara katkıda bulunmak,

f. Genel Merkez Kadın ve Gençlik Kollarının yönetmelik, program ve çalışmalarına paralel olarak, yurtdışında kadınlar ve gençlerle ilgili çalışmalar yürütmek,

g. Parti’nin uluslararası ilişkilerinin kurulması ve geliştirilmesine katkı yanında, çağdaş sosyal demokrat partiler ile köprü oluşturmak.

CHP-İB ve diğer Avrupa’daki CHP Birlikleri bu amaçlar için kuruldu ama hiçbirin ne bu yönetmelikle ne de CHP ile yasal ilişki yoktur fakat hepsi CHP adını kullanır. Kuruldukları günden beri yani 7 (yedi) yıldır muhtelif çalışmalar CHP teşkilatlanma sorumluluğunu almış Tekin Bingöl tarafından yapılmış ama hiçbiri sonuçlanıp özel ‘CHP Birlikleri’ yönetmeliği yapılmamıştır. Hatta 1-2 Nisan 2016 tarihlerinde Dortmund'da Almanya, Fransa, Hollanda, Belcika,Avusturya, İsviçre, İsveç, İngiltere, İskoçya ve Kanada CHP-Birlik yöneticilerinin katıldığı ‘CHP Yurtdışı Örgütleri Konferansı’ toplantısında yurtdışı örgütlerinin yeniden yapılanması karar altına alındı. Dört yıl sonra oradan da hiçbir sonuç alınamadı.

CHP-İB tüzüğü ilk maddesi şöyledir:

1.1 (...) Bu birlik adındaki CHP, Cumhuriyet Halk Patisinin kısa adıdır. İsviçre Dernekler Kanununun “Code de Civil” (CC) 60–79.maddelerine uygun olarak kurulmuş, ticari hedefi olmayıp, kâr amacı gütmeyen ve sosyal demokrasi fikrinin özellikle Türkiye ve İsviçre'de ama Avrupa'nın diğer ülkelerinde de geliştirilmesi ve desteklenmesi için İsviçre'de kişilerin birleştiği bir kurumdur.

Tüzük 2013te CHP-İB internet sitesinde hemen yayınlanarak üye olmak isteyenlerin bilgisine sunulmuştu. Bu yapılanmanın iyi düşülmüş, sağlam bir yapılanma olmadığını daha yaparken gördük ama kurucu üyeler olarak zaman darlığından ve Ankara’nın basit bir tüzük yapma baskısıyla kabul etmek zorunda kaldık. 2015 CHP-İB Genel Kurulunda görülen eksikleri gidermek için tüzüğün elden geçmesi istendi fakat bugüne kadar yapılan teklifler ele alınmadı ve hiçbir değişiklik yapılmadı. 2013 tüzüğümüz bütün eksikleriyle aynen geçerli ve devamlı ihlâl ediliyor.

Tüzük hazırlanırken sadece Alevi üyelerden oluşan bir CHP-İB yapılanması kimsenin aklının ucundan bile geçmemişti. Zaten kurucu meclis oluşturulurken tabii bir şekilde açılım oldu. Ama yanıldığımızı ve sonra üye kayıtlarında bu kadar itinasız hareket edileceğini de düşünmemiştik. Bu tutum hem Alevi dernekleri hem de CHP ve CHP-İB için büyük sorunlar yarattı ve yaratmakta devam ediyor.

Kısaca seksenli yılların sonundan beri Avrupa'da ki Alevi dernekleri yapılanmasının içlerine kürt milliyetcilerinin ve radikal solcuların sızmaları gibi, aynı siyasî sızmalara ilaveten İsviçre’de Doğu Perinçekci Vatan Partililierden AKP’li, Fettuhlahcı, MHP’li, Türk Gücü militanları olarak bilinen geniş bir yelpazede siyaset yapanlarda CHP-İB ye üye alındı. Hatta bir AKP li ve bir Fethullahcı 2015 Genel Kurulunda başkan adayı oldu. (Fethullahcı aday sonra Türkiye’de AKP’den milletvekili aday adayı oldu). Bu başlangıçta bilinçli sızmamıydı yoksa kişisel ihtiraslar sebebiyle mi oldu söylemek zor. Fakat zamanla yeni üyeliklerin bilinçli olarak hem de tüzük ihlal edilerek yapıldığını gördük. 2017-19 arasında kayıt edilen 250ye yakın üyeden 176 tüzük ihlal edilerek alındı. Bir çoğu da İsviçre’de göçmen Türk vatandaşları arasında CHP’li olmadığı bilinen kişiler. Bu gelişmeler sonunda binden fazla olan üyeden ancak dörte biri (260 üye)son 2019 Genel Kurulu gelebildi. CHP Yurtdışı temsilcisi Ali Hikmet Akıllı’nın bilgi dahilinde CHP tarafından yolladığı söylenen İzmir milletvekili Mahir Polat’ın tüzük ihlal edilerek Divan başkanı oldu. Kurulda seçim sırasında baskı ve müdahale olduğundan kavga-dövüş çıktı.

2013 te İsviçre’de Alevi dernek üyelerinin hiçbir üyesinin CHP Avrupa Birliklerinin acilen yapılanmasının senelerdir kurulu Alevi dernekleri üzerinden yapılmasına itirazı olduğunu duymadım. Fakat 2017den itibaren yönetimin ve yerel temsilcilerin neredeyse tamamının MHP’li, Türk Gücü’lü ve Doğu Perincekci/Vatan Parti’li olması ve taraftarlarını üye yapmalarının iki büyük zararı oldu: CHP-İB’nin CHP siyasi etik anlayışından ve sosyal demokrat çizgisinden uzaklaşması ve Alevilerin CHP-İB den uzaklaşması.

Alevilerin CHP-İB den uzaklaşmasını ancak Genel Kurula kimin katıldığı temelinden hareketle sağlıklı fikir edinebiliriz. 2019 da Genel Kurula katılan 260 cıvarındaki üyeden ancak 120 cıvarında olanı 2015 teki 800 cıvarındaki kayıtlı üyesiydi. Yani ilk iki yılda büyük heyecan ve beklentilerle CHP için gelen üyelerdi. Büyük bir kısmı da (%80?) Aleviydi. Bugün hem gerçek CHPliler hem de Aleviler CHP-İB den uzaklaştılar. Geri kalan bir avuc gerçek sosyal demokrat CHPliler de ümitsiz son mücadelelerini veriyor. Bu onların CHP ye oy vermemesi anlamına gelmeyebilir ama CHP İsviçre’de gerçek bir iletişim araçını kaybetti.

Soruna Alevi kurumları açısından bakalım. Durumu, geçen sene CHP-İB 2019 genel kurul öncesi cemevi olan derneklerde oluşan olaylarla ele alalım. Senelerdir Cemevinde siyasi bir kuruluşun toplantısına izin verilmesinin bir hata olduğunu söylüyorduk. Yine senelerdir siyasetin, derneklerimize girmesinin aleviliği böldüğünü söylüyoruz. Senelerdir Alevi dernekleri yönetimine giren HDP, Kürt milliyetciliği, aşırı sol haraketlerinin her zaman Aleviliğinin yozlaşmasına yol açtığını gördük ve eleştirdik. Biel Alevi derneğinde cem yapılan yerde verilen kahvaltıya davet edilen CHP PM üyesi Emre Cam’ın ve CHP-İB başkanı ve yeni başkan adayı Nadir Köklü’nün CHP-İB kasketiyle yaptığı genel kurul öncesi seçim sovunu bir çok can eleştirdi. Belki orada bulunan diğer başkan adayı Erdoğan Yumak’a bilinçli olarak söz verilmemesi de çok kişiyi rahatsız etti. İkinci olay ise CHP-İB’nin herhangi bir yerde yapabileceği yönetim kurulu toplantısını özel olarak Langenthal Cemevi’nde yapılmasını istemesi ve Cemevi yönetim kurulununda bu toplantıyı küçük salonda değil Cem yapılan yerde yapılmasına izin vermesi; sonra da CHP-İB yönetimin bu toplantı fotoğraflarını yer ismi de vererek (‘Bakın Cemevinde toplantı yapıyoruz’ dercesine) yayması çok eleştirildi. Bu iki olayın arka planında Alevi derneklerinin CHP-İB tarafından siyaset için ‘kullanılması’ var. «Bakın bu CHP-İB başkanı belki MHP kökenli bir CHP’lı ama Alevileri elinde tutuyor» dedirtiyor bazılarına.

İçinizde «Alevi dernekleri CHP, MHP, HDP, VATAN partilerinin arka bahçesi olmamalıdır; siyasi partileri cemevlerimize sokmamalıyız» diyenler çok.
Tabii Gurbet ellerde Türkiye’deki olayları sanki Türkiye’de yaşıyormuşuz gibi heyecanla yaşıyoruz. Belki bu olmamalı ama gurbetteki kimliğimizin bir parçası bu. Fakat Türkiye’de söyliyeceklerimizi burada da söyleyebiliriz: İkrarımızla, Görgü erkânımızla, dünyevi ve siyasi yaşam aleviliğimizin bir parçasıdır; inançsal yaşamdan ayıramayız. Siyaset yapacaksak tam bir alevi olarak siyaset yapalım yani doğru, dürüst ve yalandan dolandan uzak. Ama bu siyasi yaşamı alevi değerleriyle yapmamız ötesinde de Alevi olarak bir siyaset oluşturup bunu dünyevi ve siyasi yaşamımıza aksettirmemiz gerektiğini derneklerimiz de üyeler arasında konuşuyoruz. Gelişen bu ‘alevi siyaseti’ bize oy almak maksadıyla yaklaşan partilere ve partizanlarına uymayan ve partizan olmayan bir yaklaşımdır. Bu siyaset Alevi Hak ve Hukukunu, edep-etik değerlerimizi siyasî alana taşıyacak bir siyasettir.

Bu arada bir noktayı daha hatırlatmak isterim: bu Alevi değerlerini CHP tüzüğü 3cü maddesinde de ‘siyasi hayatta erdemli olmak’ olarak ta bulabilirsiniz: « Cumhuriyet Halk Partisi ve üyeleri için siyasal yaşamda görev almak, onurlu bir toplum hizmetidir. Erdemli olmak, Cumhuriyet Halk Partili olmanın önkoşuludur. ». TDK Türkçe sözlüğünde ‘Erdem’ Ahlakın övdüğü iyi olma, alçak gönüllülük, doğruluk,vb. niteliklerin genel adıdır.

d-Aleviler CHP’nin arka bahçesi mi?

“Alevilik Ali’yi sevmekse ben dört dörtlük bir Alevi’yim” (Milliyet, 17 Temmuz 2013) diyen dönemin Başbakanı’nın yanında, AKP iktidarının ‘Alevi açılımları’ ile de bir taraftan Alevi topluluğuna ‘hoş görünüp’ sempatisi çekme ve oylarını alma girişimini; diğer taraftanda devletin asimilasyon geleneğinin devam ettiğini gördük.

Sünni toplum kesimine karşı da hala CHP içinde Kemalist ve Ulusalcı odaklar tarafından da partinin arka bahçesi olarak görüldüğüzü ve parti içindeki Milliyetci-Sağcı odaklarca da dışlandığımızı görüyoruz. Alevi toplumunda artık bir farkındalığın hakim olduğu gözle görülür hale geldi.

Yukarıda bu bölünüm 3cü « Siyasî İdeolojilerden Arınma Sorunu» kısmında Alevi derneklerinin ve topluluklarının siyasallaşmasında kendi siyasi kimliklerini oluşturmaları gerekliliği anlatmıştım. Bu yaklaşımı tarihe dönerek biraz daha açalım.

Alevi topluluğu Kurtuluş Savaşı başında Mustafa Kemal’i bir ümit kapısı olarak gördü ve destek verdi. Bu daha çok kendini ve Alevi topluluğunu korumaya ve hayatta kalabilmeye, yani yeni saldırı ve katliamların önlenmesine yönelik bir destekti. Sonrada Atatürk Devrimlerine ve bilhassa, Kemalizmin, başarıyla müdafa edemediği, laiklik ilkesine sarılmak Alevi topluluğunun sürekli CHP’ye destek vermesinin en önemli sebebiydi.

Aleviler beklentilerine cevap veremeyen CHP karşısında, bilhassa Dersim olaylarından sonra, mesafe almaya başladı. Çok partili rejime geçişte siyasi partilerin de ciddi bir kitleyi temsil eden Alevilere yönelik ilgilerini nutuklarla ortaya koymaya başladılar. Aynı zamanda liste usulü çoğunluk sistemine (bir seçim bölgesinde en yüksek oyu alan partinin tüm milletvekillerini aldığı sistem) göre yapılan 1950 seçimlerinde, kırsal alanlarda yaşayan Alevilerin DP’den yana tavır almaları DP’nin seçim zaferinde önemli bir etkiye sahip oldu. Bunun sonucu olarak da Aleviler, siyasetin gündemine bir aktör olarak girmek için sahip oldukları potansiyeli fark etmişler. Aleviler kısmen Demokrat Partiye dönmüş fakat orada da umduğunu bulamamıştı. 50 li senelerde serbest piyasa ekonomisine entegrasyonla beraber özel sektörün gelişmesi ve tarım alanında yaşanan makineleşmenin sonucu olarak kırsal alanda insan emeğine olan ihtiyacın düşmesi gibi gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıkan köyden kente göç alevi toplumu kentselleşmeye yöneltti.1957 seçimleri ekonomik koşulların kötüleşmeye başlamasıyla eş güdümlü olarak DP, dini söylemlerinin tonunu arttırmış ve bu da Sünnilerin kayrılması gibi algılandığından Alevileri adım adım DP’den kopardı.

60 lı yılların yeni anayasası ilerici-eşitlikci özgürlükcü hamleriyle ve yarattığı ortam hem geleneksel Aleviliği aşama aşama sönümlenmiş hem de Alevi kimliğini yüksek sesle ifade ederek çağına uyum sağlama yolunu açtı. 27 Mayıs sonrasında Cunta rejimini temsil edenlerin en büyük korkularından biri, şehirleşmeyle beraber kimliklerin yavaş yavaş daha belirgin hale gelmesiyle birlikte, yükselme olasılığı bulunan bir tarafta Kürt milliyetçiliği diğer taraftanda Alevi kimliğiydi. Bu da rejimin temsilcilerinin Kürtler ve Aleviler arasındaki farkları gözler önüne sermesini sağladı. Alevi üniversite öğrencileri 1963te bir bildiri imzalayarak alevi kimliklerini savundu. Aynı yıl CHP Diyanet İşleri Başkanlığında inançlar ve mezhepler için temsilde denge ve eşitlik yaratmak istedi ve Diyanet gibi bir kurumun laik bir ülkede olmaması gerektiğini savunmaya başladı. Fakat başbakan İsmet İnönü tekliflerini geri çekti. Belkide buna bir tepki olarakta Alevilerin örgütlenme ve siyasallaşma çabalarının sonucunda, 17 Ekim 1966’da Birlik Partisi kuruldu ve bu parti 1971 yılında Türkiye Birlik Partisi adını aldı. Fakat milletvekillerinin sağcı partilere geçmesi Alevi kitlelerini üzdü.

Alevilerin ekseriyeti 1973 ve 1977 seçimlerinde CHP’yi desteklediler. CHP yeni dönemde, bir yandan çoğunluğu yoksul olan Alevilerin sosyal adalet isteklerine bir yanıt veriyor; diğer yandan da ülkenin kurucu partisi olarak, Aleviler için olmazsa olmaz olan laikliği temsil ediyordu. Bu yakınlaşmanın zirveye vardığı ve Alevilerin kitlesel olarak CHP içinde siyaset yapmaya başladıkları dönemse Maraş ve Çorum Alevi katliamları ardından 1980 sonrasıdır. Bunun arka planında daha birkaç sebebi olduğu söylenebilir. Öncelikle, 1970’lerde üniversite öğrencisi olan Türkiye Birlik Partili sosyalist Alevi gençleri, 1980 sonrası süreçte hem meslek sahibi olmuşlar hem de bunun sonucu olarak Alevi camiasında prestij sahibi olmuşlardır. 1980 Darbesi’nin tüm sol ve sosyalist yapıları yasakladığı ortamda, 1980’lerin ikinci yarısından itibaren CHP’nin hem ardılı hem de sonrasında öncülü olacak olan SODEP/SHP tüm solcu ve sosyalistlerin örgütlenme çatısı haline gelmişti. Bu da işte bu yeni-prestij sahibi isimlerin CHP geleneğinde siyaset yapmasıyla sonuçlanmıştı. Bir diğer nedense 1980 sonrasında yükselmeye başlayan, 1990’larda zirveye varan siyasal İslamcılığın Aleviler tarafından büyük bir tehdit olarak algılanması ve laik rejimin en önemli temsilcisi olarak ülkenin kurucu partisi olan CHP’yi görmeleridir. İşte bu durum, devlet, CHP ve Aleviler arasında bir ittifak yaratmıştır. Bu süreçte, Hacı Bektaş’ı anma günlerinde devlet elitleri, Aleviliğin esas Anadolu Müslümanlığı oluğunu savunurken, Sünniliğin Emevi icadı olduğunu ve Arap-Fars kültürünün parçası olduğunu söylemekten de geri kalmamışlardır. Bu dönemde, nasıl ki CHP Aleviler için laik rejimin güvencesiyse; CHP için de Aleviler laiklikle arasında ontolojik bir bağ kuran yegane kitle olduğu için en vazgeçilmez toplumsal grup haline gelmiştir. Hem 90’ların sonunda hem de 2000’lerin başında (AKP’nin iktidara gelmesiyle beraber), Hacı Bektaş’ı anma törenleri, adeta CHP mitinglerine dönüşmüştür. Bu durum, CHP ve Aleviler arasındaki ilişkiyi göstermek açısından son derece önemlidir. Fakat son on yılda CHP yönetiminde iç dengelerde değişiklikler oldu.

Tarihte yaşanan saldırı, katliamlar ve sürekli bir ayrıştırma, ötekileştirmeye maruz kalma halleri Alevilerin öz güven kaybına sebep olmuş ve Alevilik bilinçinin gelişimini zedelemişti. Bu şartlarda “Kötünün iyisi’’ mantığı ile CHP’ye sığındık. Bu böyle olmamalıydı. Katılım ve desteğimiz CHPyi çoğulcu sosyal demokrasi çizgisinde tutup daha mücadeleci olmasını sağlamalıydı. Güçlenen Sünni İslam Hareketinin AKP de toplanması karşısında daha sıkı biçimde CHP’ye sarıldık. Bugün karşılıklı bağımlılık (interdependence) şeklinde görünen bu ilişkiler bir aşk/nefret ilişkisine dönmekte. Aleviler, CHP’nin kitlesel olarak en geniş oy tabanını temsil ettiklerinden, CHP için bir ‘olmazsa olmaz’dır. Ama maalesef bu sebepten de CHP Alevileri ‘çantada keklik’ olarak görmekte ve son senelerde daha ziyade sağcı-dinci seçmene doğru politikalar üretmektedir. CHP’nin net bir şekilde Sosyal Demokrasiden hatta Ortanın Solundan uzaklaşması ve Milliyetci, İslamcı akımlara göz kırpması Alevi toplumunda «CHP nereye gidiyor?» diye soru işaretlerini uyandırdı. Buna rağmen Devletin ve AKP hükümetlerinin açıkca Sünni çoğunluğu kayırması, her türlü ayrıcılık yapması ve Alevi vatandaşların hak ve hukukuna kör olması Alevilerle CHP’nin karşılıklı bağlarının zor da olsa devam etmesini sağladı.Fakat CHP tutumunu değiştirmezse bu kör topal gidiş daha ne kadar sürer?

e- Bir Alevi, Alevi edebine göre siyaset yapabilir mi?

Siyasal etik, yönetimde yozlaşma söz konusu olduğunda konuşulmaya başlanır.

Yozlaşmanın başlıca nedenleri ise yönetilenlerin değil, yönetenlerin bağrından fışkırır gelir. Jean Jacques Rousseau yüzyıllar önce bunun için iki somut nedensel durum göstermiş. Ona göre bir yönetim iki nedenle yozlaşır. Birincisi, yönetim daraldığı zaman. Yani yönetim çevresi büyük sayıdan küçük sayıya indiği (örneğin demokrasiden aristokrasiye krallığa.. dönüştüğü) zaman. İkincisi, hükümdar gücü gasp ettiği zaman. Devletin -kurumların- yasalara ve kurallara göre yönetilmediği durumlarda.

Çağdaş yönetim bilimi, siyasal yozlaşmanın niteliklerini buna benzer biçimde özetliyor. Eğer bir siyasal kurumda:

- Hukuksal ve örgütsel kuralların ve mekanizmaların yerini ikili ilişkiler almışsa,

- Karar vericiler yetkilerini kurallar temelinde kullanmıyorsa,

...karşı karşıya olduğumuz sorun siyasal yozlaşmadır.

Etik ilkeler kanunlarla belirlenemez; kanunlarla korunup yaşatılamaz. Eğer etik ilkelerin kanun koyucunun belirleyip koruduğu noktaya gelmişsek toplum kural koyma ve yaptırım gücünü yitirmiş, ahlaksızlık egemen olmuş demektir. Çünkü etik, toplum tarafından belirlenmiş ve toplumun denetlediği değerler kıstasıdır.

Dinler, tarih boyunca hep ahlaka sahip çıkmışlardır. Etik kurallarını Tanrı emri olarak sunup, günlük yerel yaşamın etik değerlerine ilahi bir boyut eklemişlerdir. Ancak günümüzde, iki yüzyıllık eleştirel akıl felsefesinin etkisiyle, etik kuralların insan aklının bizzat kendisi olduğu, kendi öz varlığımızdan geldiğini, aklın doğasına uygun hareket etmekle, kendimizden beklenen eylemleri yerine getirmiş olduğumuz kabul edilmiştir. Hatta, dinin, modern toplumlarda ayakta durabilmesi için insan temelli etiğe ihtiyacı vardır. Etik bilinç ve kurallar, insanın kendi özvarlığına döndürülünce, her insanın etik kurallar bilinci ve erdemleri kazanma potansiyeli eşit bir seviyeye gelir.

Etik eylem ancak bireyin özgürce, içinden gelen ödev bilinciyle mümkün olduğundan, bir insan, başka bir insanın bir etik tavrını, yalnız görünen yönlerinin aynısını icra etmekle, etik bir davranış sergilemiş olmaz. Bir bireyin başka bir bireyin etik değer taşıyan tavrından yararlanma yolu, kendisinde, etik kurala yönelmeyi sağlamasıdır. Yani o davranışı yapan kişi, hangi etik kuralı uygulamışsa, bu ikinci şahısta, zaten varolan bu kuralın, harekete geçmesine yardımcı olmalıdır. Ahlak kurallarının ve erdemlerinin asıl sahibi insanoğlunun ‘kendini bilme’sidir. Bu bilinçle, öz malımız olan, ahlakın temel kurallarının yerini farkedip, duyarlılığımızı sistemli bir şekilde artırarak, etik kişiliğimizi devam ettirebiliriz.

Bu siyası etik yaklaşımı tamamen bir canın ham evrahlıktan çıkıp Kamil İnsan olmasını sağlayan edep-ahlak yaklaşımının temellerindendir.. Hatırlatmak gerekirse “Eline, diline, beline hakim ol” Alevi-Bektaşi edep-ahlakının temelidir. İnsanın eli her türlü iyiliğin ve yine kötülüğün uygulayıcısıdır. İnsan eline sahip olmadı mı katil, hırsız olur. İnsan eline sahip oldu mu üretir. Üreten ve yaratan, çaba sarf eden, emek harcayan insanda güzel insandır. Güzel insanda kendisinden başlayarak topluma hizmet edendir. Toplumsal huzuru, barışı sağlayandır. Kul hakkı yemez. Dil ise insanlar arasında iletişimi sağlayan organdır. Bir insan dilini iyilik için de kullanabilir kötülük için de. İnsan dilini yalandan, riyadan, sahtelikten korumalı ve yalana, sahteliğe alet etmemeli, yani diline sahip olmalı. Duyduğu olumsuzlukları düzeltmeli, yalandan kaçmalı, kilit vurmalı. Dilini iyi, güzel insanı ve dolayısıyla toplumu huzura kavuşturacak şekilde kullanmalı. İnsan kendi hayvani cinsel güdülerine hâkim olmadığı zaman türlü sapıklığı yapar. Sapıklık, toplumsal çürümeye, ahlâksızlığa götürür. İnsan, cinselliğine olumlu ve dengeli bir anlamda yaklaşırsa bireysel, ailevî ve toplumsal huzur olur. Eğer insanlık bu ilkeleri asgari bir şekilde uygulasa her türlü yozluğun ve yobazlığın sonu gelir.

İkrar vermiş bir alevi olarak bizim bu edep-ahlak ilkelerine uymamız ikrarımızın temelidir. Bu edebe uymayıp hamlık yapar, canların ve toplumun huzurunu bozan hareketler yaparsak Ceme girmeden veya Görgü Ceminde bu sorunu halletmemiz gerekir. Cem de insan sadece Allah'a ibadet etmekle kalmayıp topluma da hesap vermekle yükümlüdür. Bu anlamda da Alevi inancı sünni islamdan önemli farklılıklar taşıyor. Düşkünlükte bu sistemin önemli ayaklarından birisidir. Öyle ya da böyle bir kişi suç işlemişse bu kişi (Dede başta olmak üzere) sorgulanır, yargılanır. Cem de gerçeklesen bu yargılamaya Cem de bulunan herkes, görüşleri ile katılırlar ve böylece ortak bir karara varılır. Suçun ağırlığına göre bir ceza verilir. Düşkünlük, verilen cezalarin en büyüklerinden birisidir. Düşkün olan kimse toplumdan dışlanır. Düşkünlüğü ve dışlanma süresini halk ortak bir karar ile aldığında Alevi toplumunda suç oranı minimum düzeyde kalmıştır. Toplumdan tecrit edilip dışlanmak çok büyük bir ceza olduğundan, o kişiyi başka toplumlarda içine almazlar. Böylece bir çok suç, daha işlenmeden önüne geçilmiş olur. Düşkünlük kavramı günümüzde daha çok çıkarcı ve ahlaksız kimseler için kullanılan genel bir kavram şeklini aldı. Ancak düşkünlüğün çıkış noktası ve asıl anlamı toplumda herkesin rızası alınarak “huzur ve uzlaşma” felsefesinin hakim olduğu bir toplulukta yaşamaktır.

Bugün maalesef, Türkiye’de ve Batı Avrupa ülkelerinde derneklerimizde siyaset ortamının siyasi yozlaştığını söyleyebiliriz.

Alevi kurumlarına siyaset girmemeli; Aleviler kendi siyasetlerini oluşturmalı ve bir partide siyaset yapmak isteyende Alevi edebini siyasete taşıyarak yapmalı.

İkrarlı bir Alevi olup şartlar ne olursa olsun Alevi edebiyle yaşayalım.

DİĞER BÖLÜMLER

1- ALEVİLERİN AVRUPA ÜLKELERİNDE YAŞAMI

2- ALEVİLİK ÜZERİNDE BİLGİ KİRLİLİĞİ

3- TALİP-DEDE-MÜRŞİT İLİŞKİLERİNDE SORUNLAR

4- ALEVİ KURUMLARININ YAPISAL,HUKUKSAL VE SİYASAL SORUNLARI

5- ALEVİ EĞİTİMİNİN ALTYAPISI ve ÖĞRETİMİ

6- ALEVİLİĞİ VE TERIMLERİNİN DİNBİLİMİ İLE TANIMLAMA

7- ALEVİ TARİHİNİN VE ALEVİLİĞİN MİHENK TAŞLARI

8- SONUÇ