ALEVİLİĞİ VE TERIMLERİNİN DİNBİLİMİ İLE TANIMLAMA

ALEVİLERİN YURT DIŞINA GÖÇÜ

SORUNLAR ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

6- ALEVİLİĞİ VE TERiMLERİNİ DİNBİLİMİ İLE TANIMLAMA

Nâcî derler bir gürûha uğradım

Hep biri birinin almış elini

Mekânınız kanda dedim söyledim

Mekân tutmuş hakıykatin ilini

Yüklerin lâ’l ü gevherden tutmuşlar

Toplayıban bir mizanda çekmişler

Dost bahçesine mahabbet ekmişler

Öğrenigör bâğıbânın dilini

Sütleri kudret gölünden alınmış

Tamızlığı o kırklardan çalınmış

Orucu tutulmuş farzı kılınmış

Hak etmemiş o kuluna zulumu

Eğer ârif isen öz gözle uzat

Tasdik âşık isen harfini gözet

Kavilini bağla kendini düzet

Anlayıgör mahabbetin sûzunu

Şah Hata’i den

Aleviliği ve terimlerini dinbilimi ile tanımlama

1- İslam’ın dinsel tanımı

İslamın Tasavvuf boyutu

2- Aleviliğin ve Alevinin dinsel tanımı

a- Alevi kelimesi kökeni ve dar-geniş anlamlarının tanımı/kapsamı

b- Alevilik ne zaman başladı

c- Alevilik tanımı

d- Diğer Alevi Terimleri ve tanımlanması

1- Kamil İnsan: Aleviliğin amaçı

2- Allah

3- Edep : Eline, Diline, Beline hâkim ol!

4- Ehl-i beyt ve 12 imam

5- Tevella ve Teberra

6- Talip ve Muhip olmak

7- İkrar

8- Musahiplik/Yol kardeşliği erkânı

9- Görgü

10- Miraç ve Cemde Miraçlama

11- Kırklar Cemi

12- Rıza

13- Rıza Şehri

14- Salât/Namaz, Oruç, Haç ve Zekat

15- İnsan

16- Aleviliği Özü: Tasavvuf ve Aşk ile Allahta Yok Oluş

17- Cihad

e- Alevi erkânlarını tanımlama 79

1- Cem erkânı

2- Sünnet olma erkânı

3- Oruç erkânı

4- Hakk’a yürüme Dârı ve Erkânı veya Sırlama

c- Bilgi Kirliliğine çözüm

Anadolu’da yaşadığımız Aleviliği ve kullandığımız dinsel terimleri anlamak, tanımını tarihi süreç içindeki gelişmeleriyle yapmak, anlatmak ancak temellerinden biri olan İslamı anlamak ve İslam’ın içinde Aleviliğin yerini bilmekle mümkündür. Alevi inançsal kimliğini incelenmesi ancak İslam dünyasında değişik ülkelerde, değişik etnikler ve kültürlerince benimsenmesi ve nihayet Anadolu’ya ilk girişinden ele alarak geçmişte ne olduğunu ve nasıl geliştiğini anlayarak yapabiliriz.Bugün dünden daha sağlıklı araştırmalar ve ilmi yayınlar sağlıklı cevap vermemizi sağlıyor.

Ayrıntılara girmeden Aleviliğe dinler tarihi açısında baktığımızda kısaca, kuş uçuşu, şöyle özetleyebiliriz:

Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesinden sonra, İslam dini, bilinçli dinsel ve siyasal ayrışıma ve yapılanmaya gitti ve iki farklı ana yoruma ayrıldı. Alevilik, bu ayrışımın sonucu olarak, Hz. Ali yandaşlarının yorumu olarak yapılandı. Daha sonra Şia’t-ü Ali veya kısaca Şii diyeceğimiz Alevilik, Arap, Pers, Hint, Türk, Kürt gibi bir çok toplumlar tarafından benimsendi ve o toplumların kültürünün bir parçası oldu, örf ve adetleriyle günlük yaşamında kaynaşarak, kendine özgü kavramlarla yorumlandı; Tarihin akışı içinde de kendine özgü değişimler yaşadı ve o toplulukların kimliğini oluşturdu. Sadece Orta Doğu coğrafyasında bile Fatimî, Karmatî, Büveyyid, Memluk gibi Devletlerin dinî inançı oldu. Alevilik, Anadolu’ya daha önce de nokta girişler yaptıysa da, 11.ci yüzyıldan itibaren bir taraftan toplu bir şekilde göç etmeye başlayan alevi Oğuz Türkleri ve Horasan erenleri ile Kalenderi, Yesevi ve Haydarî tarikatlarının dervişleri, diğer taraftan da güneydoğu Anadolu’ya ve İran, Irak ve Suriye hudutu boyu Kürt, Arap ve değişik aşiretler arasına Musul’dan Halep’e, Antakya’ya kadar yayılan İsmaili Daileri, Vefai ve Nusayrî gibi Alevi-Sufi tarikatları, dervişleri ve pîrleri tarafından getirildi.

Anadolu ve Balkanlara yayılan ve günümüz Aleviliğine kadar uzanan bu Batınî-Sufî Türk İslamı’nın gelişme sürecinde kendine özgü dinsel terimleri geliştirdi. Tabii bazılarının bu terimlere İslam’ın Alevi inancı, Kur’an yaklaşımı, dinbilimi ve kültürü dışında içini boşaltıp saptırmadan bir manâ vermeleri kolay değil.

1- İslam’ın dinsel tanımı

Aleviliği tanımlamadan önce İslam dinini tanımlayalım. Din arapca bir kelimedir ve “Allah'a inanma ve bağlanma” anlamına gelir. Kur'an'da (Al-i İmran “İmran'ın ailesi” suresi 83.cü ayet) İslamdan “Allah'ın dinî” diye bahsedilir. Ama Bakara suresi 130cu ayette Hz. İbrahim'in dinî inancından bahsederken (ve yedi başka ayette) “din” değil “milla” kelimesi kullanılır. Türkce meallerde “milla” sözcüğü, meali yapana ve cümleye göre, din, dinî inanç, inanç veya yol olarak kullanılmış. Bu ayetlerin ingilizce, almanca ve fransızca meallerinde de din, dinî inanç, inanç veya yol sözcükleri eş anlamda kullanılmıştır.

Islam arapca س ل م‎ (sin, lam, mim, selm- barış ve güvenlilik gayesiyle boyun eğerek selam vermek) kelimesinden türemiş «Hz. Muhammed’in Allah tarafından tebliğine me’mur olduğu din»dir (Ferit Devellioğlu Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik lügat).Alevilerin İslam ve vahiy anlayışını Kur’an’a dayanarak şöyle açıklayabiliriz:

Bütün İbrahimi dinlerde peygamberlere inen vahiylerin, Gök’te “levh-i mahfuz” (muhafaza edilen levha) üzerine yazılı Allah’ın sözleri olduğuna inanılır. Zuhruf suresinde (Diyanet Meali 2011) bu açıkca ifade ediliyor:

1 2, 3. Apaçık Kitab’a andolsun ki, iyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kur’an yaptık.

4. Şüphesiz o, katımızdaki ana kitapta (Levh-i Mahfuz’da) mevcuttur, çok yücedir, hikmetlerle doludur.

Demek ki Yüce Allah’ın Muhammed’e vahyettiği Kur’an ve diğer Kutsal Kitaplar “levh-i mahfuz” üzerinde yazılı ana kitapta (Ummu-l Kitap’ta) mevcut. Ama diğer ayetlerden anladığımıza göre Ummu-l Kitap’taki Rabbimin sözleri Kur’an’dan ve diğer Kutsal Kitaplardan çok daha fazladır hatta “tükenmez”dir. Bu Kur’an’ın iki ayetinde açıkca bildirilmiştir:

el- Kehf süresi 109: De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek (denizlere deniz katsak); Rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi.”

ve

Lokman suresi 27: Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, arkasından yedi deniz daha ona katılsa, Allah’ın sözleri (yazmakla) yine de tükenmez. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.

(Diyanet 2011 meali)

Demek ki Kur’an ve diğer Kutsal kitaplar Yüce Allah’ın vahyinin sadece bir kısmı yani Allah’ın insanlara söyleyeceği sözleri daha bitmemiş. Allah’ın vahyi yazmakla tükenmez, sonsuzdur ve süreklidir. Kur’an da söylendiği gibi artık yeni bir peygamber gelmeyeceğine göre devam etmekte olan vahiy, peygamberî/nebevî bir vahiy değil, başka türde bir vahiydir. Peki ama bu vahiy bize nasıl bildirilecek ve içeriğini nasıl anlayacağız? Muhammed'e inen ilk beş ayet bize kalemle yazmayı, okumayı öğreten Allah’ın İnsan’a bilmediğini öğreteceğini söylüyör. “Ham ervâh (can, hayâtın cevheri) olarak yaratıldığımızdan bize Kamil İnsan olma Yol’unu” yani İslam’ın iniş amaçını gösteriyor:

Oku! Yaratan Rabbinin adıyla! O, insanı “alâk”dan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Kur’an, Alâk suresi 1-5)

“Okumak, yazmak ve öğrenmek” Tanrının insanoğluna ihsan ettiği en büyük nimet olan aklı kullanmasıdır. Ancak bu akıl her bireyde bulunan akıl değil, evrensel akıldır, ortak akıldır. İnsanoğlu bu akılla yeni bilgilere ulaşmakta, yeni keşifler yapmakta ve Tanrının en büyük kutsal kitabı olan evreni/evrendeki yaşamı okumaktadır. Bu okuma edinimi Allah’ın izniyle olmakta, dolayısıyla bu okuyuş, Tanrısal vahyin sürekliliğini ifade etmektedir. İnsanın, evreni ve ondaki yaşamı okumasından bilim ve ilim açığa çıkmaktadır. Bilim ve ilim ise ayette işaret edilen “ Allah’ın tükenmeyen sözleri”dir. Yani sona ermeyen vahyidir. O halde bilime ve ilime uymak, Allah’ın sonsuz ve sınırsız vahyinden nasiplenmektir.

Tanrın sözünü bu geniş çerçeveye koyduktan sonra tabii olarak Kur’an etrafındaki ilk somut sorun inen bir ayeti anlamadığımızda kim bize mânâsını açıklayacak? Muhammed hayatta oldukca bir sorun yoktu; ama Muhammed’in son peygamber olması ve Hakk’a yürümesiyle Kur’an’daki ayetlerin anlamını açıklama yetkisi kimin olacaktı? Kur’an üzerindeki bu dinsel hakimiyet yani bir “halife” olarak ayetin nasıl anlaşılması gerektiğine karar verme “hakkı ve yetkisi”, siyasî iktidar kadar önemli çünkü toplum üzerinde siyasî hakimiyetin bir “araçı” olarak kullanılabilirdi ve kullanıldı da.

Konuyu en baştan ele alalım: Kur’an nedir ve ayetlerin “manâ”sını anlamada bize kim yardımcı olabilir?

Alevilerin yaklaşımı, Kur’an’ın tamamen Allah’ın “levh-i mahfuz”dan alıp söylediği sözü olduğu, Cebrail vasıtasıyla, yavaş yavaş, ayetlerin ve bölümlerinin Muhammet’in aklına ve diline vahyedildiği ve Allah’ın elçisinin görevinin de bu vahyi insanlara ulaştırmak ve sonrada ne anlama geldiğini izah etmek olduğudur. Kureyşliler, “Ey Muhammed! Senin hakkında yahudilere, hıristiyanlara sorduk, peygamberliğine dair bir haber olmadığını söylediler. Bize senin peygamber olduğuna dair bir şahit göster” demişler ve bunun üzerine şu âyet inmiş:

De ki: “Şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Allah benimle sizin aranızda şahittir. İşte bu Kur’an bana, onunla sizi ve eriştiği herkesi uyarayım diye vahyolundu. Gerçekten siz mi Allah ile beraber başka ilâhlar olduğuna şahitlik ediyorsunuz?” De ki: “Ben şahitlik etmem.” De ki: “O, ancak tek bir ilâhtır ve şüphesiz ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.” (En-âm sureti 19 Diyanet Meali 2011”)

Ve buna ilaveten Bürüç suresi ( Diyanet Meali 2011):

21. Hayır, o (yalanlamakta oldukları kitap) şanı yüce bir Kur’an’dır.

22. O, korunmuş bir levhada (Levh-i Mahfuz’da)dır

Daha geniş anlamda Tanrı’nın Peygamberler ve Kutsal Kitaplar hakkında Kur’an’da Hadid suresinde :

26. Andolsun, biz Nûh’u ve İbrahim’i peygamber olarak gönderdik. Peygamberliği ve kitabı onların soylarına da verdik. Onlardan kimi doğru yola ermiştir, ama içlerinden birçoğu da fasık kimselerdir.

27. Sonra bunların peşinden ard arda peygamberlerimizi gönderdik. Onların arkasından da Meryem oğlu İsa’yı gönderdik, ona İncil’i verdik ve kendisine uyanların kalplerine şefkat ve merhamet duygusu koyduk. (Kendiliklerinden) icat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimselerdir.

28. Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve peygamberine iman edin ki, size rahmetinden iki kat pay versin, size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur versin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. 29. Bunları açıkladık ki, kitap ehli, Allah’ın lütfundan hiçbir şeyi kendilerine has kılmaya güçlerinin yetmeyeceğini ve lütfun, Allah’ın elinde olduğunu, onu dilediği kimseye vereceğini bilsinler. Allah, büyük lütuf sahibidir.”

(Diyanet Meali 2011”)

İbn-i Haldun bu konuda (William St. Clair Tisdall’in “Original Sources of the Qur'an” adlı kitabından türkce tercümesiyle iki arapca alıntı) şöyle diyor: “Böylece bilin ki, Kuran Arapça ve Arapların belagatine uygun inmiştir, herkes birçok bölümündeki farklı anlamları ve bunların birbiriyle ilişkisini anlamış ve öğrenmiştir. Gereken koşullar çerçevesinde, bu ayetlerden bazıları Allah’ın Tek olduğu öğretisini ve farizaları açıklamak için, bölüm bölüm ve ayet grupları halinde inmeye devam etti. Bu ayetlerden bazıları imanla ilgili maddeleri, bazıları ise davranış kurallarıyla ilgili emirleri içermektedir.” Aynı yazar başka bir metinde şöyle demektedir: “Senin için bütün bunlar, İlahi kitaplar arasında bunun, aynı sözlerle ve aynı fasıllarla ezbere okunabilecek şekilde Peygamberimize esinlenen Kuran olduğunun kanıtıdır; öte yandan Tevrat, İncil ve diğer bütün Semavi Kitaplar, Peygamberlere, kendilerinden geçtikleri bir zamanda, düşünceler olarak vahiy edilmiş ve peygamberler yeniden sıradan bir insan haline geldiklerinde bunlar, onlara kendi dillerinde açıklanmıştır: Bu nedenle bu kitapta mucizevi hiçbir şey yoktur.”.

Söylenceye göre İslamın kutsal kitabı Kur’an, Hz.Muhammed’e kırk yaşındayken Cebrail aracılığıyla vahiy yoluyla 610 yılının ramazan ayının Kadir Gecesi’nde Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’nda indirilmeye başlamıştır. İlk indirilen beş ayet Alak suresinin başında yer alır. Kur’an-ı Kerim, 610 – 632 yıllan arasında, 12 yılı Mekke, 11 yılı da Medine dönemi olmak üzere yaklaşık olarak yirmi üç yıllık sürede, ayetlerler hâlinde indirilerek tamamlanmıştır. İslam’ı kabul edenler bu ayetleri ezberler ve bazılarıda uutmamak için çeşitli malzeme üzeri yazarlardı. Belirli bir zaman sonra bazı kişiler vahiy katipliği görevini üstlendi.

632 de, Ebu Bekir’in halifeliği döneminde, vahiy katibi ve hafız olan Zeyt b. Sabit’e Kur’an ayetlerini derlemek ve “iki kapak arasında toplamak” (Mushaf) görevi verildi. Ancak indiriliş sırasına bakılmadan toplanan ayetlerden oluşan bu ilk Kur’an Mushafı ölene kadar Ebu Bekir’de kaldı, sonra ikinci Halife Ömer’e geçti. O da ölünce, Ömer’in kızı, Peygamber’in eşi Hafsa’ya emanet edildi.

Bu dönemden hiçbir Kur'an tam olarak elimize geçmedi. İbn ebu Davut'a (öl. 929) atfedilen “Kitap al Masahif” sahabeden bazı kişilerin kendi Mushaflarını yaptıkları belirtiliyor. En erken Kur’ân yazımı esnasında, Arap alfabesi, bugün kullanılan 28 harfe karşılık 22 harften oluşmaktaydı. Uzatma, nokta, hareke gibi işaretlerin yer almadığı bu ilk yazımlara daha sonraları ilâve edilen işaretlemelerle okuyuş şekli de (tecvid) yazılı olarak belirlenmiş. Farklı yazım şekillerine sahip farklı Kur’an mushaflarında, ayetlerin anlamları da değişebilmektedir. İbn ebu Davut toplam olarak aralarında ayetlerin ve surelerin sıralanması haricinde bir çok başka farklılıkları olan 28 Mushaftan bahsediyor.

Elimizdeki bilgilere göre 11ci yüzyıla kadar var olan Mushafların en önemlileri şunlar:

1) Salîm ibn Mâqîl'in (ölümü 633) Mushafı

Yammama savaşında (633) şehit olan Salîm ibn Mâqîl Mushafı sözlü ve yazılı ayetleri ilk toplayandır ve “Mushaf” adınıda veren O'dur.

2) Abdullah Ibn Abbas'ın (618-686) Mushafı

Hz. Muhammed'ın amcası Al-Abbas ibn Abd al-Muttalib'in oğlu zamanının en önemli ulemalarından, Tefsir ve Sunna uzmanıdır.

3) Ali ibn ebu Tâlib'in (öl. 661) Mushafı

Ebu Bekir Zeyd'e Mushaf hazırlatmadan önce Ali'nin hazırladığı bir Mushaf. Kısmen bulunduğu iddia edilen ve Alevi-Şii dünyasında bir çok eski eserde bahsedilen ve bahsedilmekte devam edilen Mushaf.

4) Ebu Mûsa al Ach’arî'nin (öl. 662 veya 672) Mushafı

Mekke'nin fethinde ve Tebük savaşında da bulunan sonra Basra ve Kufe valiliği yapan ve Hz. Ali'nin halifeliği sırasında taraftarı olan Ebu Mûsa al Ach’arî'nin de hazırladığı bu Mushaf'dan bir çok eski eserde bahsediliyor.

5) Ubayy ibn Ka’b'ın (öl. 643) Mushafı

Ubayy ibn Ka’b Hz. Muhammed'e, Zeyd ibn Tâbit gibi Kur'an katipliği yapmıştı. Mushafını, Peygamberimizin yol arkadaşlarından destek alarak ve sözlü ve yazılı kaynaklarından faydalanarak ciddi bir çalışmayla topladı. Yaptığı bu çalışma Osman'ın yaptırdığı Mushaf'tan çok farklı bir çalışma. Osman'nın ve diğer halifelerin bu Mushafı yok etmeye çalışmalarına rağmen 10cu yüzyıla kadar kaldığını bir çok kaynakta okuyabiliyoruz. Bu Mushaf'ta 114 suret yerine 116 suret var ve sıralamada oldukca farklı.

6) Abdullah Ibn Mes’ûd'un (öl. 650) Mushafı

En tanınmış Osman karşıtı bir Mushaf. Aynı zamanda hakkında en fazla bilgi var olan Mushaf. Abdullah Ibn Mes’ûd ilk müslümanlardandır. Osman zamanında Kur'anı derleme çalışmasına davet edilmeyince, ezbere bildiği Kur'an'ı, kâtiplere okuyarak yazdırdı. Bütün Orta Çağ'da İbn Mes'ûd'un Kur'an'ının kopyaları ellerdeydi. Bu Kur'an'dan bir çok sure zamanın geleneksel ulemaları tarafında tevsir edilmişti. Bu günkü Kur'an ile surelerin sıralamasında, eşanlamlı kelimelerde diğerinin kullanılması ve bazı ayetlerin başkalarıyla yer değiştirmesi gibi farklılıklar vardır.

936 da hafız İbn Sannabud, İbn Mesud'un Kur'an'ını okumayı bırakmadığı için Bağdat'ta meydanda kırbaçlandı (1962 yayınlanan “‎Bağdat 1200 yıllık tarih” kitabındaki Régis Blachère'in yazısından) ;1007 de ise sünnî şeriat mahkemesi, İbn Mes'ud Mushafı'nın imha edilmesine karar verdi. 15. yüzyıl ilahiyatçısı Suyuti, El İtkan- Fi Ulumil Kuran (kısaca İtkan, Kuran İlimleri Ansiklopedisi) adlı eserinde bu dönemde var olan Mushaflar arasındaki farkları gösteren bir liste yayımlamıştı. Buna göre Ibni Mesud’un Mushafı’nda Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure ile Felak ve Nas Sureleri yoktu. Ali’nin Mushafı’nda surelerin sırası bugünkünden farklıydı. Ayrıca Suyuti kitabında, Bakara Suresi’nin orijinalinde Ahzab Suresi ile aynı uzunlukta olduğunu belirtiyor. Oysa bugün, eldeki ‘resmî’ Kuran’da, Bakara Suresi 286 ayet iken, Ahzab Suresi 73 ayet.

Son senelerdeki araştırmalara göre bugün elimizde bulunun Kur’an’ın aslında Emevi Halifesi Abdülmelik bin Mervan (685-705) ve Hicaz sonrada Irak valisi olan ve aynı zamanda şair Haccac ibn Yûsuf tarafından yapılan son değişikliklerle geldiği söyleniyor. Bir çok kaynak, çok güzel şiirleri olan valinin halife Abdulmelik bin Mervan'ın isteği üzerine Kur'an'ın yazılışına müdahale ettiğini yazıyor. Metinde olmayan ve birbirine benzer harfleri ayırt edebilmek için imla işaretleri ve harflerin sesini değiştiren işaretleri ve noktaları ilave ettiği gibi ayetlerin ve surelerin yerini değiştirdiği hatta bazılarını da eklediğini yazıyorlar.

Bugün kütüphane köşelerinde unutulmuş eski elyazmalarının yeniden ele alınması, değerlendirilmesi ve akademik araştırmalar bu ilk İslam dönemi Kur’an’ları hakkında bilgilerimizi genişletiyor ve yeni buluşların devam edeceği izlemi bırakıyor. O günler gelinceye kadar elimizdeki halife Abdülmelik bin Mervan ve Haccac ibn Yûsuf’un arapca işaretlerle son şekillini verdiği Kur’an yazımı bütün İslam dünyası tarafında “uzlaşma” ile kabul edilmiştir.

Bu konuda ayrıntılı bilgiler şimdilik 9 ve 10.cu yüzyıllar arasında yaşamış ve Kur'an'daki tahriflerden bahseden sünni veya şiî ulemalarının aşağıdaki kitaplarında bulunur:

- Sulaym b. Qays (öl. 695):

Büyük ihtimalle eserlerine sonradan 9.cü yüzyıla kadar yapılmış ekler var.

- Kitab al-tanzil wal-tahrif (Tanzil ve Kur'an'da tahrif kitabı);

- Kitab al-qira’at (Kur'an'ın kıraatının, “okunuşu”nun kitabı )

- Al-Husayn b. al-Hakam al-Hibari (öl. 899)

- Tafsir (Kur'an'ın Tefsiri) 3.cü bölüm

- Al-Saffar al-Qummi (9cü yüzyılın ikinci yarısı)

- le Livre des perceptions des degrés (Değişik derecelerin hissedilmesi kitabı) 4cü bölüm.

- Muhammad b. Ya’qub al-Kulayni (10cu yüzyılın birinci yarısı)

- le Livre suffisant (Yeterli Kitap) 5.ci bölüm

Alevi öğretisi Hakk'ın Hazreti Muhammet’e Kur’an’ı vahyettiğini ve Kur’an'ın yanında Tevrat, Zebur, İncil’i de dinî inançların kutsal kitabı olarak kabul eder.

İlk Türkçe Kur’an Mealleri ve Türkçe Kuran geleneği

4- “Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın.

(Kur’an 14 İbrahim suresi 4, Diyanet Meali 2011)

İslamiyet’i sonradan kabul eden toplumlar, bu ayete dayanarak, Kuran’ı kendi dillerinde iyi anlamak ve dinin gereklerini bilinçli olarak yerine getirebilmek için çeviri işlerine giriştiler. Orta Çağ’da İslam’ı benimseyen Türkler kutsal kitabı kendi dillerine çevirmek olmuştu.

Bilinen en eski Türkçe Kuran çevirisi yaklaşık bin yaşındadır ve İngiltere’deki John Rylands kütüphanesinde korunmaktadır.

Kitap üç dilli olup Türkçe’nin yanı sıra Arapça ve Farsça metinleri de içeriyor. Türkçe ayetlerin dili, Göktürklerin kullandığı eski Türkçeye çok yakın olan Karahanlı Türkçesidir. (Prof. Dr. Aysu Ata, söz konusu Karahanlıca Kuran’ı Latin harflerine aktararak Karahanlıca en eski Türkçe Kuran’ı Türk Dil Kurumunda yayınladı). Devletşah’ın 1333 yılında İran Şiraz’da kopyaladığı Kuran, Türkçenin Oğuz-Kıpçak lehçelerinde yazılmıştır, yazma bugün İstanbul Türk İslam Eserleri Müzesi’nde korunmaktadır. 1363 yılında Orta Asya Harezm Türkçesiyle yapılmış bir başka Türkçe Kuran ise, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi koleksiyonundadır.

Özbek Çağatay Türkçesiyle yazılmış 1540’lı yıllara ait Türkçe Kuran yazmaları, hem Topkapı Sarayı’nda hem de Konya Mevlana Müzesi’nde bulunmaktadır. Rus ve Özbek müzelerinde, Orta Çağ’a tarihlenen Doğu Türkçesi ile yazılmış başka çeviriler de vardır.

Kuran bir kitap olarak Osmanlı Türkçesine ilk kez Yıldırım Bayezid döneminde çevrilmişti. Bursa Yazma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan 1401 tarihli el yazması, Osmanlı Türkçesi ile yapılmış bilinen en eski Kuran çevirisidir. Türkçe çeviriler tarih boyunca yapılmakta devam edildi.

Erken Osmanlı döneminde Türkçe besmele “Başladum adıyla Tanrı ta’alanun ki rızk vericidür ve rahmet edicidür” biçiminde söyleniyordu. Yıldırım Bayezid döneminde Fatiha suresinin çevirisi ise şöyle yapılmıştı:

Şükr cemi âlemleri yaratan Tanrı’ya ki rızk vericidür rahmet edicidür. Din gününün padişahı sanga taparuz ve dahi sanga sığınıruz. Göster bize hidayet tevfikiyle doğru yolı...”

Besmele ve Fatiha suresinin çevirisinden anlaşıldığı gibi Osmanlı döneminde “Tanrı” sözcüğü ile Müslüman Türklerin hiçbir sıkıntısı yoktu. Tanrı sözcüğü, bilindiği gibi Hun ve Göktürk dönemlerinden kalma çok eski Türkçe bir addır. Türkler İslam’a geçtiklerinde bu adı terk etmemiş; gerek Orta Asyalı Ahmet Yesevi, gerekse Anadolulu Yunus Emre, “Tanrı” sözcüğünü içtenlikle kullanmışlardı.

Bütün Anadolu beylikleri ve Osmanlı zamanında, Türk dilini kullanan insanlar Kur’an’ın ve İslam’ın ne dediğini türkçe olarak biliyorlar ve inandıkları dini kendi dillerinde ve terimleriyle “anlayarak” yaşıyorlardı. (Sergen Çirkin’in “Türkçe Kuran’ın 1000 yıllık öyküsü”nden).

Alevi olarak Kur’an’ı dünyevi yaşamı sonsuza kadar tanzim eden bir kanun ve nizam kitabı olarak değerlendirmiyoruz. Kur’an, ayetlerin bazılarının zamanla geçersiz hale gelebileceğini söyleyerek tarihselliği kabul etmektedir (Tefsirde buna “nesh” yani kaldırmak denir). Üstelik Aleviler Kur’an’ı bir dogma şeklinde görme yanlışına düşmemişlerdir. Kur’an’ın ortaya koyduğu ahlaki ve kimi inançsal esaslar, evrensel ve zaman üstü olmakla birlikte hukuksal ve sosyal alanlardaki ayetlerin indiği dönemde geçerli olduğunu, sonraki zamanlarda yeni koşullarla birlikte yeni hükümlere ulaşılması gerektiğini ve bunun da ancak akılla yapılabileceğini ısrarla savunmuşlardır. Özellikle miras, kadının statüsü, ceza hukuku, cariye hukuku vb. konulardaki ayetlerin uygulanabilirliği kalmamıştır.

Kutsal metin olarak Kur'an, Alevi anlayışa göre dış (zahiri) anlamının yanısıra, bir de gizli (batıni) bir iç anlama sahip olup bu Allah’ın Resulü Hz. Muhammed ve Velisi olan imam Ali’ye ve sonra diğer İmamlara (12 İmama) açıklanmıştır.

Kur’an’ın batınî/içsel anlamlarının olduğu savı Kur’an kaynaklıdır. Nitekim Al-i İmran Suresinde 7.ci ayette (Diyanet 2011 meali) şöyle denilmektedir:

7. O, sana Kitab’ı indirendir. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir (anlamı açıktır), onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir (içsel anlamı olandır). ... Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.

İçsel anlamı olan âyetler, manasını ve hakikatini sadece Allah’ın bildiği âyetlerdir. İnsan ne kadar çabalarsa çabalasın, bu âyetleri bütün yönleriyle anlaması mümkün değildir. İmam Ali ve diğer imamlarla velâyet sahipleri bize bu ayetlerdeki perdelerin kalkmasını sağlar ve sırları anlatabilirler. Bu ve bunun gibi pek çok ayet Alevilerin savlarının dayanağıdır. Bu yaklaşımda “tefsir”değil “tevil” önemlidir. Tefsir Kur’an’ın biçimine bağlı kalınarak açıklanması,yorumlanmasıdır. Yani ayet cümlelerinin sözel yönünün açılmasıdır: özüyle, iç yönlüyle bir bağlantısı yoktur. Tevil ise ayet cümlelerini dış görünüşlerinden/anlamlarından kurtarararak özüne/aslına gitmek/çevirmektir. Bir benzetme yaparsak badem ağacında görüp topladığımız meyvesini, sert ve yenmez kısmı olan kabuğunu bir aletle kırıp açınca, meyveyi topladığımızda görünmeyen, kabuğun içinde saklı badem bizim zevkle yiyeceğimiz ve bizi doyuracak meyvenin ta kendisidir. Bâtın da mümini doyuran anlamdır. Kur’an’ın bâtın yorumuna ulaşmakta ancak bir rehber yardımıyla olur; bu rehberde İmamdır ve İmamlar, bu nedenle, Kâmil İnsan olarak “Konuşan Kur’an” (Kur’an-ı Natık)dır. Alevilik, Kur’an’ın gerçek yorumunun ve içsel anlamının başta İmam Ali olmak üzere tasavvufi derinliği olan kişilerce keşfedilebileceğini savunur.

Kur'an'ın el-Kehf (Mağara) suresi 62.ci den 80ninci ayete kadar olan kısımda zahir ile bâtın değişik bir şekilde izah ediliyor. Burada genellikle kabul edilen tevsire göre Musa, Allah’a, kendisinden daha bilgili birinden bilmediklerini öğrenmek istediğini söyler. Allah'ta sevgili kulu ile iki denizin birleştiği yerdeki (Mecme'u'l-Bahreyn) de âb-ı Hayat (ölümsuz yaşam veren Hayat suyu) çeşmesinde buluşmasını söyler. Bir görüşe göre sözü edilen denizlerden biri Zahir alemi diğeri de Bâtın alemidir. Musa’da bilmediklerini öğrenmek için genç bir yakını ile seyahate çıkar. Yanlarına yolda yemek için cansız (tuzlanmış) balık alırlar. Bu balığı bir çesme suyuyla yıkayınca Allah'ın kudreti ile canlanır ve denize sıçrayıp gider. Bu Allah’ın sevdiği kuluyla burada buluşacaklarının işarettidir. Âyette söz konusu edilen kul, çoğunluğun görüşüne göre Hızır’dır. Fakat Kur’an, bu “kul”un kim olduğundan söz etmemiştir. Hızır, Musa’ya bu seyahat sonuna kadar gördükleri hakkında soru sormamayı şart koşar. Fakat Musa verdiği sözü tutamaz ve her gördüğü olaya tepki gösterir. Sonunda Hızır’da ihtarlarına rağmen sözünde duramayan Musa ile seyahatı yarıda keser. Musa'ya gördüğü ve tepki gösterdiği üç olayın dış görünüş perdeleri kaldırarak tamamen farklı olan gerçek manalarını anlatır.

Alevi olarak, Kur’an’ın batıni/içsel anlamlarına uymayı ilke edinmiş ve zahiri anlamlara boğulan ve dini dar kalıplara hapsedip her türlü gelişmenin önüne engel olarak koyan kimi bağnaz din bilginlerine yüzyıllar boyu karşı çıkmışızdır. Bilindiği gibi bu karşı çıkışlarının bedelini de çok ağır bir biçimde ödemişizdir ve hala da ödemeye devam etmekteyiz. Hallac–ı Mansur’un asılarak idamı, Seyyid Nesimi’nin derisinin yüzülmesi gibi olaylar bunlardan sadece iki misaldir.

İslam tarihinde ilk ihtilaf imamet konusunda çıkmıştır. Ondan sonra, özellikle Hz. Osman döneminde meydana gelen olaylar ve bunlara karşı alınan önlemler yeni bir dönem başlatmış ve siyasi anlamda ilk zümreleşme sürecine girilmiştir. Bu zümre mensupları ana kitleden farklı olarak düşündükleri konularda yeni ve farklı fikirler ileri sürme zorunluğu duymuşlardır.

Sünni İslamın en önemli itikât mezhebi Eş’ariyyeye adını veren Ebû’l Hasen el- Eş’arî ‘nin (873-ölümü 936) «Makâlâtü’l-İslamiyyîn» ve «İhtilafu’l-Musallîn» adlı mezhepler ve farklılıkları üzerine bilinen en eski kitaplarında (“İlk Dönem İslam Mezhepleri” Kabalcı yayınları) yazdığına göre Müslümanlar on sınıfa ayrılmışlar: Şia, Havâriç, Mürcie, Mutezile, Cehmiyye, Dirâriyye, Hüseyiniyye, Bekriyye, Âmme, Ashab-ı Hadis ve Abdullah b. Küllâb el-Kattân taraftaları olan Küllabiyye.

İslamı temelde ikiye bölen Ana Teolojik ayrılık vahiy ve Kur’an yaklaşımıdır.

a- Sünni (ortodoks) İslam (Ehl-i Sünnet): Vahiy (Bir düşünce ya da buyruğun Tanrı tarafından Peygamber’e ilham edilmesi) Hz. Muhammed’in Hakk’a kavuşmasıyla sona erdi. Şeriat kurallarına yeni yorum getirmekten, tapınma biçimlerine, dinsel görevlere özel bir düzen vermekten öteye bir değişiklik getirilemez.

1- Fıkıh (amelî; şerîatın usul ve hükümleri) mezhepleri: Muhammed zamanında 632 de Hakka yürümesine kadar İslamda, bugünkü anlamda, şeriat yoktu ama arap örf ve adetleri hakimdi. Gayet tabii Kur’an’daki nadir ve basit kaidelere de geçerliydi. Tereddüt halinde Muhahammed’e ne yapılması gerektiği sorulurdu. Şeriat kaideleri üç asır boyunca tartışmalarla geliştirildi. Kur’an dışında peygamberimizin yaşantısını (Sunna) temel alan doğruluğu tartışmalı hadisler şeriatın bel kemiği oldu. Benzetme ile alınan kararlar veya topluluğun uzlaşmaya vardığı (ijmâ) kararlarda şeriatın yapılanmasında etkili oldu. İslam hukuku üzerine çok değişik görüşlerin ortaya çıkmasından sonra 9ci asırda aşağıdaki dört mezhebin kalmasına karar verildi:

a-Hanefî (Sünni Türklerin çoğunlukla benimsediği fıkıh mezhebi). İran kökenli Abu Hanife al-Numan ibn Tabit'in (699-767) belirlediği yol. Benzetme ile alınan kararlara önem verdiler. Herşeyden önce insanî değerleri ve zayıf olanların korunmasını öne çıkaran görüş. Bugün sunni müslümanların %50sinin seçimi.

b-Malikî. Malik ibn Anas al-Asbahi'nin (713-795) kişisel görüşle toplumsal fayda arasında denge kuran bir yorum. Hadislerin harfine olduğu kadar yerel değerlere de önem verir. Magrep ve İspanya’da Endülüs bölgesinde yaygındı.

c-Şafiî. Muhammet ibn İdris al- Şafi'nin (767-820) bazı islam hukuki kaidelerini zamanının olaylarına uyumlayan bir görüş. Hadislerin üstünlüğünü sağladı ve benzetme düşüncesini de açık kurallara bağladı.Türkiye’de Kürtlerin çoğunluğunun mezhebi. Mısır ve Hint Okyanusu sahillerinde yaygın.

d-Hanbelî. Ahmet ibn Hanbal'in (780-855) şeriatın Kur’an’ın harfine uygun çok katı bir şekilde tatbik edilmesi görüşünü savunuyor. İnsan düşüncesini ve benzetme yolunu red eden yol. Bütün yeniliklere karşı.

2-İnanç (itikadî) mezhepleri: Kelâm ve Tevhîd farklılıklarında en önemlileri de şunlardır:

a- Ashab-ı Hadis'ın devamı bugünkü Vahabi ve Selefi: Kur’an-ı Kerîm ne söylemişse, akıl ve görüşü arka plana alarak, öylece kabul ederler (Bugün «Müslüman Kardeşler»in ve Suudî Arabistanlı Vahabilerin yolu).

b-Mutazalliye: Selefilerin tam aksine, Kur’an-ı Kerîm’in anlaşılmasında kişilerin sorumluluğuna ve seçim özgülüğüne önem veren yol.

c- Eş’ariyye: Selefiyye ile Mutazilyye Sünni İslamda ki iki uç görüş arasında dengeyi bulan en yaygın orta yol.

d- Mâturiddiyye: Sünni Türkler için çok önemli olan Semerkand’ın Matürid köyünde doğmuş, Hanefi imam, Türk alimi Ebû-Mansur-î Matüridî’nin (öl.944) geliştirdiği Eş’ari muhafazakarlığını tenkit eden ve onlarla Mutazalliyye görüşü arasındaki mezhep.

b- Allawi/Şia’t-u Ali veya kısaca Şia: Bu Bâtınî İslam yorumda Vahiy Hz. Muhammed’in Hakk’a kavuşmasıyla sona ermedi. Allah’ın üç ilahi makamı vardır: nübüvvet, risalet, imamet. Bu makamları, görev alanlarını birer cümle ile şöyle özetleyebiliriz:

Nübüvvet: Peygamberin, Allah’tan aracısız ya da Cebrail aracılığıyla ilahi vahiy alması.

Risalet: Peygamberin Allah’tan alınan vahiyi koruyup insanlara tebliğ etmesi.

İmamet: Allah’tan alınan vahiyi yorumlamak, insanlara öğretmek, yaşama geçirmek ve dünyaya hâkim kılmak.

Hz. Muhammed, nübüvvet ve risalet makamının yanı sıra, imamet makamına da sahiptir. Kuran’da, Hz. Muhammed’den sonra peygamber gelmeyeceğini ve vahiy gelmesinin de mümkün olamayacağını açıklamıştır. Ancak gelen vahiylerin tebliği, yorumlanması ve ilahi hükümlerin dünyada yaşama geçirilmesi işleminin henüz tamamlanmadığını, bu durumda Peygamber’in imamet ve velayetinin devamının zorunluluğuna dikkat çekerler. Allah’ın hükümleri henüz dünyaya hâkim kılınmadığı sürece bu görevleri icra edecek bir imama ihtiyaç olduğu ortadadır.

İmamın gerekliliğini zorunlu kılan nedenlerden biri de Kuran’ın zahir ve batın olmak üzere iki yönünün varlığıdır. Zahirde sadece İslamın hükümleri ve ibadet konuları insanlara anlatılır. Ancak batın yönünü, yani özünü yorumlayacak, velayeti ve itaati belirten ayetleri tefsir edecek ilahi ilim sahibi biri gereklidir ki, bunu da ancak ilahi irade sahibinin imamet ve velayet makamına tayin ettiği imam yapabilir (bak Diyanetin Kur'ân-ı Kerim ve Meali 2011: 18ci Kehf sûresi ayet 65-82 ).

Bâtınilik temeli üzerinde, vahdet-i vücut/vahdet-i mevcut ve ruh göçü felsefesi bütünleşti. Hoşgörü temeline dayalı, esnek ve yaratıcı bir dervişlik anlayışını geliştirerek merkezi yönetimle, otoriteyle çelişkisi olan tüm toplum insanlarını kucaklayan bir dünya görüşü yarattı.

Teolojik (dinbilimi) tartışmalardan en önemlisi olan imametten sonra da özellikle kelâmın sürekli iki sorunu olan sıfatlarının çokluğuna karşılık Allah’ın tekliği/birliği (Tevhid) ve insanın özgür iradesine karşılık Allah’ın insanın “Kader”ini önceden belirlemesi konularıdır.

1- Allah’ın tekliği/birliği (Tevhid)

Tevhid denilince akla hemen “lâ ilâhe illâllah” (Allahtan başka ilah yoktuk) kelamı gelir. Tevhid, Allah’ın tek olduğuna ve ondan başka hiç bir yaratanın olmadığına inanmaktır. Allah anlayışının temeli Kur’an’dır:

- O, ilk ve sondur. Zâhir ve Bâtın’dır. O, her şeyi hakkıyla bilendir (Hadid. 3).

- Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır. (Bakara. 115).

- Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. (Hadid. 4).

- ... biz, ona şah damarından daha yakınız. (Kaf. 16).

(Diyanet 2011 mealinden)

Aleviliğin Allah anlayışı Yaradanın ve Yaratılan‘ın ayrılmaz bütünlüğünden (Varlık Birliği/Vahdet-i Vücut) ve parlayan Tanrısal ışığın (Nur-u İlahi) bütün varlıklarda var olduğu ve yaşamı doldurduğu inançı üzerine kurulmuştur. “Hak” yaradılışın gerçeği, Yaradanın bilgisi ve hakkıdır.

Aleviliğin Tasavvuf yaklaşımında Allah anlayışının temeli tevhid konusunda yukarıda verilen misallerde görüldüğü gibi Kur’an’dır. Bu ayetlerin anlamı “Allah’ın, her şeyin yönünün kendisine göre tayin edildiği, Hak olarak tanımlanan, yaradılışta aranıp bulunan ve böylelikle Allah’ın vahyi olarak geçerli olan yaratılanlar ile kendisinin bilinmesini sağlayan Yaradan” olduğudur.

Aleviliğin tasavvuf anlayışı, “...Tanrı-doğa/evren-insan ilişkisini, Tanrı’dan çıkıp yeniden Tanrı’ya dönen bir çevirim üzerinden açıklar. Tanrı’nın kendi özünden fışkıran, taşan ışığın dönüşümler geçirerek ve bu yolla kendi kendine yabancılaşarak evrende, gözle görülebilir biçimler aldığını savunur.

Tanrı, madde ve eşyanın; hareketin, hareket soyutlaması olarak zamanın var olmasından önceki mutlak yokluk/hiçlik durumunda, kendi kendisinin Tanrısı iken, insanlar için düşünülmesi/algılanması güç bir öze sahipti. Mutlak yoklukta/hiçlikte, yokluğu/hiçliği tartışmak anlamsız olduğuna göre, bu aşamada bir “Tanrı” varlığından söz etmek Alevi felsefesi açısından üretici değildir. Çünkü Tanrı bu konumda, kendi kendisinin bilincinde; kendi içindeki sonsuz olanakların, yeteneklerin ve güçlerin ayrımında değildir.

Çevrimin hareket ettirici ilkesi olan “güzelliğin görülmeye eğilimi” sonucu Tanrı, sonu olmayan bir yokluğun/hiçliğin içinde kendine bakacak göz ve vecde gelecek bir gönül istedi; işte ışıksal taşma bu gereklilikle başladı. Bu gerekliliğin belirlenmesi ile mutlak yokluk/hiçlik, olanaklı yokluk/hiçlik durumuna dönüştü. Tanrı kendi kendisiyle ilk kez yabancılaştı; kendi bilincine ilk kez vardı; evrenin, bütün ruhsal ve maddesel şeylerin yaratılması için gerekli kaynağı içinde taşıdığının ayırdına ilk kez ulaştı. Kişilik kazandı; önce Tanrı iken şimdi Hak, Hakikat, Gerçek, Aşk oldu.

Daha sonra ilk yabancılaşma kademesi olan Hakk’tan; Tanrı’nın ilk belirme aşaması olarak ve tüm diğer şeylerin onun aracılığıyla yaratıldığı kabul edilen ilk akıl (akl-ı evvel) yaratıldı ve böylece çevirimin, kutsal kökenden (âlem-i gayb) duyularla algılanabilir/bilgiyle ulaşılabilen dünyaya (âlem-i şühut) inen alçalan eğrisinin (kavs-i nüzul) hareketi başlamış oldu. Ardından sırayla ve her adımda Tanrı’dan uzaklaşacak biçimde ; akl-ı evvel’e verilen bilgilerin belirme aşaması olarak algılanan meleklerin, peygamberlerin, ermişlerin, inanaların, inanmayanların, cinlerin/şeytanların, hayvanların, bitkilerin ve doğal elementlerin aklı; bu dokuz akıldan kaynaklanan ruhları yaratıldı.

Tanrı Hak olup potansiyel kazandıktan sonra dönüşümler geçirerek, kendisinden daha az şeyler içeren/daha az kendisi olarak beliren aşamalara doğru yol alıp doğal elemente/saf cevhere değin indi. Böylece inançta varoluş çemberi olarak algılanan çevrimin, kutsal kökenden çıkıp görünür evrene doğru inen alçalan eğirisi’nin hareketi tamamlanmış oldu.”

(Alevilik-Bektaşilik Terimleri sözlüğü “Hak” maddesinden)

Alevilik-Bektaşilik felsefesinin varoluş çemberinin bu ilk yarısı, tümüyle bir inanç ürünüdür. “Tanrı-Evren/Doğa-İnsan” üçlemesi de “Hak-Muhammet-Ali” üçlemesi de Tanrı’dan başlayıp insanla son buluyor gibi görünse de gerçekte insandan başlayıp Tanrı’da son bulur. Bir “Yol eri” Tanrı yolunda olgunluğa ulaşınca onun için “bütün gizlilikler açılır, gerçekleri örten perdeler kalkar, gerçeklerin gerçeği yüce varlıkla, Tanrı’yla karşı karşıya gelme (Hak ül- yakîn)” olanağına kavuşur. Tanrı’nın yüzü, insanın kendi yüzüdür;çünkü insanda tecelli eden Tanrı’dır. Kişi kendi özünde Tanrı’yı bulduğu anda onunla birlik içinde olduğunu kavrar. Hakk ile Hak olur.

Bu nedenle Hallac-ı Mansur’un “Ene’l-Hakk” özdeğişiyle (Ben Allah’ın suretiyim anlamında olan: “Ben Hakikat'ım” yani “Ben evrende yegane Gerçek olan Allah'ım) Alevi yaradılış görüşünü yansıtır. (ek olarak ilerideki Tasavvuf ve Alevilikte insan maddelerine bak)

Aleviler kalplerini, gönüllerini dolduran, insanlaşan, kendilerinden olan biri olan Tanrı’yı Allah-Muhammdet-Ali üçlemesiyle BİR’leyip nurlandırarak, erenler-evliyalarda varlık alanına çıkarıp insallaştırırlar. Olgunluk ve Kemâl mertebeleri bakımından Allah’a çok yakın olan ve Hz. Muhammet’le Hz. Ali’yi birlikte anmanın gerekliliğini vurgulayıp, ayrı ayrı görülmesi durumında Hakikat’in gerçek anlamına ulaşılmayacağını ifade ederler.

2- Kader ve İnsan İradesi

Kader Allah’ın, olmuş ve olacak her şeyi bilmesidir. Yüce Allah’ın, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün şeylerin yerini ve zamanını, özelliğini ve niteliğini sonsuz ilmiyle bilip takdir etmesi ve bununla birlikte sınırlaması anlamına gelmektedir.

59. Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.

(En’âm suresi 59. Diyanet 2011 meali)

Özetle insan sınırlı olmak kaydıyla eylemlerinde hürdür ve irade sahibidir. Bu zorunluluk ölçülü bir zorunluluktur. Yüce Rabbin, bizim yapacaklarımızı bilerek yazması, bizi o şeyleri yapmaya zorlamaz.

Buna karşı Alevi görüş ise kişinin kendi kaderini yarattığını -insan kendi fiillerinin yaratıcısıdır- iddia eder. Yüce Allah’ın geleceği bilmesi de kişiyi o geleceğe mahkûm kılmaz. Allah mümkün iradesiyle her şeyi bilir ama özgür iradeli insanları o ortama koyar. Her insan kendi iradesiyle seçim yapma imkanına sahiptir.

3- Velayet

Alevilikte dinin temel koşullarından biri velayet inancıdır. Sünni inançla arasındaki önemli bir farktır. Tanrı’nın kendisine dost kıldığı ve verdiği ilhamla yaratıcı varlığına kattığı velilik ve ermişlik aşaması olan velâyet makamıdır:

257. Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. (Kur’an 2 Bakara suresi 257 Diyanet Meali 2011)

Kişinin varacağı son aşama veliliktir. Velayet bir erdem noktasıdır. Veliler yalnız Allah rızasını gözeterek insanlığın kurtuluşuna hizmet ederler. Karşılıksız verdikleri hizmetlerle âleme düzen verirler. Bu inançın ifadesi de:

“Lâ İlâhe İllâllâh, Muhammedün Resulullah, Aliyyün Veliyullah”dir.

Velayetin inkarı Aleviliği inkarı etmektir. Alevilikte kişinin varacağı son aşama velayettir. Velilik makamı, Hakikat Kapısı’dır; Hakk’ın derin ilmi, manevi sırr ve hikmetleridir. Hakikat kapısı’nın sahibi ise, Şahı Merdan Ali’dir. Dolayısiyle Allah’ın derin ilmine, manevi sırr ve hikmetlerine ulaşmış yegane Kamil-i Insan, Şahı Merdan Ali’dir. Çünkü Allah bütün insanların içine zati sevgisini koymuştur. Tohum meyvenin içindedir. İnsanın içindeki ilahi tohum da velayettir. Velayet bir erdem noktasıdır. Yalnız Allah rızasını gözeterek insanlığın kurtuluşuna hizmet eder. Onların hizmeti karşılıksızdır, hiç karşılık beklemezler.

Tabii bu Ana Temel ayrişmadan başka onlarca konuda farklar oluşmuştur.

Dinbilimi farkları sünni kesimde olduğu gibi Alevi/Şii kesimde de soyut tartışmaların ötesinde somut bir dizi ayrışımları getirdi. Üstelik bu “meşrep” farklarıyla oluşan akımlar daha sonra Şia’t-ü Ali veya kısaca Şii diyeceğimiz Alevilik, Arap, İran, Irak, Suriye gibi değişik yörelerde, Türk, Kürt... gibi değişik toplumlar tarafından benimsenmiş ve o toplumların kültürünün bir parçası olmuş, örf ve adetleriyle günlük yaşamında kaynaşmış, kendine özgü kavramlarla yorumlanmış, Tarihin akışı içinde de kendine özgü değişimler yaşamış ve o toplulukların kimliğini oluşturmuştur. Sadece irili ufaklı insan toplulukları tarafından kendi kültürleri içine benimsenmemiş aynı zamanda bazı devletlerin resmi dini olmuştur. Mesela Orta Doğu coğrafyasında Alevilik Fatimî, Karmatî, Büveyyid, Memluk gibi Devletlerin dinî inançı oldu.

Halkların sosyal ve inançsal mücadele bileşkesinde ilk buluşan, Ehlibeyt-Ali soyundan 4. İmam Zeynelabidin'in oğullarından Zeyd bin Ali ve onun oğlu Yahya ile torunları olmuştur. Gençliğinde ilk olarak babası Zeynelâbidîn'den fıkıh ve hadis dersleri aldı. Onun ölümünden sonra abisi İmam Muhammed el-Bakır'ın derslerine devam etti. Bir fıkıh bilgini olan İmam Zeyd’in fıkıh anlayışı ve felsefesini geliştirdiği Zeydilik akımı birçok bakımdan Mutezile'nin ortaya attığı ilkelere (örneğin Kuran'ın yaratılmış, yani yazılmış olduğu düşüncesine) dayanır. Bunun yanında Zeyd, ilk iki halifeyi kabul etmekle birlikte, Ali'nin onlardan her bakımdan üstünlüğüne toz kondurmamıştır. Bu yaklaşımıda taraftarları arasında ayrışmaya sebep oldu. (bkz. Al-Shahrastani, Kitab al-Milal, çev. Jean-Claude Vadet, Les Dissidences de l'Islam, (İslam'da aykırı-isyancı düşünce ve hareketler), Paris, 1984, s.270-278). İyi bir örgütcü olduğu anlaşılan Zeyd taraftarlarına “Kuran ve Muhammed'in buyrukları aynen uygulanacak, önce ezilmekte olan zayıflar korumaya alınacak ve adil olmayan iktidar sahipleri savaşılarak alaşağı edilecek” vaadlerinde bulunuyordu. 740 ocak ayında hapse atılan Küfelileri kurtarmak için çıkardığı isyanda katledildi. Yahya (ö.743) Kûfe'den Belh'e, Orta Asya'ya ulaşan çok geniş bir alanda, Emevilere karşı, çoğunlukla Arap olmayan halklarla birlikte mücadele verdi. Ehlibeyt inancı çerçevesinde İslamiyeti kabullenmiş ve eski dinlerindeki bir dizi ögeyi de taşıyarak Alici olmuş Tabaristan ve Horasan'daki Pers ve Türk topluluklarının büyük bir kısmını, Yahya ile birlikte, yayılmacı ve baskıcı Emevilere karşı mücadelenin içinde görüyoruz. Yahya babasının ölümünden sonra Ehl-i Beyt’in ilk defa kurduğu bu Zeydiyye meşrebini başarılı bir şekilde yaydı. (bak. Julius Welhausen, İslamiyetin İlk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri, çev. Fikret Işıltan, Ankara, 1989).

Sünni Eşariyye itikatına ismini veren Ebû’l Hasen el- Eş’arî’nin (d.873- ö.935) “Makâlâtü’l- İslâmiyyîn ve İhtilafu’l-Musallîn” de (İlk dönem İslam Mezhepleri; Kabalcı 2005) yazdığına göre Şia’daki üç sınıf şunlardır:

1- Gâliye (Ali’yi Tanrısallaştıran Aşırılıkçılar) :15 “fırka” (grup)

2-İmamiyye veya Râfıza (terk edenler, ayrılanlar): yani Hz.Ebübekir, Ömer ve Osman’ın halifeliğini kabul etmeyenler. İmamet ancak nass ile tayin ve tevkif yoluyla olur. İmamet akrabalığı gerektirir. 24 fırka.

3- Zeydiyye (Ilımlı Şia kolu) 6 fırka

Ayrıca Peygamberin ailesinden Yezid'e isyan edenler bir grup.

Bugün ise Şia’t-ü Ali deki inanç ayrımlarından bazıları şunlardır:

a- Şia-i İmamiye : Caferilik veya Oniki imamcılık da denilen, 6cı İmam Cafer-üs Sadık’ın kurduğu, imamlara inanma ve imam sevgisine dayanan Şiiliğin çoğunluk mezhebi. Kuran’ın yaratılmış olduğunu öne sürmesiyle Ehli Sünnetten ayrılır. Bugün İran ve Irakta yaygındır. Hindistan ve Pakistan’da da Caferiye vardır. Kısmende Anadolu’da.

b- İsmailiyye : 6cı İmam Cafer-üs Sadık’ın erken ölen oğlu İsmail’in öğretisi yolunda giderler. Şekilci din ölecek ve Gerçek din (Din-î Hak) onun yerine yeniden doğacak. Başka deyişle Bâtına (gizli olan «Sır»ra) ulaşmak için onu saklayan, görünmesine mani olan Zahir’in (diş görüntünün) bir kabuk gibi kırılması ve yok olması gerekir. Bugün değişik kollarıyla Orta Doğu, Hindistan ve Pakistan’da İsmailiyye tarikatları mensupları vardır.

c- Alamut radikal İsmailiyyesi: İmam’a Peygamberden daha fazla öncelik tanırlar. Her İmam bütün bağlantılara isyan edip baş kaldırıyor ve Hakk’la Bir olup zamanının «Sırrının sırrını» görüyor. Çok az da olsa Afganistan ve İran'da halen yaşatılıyor.

d- Arap Aleviliği (Nusayrilik): 9uncu yüzyılda Muhammet bin Nusayr tarafından kuruldu ve sonra Hüseyin bin Hamdan tarafından geliştirildi. Günümüzde Türkiye, Suriye, Filistin ve Güney Anadolu’da varlığını sürdürür. Temel inançı Hz. Ali’nin Tanrısallığıdır.

e- Melametiyye: (Kınayanların kınamasından çekinmeden doğru yolda, Hakk yolunda yürüme) : 9cu yüzyılda Horasan’da çıkan Melamatilik kısaca en sade ifadeyle bir Nefs terbiyesinin adıdır. Toplumsal yaşamda her türlü gösteriden, böbürlenmeden ve güç isteminden kaçmayı önerir. Türkiye dahil Orta Doğuda halen bulunmaktadır.

f- Zeydiye: İmam Bâkır'ın kardeşi Zeyd b. Ali'in taraftarları onun yerine 5ci imam olarak kabul ediliyordu. Bugün Yemen'deler;

g- Allavi: Alevilere çok yakın. Suriye'de halkın %10 teşkil ediyorlar. Lübnan'da da bulunuyorlar.

h- Dürzi: Fatımi halifesi Al-Hakim'den etkilenmiş Muhammet al-Darazi'nin geliştirdiği yol. Lübnan'da halkın % 8'i, Suriye'de ise %4'ü

i- Alevi : Anadolu’da Alevilerin tarihsel, dinsel ve kültürel iki kaynağından biri Maveraünnehir’den gelip Horasan, Gilan ve Deylem’den geçerek gelen Oğuz Türkleri diğeri ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu dahil Orta doğuda geniş alanda yerleşik kürt aşiretleridir.

j- Bektaşi: Anadolu Aleviliğininde 1239-40 Babaî isyanından sonra Bektaşlu oymağının başı ve dini önderiliğini alan Hacı Bektaş Veli, 13. yüzyılda önemli bir Veli kişiliğiyle öne çıktı. Anadolu’da etkili olan Yesevilik, Kalenderilik, Haydarilik, Ahilik ve Babailik gibi akımlarından beslendi ve Hacı Bektaş’ın 1275 te Hakk’a yürümesinden sonra Alevi boy ve aşiretleri ve Ahiler arasında Kadıncık Ana ve Abdal Musa tarafından yayılmaya başlasa da yavaş yavaş bir tarikat şeklini aldı. 1501 de Balım Sultanın yeniden yapılandırmasıyla Osmanlı devrinde önemli rol oynamıştır. 1826’da Bektaşi tekkeleri Yeniçeri Ocağı’dan hemen sonra kapatıldı. Ama daha sonra açılarak günümüzde hala Türkiye ve Arnavutluğa kadar Balkanlarda canlılığını mühafaza etti.

Ayrıca İslamın ilk yüzyıllarına baktığımızda Buveyhiler, Karmatiler, Hamdaniler Şiiliğin kurumsallaştığı dönemdeki önemli devletlerini kurudular. Buveyhiler, Bağdat’taki Şia’nın İmamiye koluna destek verdiler. Fatımiler Kuzey Afrika’dan Horasan, Afganistan ve Maveraünnehir’e kadar ulaşan İsmaillilerin destekçileriydi.

İsmâilî akımının ve 9uncu asırdan itibaren Horasan’da gelişen kuru zühde (asetizm) önem vermeyen ama cezbeci (ekstatik) tasavvuf mektebi Melametilikten esinlenerek gelişen Kalenderîlik, Yesevîlik, Haydarîlik ve hatta Vefaîlik tarikatlarının (Allah’a ulaşmak arzusuyla tutulan yolun) etkisiyle gelişti. Bu etkide tarikat dervişlerinin arapca değil de türkçe konuşmaları büyük rol oynadı.

a- Kalenderîler: 10.cu yüzyıldan beri Horasan Melâmetîliğinden kaynaklanan büyük Sufî akım. Sonradan Cemaleddîn-i Sâvi tarafından yapılandırıldı. Şehirlerde toplumsal kuralları, Sünni İslamî kaideleri göze almayan tavırları yüzünden iyi karşılanmayan Kalenderiler Türkmenler arasında çok yaygındı;

b- Yeseviler: Horasan Melâmetîliğinden ve İsmailiyesinden türeyen bir Türk tarikatı. Hâce Ahmed-i Yesevî (öl.1167) tarafından kuruldu. Konar-göçer Türk boylarının sosyo-kültürel yapısına uyarlanmış ve eski Türk inanç ve gelenekleriyle karışmış sade, basit ve pratik yapılı bir tarikat. Baba, Dede veya Ata unvanlı dervişler İslamî inançları sathî ve basit bir biçimde yorumlayarak müritlerine sunuyorlardı. Vahdet-i Vücut felsefesinin derin ve karışık fikirleriyle ilgisi olmamış, sade ve içten bir tasavvuf haline gelmiştir. Kuş donuna girmek, taşları ve kayaları harekete geçirmek, ejderha öldürmek gibi inanç motiflerini Orta Asya’dan Anadolu’ya taşıdılar.

c- Haydarîler: 13.cü yüzyılda Anadolu’da en faal tarikat. Yeseviliğin Kalenderilikle karışımı. Kurucusu Kutbettin Haydar (öl. 1221). Mühtemelen hem Kalenderilere hem de Yesevilere yakın olduğu için zamanın tarihçileri fazla bilgi vermiyor. Ama 15ci asırda bütün Orta Doğuda yaygın;

d- Vefailer: Tâcu’l Arifîn Seyyid Ebü’l-Vefanın tarikatı. 1240 Babaî İsyanında çok önemli etkileri oldu. İlk Osmanlı Beyleri Otman ve Orhan Beyler de Vefaî şeyhi Edebalinin müritleri olduğu söylenir.

Alevi İslamının Anadolu’ya yerleştiği dönemde, onu Sünni İslamdan ayıran, siyasi, sosyal ve teolojik boyutta üç temel özellik vardır:

a-Siyasal boyut: Sünni İslam, Türk tarihinde genellikle devletin, siyasi otoritenin resmi tercihini oluşturmuştur. Oysa Alevi İslam bu siyasi otoriteyle ters düşün sosyal çevrelerin ideolojisini teşkil eder.

b-Sosyal boyut: Sünni İslam’ın çoğunlukla yerleşiklerin dini tercihi olmasına karşılık, Alevi İslam büyük çapta konar-göçerlerin inancıdır.

c-Teolojik boyut: Sünni İslam’ın Kuran ve Sünnet temeline dayalı gelişmiş, sistematik ve yazıya geçmiş olmasına karşın Alevi İslam, sistematik olmayan, mitolojik ve sözlü bir teoloji (dinbilimi) oluşturmuştur. Buna rağmen bir çok yazılı temel bilgileri vardır.

- İslamın Tasavvuf boyutu

İslâm’ın etki alanı ve faaliyet sahasının genişlemesi farklı dinlerle ve kültürlerle tanışmayı da beraberinde getirmiştir. İslâm’ın yayılma alanları olan İran, Suriye, Azerbaycan, Mısır ve Türkistan’da bazı bölgesel motifler ve mistik anlayışlar da yeni mensuplarının din anlayışlarında belirleyici rol oynamışlar.

Tasavvuf bir taraftan İslâmî ilimlerin zirve noktası olarak ifade edilirken, diğer taraftan ahlâkî olgunluğu, kemâl sıfatlarını geliştirmeyi gaye edinen, insanın iç dünyasını imara ve kötü duygularını düzeltmeye çalışan bir anlayış olarak da algılanmıştır.

İslâm tasavvufunun ilk dönemi genellikle zühd dönemi olarak adlandırılır. Herhangi bir tarikat veya birliğe mensup olmaksızın kendilerine has bir yaşam süren ve Hazreti Peygamberin ve sahabelerinin yaşadıkları hakîkati yaşamayı ana gaye edinen zühd devri mutasavvıflarının önde gelen isimleri arasında Veysel Karanî (ö. 37/657), Hasan Basrî (ö. 110/728), İmam Câfer-i Sâdık (ö. 148/765), ve Rabiatü’l-Adeviyye (ö. 185/804) sayılabilir.

Bu zâhidler herhangi bir birlik ya da tarikat oluşturmak gibi bir gayeleri olmamakla beraber, kısa süre içerisinde örnek alınan ve aşırı saygı ve sevgi beslenen şahsiyetler haline gelmişlerdir.

Zühd ve takva dönemi olarak nitelendirilen devirden sonra, takriben 815 civarında, tarikatların ilk nüvelerini teşkil edecek olan tasavvuf dönemi başlamıştır. Zühd hareketinden başlayarak değişik devreler geçiren, her devrede yeni yorumlarla gelişen ve zenginleşen tasavvuf hareketi, XII. yüzyıldan itibaren ekolleşmeye başlamış ve tasavvufun alt birimleri olan tarikatlar oluşmuştu.

Tasavvuf hareketi Türkler arasında da oldukça etkili olmuştur. Zira tasavvuf ekollerinin ortaya çıktığı ve yayıldığı Horasan ve civarı, tarikatların oluşmaya başladığı dönemde, Büyük Selçuklu Devleti’nin hakimiyeti altındaydır.

Zühd devrinin önde gelen isimlerinden Süfyân-ı Sevrî (ö. 778)’nin söylediği “Horasan’da ezan okumak, Mekke’de ibadete dalmaktan daha üstün ve daha faziletlidir” (Ahmet Ocak, Selçukluların Dinî Siyaseti (1040-1092), İstanbul 2002, s. 115) sözü, Türklerin hakimiyet sahasında sufi tesirlerin ne kadar eskiye dayandığının en açık ifadesidir. Bu söz ayrıca kendisinden sonra gelen sufilere yön göstermesi açısından da önemlidir.

Ebu Osman Hirî, Horasan Melâmetîyyesinin en derin tesire ve en geniş nüfuza sahip şahsiyetlerinden birisiydi. Onun Melâmîliğe aşıladığı temel esaslardan birisi, bütün alemin şerr olduğu ve içinde hiçbir hayır bulunmadığıydı. Sülemî’ye göre, onun bu şekilde karamsar bir tablo çizmesinin nedeni, insanın kulluğunun farkına varmasını sağlamak ve kulluk manalarına gerçekleştirecek yolları göstermekti (Sülemî, 49-51). 17 Bu sufilerin faaliyetleri hakkında bk.: Sülemî, 51, 140. 18 Sufilik hareketinin yoğun olarak geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla birlikte, özellikle Hallac-ı Mansur (ö. 922)’den sonra sufiler arasında da belirgin görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştı. Bazı sufiler dinî emirlere karşı lakayt kalmaya, softan yapılma elbiseler giyerek dolaşmaya, halkın duygularına itibar etmemeye başlamışlardı. Onların bu tarz yaşantısına, Kur’an ve sünnete daha fazla bağlı mutasavvıflar cevap vermekte gecikmediler. Ebû Said Ebu’l-Hayr gibi sufiler bunların yollarının yanlışlığını ileri sürerek, gerçek sufiliğin farz ve sünnetleri yaşamakla mümkün olabileceğini ileri sürdüler. Böylece, çizgi dışı tasavvuf hareketlerinin karşısına, onların görüşlerinin yanlışlığını ortaya koyan ve dinî emirler doğrultusunda görüşlerini açıklayan mutasavvıflar çıktı. Hallac’ın ölümünden sonra, sufilik ile Sünnî akide arasındaki uçurum daha da derinleşti. Bu durumun doğru olmadığına ve tasavvufun Sünnî akideden ayrılamayacağına inanan sufiler harekete geçtiler. Bunlardan birisi, Kitabu’t-Ta’arruf li Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf adlı eseriyle tasavvuf ile Sünnî akide arasındaki uçurumu kapatmayı amaçlayan Buharalı Türk âlimi Kalebâzî (ö.990) idi. Onun başlattığı bu hareket daha sonra Serrâc, Sülemî ve Kuşeyrî tarafından devam ettirildi (A. Ocak, aynı eser, s. 117-118).

2- Aleviliğin ve Alevinin dinsel tanımı

Alevilik dinî bir inançtır ve, bir çok dinî inanç gibi, kişisel ve toplumsal yaşama biçim ve düzen veren kurallara (edeb-erkâna) sahiptir. Fakat “Alevilik bir kültürdür” diye tanımlamak da doğru olamaz. Çünkü “kültür” sözcüğü gerçekte sosyal bilimler sınırları içerisindeki sadece din, inanç, mezhep ve meşrepleri değil aynı zamanda dil, dünya görüşü, felsefe, sanat, ahlak, töre (örf ve adetler), vb... birçok toplumsal olayları içinde barındırır. Dinî inanç sadece bunlardan biridir.

Ayrıca “Alevi” dinsel terimlerinin tanımını yaparken ve Aleviliği anlama, öğrenme ve öğretme işleminde birbiriyle kesinlikle karıştırılmaması gereken iki yöntem vardır:

a) diyakronik (artzamanlı) yöntem

b) senkronik (eşzamanlı) yöntem

Eğer Aleviliği Hz. Ali’nin döneminden başlayarak günümüze dek geçirdiği evrimi ele alarak inceliyor ve dinsel terimlerini tanımlıyorsak yöntemimiz artzamanlı (diyakronik) yöntem olacaktır. Alevi teriminin Medine’de 632deki tanımı, 10cü yüzyılda başka 20ci yüzyılda daha da başka gerçekleri kapsayabilir. Eşzamanlı (senkronik) yöntemde ise, tarihsel boyuta ve süreçe bakmadan, dinsel terimlerin tanımını belli bir zaman kesiti içinde ele alarak incelememiz gerekir. O zaman mesela 16cı yüzyıl sonunda Anadolu’da bir şiirde kullanılan Alevi teriminin tanımının neyi kapsadığını anlayabilmek için aynı zaman diliminde varolan Kızılbaş, Safevi Şiiliği, Haydarî, Kalenderî, Torlak, vb... gibi Yol sürecindeki farklılaşmaların ve bu ayrıntıları ifade eden terimlerin tanımlarını da göz önünde tutmamız gerekir. Bu tanımlar mesela Anadolu’da 12ci yüzyıl zaman kesitinden çok farklı olabilir.

Üstelik Alevilikte gizlilik yüzyıllar boyunca önemli rol oynamış ve edep-erkânını, dinsel terimlerin kavramlarını muhafaza etmesini sağlamıştır. Baskısı altında kalması nedeniyle yazılı kaynakları ya yok edilmiş ya da tahrifata uğra(tıl)mış olduğundan Alevi inancının temel ilkeleri ve tanımları (terminolojisi) ilk bakışta inancının dışında olanlarca da anlaşılır gibi görünse de hemen hemen bütün önemli kavramlar sözlük anlamı dışında kullanılır. Örneğin niyaz sözcüğünün ortak kültür Türkçesindeki anlamıyla Alevilikteki anlamı aynı değildir. Bu durum daha yüzlerce birçok sözcük ve kavram için de geçerlidir. Sadece birkaçını zikretmekle yetinelim: şeriat, şah, yol, düşmek, yürümek, yanlış, çiğ, dinlendirmek, vs.

a-Alevi kelimesi kökeni ve dar-geniş anlamlarının tanımı/kapsamı

İslam’ın doğuşu ve şekillenmesi sırasında Ali’nin yavaş yavaş hem savaşçı, hem Kur’an yorumcusu olarak önem kazanması ve Ali’nin düşüncelerini benimseyenlerin oluşmasıyla, “Alevi” kelimesinin doğmasını tarihi bir gerçek olarak kabul edebiliriz. İslamı ilk kabul edenlerden olan Ali’nin adına aidiyet takısı “i” harfinin eklenmesiyle arapca “Alawi”, türkçe “Alevi” şeklinde oluşup Ali’ye ait ve daha sonra Ali’nin yolunu, edebini sürenler anlamına geldiğini biliyoruz. İslam’ın siyasileşme ve ayrışım devrindeki yapılanmada Şî'at-ü Alî (kısaca Şii) Ali taraftarı olarak kullanılmaya başladı. 10cu yüzyılın başında bile alevi yazar Hasan b. Mûsâ en-Nevbahtî’nin (ö. 922) “Fıraku’ş-Şî’a” adlı Şiîliğin üç yüzyıllık tarihine ışık tutan eserinde her iki terimi eşdeğerde kullanmaktadır.

Alevi kelimesinin tarihsel seyir içinde soybilimsel (jenealojik), siyasi, inançsal (teolojik) ve tasavvufi (mistik) olmak üzere dört anlamı oluştu.

1. Soybilimsel Anlam

Alevi kelimesi, önce Hz. Ali’nin, Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyt’i olan Alevi silsilesi yani Hz. Muhammed’in kızı Fâtma’dan olma Hasan ve Hüseyin; sonra da diğer eşlerinden olma çocukları üzerinden devam eden soyuna mensup olanları nitelemektedir. Bilindiği gibi Hz. Hasan’ın soyundan gelenler, İslam tarihinde Şerif (çoğulu: Şürefâ), Hz. Hüseyin’nin soyundan gelenler Seyyid (çoğulu: Sâdât) olarak anılırlar ve tarihteki bütün İslam devletlerinde son derece saygın kabul edilmişlerdir.

2. Siyasi Anlamı

Alevi kelimesi İslam’ın siyasileşme ve ayrışım devrindeki yapılanmada Şî'at-ü Alî (kısaca Şii) terimide kullanıldı. Abbasi İmparatorluğu’nun doğu ve batı eyaletlerinde bağımsızlıklarını ilan ederek, birtakım devletçikler kurmayı başaran sülaleler, Alevi sülalelerden veya inançtan gelişlerini öne çıkardılar. Bunlar arasında en tanınmışlarından ilk sırada, bilindiği gibi, Mısır’da hüküm süren ve parlak bir medeniyet kuran Fatimiler (909-1171) gelir. Orta Çağ İslam dünyasında devlet kurmuş diğer bazı Alevi hanedanları şunlardır: Fas’ta İdrisiler (789-926); Yemen’de Zeydiler, iki kolu olan Ressiler (860-1281) ve Suleyhiler (1047- 1138); Bahreyn de Karmatiler (869- 1076);İran ve Irak’ta Büveyhiler (962-1062); Amul’da Hassaniler ve Hammadiler (1015- 1121).

3. İnançsal Anlamı

“Alevi” kelimesi asıl anlamını, Şiiliğin muhtelif mehzepleri ile işte bu alanda

kazanmıştır. Bunlar, VII. yüzyıdaki hilafet mücadeleleri sonrasında, sadece siyasi

gruplar olmaktan çıkıp belirli şartların etkisi ile inançlarının temeline Hz. Ali’yi oturtarak İslam tarihinde Müslümanların, Şii ve Sünni olarak iki büyük teolojik kesime ayrılmasına yol açmışlardır.

Bunlar en başta Hz. Hüseyin’in soyundan gelen on iki imamın etrafında oluşan

İmamiye, İsna Aşeriyye veya Caferiyye isimleri ile anılan ve 6. İmam Cafer-i Sâdık’ın

iki oğlundan biri Musa-i Kâzım’dan süren asıl büyük kol ile ikinci oğlu İsmail’den süren

İsmailiyye’dir. Bir üçüncüsü ise Sünniliğe diğerlerinden daha yakın olan Yemen’deki

Zeydiyye’dir (Ocak, 2009: 22).

4. Tasavvufi Anlamı

Alevi kelimesi aynı zamanda bu üç anlamının yanında bir de tasavvuf tarihinde

sisileleri, Hz. Ali’ye dayanan tarikatlar için de kullanılır. Silsilesi Halife Ebu Bekir’e dayanan Nakşibendiliğin dışında hemen hemen çoğu tarikat geleneksel olarak silsilelerini, Hz. Ali’ye dayandırırlar. Bu sebeple onlara Alevi tarikatlar denir. Mesala Kadirilik ve Rıfailik bunlardandır. Alevi tarikatların hepsinde âyin esnasında yüksek sesle zikir yapılır. Bir tek Nakşibendilik’te alçak sesle zikir vardır. Alevi tarikatların dışında, doğrudan doğruya adı Aleviyye olan tarikatlar da vardır. Bunlardan biri, hiç vasıtasız olarak kendini Hz. Ali’ye dayandırırken bir diğeri, Muhammed b. Ali adında bir şeyhten gelir (Ocak, 2009: 22).

Yakın geçmişte Anadolu din kültüründe, Alevi deyimi türkçede dar anlamda ve tanımda özellikle Alevileri hem de geniş olarak İslamın ilk dönemindeki Ali yolunu, edebini sürenler anlamınıda Alawi (Ali’ya ait) ve “Şia’t-ü Ali”yi (kısaca Şii) ve sonrada bu “Ali Yol”undaki bütün meşrepleri sararak Alevi, Kızılbaş, Bektaşî, Nusayrî, Caferî, İsmailî, Dürüzî, Sebbek, Ehl-i Hak, Zeydî gibi bir çok oluşumu tanımlar.

Ayrıca Alevi deyimi tarihî süreç içinde oluşmuş Kalenderi, Yesevi, Haydarî, Vefaî, Hurufî, vb... gibi tarikatları da genel olarak adlandırdı. Fakat değişime uğrayarakta aynı zamanda Anadolu'nun bazı yörelerinde de Tahtacı, Sıraç, Çepni, Yörük, Türkmen, Avşar, vb... gibi boylar ve topluluklar da alevi inancında olduklarından Tahtacı veya Sıraç eşittir Alevi gibi, etnik ve dinî “tanımlamalar” karıştırılarakta eşanlamlı bir deyim olarak kullanılmıştır.

Geniş anlamda Alevi teriminin oluşması, kullanışı ve içeriğinin anlam kazanması daha Muhammed hayattayken Ali taraftarlığı ile başlar ve İslam içinde üç yüzyıla yakın bir zaman içindeki dinbilimi tartışmalarıyla ve siyasi mücadeleyle şekil alır ve yoğunlaşır. Orta Asya’da, Alevi tarikatlarındaki Türk dervişleri, Türk toplulukları arasına yayılarak, Türk kültür ve inançlarıyla karışan değişik bir Batınî Sufî İslam’ın gelişmesini ve yayılmasını sağladılar. İşte Alevi dediğimiz İslam yorumu inançı Orta Asya’dan başlayarak Anadolu ve Balkanlara kadar kendine özgü edep-erkân ve örf ve adetleriyle yayılan ve günümüze kadar geldi.

Ali’ye “ait olmanın” yani onunla aynı İslam yorumları, inançsal düşünceleri paylaşıp aynı toplumsal hareket ve seçimleri yapmanın bugün bildiğimiz Aleviliği de doğurduğunu inkâr etmemiz ve «Alevi, alevden gelir» veya Ali’siz Alevilik»ten bahsetmek imkansızdır.

b- Alevilik ne zaman başladı

Tarihçiler İslam’ın içinde “Alevi” düşüncesinin doğuşu ile “Aleviliğin” bazı somut olaylarla başlatılmasını yani Alevi tarihinin başlangıcını değişik noktalardan değerlendirirler. Bu değişik yaklaşımları özetle şöyle sıralayabiliriz:

1- Alevilik Ali ile başlar. İslamı ilk kabul edenlerden, Hz. Muhammed’in yeğeni ve damadı Hz. Ali için “Ben ilmin şehri isem, Ali de o şehrin giriş kapısıdır” diyerek Ali’nin, kendinden sonra İslam’a ve Kur’an’a en hakim kişi olduğunu söylemesiyle başlar.

2- Alevilik Gadir Hum’da başlar. Bu yaklaşımda İslam tarihinde Aleviliğin çıkış noktası Hicrî Zilhicce Ayı'nın 18.ci günü veya 17 Mart 632 Veda haccı dönüşünde Gadir Hum’da yaptığı konuşmadadır.

3- Alevilik Muhammed’in Hakka yürümesiyle başlar. Halifelik etrafındaki siyasî ve dinî “iktidar” ihtilafıyla başladı.

4- Alevilik Sabaiyye hareketiyle başlar. Abdullah ibn Saba ve Sabaiyye'lerin 651 den itibaren Mısır, Basra ve Küfe’de Osman’a karşı ilk Ali taraftarları isyanlarıyla ilk bilinçli Alevi direnç hareketinin ve dolayısıyla Alevi/Şi’at-ü Ali yapılanmasının başladığını kabul ederler.

5- Alevilik Kerbelâ katliamına tepkiyle başlar. Bazıları Hüseyin’in 680 de Kerbelâ’da şehit edilmesinin ardından yükselen tepkilerle ve Hüseyin’in katillerinin öldürülmesiyle sonuçlanan isyanlarla aleviliğin başladığını söyler.

Yukarıdaki yaklaşımları yakından incelendiğimizde ilk Ali yandaşlığı düşüncesinden somut siyasi/dinsel girişimlere kadar her olayda sunulan Aleviliği başlatma girişimi doğrudur. Çünkü her olayın bir diğerini tetiklediği, her birikiminden sonra yeni gelişmelerin oluştuğu bir süreçte Kerbela katliamı gibi bazı olaylar ön plana çıksa da aslında hepsi birbirine bağlıdır ve hiçbiri ihmal edilemez.

İslam’ın doğuşundan itibaren her tarihsel kesitte meydana gelen olayların Aleviliğin Tarihi’ni başlattığı söylenebilir.

c- Alevilik tanımı

Alevlik din midir, mezhep midir? İslam içi veya dışı mıdır? Heterodoksi midir?İslamiyetin Anadolu versiyonu mudur? Bir yol mudur? Yaşam biçimi midir, bir felsefe midir? Bu soruların cevabı her yönüyle, Anadolu Aleviliğinin içinde ve konunun iyi anlaşılmasında yatmaktadır.

Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak diyor ki "Aleviliği bu şekilde tanıtmaya çalışan aydınlar ve yazarlar, kanaatimizce gerçekte Aleviliği tanıtmıyor, bugünün dünyasında paylaşılan bu evrensel değerleri Alevilik olarak takdim ediyorlar. Bu tezin gerçeği yansıtmadığını onu ileri sürenler de çok iyi bilmektedir. Çünkü en azından şurası herkesçe malumdur ki, Alevilik bu kavramların ortaya çıkıp geliştiği XVlll-XX. yüzyıllardan çok önce vardı. Dinler tarihi, antropoloji ve sosyal bilimler şu gerçeği tesbit ederler ki, dinlerin, mezheplerin, inanç sistemlerinin bu kavramlarla ilgisi yoktur. Çünkü bu kavramlar, Batı Avrupa toplumlannın Yeniçağlardan itibaren başlayan ve 1789 Fransız İhtilali'ne, hatta XIX. Yüzyıla ve sonrasına uzanan çok çeşitli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel bir değişim sonrası ortaya koyduklan kavramlardır. Bugün bütün dünya bu evrensel değerlere katılmaktadır. Alevi toplumu da katılmaktadır. Türkiye'deki Sünni toplumun büyük çoğunluğu da bu kavramları paylaşmaktadır. Ama bu Alevilik değildir. "

( Ahmet Yaşar Ocak, "Türkiye'de Aleviliğin Sosyo-Kültürel Problemleri Üzerine Bir Yaklaşım Denemesi ve Bazı Düşünceler", Akdeniz Yöresi Türk Toplulukları Sosyo-Kültürel Yapısı (Tahtacılar). Sempozyumu Bildirileri, 26-27 Nisan 1993 Antalya, Ankara 1995, ss. 153-154.)

Bizim için Alevilik İslam'dır; ama yorumu Sünni İslam yorumundan farklıdır. Yorumu ve terimlerinin tanımı da sünni yorumdan ve tanımlarından farklıdır hatta ters bile düşebilirler. Nasıl Ortodoks, Katolik ve Protestanlık arasında büyük farklar olsa bile her üçü de Hıristiyandır; Alevilik ve Sünnilikte İslamın tek kaynağından çıkan su gibidir. Kaynağından çıkar çıkmaz değişik yönlere akarak yayılır ve su olarak kalsa da aktığı değişik toprakların renkgini, tatlarını alır.

Alevilerin “Hak-Muhammed-Ali” deyişi inançını yani Allah'ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed'in şahsında cümle peygamberlere ve Hz. Ali ile Ehl-i Beyte inanıp onların yolunu sürdüğünü ve onlara tabii olduğunu özlü bir şekilde dile getirmektir.

Hz. Muhammed’in Hz. Ali için müminlere “Ben ilmin şehri isem, Ali de o şehrin giriş kapısıdır” diyerek İslama giriş kapısını ve gidilecek yolu gösteriyor. Aleviliğin inançsal içeriğini ve tanımını soyut kavramlardan somut yaşama geçirerek değişimlerle bugüne kadar getirdik. Bugün biz yaşadığımız ve yaşatmaya çalıştığımız inancı tanımlarken bu tarihi perspektiften bakarak yapıyoruz.

Alevilik, geniş anlamda, içine Bektaşiliğin, Arap Aleviliği Nusayriliğin de olduğu Bâtınî İslam’ın, Horasan erenlerinin öğretisiyle, Anadolu erenleriyle yeniden yorumlanıp, yayılıp güçlenen; zâkirlerimizin nefesleriyle yücelip yaşayan; Batınî islam’ın Vahdet-i vücut felsefesiyle bütünleşen; “Hak-Muhammed-Ali” yolunda aklını inancına taşıyan; insanın Hakk’ın “nur”undan yaratıldığına ve hayatının sonunda da Hakk’a yürüdüğüne inanan; yaşantısının amacını, “Dört Kapı, Kırk Makam” eğitimiyle “Kâmil İnsan” olmak olarak tanımlayan ve bir “Rıza şehri/Kâmil Toplum” hedefi olan inancın adıdır.

Alevilik, her aleviye “Dört Kapı Kırk Makam” gibi inançsal eğitim vererek, nefsine hakim olup “Ham ervahlıktan’’ çıkıp “İnsan-ı Kâmil” makamına ulaşarak “Sırr-ı Hakikat” içerisinde “Mürşid-i Kâmil” makamında Hakk ile Hak olup Hakk’tan halka inme ve Rıza Şehrini gerçekleştirme Yol’udur.

Alevi ise, Dini İslam, Kitabı Kur’an olan, İslam ile Kur’an-ı Hz. Ali gibi anlayan ve uygulayan; Hz. Muhammed’in Gadir Hum’da Hz. Ali’nin “Ben kimin mevlası isem Ali’de onun mevlasıdır” diyerek Velisi ve Vasisi olduğunu ve Kur’an ile Ehli-Beyt’ini kutsal emanet olarak kendilerine bırakıp, Allah’ın «onları birbirinden ayırma” istediğini ve onlara “sımsıkı sarılın” dediğine inanan; Muhammed ve Ali’den gelen Ehli-Beyt neslinin İmametini ve Velayetini, tevellâ ve teberra ilkesiyle sahiplenen ve bunu «Hakk-Muhammet-Ali» Yolu olarak ifade edendir.

Alevi, Alevi ana babadan doğmuş olduğu için değil, Aleviliğe inanıp kendi rızasıyla Yol’a talip olduğu, bir Rehber tarafından eğitilip, İkrar Ceminde Rehberi ve Pirin önünde Yol abdesti alıp, Yola ikrar vererek ve ikrar alarak, “Ölmeden önce ölüp” yeniden doğandır.

Alevi, ikrarını gönlünde yaşayan ve yaşatan; Tanrı korkusunu aşıp, gönlündeki sonsuz Allah aşkı ve sevgisiyle O’na yönelen; İnsanı, “Benim Kâbem insandır” diyerek düşüncesinin merkezine yerleştiren, insanın cemalinde ve özünde Tanrıyı gören ve yaradan ile yaratılan ikilisinden varlık birliğine ulaşan; insana hiçbir din, dil, irk, renk ve cinsiyet farkı gözetmeden bakan; her dine, mezhebe, inanca saygı duyan ve hoşgörüyle bakandır.

Alevi, İkrarının Eline-Diline-Beline sahip olma ahlâk ilkelerini içtenlikle benimeseyip yaşayan ve toplumda yaşatmaya çalışan; Görgü Ceminde kendi iradesi ve rızasıyla kendisini Dâr’a çekip, yargılanıp adaleti gerçekleştiren; bu adalet erkânını ve rızalık kültürünü günlük yaşantısında da hayata geçirerek huzur ve barışı aktif bir şekilde sürdüren; bulunduğu toplum içinde de Müsahiplik Yol erkânını somut olarak yaşayıp, inancını, Kırklar Ceminde olduğu gibi, birlik-eşitlik, dayanışma, paylaşım ve sevgi içinde sürendir.

d- Diğer Alevi Terimleri ve Tanımları:

1- Kamil İnsan: Aleviliğin amaçı

Muhammed'e inen ilk beş ayet dinî inançımızın ve İnsan’ın yaşam amaçını insana bilmediğini öğretmek” ve “Kâmil İnsan”olmasını sağlamak olarak gösteriyor:

Oku! Yaratan Rabbinin adıyla! O, insanı “alâk”dan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Kur’an, Alâk suresi 1-5)

Rabbin insanı yarattığı “Alâk”in anlamı iki yönlüdür: fiziken cenini oluşturacak ilk hücre ve ruhen aşk ve sevgiyle yaratılan insandır. Aşkla yarattığı insana bilmediğini öğretmek ve bu bilginin kalıcı olması için da kalemle yazmayı öğretmekle Tanrının hedefi, yarattığı insanın kendi içinde Tanrı’nın nûrunu ve varlığını bulup, Tanrıya ulaşmasını ve “bir” olduklarını anlamasını sağlamaktır.

İnsan dünyaya geldiğinde ruhu hamdır, çiğdir. Bir alevinin dinsel yaşamının amacı, Tanrının sözleriyle bilmediğini öğrenerek “ham ervâhlıktan çıkıp pişmesi”dir yani ruhsal olgunlaşması ve içindeki cevheri bulmasıyla “Kâmil İnsan” olup “Hakk ile hâk olmak”tır. Bilgi, içimizdeki Allah’ın nûr'una varmayı sağlayan bir yol göstericidir. Bu kişisel hedefle “Kamil İnsan” olduktan sonra “Hakk'tan halka” dönerek, olgunlaşmanın asıl hedefi olan toplumsal hedefe yönelip, halk içinde Hakk’ı bulup (çoğunlukta birliği bularak) başkalarına destek olup onların da “Kamil İnsan” olmalarına yardımcı olmak ve “Rıza Şehri” idealini gerçekleştirmeye çalışmaktır.

Ruhu ham olan bir alevinin olgunlaşması, kendisinin belirleyeceği ölçütlere göre tanımlanmaz. Alevilik, ‘Mürşid’, ‘Pîr’ ve ‘Rehber’ huzurunda ikrar vermiş bir aleviye olgunlaşması için bazı ilkeler ve belli bir yol, yöntem sunar. “Eline, diline, beline hâkim ol” edep ilkesi sahibi olmasını ve “Dört Kapı Kırk Makam” dinsel eğitim aşamasında imkanlarının el verdiği kadar ilerlemesi sağlar.

2- Allah :

Aleviliğin Allah anlayışı ve tanımı Yaradanın ve Yaratılan‘ın ayrılmaz bütünlüğünden (Varlık Birliği/Vahdet-i Vücut) ve parlayan Tanrısal ışığın (Nur-u İlahi) bütün varlıklarda var olduğu ve yaşamı doldurduğu inançı üzerine kurulmuştur. “Hak” yaradılışın gerçeği, Yaradanın bilgisi ve hakkıdır.

Aleviliğin Tasavvuf yaklaşımında Allah anlayışının temeli tevhid konusunda Kur’an’dır:

- O, ilk ve sondur. Zâhir ve Bâtın’dır. O, her şeyi hakkıyla bilendir (Hadid. 3).

- Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır. (Bakara. 115).

- O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz. (Kasas. 88).

- Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Bütün işler ancak O’na döndürülür. (Hadid. 5).

- Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız. (Kaf. 16).

- Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. (Hadid. 4).

- Allah, şöyle dedi: “Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim. İşitirim ve görürüm.” (Tâ Hâ 46).

- (Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. (Enfâl. 17).

(Kur’an Meali Diyanet 2011 den alınma)

Bu ayetlerin anlamı “Allah’ın, her şeyin yönünün kendisine göre tayin edildiği, Hak olarak tanımlanan, yaradılışta aranıp bulunan ve böylelikle Allah’ın vahyi olarak geçerli olan yaratılanlar ile kendisinin bilinmesini sağlayan Yaradan” olduğudur.

Aleviliğin tasavvuf anlayışı, “...Tanrı-doğa/evren-insan ilişkisini, Tanrı’dan çıkıp yeniden Tanrı’ya dönen bir çevirim üzerinden açıklar. Tanrı’nın kendi özünden fışkıran, taşan ışığın dönüşümler geçirerek ve bu yolla kendi kendine yabancılaşarak evrende, gözle görülebilir biçimler aldığını savunur.

Tanrı, madde ve eşyanın; hareketin, hareket soyutlaması olarak zamanın var olmasından önceki mutlak yokluk/hiçlik durumunda, kendi kendisinin Tanrısı iken, insanlar için düşünülmesi/algılanması güç bir öze sahipti. Mutlak yoklukta/hiçlikte, yokluğu/hiçliği tartışmak anlamsız olduğuna göre, bu aşamada bir “Tanrı” varlığından söz etmek Alevi felsefesi açısından üretici değildir. Çünkü Tanrı bu konumda, kendi kendisinin bilincinde; kendi içindeki sonsuz olanakların, yeteneklerin ve güçlerin ayrımında değildir.

Çevrimin hareket ettirici ilkesi olan “güzelliğin görülmeye eğilimi” sonucu Tanrı, sonu olmayan bir yokluğun/hiçliğin içinde kendine bakacak göz ve vecde gelecek bir gönül istedi; işte ışıksal taşma bu gereklilikle başladı. Bu gerekliliğin belirlenmesi ile mutlak yokluk/hiçlik, olanaklı yokluk/hiçlik durumuna dönüştü. Tanrı kendi kendisiyle ilk kez yabancılaştı; kendi bilincine ilk kez vardı; evrenin, bütün ruhsal ve maddesel şeylerin yaratılması için gerekli kaynağı içinde taşıdığının ayırdına ilk kez ulaştı. Kişilik kazandı; önce Tanrı iken şimdi Hak, Hakikat, Gerçek, Aşk oldu.

Daha sonra ilk yabancılaşma kademesi olan Hakk’tan; Tanrı’nın ilk belirme aşaması olarak ve tüm diğer şeylerin onun aracılığıyla yaratıldığı kabul edilen ilk akıl (akl-ı evvel) yaratıldı ve böylece çevirimin, kutsal kökenden (âlem-i gayb) duyularla algılanabilir/bilgiyle ulaşılabilen dünyaya (âlem-i şühut) inen alçalan eğrisinin (kavs-i nüzul) hareketi başlamış oldu. Ardından sırayla ve her adımda Tanrı’dan uzaklaşacak biçimde ; akl-ı evvel’e verilen bilgilerin belirme aşaması olarak algılanan meleklerin, peygamberlerin, ermişlerin, inanaların, inanmayanların, cinlerin/şeytanların, hayvanların, bitkilerin ve doğal elementlerin aklı; bu dokuz akıldan kaynaklanan ruhları yaratıldı.

Tanrı Hak olup potansiyel kazandıktan sonra dönüşümler geçirerek, kendisinden daha az şeyler içeren/daha az kendisi olarak beliren aşamalara doğru yol alıp doğal elemente/saf cevhere değin indi. Böylece inançta varoluş çemberi olarak algılanan çevrimin, kutsal kökenden çıkıp görünür evrene doğru inen alçalan eğirisi’nin hareketi tamamlanmış oldu.”

(Alevilik-Bektaşilik Terimleri sözlüğü “Hak” maddesinden)

Alevilik-Bektaşilik felsefesinin varoluş çemberinin bu ilk yarısı, tümüyle bir inanç ürünüdür. “Tanrı-Evren/Doğa-İnsan” üçlemesi de “Hak-Muhammet-Ali” üçlemesi de Tanrı’dan başlayıp insanla son buluyor gibi görünse de gerçekte insandan başlayıp Tanrı’da son bulur. Bir “Yol eri” Tanrı yolunda olgunluğa ulaşınca onun için “bütün gizlilikler açılır, gerçekleri örten perdeler kalkar, gerçeklerin gerçeği yüce varlıkla, Tanrı’yla karşı karşıya gelme (Hak ül- yakîn)” olanağına kavuşur. Tanrı’nın yüzü, insanın kendi yüzüdür;çünkü insanda tecelli eden Tanrı’dır. Kişi kendi özünde Tanrı’yı bulduğu anda onunla birlik içinde olduğunu kavrar. Hakk ile Hak olur.

Bu nedenle Hallac-ı Mansur’un “Ene’l-Hakk” özdeğişiyle (Ben Allah’ın suretiyim anlamında olan: “Ben Hakikat'ım” yani “Ben evrende yegane Gerçek olan Allah'ım) Alevi yaradılış görüşünü yansıtır. (ek olarak ilerideki Tasavvuf ve Alevilikte insan maddelerine bak)

Aleviler kalplerini, gönüllerini dolduran, insanlaşan, kendilerinden olan biri olan Tanrı’yı Allah-Muhammdet-Ali üçlemesiyle BİR’leyip nurlandırarak, erenler-evliyalarda varlık alanına çıkarıp insallaştırırlar. Olgunluk ve Kemâl mertebeleri bakımından Allah’a çok yakın olan ve Hz. Muhammet’le Hz. Ali’yi birlikte anmanın gerekliliğini vurgulayıp, ayrı ayrı görülmesi durumında Hakikat’in gerçek anlamına ulaşılmayacağını ifade ederler.

Allah’a yaklaşma

Bir kimse, müşahede yoluyla Tanrısal Varlığa ulaşabilir ve Hakla “Bir” olabilir: Önce İlm’el Yakin, Ayn’el Yakin ve Hakk’el Yakin mertebelerine vakıf olur. Bunların gerçekleşmesi için:

1. “Akıl” kesin kanıt kullanarak, yani ilim yoluyla; Tanrı hakkında kesin bilgi sahibi olur ve buna “İlm’el yakin” denir.

2. Açıklama ve bilim yoluyla bilme. Allah sırlarının, Hakk yolcusu tarafından müşahede edilmesi, yani, ilham yoluyla görünmesi, “Ayn’el Yakin”dir.

3. Allah’ın ilmiyle ilimlenip, vasıflarıyla vasıflanıp, O’nun iradesiyle Allah’ı aracısız görmek, “Hakk’el Yakin”dir. Bu sonuncusunun, yani “Hakk’el Yakin” mertebesinin gerçekleşmesi için de en etkili araç, aşk ve cezbedir. Cezbe denen şey, insanın şuur ve benliğini yok edip, bir an için Allah’la buluşmasını sağlar, insanı bir an için vuslata kavuşturur, bir an için zerreden bütüne doğru bir akış olur ki, insan bir damla iken deryaya karışır ve bu aşk deryasında yok olur. Bunun kaynağı ise, şekil ibadetlerinden ziyade, sevgi, aşk ve muhabbettir. Bu mertebeye gelen insan, “Hakk’el Yakin” mertebesine erişerek, kendi özünü bilmiş olur.

3- Edep : Eline, Diline, Beline hâkim ol!

Muhammed der ki: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” Her Alevi, Muhammed, Ali ve Ehlibeyt’in güzel ahlakını örnek alır ve ahlakî değerleri somut olarak günlük hayatında uygulaması gerekir. Bu uygulamalar çeşitli erkânnamelerle günümüze kadar yazılı olarak gelmiştir. Bu uygulama zorla değil rızayla olur. Rızalık, Muhibin kendi özüyle hesaplaşması ve barışması ve bunu gönül hoşluğuyla kabullenmesi; eline, beline, diline sahip çıkarak toplumla barışması ve uyumlu olması; yola zorlama olmadan girmesi, yolun gereklerini inanarak yerine getirmesidir. Yolda rıza olursa toplumda rıza olur; toplumda rıza olursa, muhibin kendi özüyle rızası gerçekleşir. Böylece üç rıza birleşmiş, el ele, el Hakk’a ulaşmış olur.

Muhip “Bencillik ve sahip olma güdüsünden” arınıp, edebi ve ahlâkı yaşamın temeline koyar. Edeb kavramı Aleviliğin en temel ve merkezi kavramlarından birisidir. Edeb,Eline, Diline, Beline hâkim ol!” özdeyişiyle özetlenir. Kişinin olgunlaşabilmesi için her şeyden önce edeb sahibi olması gerekir:

EL: İnsanın eli her türlü iyiliğin ve kötülüğün uygulayıcısıdır. İnsan eline sahip olmadı mı katil, hırsız olur. İnsan eline sahip olursa üretir. Üreten ve yaratan, çaba sarf eden, emek harcayan insanda güzel insandır. Güzel insanda kendisinden başlayarak topluma hizmet edendir. Toplumsal huzuru, barışı sağlayandır.

DİL: Dil insanlar arasında iletişimi sağlayan organdır. Bir insan dilini iyilik için de kullanabilir kötülük için de. İnsan dilini yalandan, riyadan, sahtelikten korumalı ve yalana, sahteliğe alet etmemeli, yani diline sahip olmalı. Duyduğu olumsuzlukları düzeltmeli, yalandan kaçmalı. Dilini iyi, güzel, insanı ve dolayısıyla toplumu huzura kavuşturacak şekilde kullanmalı.

BEL: İnsan kendi hayvani cinsel güdülerine hâkim olmazsa her türlü sapıklığı yapar. Sapıklık, toplumsal çürümeye, ahlâksızlığa götürür.

Alevi yaşamında kul hakkı yemeden, bireye, emeğe, beceriye ve bilgiye saygılı, bütün insanların birlikte hoşgörüyle ve uzlaşma iradesiyle yaşadıkları bir sosyal barış ortamı kurar; her dine, mezhebe ve inanca saygı duyar ve insan sevgisiyle dil, din, ırk farkı gözetmeden bakar; eşitlikçi, katılımcı, çoğulcu ve paylaşımcı düşünceyi savunur. Eşini, işini, aşını bilen insandır. Alevi inançındaki “Rıza Şehri” ideali adalet anlayışı toplumda insanların, kendi istekleriyle ilgililerin rızalığını alarak kendi kendilerini yargılamalarını sağlayan bir adalet anlayışıdır. Bu utopyadaki, sevgiye ve rızalığa dayanan, insanlık ve doğa için dünya düzeninin oluşması doğrultusunda hizmet etmeyi amaçlar. Burada şu ilkeleri temel alır:

- Sevgiye dayanan, her Düşüncenin, her Duygunun, her Davranışın ve her Sözün Hükmü Hak’tır!

- Hak, her daim Sevgi’yi savunandır!

- Devlet’in ve sivil kurumların bütün kanun, yönetmelik, tüzük ve kuralları Sevgiye ve Rızalığa dayanmalıdır.

4- Ehl-i beyt ve 12 imam:

a- Alevilikte Ehli-beyt iki türlü algılanır:

1- Ehli-beyt, Hz. Muhammet, Hz. Ali, Hz Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin olarak tanımlanır ve beş rakkamıyla simgelenir. Bir elin beş parmağıyla simgelenir (Penç-i Âbâ veya Penç-i Âl-i Âbâ).

2- Ehli-beyt, Hz. Ali, Hz Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin olarak algılanır ve dört rakkamıyla simgelenir. Bu anlamda “dört sevgili” Alevi felsefesinin temelidir.

Kur’an’da Ehl-i Beyti sevmeyi emreden:

Ahzap:33-”Ey Peygamberin ev halkı! Allah, sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor”

ve

Şura 23 “Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden, yakınlık ve dostluk bağları içinde sevgiden başka bir ücret istemiyorum.

...ayetlerine göre bu inancın bütün Müslümanlarda ortak olması gerektiğini düşünebiliriz ama İslam Tarihine baktığımızda böyle olmadığını görürüz. Hem de Gadır Hum’da :

Resulullah: “Değerli büyük emanet: Allah’ın kitabıdır; bir tarafı Allah’ın elindedir, diğer tarafı ise sizin elinizdedir. Ona sımsıkı sarılın, sapmayın. Değerli küçük emanet ise: Ehl-i Beyt’imdir. Allah-u Teâlâ bana bildirdi ki, onlar havuzun başında bana ulaşıncaya kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Bunların birbirinden ayrılmamasını ben de Rabbimden istedim. Onlardan ne öne geçin ve ne de geride kalın; çünkü helak olursunuz”

.

...demesine rağmen.

5- Tevella ve Teberra

Aleviler arasında Ehlibeytin dostlarına dost, düşmanlarına düşman olmaya Tevella ve Teberra denir. Ancak tarihsel süreç içerisinde Tevella ve Teberra'nın anlamı daha önemli hale gelmiştir. Tevella ve Teberra iyiden, güzelden, haktan, haklıdan yana olmak; zalime, sömürücüye, haksıza, riyakara da karşı olmak anlamına geliyor. Bu anlamıyla bir duruşu, tavrı sembolize ediyor. Ehlibeytin şahsında bir bütün halinde doğrulardan taraf olmayı, haksıza karşı olmayı temsil ediyor. Özde bir duruş, tavır vardır. Ve bu duruş Ehlibeytin şahsında bütünsel bir manaya sahip olup mekan ve zamanla sınırlı değildir: “Yer yüzünde haksızlık olduğu müddetçe ve doğruları hakim kılma ideali olduğu müddetçe Tevella Teberra da olacaktır” anlamına geliyor.

6- Talip ve Muhip olmak

13.yüzyıl şairi ve sufisi Yunus Emre gibi “Ete kemiğe büründüm insan gibi göründüm” diyen herkes alevidir ve de yol’un talibidir. Çünkü Alevilik insanın cemalinde Tanrıyı görmüş ve insanı düşüncesinin merkezine koymuştur. İnsanı incittiğinde Tanrıyı incitmiştir. İnsanı ayıran, horlayan, zulüm eden, nefsinin peşinde koşan insan olamaz.

Geleneksel olarak, dar anlamda Alevilik, aile ocağı oymak ve boy, kavim düzeninde oluşmuş olsa bile Talip olmanın olmazsa olmazı, Alevi ana babadan doğmuş olmak değil, Aleviliğe inanıp kendi rızasıyla Yol’a talip olmak, bir Rehber tarafından eğitilmek, İkrar Ceminde Pirin önünde Yola ikrar vermek ve Yol'u Alevi gibi yaşamaktır.

“Buyruk” erkannâmesi Talip/Muhip için der ki:

Bir adam(ın) Ulu Tanrı ile buluşması olası değildir. Eğer, Ulu Tanrı ile buluşmak dilersen bu anılan farzları yerine getirip uğraş verirsin, hidayete (doğru yola) erişir(sin). Bir adam(ın) kendini bilmesi şudur: "Kendini bilen Tanrı'sını bilir". Kendi nefsine gafil olan hidayete erişmez. (Kişi) Tanrı'yı ibadetle kendi nefsinde bulur. Nefsini bilen kişi marifetiyle Hakkı bulur. Hidayete dahil olur. (....) Çekemezlik, kıskançlık, kendini beğenmişlik, kin, inat, arkadan konuşma, kışkırtıcılık, karıştırıcılık, dedikodu, başkasını suçlama, iftira, küfür, zulüm, yalan ve cinayet Tanrı'nın yasakladığı işlerdir. (Bir talip) tüm bu kötülükleri benliğinden uzaklaştırmalıdır, yüreğinden silmelidir. (Talip) gerekmezse söz söylemez. Eli ile koymadığı şeyi izinsiz yerinden kaldırmaz. Gözü ile görmediği şeye gördüm; kulağı ile işitmediği şeye işittim ve bilmediği şeyi bilirim savında bulunmamalıdır. Ve kendinden büyük olana hizmet ve saygı; küçüğe sevgi ve yol göstermelidir. Ve sürekli doğru eylemde bulunup yoldan sapmamalıdır. Ve hakkı hak, batılı batıl bilmelidir. Ve herkesi öz vücudu gibi bilmelidir. Ve öylece (başkalarını da) sevmelidir. (...) Tüm insanları seversen bütün azaların tam olur. Sevmezsen, azası eksik olursun. Bir kanatlı kuş gibi havadan düşerek kendini dikenlerde, bin bir meşakkatte bulursun. İmdi, (talip kendi) vücuduna nasıl acırsa, (başkalarına da öyle) acımalı(dır). Kısaca kimseye azap, sıkıntı etmemelidir, kimseye güçlük çıkartmamalıdır. Ve gönül kırmamalıdır. Nedeni; gönül, Beytullah'dır (Allah'ın evidir). (Gönül kırarsan) Tanrı'nın evini yıkmış olursun! (...) Ve (talip) özverili olmalı, bencil olmamalıdır. Ve kişinin ayıbını yüzüne karşı ya da başkasına söylememelidir. Ve daima haya etmelidir.

Ve (talip) sırrı faş (yaymak) etmemelidir. (...) Ve (talip) Hak-Muhammed-Ali'nin dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmelidir. Şehvet düşkünü olmamalıdır. Nefsini güçlüce zaptetmelidir. "Tanrı'nın buyruklarına uymak Tanrı'yı bilmek, özünü bilmek" (tir). Açıkçası, (bu söz) "bir insan kendini anlasa Allahı da anlar ve bilir (demektir). İmdi, her bir (türlü kötülük) insandan olmamalı ki, hak olsun.

(...) Bir kimsenin aleyhine söz söylememeli ve hakkını yememelidir. (..)Ve sohbet ederken, tatlıca ve yumuşak olarak söyleyip, karşıdakileri nefret ettirmemelidir. Ve usandırmayıp daima kendine çekip tat vermelidir. Her şeyde hak vardır.

Ve erenler katına edep ve erkân ile gidip sormadan söz söylememelidir. Ve sorulursa bildiğini doğru edep ile söylemelidir. Ve bencillik, hırs etmemelidir.” (BUYRUK, Fuad Bozkurt)

Allah bizlerin ırkını, soyunu değil, insan olarak yaşamını sorgulayacaktır. O, yaşam denilen süreç başarılı ve temiz olmazsa sonuç asla olumlu olmaz. Bir insan ve inançlı bir alevi olarak her zaman kendimizi muhakeme ederek, niçin yaratıldığımızı sorgulamamız gerekiyor. Çünkü dava; insan olmanın davasıdır.

7- İkrar

“Ben Aleviyim” diyebilmek herşeyden önce bu Yol’a talip olmaktır. Talibin özgür isteğini anlayan Rehber durumu Mürşid’ine, Dede’ye ya da Baba’ya bildirir. Talip bir süre denenir; uygunluğu iyice anlaşıldıktan sonra, kendisini yetiştirmekle görevli yol büyüklerinden nasip alır. Zamanı gelince özel İkrar Ceminde yol abdesti alır, geçmişinden arınır ve yeniden doğuşa hazırlanır. İkrarın temelinde Kur’an’nın Fetih suresi 10cu ayeti vardır:

O seninle el tutuşup sözleşenler var ya, onlar gerçekte Allah ile bey'atleşiyorlar. Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir. Kim ahdi bozar, döneklik ederse kendi aleyhine döneklik etmiş olur.” (Yaşar Nuri Öztürk meali)

Usul yerini bulsun diye ikrar verilmez. İkrar vermek ateşten gömleği giymekdir. “Öl ikrar verme, öl ikrardan dönme”. Talip “Allah eyvallah” diyerek kuralı yerine getireceğine ant içer. “ Ölümüz olur, dönüşümüz olmaz başımız açık, ayağımız yalın. Özümüz darda, yüzümüz yerde. Boynumuz kıldan ince, yolumuz kılıçtan keskin. İnandık iman getirdik. Huzurunuzda birliğe yettik" der. Pir: "Eyvallah talip! İkrarın imanına yoldaş olsun! Hak, Şahımerdan, doğru yoldan ayırmasın.” der. Erkân sonunda Dede son olarak “Evvela özünüzü arayın, sonra hakka yarayın” der. Böylece Talipler erenler meydanına alınmış olurlar.

İkrarın biri bireysel, diğeri de toplumsal olmak üzere iki yönü vardır. Bireysel anlamda âdeta kelime-i şahâdet kadar önemli bir olaydır. Yani kişi özgür iradesiyle Alevi-Bektaşi yoluna girmeye karar vermişse, bunu cemde cemaat önünde ikrar vererek dile getirecek ve cemaatte bu ikrarı alarak, kabul ederek bireye karşı toplumsal sorumluluk alır.

Bu yola inanıp ikrar Yola ikrar verdikten ve ikrar aldıktan sonra bu yolun gereklerini yerine getirebilirsek ancak o zaman bu yolun gerçek anlamda yolcusu olmuş oluruz.

Bu anlamda ikrar verme, yöreden yöreye ayrıntılarda farklar gösterse de özü itibarıyla yukarıda belirttiğimiz gibidir.

8- Musahiplik/Yol kardeşliği erkânı

Müsahiplik, Alevilerde gönül bağına bağlı yol kardeşliği anlamında kullanılır. Bu "Kan yolu ile akrabalık" dışında kurulan sosyal-toplumsal bir dinsel kardeşliktir. Tamamen gönüllülük esasına dayalıdır. Eş olma ikrarından yani evlenme işleminden sonraki süreçte, evli iki kişinin eşleriyle birlikte, ailelerinin ve eşlerinin rızalarını alarak, Hakk’a yürüyünceye kadar kardeş kalacaklarına, birbirlerini koruyup kollayacaklarına, birlik ve beraberlik içinde yaşayacaklarına karar verirler. Musahip adaylarının kendilerini hazır hissettikleri, rehber ve mürebbinin de bu hazırlığı, onadığı bir anda, meydan için gün tespit edilir ve gün tarihi pire de bildirilir. Dede’nin ve cem topluluğunun önünde söz verdikleri bir törenle Musahip olurlar. Musahip olanların eğitim düzeyleri, sosyal-toplumsal konumları, ve ekonomik yapılarının birbirleriyle uyumlu olmaları gerekir. Bu uyum sağlanmazsa ileride sorun çıkabilir.

Müsahip eşleri birbirinin kardeşi, çocukları da kendi çocukları sayılır ve müsahip çocukları asla birbirleriyle evlenemezler. Müsahiplikte iki taraf birbirinin hatasından ve sevabından sorumludur. Toplumsal sorumluluk ve paylaşım açısından kan kardeşliğinden daha kapsayıcı ve sorumluluk gerektiren bir işleve sahiptir ve toplumsal barışın, iktisadi bölüşümün, hakça yapıldığı bir toplumsal yapı oluşmasını sağlar. Yol’u “Rıza Şehri”ne hazırlar.

9- Görgü

Görgü Alevilikte İkrar alıp-verme kadar önemli ve olmazsa olmazlarındandır. Görgü cemi, hal ve durumu sorgulanmak, topluma hesap vermek, uyuşmazlıkları halletme, adaleti yerine getirmek, bu yolla tövbe etmek, ruhsal açıdan temizlenmek, barışı ve birliği sağlamak ve neticede ikrar tazelemek için senede bir defa yapılan cemdir. Görgü Pîr’den, Dede’den, Rehberden başlar. Alevi yolunda her talib tüm topluluğun ve Pîr’inin huzurunda, o yıl içerisinde yaptıklarının ve yol kurallarına uyup uymadığının hesabını verir. Burada hem dinsel hem dünya evi sorunlar ve sorumluluklar söz konusudur. Eğer başkalarının hakkı kendinde kaldıysa hesaplaşmak ve helallik almak zorundadır. Hatta cezalandırılıp düşkün olabilir (toplum dışı bırakılabilir). Kişi, hatalar, fenalıklar yapmamış, kimseyi kırmamışsa ve kuralları yerine getirmişse, Pîr’in ve orada bulunan yol erenlerinin izniyle görülmüş ve ikrar tazelemiş olur. Buna Görgü cemide denir.

Asıl amacı insan-ı kâmil olmak olan Alevi-Bektaşinin en korktuğu şeylerin başında hamlık yapmak gelir. Örneğin diline hâkim olamayıp da bir can kıran birisi hamlık yapmış demektir. Hamlık da kişiyi yolundan alıkoyar. Eskiden sorunlarını görgü cemlerinde kendi içinde çözen/çözebilen Alevi-Bektaşi toplumu içinde dâra çekilmek (Farsça sözcük olarak a’sı uzundur ve “ağaç gövdesi” anlamına gelir; Türkçedeki darağacı sözcüğündeki dar işte bu dâr olup Alevilikte de kullanılır), sitem görmek, gerekirse düşkün ilân edilmek doğal olarak büyük önem taşıyordu. Alevilikte temel ilkelere karşı gelenler hata yapmış olurlar ve bunun bedelini öderler. Verilecek en hafif ceza sitemdir. En ağır ceza ise düşkünlüktür.

10- Miraç ve Cemde Miraçlama

Miraç, sözcük olarak "merdiven" demektir. İslam'da Muhammed Peygamberin Tanrı katına çıktığı gece anlamına gelir. İslam inançlarına göre Muhammed Tanrı ile görüşmek üzere 619 yılının Recep ayının 27. günü göğe çıkar. Bu yüzden o günün gecesi Miraç kandilidir. Bu olayı doğrudan Muhammed kendisi anlatmıştır. Müslümanların bir bölümü bu olayın doğrudan olduğuna, bir bölümü de düşte olduğuna inanırlar. Bu inanca göre Tanrının kendisini çağırdığını Peygambere dört büyük melekten Cebrail bildirir. Peygamber ir anlatıma göre Cebrail'in atı Burak ya da Refref'le yola çıkar. Kimi anlatımlara göre Muhammed göğe atla değil de Cebrail'in kanadında çıkar. Tanrı göğün son katı sayılan yedinci katındadır. Muhammed Tanrıya iki yay boyu kalıncaya dek yaklaşır. Onunla konuşur. Bu olaya "Mirac-ün-nebevî" (Peygamberin göğe çıkışı) denir. Hıristiyan inançlarında da bunun bir benzeri vardır. İsa'nın çarmıha gerildikten sonra göğe çıktığına inanılır. Birkaç söylencenin Aleviler arasında önemli bir yeri vardır. Bu söylencelerden birine göre Tanrı ile Muhammed arasında yalnız bir perde kalır. Muhammed Tanrı'nın yüzünü görmek ister. Muhammed'in üstelemesi üzerine Tanrı buna izin verir. Muhammed aradaki perdeyi kaldırdığında karşısında Ali'yi görür. Bu inanca göre Tanrı Ali'nin görünümünde Muhammed'e gözükmeyi yeğler. Muhammed Tanrı ile başbaşa olmasına karşın konuşulan doksanbin sözden altmış bini Ali'de kalır. Bu da Ali ile Tanrının birlikte olması gibi bir inancı gösterir.

Tasavvuf felsefesine göre Tanrıya duyulan büyük sevgi insanı bu düzeye ulaştırabilir. Tasavvufta Mir’aç Hakka yolculuktur. Madde âleminden mana âlemine geçiştir. Diğer bir deyimle de YOL’a giriştir.

Hz. Muhammet'in, kendi aklıyla bâtının ayrımına varması; bâtının ayrımına varacak biçimde bir “düşünsel yolculuğa” çıkması ve mürşit aşamasına ulaşması kendi aklının sonuçlarına kavuşacak biçimde seyahat etmesidir.

Bir sufinin, ham evrahlıktan kâmil insan durumuna gelmesinin kanıtı anlamında bir “iç yolculuk” yaparak “Enel Hak” noktasına çıkması sufi miraçıdır.

Bir talibin miracı ise eğitim sürecine girerek eğitilmesine koşut bir makamdan diğer makama yükselmesidir. Cemde de miraçlamadan sonra yapılan semahta sembolik olarak Cemdeki canların miraçıdır.

11- Kırklar Cemi

Aleviliğin yapıcı mitolojilerinden en önemlisidir. Alevi dinsel eğitiminin özü ve bütün Cem erkânlarının temelidir. “Buyruk”un "Kırkların Cemi" adlı bölümü İzmir Yazması (s. 7) ile Maraş yazmasında ki bölümün (s. 155-161) birleştirilmesiyle tamamlanmış metin şöyledir:

KIRKLARIN CEMİ

Hz. Muhammed bir sabah erken miraca gidiyordu. Ansızın yoluna bir aslan çıktı. Aslan üzerine kükremeye başladı. Muhammed ne yapacağını şaşırdı. Birden bir ses duydu: "Ey Muhammed, yüzüğünü aslanın ağzına ver!" Muhammed söylenileni yaptı. Yüzüğünü aslanın ağzına verdi. Aslan nişanı alınca sakinleşti. Muhammed yoluna devam etti. Göğün en yüksek katına erişti. Orda dostuna kavuştu. Onunla doksan bin söz konuştu. Bunun otuz bini şeriat üzerine idi, inananlara indi. Kalan altmış bini ise Ali'de sırroldu. Cennette Hz. Muhammed'e bal, süt ve elmadan oluşan bir yemek geldi. Bunlar özellikle seçilmiş yiyeceklerdi. İnsan için sütün yüz yararı, balın yüz yararı vardı. Elma da katılınca bu üç yiyeceğin binbir yararı bulunuyordu. Balın peteği insanın mayası, sütün memesi ana rahmi, elmanın kabuğu derisi sayılırdı. Tanrı, süte sevgiyi, bala aşkı, elmaya dostluğu bağışladı. Üçünü de cennet ürünü olarak insanlara yolladı. Muhammed miraçtan dönerken şehirde bir kubbe gördü. Bu kubbe ilgisini çekti. Yürüyüp onun kapısına vardı. İçerde birileri sohbet ediyordu. Hz. Muhammed içeri girmek için kapıyı vurdu. İçerden bir ses geldi: "Kimsin, ne için geldin?" diye sordu. Hz. Muhammed: "Ben peygamberim. Açın içeri gireyim. Erenlerin güzel yüzlerini göreyim!" diye karşılık verdi. İçerden: "Bizim aramıza peygamber sığmaz. Var peygamberliğini ümmetine yap" dediler. Bunun üzerine Muhammed kapıdan çekildi. Tam gideceği sırada tanrıdan bir ses geldi. "Ey Muhammed o kapıya var" buyurdu. Tanrı'nın bu buyruğu üzerine Muhammed yeniden o kapıya varıp kapıyı çaldı. İçerden: "Kim o? diye sordular. Hz. Muhammed: "Ben peygamberim. Açın içeri gireyim mübarek yüzlerinizi göreyim" dedi. İçerden: "Bizim aramıza peygamber sığmaz, ayrıca bize peygamber gerekli değil" dediler. Tanrı'nın elçisi bu sözler üzerine geri döndü. Oradan uzaklaşacağı sırada Tanrı yeniden buyurdu: "Ey Muhammed, geri dön. Nereye gidiyorsun? Var o kapıyı arala" buyurdu. Tanrı'nın elçisi yine o kapıya vardı. Kapının tokmağını çaldı. İçerden: "Kimsin?" diye ses geldiğinde: "Yoktan var olmuş bir yoksul oğluyum. Sizi görmeye geldim. İçeri girmeme izin var mı? diye karşılık verdi. Yeniden geri dönüp geldiğini bildirmedi. O anda kapı açıldı. İçerdekiler: "Merhaba, hoş gelip uğur getirdin; gelişin kutlu olsun ey kapılar açarı!" diye karşılayarak içeri çağırdılar. O mecliste Kırklar oturmuş aralarında söyleşiyorlardı. Peygamber hazretleri: "Kutsal kapı, hayırlar kapısı açıldı. Bismillahirrahmanirrahim" diyerek önce sağ ayağını içeri atıp o kapıdan içeri girdi. İçeride otuzdokuz inanmış can oturuyordu. Muhammed bakınca bunların yirmi ikisinin er onyedisinin bacı olduğunu gördü. "Muhammed peygamber geldi" diye gaipten bir ses geldi. Muhammed'in içeri girmesi için inananlar ayağa kalktılar. Tümü ona yer gösterdi. Hz.Ali de o mecliste idi. Hz.Muhammed, Hz.Ali'nin yanına oturdu. Ama onun Hz. Ali olduğunu anlamadı.

Hz.Muhammed'in aklında birtakım sorular belirdi. "Bunlar kimler? Tümü aynı düzeyde. Büyükleri hangisi, küçükleri hangisi?" diye düşündü. Soru sormayı gereksiz görüyordu. Ama dayanamadı: "Sizler kimlersiniz? Size kim derler?" diye sordu. İçerdekiler: "Biz Kırklarız" diye karşılık verdiler. Hz.Muhammed: "Peki, sizin ulunuz kim, küçüğünüz kim, ben anlayamadım." dedi. Kırklar: "Bizim ulumuz da uludur. Küçüğümüz de uludur. Bizim kırkımız birdir, birimiz kırktır" diye karşılık verdiler. Hz. Muhammed: "Ama biriniz eksik, o biriniz ne oldu" diye sordu. Kırklar: "O birimiz Selman'dır. Taşraya çıktı. Pars'a gitti. Ama niçin Sordun? Selman da burda. Onu aramızda say" dediler. Hz.Muhammed, Kırklar'dan bunu göstermelerini istedi. O zaman Hz.Ali kutsal kolunu uzattı. Kırklar'dan biri "destur" diyerek Hz.Ali'nin koluna bıçak vurdu. Hz. Ali'nin kolundan kan akmaya başladı. Bu sırada tüm Kırklar'ın bileğinden kan akıyordu. O anda pencereden bir damla kan girip ortaya damladı. Bu kan, taşrada bulunan Selman'ın kolunun kanıydı. Sonra Kırklar'dan biri Hz. Ali'nin kolunu bağladı. Öbür Kırklar'ın da tümünün kanı durdu. O sırada Pars'tan Selman-ı Farisi'nin geldiğini gördüler. Selman bir üzüm tanesi getirdi. Kırklar bu üzümü getirip Hz.Muhammed'in önüne koydular: "Ey yoksullar hizmetkârı, bir hizmet et de bu üzüm tanesini bize paylaştır" dediler. Hz.Muhammed duruma baktı. "Bunlar kırk kişi, üzüm tanesi bir tane. Ben bu üzümü nasıl böleyim?" diye düşünceye daldı. O anda Tanrı Cebrail'e: "Sevgilim (Muhammed) zorda kaldı. Tez yetiş cennetten bir nur tabak al, ilet. O üzümü bu tabak içinde ezip şerbet eylesin. Kırklar'a verip içirsin" diye buyurdu. Cebrail cennetten nurdan yapılmış bir tabak alıp Tanrı'nın elçisinin karşısına geldi. Tanrı'nın selamını ileterek o tabağı Muhammed'in önüne koydu. "Şerbet eyle, ey Muhammed" dedi. O sırada Kırklar, Hz.Muhammed üzümü ne yapacak, diye seyrediyorlardı. Birden Hz.Muhammed'in önünde nurdan tabağın belirdiğini gördüler. Tabak güneş gibi ışık veriyordu. Hz.Muhammed tabağın içine bir damla su koydu. Sonra parmağı ile o üzüm tanesini nurdan tabak içinde ezip şerbet eyledi. Tabağı Kırklar'ın önüne koydu. Kırklar o şerbetten içtiler. Tümü ilk yaratılıştaki gibi sarhoş oldular. Oturdukları yerden ayağa kalktılar. Bir kez ya Allah diyerek el ele verdiler. Üryan büryan semaha girdiler. Muhammed de bunlarla birlikte semaha girdi. Kırklar'ın semahı ilahi bir nur içinde sürdü. Semah ederken Hz.Muhammed'in başından mübarek imamesi düştü. İmame kırk parça oldu. Kırklar'ın her biri bir parçasını aldı. O parçayı etek yapıp kuşandılar.

(NOT 1: Maraş Yazmasında (s. 150) konu burada biter ve Hz.Muhammed evine döner. İzmir Yazmasının "Hakkın Sırrı Hakikat" bölümü buranın devamıdır (s. 9).)

Hz.Muhammed bunlara pirlerini ve rehberlerini sordu. Kırklar: "Pirimiz, Şahımerdan Ali'dir, kuşkusuz, tartışmasız ve rehberimiz, Cebrail Aleyhisselamdır" dediler.

Bunun üzerine Hz.Muhammed, Hz.Ali'nin orda olduğunu anladı. Hz.Ali, Hz.Muhammed'in yanına doğru yürüdü. Hz.Muhammed, Hz.Ali'nin geldiğini görünce saygı ve sevgi ile eğilerek Hz.Ali'ye yer gösterdi. Kırklar da Hz.Muhammed'e katılarak, Hz.Ali karşısında saygı ile eğilerek yol açıp yer gösterdiler. Bu sırada Hz.Muhammed, Hz.Ali'nin parmağında nişan-ı mührü gördü.

(NOT 2: İzmir Yazması (s.9), Maraş yazması (s.159) ve Aleviler arasında anlatılanlar biraz değişiktir: “Muhammed evine döndükten sonra Hz. Ali gelir ve Muhammed'in aslanın ağzına verdiği yüzüğünü önüne kor”.

12- Rıza

“Rıza” kişinin Yol ile hoşnutluk kurması olarak algılanan kendi özgür iradesiyle davranma durumudur. Rıza önce kişinin kendisi ile rızalığı, kendi kendini ölçmesi ve kendini yargılamasıdır. Sonra kişinin toplumla rızası “eline-diline-beline” sahip olmasıyla, “edep”le gerçekleşir. Sonunda kişi Yol’a baskı ve zorlama olmadan girer ve Yol gereklerini severek, inanarak yerine getirir. Yol’da rıza olursa, toplumda rıza olur. Toplumda rıza olursa kişinin kendi özüyle rızası gerçekleşir. Böylece her alevi cem öncesi sorgulanarak ya da rızalaşma erkânından geçerek kendisiyle, cemaatle ya da yolla rızası gerçekleşmiş ve “El ele, el Hakk’a” ulaşmış olur.

Kırk makamın hizmetini bırakıp rızasız kendi başına iş yapmak ikrardan dönmek olarak algılanır. Bu nedenle Yol, aynı zamanda, inancta bir rıza kapısı olarak kabul edilir.

Buyruk’ta “Rızaya Teslim” bölümünde üç türlü rızayı şöyle belirler:

Rıza üç türlüdür. Birincisi kişinin kendisi ile rızasıdır. İkincisi toplumla rızasıdır. Üçüncüsü kişinin tarikatla rızasıdır.

Kendi, kendi ile rıza, sofunun pir önünde, başı secdede iken kendi kendini ölçmesi, kendi kendini yargılamasıdır. Kendi özü ile yüzlesmesidir. Hiç kimsenin tanıklığı, şikayeti olmaksızın kendi özünü yargılamasıdır. Ve de kendi suçunu kendi gözü ile görmesidir. Yer yüzü bir uğraş alanı, secde bir aynadır .Sofu ayna içinde kendini görecektir. Orda kendisiyle başbaşa kalacaktır. Kendini elle verebilecektir. İşte o zaman sofu insan evresine çıkmıştır. Bir kelebek bir yumurta bırakır. O yumurta pişmanlık yaprağı ile beslenir. Tövbe ipliği ile kozasını örmeye başlar. Ve erdem ipeğini yaratır. Kendini o ipekten hücrede tutsak eder. Aylarca, yıllarca yalnızlık köşesinde kendisi ile hesaplaşır. Pir önünde secdeye durmak, Tanrı katında secdeye durmaktır. Tanrı herşeyi görücü ve bilicidir. Bu dünyada piri kandırmak olasıdır. Ama Tanrı'yı kandırmak olası değildir.İşte kişinin kendi kendisi ile rızası kendi özü ile yüzleşmesidir. Seçenek kişinin yine kendisine bırakılmıştır.

İkincisi kişinin toplumla rızasıdır. Bu, kişinin içinde bulunduğu toplumdan, toplumun kişiden rızasıdır. Bunun kuralları bellidir. Yolumuzda kişinin eline, diline, beline sahip olması gerekir. Bu üç mühür kişiyi kötülükten uzak tutar. Bir sofu bunlara gem vurmazsa sofu olamaz. Kendini bulamaz. Toplum ondan, o toplumdan razı olamaz.

Üçüncü rıza kişinin tarikatle rızasıdır. Yolumuza giren can, rıza ile girer. Hiç bir zorlama, hiç bir baskı söz konusu değildir. Yolumuza rıza ile giren canın yolumuzun gereklerini inanarak, severek, rıza ile yerine getirmesi gerekir. Yolumuza giriş musahiplikle başlar. Musahiplik olmak demek malı mala,canı cana katmak gerek demektir. Rızalık olayını en küçük çerçeve içinde başlatmak demektir. Bu nedenle İmam Cafer Sadık Hazretleri ''ister pir olsun, isret talip olsun bütün tarikat ehlinin her an rıza ile iş yapması gerekir. Kendi aralarında rıza oluşturmaları gerekir. Ve rızadan dönmemeleri gerekir. Kendi aralarında rıza oluşturmaları gerekir. Ve rızadan dönmemeleri gerekir.'' buyurmuştur. Tarikatta rıza musahiplikle başlar. Musahipler arasında gerçek anlamda rıza olursa tarikatta rıza olur. Tarikatta rıza olursa toplumda rıza olur. Toplumda rıza olursa kişinin özünde rıza olur. Böylece üç rıza birleşmiş olur. El ele, el Hakka ulaşır.

(...)

Pir, halife, musahip, talip tümü Muhammed Ali'nin yoluna rıza ile ikrar verip iradet getirmiş kimselerdir. Bunların birbirlerine teslim olmamaları, dört kapıya teslim olmamaları, mürebbi ve musahibi tanımamaları yezitliktir. Böylelerinin yüzleri karadır. (...) İmam Cafer Sadık Hazretleri buyururlarki: ''İkrar verip talip olmuş mürebbi ve musahibe ermiş, Muhammed-Ali'nin yoluna girmiş, erkana boyun eğmiş mümin müslim bacı kardeş rızasız iş işlemesin, ki rızaları geçerli olsun.Çunki rızasız iş olmaz. Yol ve erkan ulu Tanrı'nın evidir. Rızasızlık ulu tanrı'nın yasağıdır. Ondan sakınmak ve ondan korunmak gerek.

Muhammed-Ali'nin yolu ulu Tanrı'nın nurudur. O yolda mümin müslim rızasız lokma yese ya da yedirse şeriatta asi olur. Tarikat, marifet ve hakikatte dönek olur. Yüzü karadır. Yol uğursuzdur. Onun lokması çiğdir, haramdır. Haram yiyen ise yezittir. Onun erkanı yolu yoktur. Mümin müslim kesinlikle ondan sakınmalıdır. Onunla iş yapılmaz Ona Hak lokması yedirilmez. Onun pişirdikleri yenmez, haramdır.

(...)

Ve bir de mürebbi ve musahip olanlar (için) de böyle gerekir ki, evliyanın ayin-i erkânı ve mürşidin sır nefesi yerini ala. Birbirinin yurduna oturup ondan sonra malı bırakma, canı bırakma, dünyayı bırakma, kötü işleri bırakma va havayı bırakma... Bunları bırakıp teslim-i rızayı kabul edip, rıza kapısında olmazlar, erkân-ı tarikat, erkân-ı marifet, erkan-ı hakikat ile rıza gösterip teslim olmazlarsa ister pir, ister talip (olsunlar) ikrarları caiz olmaz!

Rıza Şehri ideali uygulamaları tamamen gönüllülük esasına göre sağlanmıştır. Kişinin Rıza Şehrine girmesi için herhangi bir zorlama olmadığı gibi, girmeyenler için bir dışlama da söz konusu değildir. Ancak Rıza Şehrinin hoşgörü, paylaşım ve sevgi kurallarının o şehre dahil olan insanlar tarafından ihlal edilmemeleri için kişi veya guruplar sorumlulukları konusunda bilgilendirilirler.

- Rıza Şehrinde yaşayanlar Dış Kapılar Kilitlemezler.

- Rıza Şehrinde Şiddet yoktur.

- Rıza Şehrinde Mutluluk ve Acılar paylaştırılır.

- Rıza Şehrinde Zorlama yoktur.

- Rıza Şehrinde Yalan, dolan, fesat, kin, nefret ve iftira yoktur.

- Rıza Şehrinde insanlar eşit statüdedirler, kimsenin üstünlüğü ve önceliği yoktur.

- Rıza Şehrinde her şey Rızalık ile olur, Rızalık ile sağlanır.

- Rıza şehri tasa ve kıvançta birleşen insanların şehridir. Rıza şehrine yoksullar

doyurulur, çıplaklar giydirilir, yüzler güldürülür.

- Rıza Şehri, Rızalığa Razı olanların şehridir.

- Rıza şehri Aleviliğin idealidir.

13- Rıza Şehri

Buyruk’ta “Rızaya Teslim” bölümünce Alevi yaşamının hedefi olan Rıza Şehri mitolojisi şöyle anlatılır:

RIZAYA TESLİM

Bir zamanlar bir sofu dünyayı gezmeye çıktı. Bir gün yolu bir şehere düştü.

Bu şehir şimdiye dek gördüğü şehirlere benzemiyordu. Sabah saatinde herkes işine gücüne gidiyor, sessizlik içinde yaşam sürüyordu. Şehrin alışılmamış bir düzeni vardı. Sofu şehrin bu düzenini şaşa kaldı.Öyle ki birisine yaklaşıp bir soru sormaya cesaret edemedi. Karnı acıkmıştı. Şehri gezerken bir fırın gördü. Ekmek almak için içeri girdi. Fırıncıya para uzatarak ekmek istedi. Ama fırıncı hayretle paraya baktı:

Bu ne bu? Biz bunu kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik Anlaşılan sen rıza şehrinden değilsin, Dünyalı olmalısın dedi.

Sofu;

Evet bu şehirden değilim” diye karşılık verdi.

Fırıncı:

''Hele belli oluyor. Dur,öyleyse seni görevlilere teslim edeyim.Onlar seninle ilgilenirler.Bizim şehrimizde para pul geçmez'' dedi.

Fırıncı bu Sofuyu görevlilere teslim etti. Görevliler önce kendi aralarında bu sofuyu ne yapacaklarını tartıştılar. İçlerinden biri :

''Meclise götürelim, ulular karar versin''dedi.

Öbürleri de bu görüşe katıldılar. Bunun üzerine tümü meclisin yolunu tuttu. Yol boyu sofu düşünüyordu.İçinden ''Paranın geçmediği bir şehir.Görevliler, ulular meclisi,şimdi de büyük ne görkemli yerdir gör ne ulular meclisi''diye kurdu.Neyse bir süre yürüdükten sonra divana vardılar.Ama sofu bu şaşa kaldı. Çünki divan denen bu meclis hiç de düşündüğü gibi büyük ve göz kamaştırıcı değildi. Düşündüğünün tam karşıtıydı. Bir sessiz köşede küçük bir yapı idi.Yerlere basit kilimler serilmişti.Ak sakallı ulular bağdaş kurmuş kentin sorunlarını görüşüyorlardı. Görevliler uluları selamladıktan sonra:

''Bu dünyalı şehrimize girmiş. Acıkmış, ekmek almak için bir fırına girmiş. Fırıncıya para vermeye kalkmış. Bunun üzerine fırıncı farkına varıp bize teslim etti.Ne yapalım diye sordular.

Ulular:'

'Bunu neden buraya getirdiniz? Törelerimizi biliyorsunuz. Konakta bir odaya yerleştirin, aşevine götürün gerekeni yapın!''diye buyurdular.

Bunun üzerine görevliler sofu ile birlikte geri döndüler..Önce bir aş evine götürdüler. Karnını doyurdular. Sonra kentin konukları için yapılmış konağa götürüdüler. Bir odaya yerleştirdiler. Sofuya kentte ne yapması, nasıl yaşaması gerektiğini anlattılar.

''Burada para pul geçmez. Burası Rıza şehridir. Rızalıkla her istediğini alır, her istediğini yaparsın''dediler, yeterki rızalıok olsun''bunu unutma'' diye uyardıl.

Sofu konağa yerleşti, gezip dolaştı. Rahatı yerindeydi. İstediği yerde yiyip içiyordu. Hiç kimse ''Ne arıyorsun?''diye sormuyordu. Bir kaç gün sonra eşyalarını topladı. Şehirden ayrılıp yola koyulmak istedi. Ama görevlileri karşısında buldu. Görevliler:'

'Gidemezsin dediler. Bu şehir rıza şehridir. adı üstünde, sen buraya rızan ile geldin. Bizde sana yiyecek verdik,yatacak yer sağladık. Bu şehirde kaldığın sürece bizden razı kaldın mı?

Sofu:''

Kuşkusuz razı kaldım, sağ olun!''diye karşılık verdi.

Görevliler:''

Şimdi de bizim de senden razı kalmamız gerek. Bu yiyip, içip, yattığın günler için çalışmalısın.

Sofu:

O ki töreniz böyle çalışayım” diye kabul etti.

Görevliler sofuya yapabileceği bir iş verdiler. Konakladığı odadan alıp daha büyük bir eve yerleştirdiler. Artık o da Rıza şehrinden bir adam olmuştu. Her sabah işine gidiyor, akşama dek çalışıp evine dönüyordu. Yavaş yavaş dost, arkadaş edinme çabasına girişti. Ama her kiminle konuşmaya başlasa ilk sorulan ''Sen dünyalı mısın?'' oluyordu. Bu şehrin insanları kavga, çekememezlik, kendini beğenmişlik gibi tüm kötülüklerden arınmışlardı. Böylece gün geçti ay geçti. Sofu şehri iyiden iyiye sever oldu. Dünyayı gezme düşüncesinden vazgeçti. Bu şehirde kalmaya karar verdi. Ama hala yalnızdı.Bir gün yakın bulduğu bir arkadaşına açıldı:

''Sizin bu şehirde nasıl evlenilir, ne yapılır?'' diye sordu.

Arkadaşı:

'Şehrin ortasındaki bahçe var ya, işte orda her cuma günü tanışmak dost edinmek isteyenler toplanır. Gençler gelirler. Herkes orda beğendiği anlaştığı biriyle evlenme yolunu arar. Orda tanışırlar. Anlaşırlarsa evlenirler.'' dedi.

Sofu cuma günü söylenilen bahçeye gitti. Kocaman bahçe tıklım tıklım doluydu. Türlü giysiler içinde genç kızlar dolaşıyorlardı. Genç kızlar,oğlanlar sohbet ediyorlardı. Birbirini beğenip anlaşanlar uzaklaşıyorlardı. Anlaşamayanlar ayrılıp başkasına yaklaşıyorlardı. Sofu olup bitenleri bir süre hayranlıkla izledi. Sonra kanın kaynadığı bir kıza yaklaştı. Ama o bacının ilk sorusu:

''Sen dünyalımısın'' oldu.

''Evet, dünyalıyım ne olacak?'' diye karşılık verdi.

Bacı: “Davranışalrından hemen belli oluyor. Ama alınma zararı yok. O ki beni kendine eş seçmek istiyorsun, bu konuda ben sana yardımcı olurum, davranışlarını düzeltirsin'' dedi.

Bacı ile sofu anlaşmaya niyet ettiler. İşten artan boş zamanlarında buluşup konuşuyorlardı. Sofu bir keresinde bacı ile konuşmaya giderken yolun kıyısında kocaman bir nar bahçesi gördü. Bahçenin ne duvarı, ne bekçisi, ne korucusu vardı. Hemen bahçeye daldı. Kimse görmeden bahçeden bir kaç nar kopardı. Yakalanırım korkusu ile ivedi davranıp ağacın bir kaç dalını kırdı. Ama ne kimse geldi, ne de sordu. Sofu narları toplayıp bacı ile buluşacakları yere gitti. Henüz bacı gelmemişti. Narları bir tabağa koydu.Masanın üzerine yerleştirdi.Bacının gelmesini gelmedi. Nitekim bir süre sonra bacı geldi. Ne var ki narları görmesine karşın hiç ilgilenmedi. Oysa sofu bacının narları görüp ilgilenmesini, sevinmesini bekliyordu. Bacı her zamanki gibi yerine oturdu. O zaman sofu dayanamadı. Bacıya narları gösterdi.

Bacı:

Bunları nerden aldın? diye sordu

Sofu narları nerden kopardığını söyledi. Bunun üzerine bacı

''Beni düşündüğün için sağol. ama o bahçenin yerini, varlığını ben de biliyorum. Canım isteseydi gidip ben de alabilirdim. Şimdi benim canım istemiyor. Bu narlar burda boşuna çürüyecek. Başkalarının hakkını boşuna çürütmüş olacağız. Gelirken öğrendim. Narları koparırken bahçeye de zarar vermişsin. Oysa daha dikkatli davranıp bahçeye zarar vermeyebilirdin....Burda kimse senden bir şey kaçırmıyor ki...Bunca senedir rıza şehrinde yaşıyorsun.Bu şehirde rızalıkla her şeyin serbest olduğunu bilmeliydin.Şimdi anlıyorum,sen bu şehre ayak uyduramayacaksın.

Bunları söyledikten sonra bacı sofuyu bırakıp gitti. Görevlilere söylemiş olacak ki, görevliler sofunun yaptıklarını divana bildirdiler. Divan sofunun durumunu tartıştı. Sonunda sofunun Rıza şehrine uyamayacağına karar verildi. Bunun üzerine görevliler Dünyalı sofuyu şehirden attılar.

Şimdi bu olay kulağımıza küpe ola!

14- Salât/Namaz, Oruç, Haç ve Zekat

Bir Alevi İslamın temelleri olarak kabul edilen Salât/Namaz, Oruç, Haç ve Zekat’ı sünnilerden değişik şekilde algılarlar:

Salât/Namaz : Zaman, mekan ve vakite bağlı kalınmaksızın Tanrı’yı sürekli anmaktır. Her an Tanrı’yı gönlünde taşıma, bu yolla sürekli namazda olma. İnançta gönül hem Tanrı’nın evi hem de tanrısal olana ulaşma amacı olan gönül bilgisinin, sezgisel aklın birikmiş biçimidir. Yani Tanrı’yı kendi gönül evinde konuk etmek O’nunla söyleşmek, namaz anlamında asıl ibadet olarak algılanır. Namazdan maksat arınmaktır ve kötülüğü terk etmektir.

- Oruç: Gerçek müminin orucu senede 365 gündür. O kişi yaşamı boyunca halk için çalışır paylaşımcıdır. Komşusu aç iken o tok gezemez. İnsanlar sefalette iken o saltanatta olmaz. O gerçek mümindir ki sadece nefsini değil yani midesini değil, bütün uzuvlarını harama karşı bağlı tutar.

- Hac’a Gitmek: Batıni hac yoksulları yetimleri doyurup giydirmek insanların gönlünü kazanmak ve gönüle girmektir. İnançta gönül Tanrı’nın evidir. Her emek verilerek yaşanılarak elde edilen gönül bilgisinin (sezgisel) aklın birikmiş biçimidir. Gönülde Tanrı konuktur bilgi ağırlayandır. Bilgiyle gönül evinde Tanrı’yı ağırlama ve onun hizmetinde bulunma hac olarak algılanır.

Hararet nardadır saçta değildir

Keramet baştadır taçda değildir

Her ne ararsan kendinde ara

Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değil.

Hacı Bektaş Veli

- Zekat vermek: Batınî olarak Tarikat yolunda tanrı katına ulaşmak için kendi varlığından vazgeçme. Kendi varlığından vazgeçerek kendini temizleme. Yani kendi varlığından vazgeçme, birey olarak dünyasal isteklerine sırt çevrime anlamını taşır. Amaçlanana ulaşabilmek için kimi doğal gereksinmelerini karşılamada perhizli olma, felsefede doğal olandan sapma değil, doğal olana karşı durmayı bir eğitim aracı olarak kullanmadır. Kendi bilgisinden diğer insanları yaralandırma, bu yolla kendini temizleme. Kendindekini bir başkasına katkıda bulunmadır.

15- İnsan

Alevilikte insanın kutsallığı Kur’an’da Sâd suresinde ifade edilmiştir:

71. Hani, Rabbin meleklere şöyle demişti: “Muhakkak ben çamurdan bir insan yaratacağım.”

72. “Onu şekillendirip içine ruhumdan üflediğim zaman onun için saygı ile eğilin.”

73. Derken bütün melekler topluca saygı ile eğildiler.

(Kur’an Diyanet Meali 2011)

Alevilik bütün insanların ruhunun Tanrı’dan gelmiş olduğuna ve sonunda O’na döneceği görüşünü kabul eder. İnsan, hayvan ve doğa gibi bir yaratılandır. Ancak ruhunu Tanrı’dan almakla kalmamış ilaveten Yaradanı bilmeye ve onu yarattıklarında tanımaya sağlayan akılla donanmıştır. Bütün insanlarda kutsal bir güç (Nur-i Kadim, Zat-ı Mutlak) bulunur. Bu nedenle Hakk insanda tecelli eder.

İnsan, Tanrı'ya en yakın, seçkin bir varlıktır. İnsan beden (ten) ve öz (ruh) denen iki unsurdan oluşmuştur. Beden ölümlü olan, toprak, hava, ateş, su gibi dört unsurdan meydana gelen ve yok olacak geçici varlıktır. Öz (ruh) ise ölümsüzdür ve Tanrı'nın bütün niteliklerini taşımaktadır. Tanrı'dan gelen insan yine Tanrı'ya dönecektir. Ancak bu dönüş bazı aşamalardan geçmekle olur. Bunun için gönül bilgisi edinmek, olgunlaşmak ve aydınlanmak gerekir.

Bilgi, insanın gönlünde Tanrı'nın bir "nûr" (ışık) olarak belirmesidir. Olgunlaşma, insanın geçici varlıklardan kendini sıyırıp, kalıcı özlere yönelmeyi başarmasıdır. Buna, insanın Tanrı'ya varan yol üzerinde ilerlemesi de denir. Bu ilerleme bir yükseliştir. Az olgunluktan, olgunluğa, en olguna, bir başka deyişle Tanrı'ya ulaşma demektir. Yükseliş iki türlüdür. Biri kendini bütün geçici varlıklardan sıyırmakla, içine kapanarak, dünyadan el etek çekmekle, kendini derin düşüncelere vermekle olur. İkincisi, bilgi edinmekledir. İnsan için bilgi, doğru yola, Tanrı'ya, ölümsüz olana, aydınlanmaya (nûr'a) varmayı sağlayan bir yol göstericidir. İnsan Tanrı'ya yükselirken birçok manevî basamaklardan geçer. Bir yükseliş niteliği taşıyan bu "geçiş" evrenin değişik katlarını aşmak anlamına gelir. Son kat aydınlanmaya (nûr'a) varır. İnsan bu aydınlanmayı özünde yansıtır.

Tasavvufî eğitim süreci (sülûk), esfâr-ı erbâa (dört sefer, dört yolculuk) adı verilen dört aşamada tamamlanır. Bu aşamalar:

- Seyrîlallah (Allah'a yolculuk),, Allah'a doğru yapılan yolculuktur. Bu yolculukla Allah dışındaki varlıklarla bağlar kesilir, Hakk'a yönelinir.

- Seyrî fillah (Allah'ta yolculuk), çokluklar (kesret) dünyasının ötesindeki birliğe, vahdete ulaşmak çabasıdır. Sûfî bu yolculukta Allah'ın vasıfları ile vasıflanır, ahlâkı ile ahlâklanır.

- Seyımaallah (Allah ile yolculuk)Seyımaallah, zâhir ve bâtın ikiliğinden kurtulmaya yönelik yolculuktur. Bu yolculukla mutasavvıf bütün bağlardan kurtularak Cem' ve Ahadiyet makamına yükselir.

- Seyr-anillah (Allah'tan yolculuk) , Hakk'tan halka dönmektir. Bekâ makamı da denilen bu son aşamada sûfı vahdet-i kesret, kesret-i vahdet şeklinde görür ve insanları irşâd etme yetkisi kazanır.

Mutasavvıf ilk iki yolculukla velilik makamına, son iki yolculukla da mürşidlik makamına ulaşır.

Tasavvufi eğitim süreci içinde mutasavvıf nefsini arındırarak Kur'an'da anılan nefs makamlarına yükselir. Buna göre başlangıç halindeki nefs Nefs-i Emmâre'dir (kötülüğe sürükleyen nefs, Yusuf, 12/53):

53. “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” dedi.

Belli bir eğitim ve arınmadan sonra sûfi ikinci mertebe olan Nefs-i Levvâme (kendini kınayan nefs, Kıyamet, 75/2) makamına-yükselir.

2. (Kusurlarından dolayı kendini) kınayan nefse de yemin ederim (ki diriltilip hesaba çekileceksiniz).

Daha sonra sırasıyla Nefs-i Mülhime (ilham ve keşfe mazhar olan nefs, Şems, 91/7):

7, 8, 9. Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.

Nefs-i Mutmainne (tatmine kavuşmuş, huzur bulmuş nefs, Fecr, 89/27)

27. (Allah, şöyle der:) “Ey huzur içinde olan nefis!”

Nefs-i Raziye (razı olan nefs, Fecr, 89/28):

28. “Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!”

Nefs-i Marziye (Allah'ın kendisinden razı olduğu nefs, Fecr, 89/28) makamlarına yükselir:

28. “Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!”

Bütün bu aşamalardan sonra sûfî son mertebeye, Nefs-i Kâmile (kemâle ermiş, bütünüyle arınmış nefs) mertebesine yükselir.

Sülûkü boyunca, sâlik kendisine ehl-i hâl denilmesine sebeb olan çeşitli hallere maruz kalır. Bu haller, kişinin irade ve kasdı olmaksızın kalbe gelen duygu ve anlamlardır. Hallere, kendiliğinden gelen anlamında vârid (çoğulu vâridât) denilir. Haller Allah vergisidir, sâlikin çabası, isteği ile bir ilgisi yoktur. Fakat sâlik çalışmadıkça hallerin gelmesi de düşünülemez. Salik iyi ve güzel ameller işledikçe, nefsini arındırdıkça Allah da bir bağış olarak halleri gönderir. Haller sürekli ve kalıcı değil, değişken ve kısa sürelidir. Fakat sûfî ibadet ve mücahedesiyle hallerin kendisinde yerleşmesini, kökleşmesini sağlayabilir. Sâlikte yerlesen. böylece süreklilik kazanan haller makam adını alır. Bu nedenle hâlin vehbi olmasına karşılık makamın kesbî olduğu kabul edilir. Sâlikin ruhsal yükselişinde önemli etkileri olan haller genellikle zıt anlamları dile getiren ikili gruplar halinde ifade edilir. Bunların başlıcaları Havf (Korku) ve Uns (Neşe), Kurb (Yakınlık) ve Bu'd (Uzaklık), Gaybet (Kendinden geçme) ve Huzur (Kendine gelme), Mahv (Kötü niteliklerin yok olması) ve İsbat (İyi niteliklerin ortaya çıkması), Sahv (Uyanıklık) ve Sekr (Sarhoşluk), Setr (Perdelenme) ve Tecelli (Açılma, Keşf), Hayret (Şaşkınlık) ve Temkin'dir (Kararlılık).

Mutasavvıflara göre, dini hakikatler hakkındaki bilgiler hallere dayanır. Bu bilgilerin kitap okumayla, metin ezberlemeyle elde edilen bilgilerle bir ilgisi olmadığı gibi, akıl yürütmelerle, mantık kurallarıyla elde edilen bilgilerle de karşılaştırılamaz. Hallerin bilgisi, mutasavvıfın amel ve ibadetlerinin neticesi olârâk ortâyâ çıkan ve doğrudan tecrübeye dayanan bilgidir. Bu nedenle bütün bir tasavvufî bilgi, hallere dayanır. Dolayısıyla ehl-i hâl olan fukaha bilgilerini kitaplardan, ehl-i nazar olan kelâmcılar bilgilerini akıl yürütmelerden ve mantık kurallarından alırlarken mutasavvıflar keşf ve ilham yoluyla bilgilerini doğrudan Allah'tan alırlar. Tasavvuftaki bütün bu anlayış, yorum yaklaşım, kavram ve tabirler İslâm'ın ilk dönemlerinde, özellikle Hz. Peygamber, sahabe ve Tabiûn (bağlı kalan) devirlerinde görülmeyen hususlardır. Bu anlayışlara söz konusu dönemlerde hiç rastlanmadığı gibi bu kavramlar da asla kullanılmamaktaydı. Genellikle bu kavram ve tanımlar tasavvufun kurumlaştığı hicrî altıncı asırdan sonra İslâm literatürüne girmiştir.

Evet, insan, hakikati dünya gözü ile dünyada görebilmelidir. Çünkü, insan, Hakikat'ı, Asıl Varlığı, Allah'ı bilme ve bulma yetisine sâhiptir ve çünkü, insan, İlahi mahiyete ortaktır. Zira, insandaki ruh, aslında, İlahi ruhtan başka değildir. Bundan ötürü de insan, kendi asil mahiyyeti ile birleştiğinde Allah ile birleşmiş, daha doğrusu, aslına kavuşmuş olur. İnsan ile aslı olan Allah arasında, en

azından. potansiyel bir yakınlık vardır. Bu sebeble de insan, Allah'a karşı olan bir yaratık değil, tersine, Allah'a ortak bir yaratıktır. Öyle ise, insanın kendi kendisini bulması ve kendini kendi gerçek nefsi ile aynileştirmesi, onun, dünyadaki hayatının biricik gâyesi olmalıdır.

16- Aleviliği Özü: Tasavvuf ve Aşk ile Allahta Yok Oluş

Tasavvuf, bireyin, dinin özünü anlama ve yaşanır hâle getirme faaliyetidir. Tasavvuf, dinî kitapların verdiği bilgilerle kalmayarak, yaratılışın ve evrenin sırlarını daha geniş bir düşünceyle çözmeye çalışan, Tanrı'nın birliğini ve evrenin oluşunu varlık birliği (Vahdet-i Vücut) anlayışıyla açıklayan bir felsefe, araştırma duygu ve yaşam akımıdır. Bu nedenle ilm-i hâl ve fıkh-ıbâtın adıyla anılmaktadır.

Alevilikte Tasavvuf, Islam dininin özüne dayanıp, inancı korku ve mükâfat üzerine değil de aşk, muhabbet ve vahdet (birlik) fikri üzerine kurmaktır. Tasavvuf insanı Allah'a ulaştıran, dolayısiyle, kendi özgürlüğüne ve kimliğine kavuşturan yoldur. Büyük mutasavvıf Muhyiddin Arabi Peygamberimizin işaretlerine uyarak : "Tasavvuf, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmaktır" demiş.

a- Tasavvuf yaklaşımının temeli Kur’an’dır

Aleviliğin Tasavvuf yaklaşımının temeli Kur’an’dır:

- O, ilk ve sondur. Zâhir ve Bâtın’dır. O, her şeyi hakkıyla bilendir (Hadid. 3).

- Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır. (Bakara. 115).

- O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz. (Kasas. 88).

- Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Bütün işler ancak O’na döndürülür. (Hadid. 5).

- Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız. (Kaf. 16).

- Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. (Hadid. 4).

- Allah, şöyle dedi: “Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim. İşitirim ve görürüm.” (Tâ Hâ 46).

- (Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. (Enfâl. 17).

(Kur’an Meali Diyanet 2011 den alınma)

b- Tasavvufun içeriği: Aşk ile Allah’ta yok oluş

Tasavvuf felsefesine göre, evren tek varlıktır. Bu tek varlık da Tanrı'dır. Buna "Vücud-ı mutlak" (mutlak varlık) da denir ve "Tanrı'dan başka varlık yoktur". Aleviliğin “ Sudur” ( Meydana çıkma, oluşma) öğretisine göre, Allah, önce kâinatın tüm bilgi ve sırlarını içerisinde saklayan bir çekirdek idi. Görünme öncesi "söz" (kelâm) vardır. "Ol" emri verilip tecellî (var görünme) olmadan önce bütün varlıklar gerçekte yok, ama Tanrı'ya göre vardı. Bunlar, Tanrı'nın sonsuz bilgisinde bilinmekte idiler .O, görünmez alandan, görünür alana çıkmayı diledi. Tanrı'nın "ol" ( kün ) emriyle çekirdek çatladı, nur halinde bir ışık oldu. Bu ışık, bölünerek, zerre zerre sonsuzluğa yayıldı ve bu zerreler, Tanrı’nın öz cevherinden meydana gelen ruhlar oldu. Sonsuzluğa yayılan bu zerreler, kalp gibi çarpan, ışıl ışıl parlayan evreni meydana getirdiler. Bu defa o yüce yaratan, kendi güzelliğine, yüceliğine, sonsuzluğuna ve büyüklüğüne, yani O’nun tüm vasıflarına hayran olsunlar diye, bu ruhlara kendi öz cevherinden emanet olarak sıfatlar vererek, onları farka getirdi. Yani görünmez alandan, görünür alana çıkardı ve böylece insanoğlu ve tüm varlıklar yaratılmış oldu. Dolayısı ile kendisi de farka gelmiş oldu, yani görünmez alandan, görünür alana çıktı.

O, yüce yaratan farka gelen bu zerrelere, “ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi. O vakit tüm ruhlar, “evet sen bizim Rabbimizsin, yani yaratıcımızsın” dediler. Böylece Allah’la ruhlar arasında bir “ikrar”, yani sözleşme yapıldı.

İşte, kâinatı kaplayan bizler ve görünür görünmez tüm yaratıklar da dahil, hep bu nesnel evrenin ufaltılmış, toz haline getirilmiş zerre atomlarından başka bir şey değiliz, yani aslında biz oyuz. O ise tüm bu nesnelerin yaratıcısı değil, ta kendisidir.

Tanrı, kendine duyduğu aşkla evreni meydana getirmiştir. Onun için aşk, Tanrı'ya has bir niteliktir. Aşk, Tanrı'nın, sırrıdır, görünen simgesidir. Aşk, Muhabbet ve Sevgi diye vasıflandırılan duygu önce Allah'tan başladı. Onun için Tanrı'ya korku veya fayda umarak değil, sevgiyle, aşkla yaklaşılmalıdır. Tasavvuf düşüncesinin en güçlü, en etkili tarafı budur.

Alevilikte fiziksel dünya, Hakikat’ın yokluktaki bir yansımasıdır, Tanrı’nın varlığı gerçeğini insandan saklayan bir örtüdür. İnsanın içinde, çıktığı kaynakla yeniden birleşme eğilimi vardır. Bu nedenle insan kendi “ben”iyle savaşa girer ve fethetmeye çalışır. Bu fetih ancak “Aşk gücüyle” olanaklıdır. Bu aşk içimizde vardır, çünkü o da Allah’ın kendi yapısının bir parçasıdır:"Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım”. O’nu sevmek ve O’dan başka herşeyden vaz geçmektir. Aşka eren kimse, kendi nefsinden geçmiş ve Allah’tan başka her şeyi bırakmış, “fenâ fillâha” (Allah’ta kayboluşa) ermiştir. Sevenin sevilende kendini yok etmesi, sevenin yok olup yalnızca sevilenin var olması, sevenle sevilenin “bir” olması durumunu sağlayan Aşktır. Yunus Emre’ye “Aşkın aldı benden beni/Bana seni gerek seni” dedirten de, bu İlâhi aşktır.

Varlık, güzellik, iyilik; bunlar Tanrı'nın özellikleridir. Yokluk, çirkinlik ve kötülük ise Tanrı'nın özelliğinin bilinmesine yardımcı olan niteliklerdir. Çünkü yokluk olmazsa varlık, çirkinlik olmazsa güzellik kötülük olmazsa iyilik bilinmez. İnsanda bu niteliklerin hepsi vardır. İnsan, kendisindeki yokluğu, çirkinliği, kötülüğü yenmeli kaldırmalıdır. O zaman yalnız varlık, güzellik, iyilik kalacaktır. Bu Tanrı'nın özelliğine varmak, Tanrı'nın varlığına katılmaktır.

Tasavvuf, ayrıca Tanrı, evren ve insanı bir bütün içinde görme ve insanın Tanrı ile, insanın başka insanlarla, insanın kendisiyle olan ilişkilerini bu bütünde arama ve açıklama yolu olarak da tanımlanır. Tasavvuf, insanın kendi nefsini bilmesi, dolayısiyle, Rabb'ını bilmesidir. Nitekim, Peygamberimiz "Nefsini bilen Rabbini bilir" buyurmuştur. Zira, bu ilmin gayesi Allah'a kavuşmaktır. Gerçek mutasavvıf ta, sadece, Allah'tan, Mutlak Varlık'tan söz eden değil, Allah'a, Mutlak Varlığa kavuşandır; kavuşmanın delili de, sadece, "Bilmek" değil, fakat, bilerek "Olmak"tır. Her Alevi’den bu dinî tasavvuf felsefesi (“seyr'ü sülûk”) sayesinde “pişmesi yani toplum hayatıyla geniş bir şekilde kaynaşmış, bir duyuş, düşünüş, inanış sistemini içselleştirmiş ve somut olarak nefsini arındırması, ahlâkını güzelleştirme çabası son safhada olan “ehl-i hâl”den bir sâlik ( sâhib-i hâl, hâl sahibi) hatta eğitim sürecini tamamlamış, olgunlaşmış yani vâsil (sahib-i nefs, nefsin sahibi) olması ve böylece vahdet-i mevcuttan vahdet-i vücut ile bütünleşerek İnsan-ı Kamil mertebesini aşması beklenir. "Vahdet-i Vücut" tek vücut, tek varlık, birlik ve teklik demektir. (Tamamlatıcı bilgi için Ek1 “Alevilikte İnsan” maddesine bak).

Tasavvufî hayata giren insanlar belli başlı dört dereceye ayrılırlar. Bunlar tâlib, mürid, sâlik ve vâsil adını alırlar. Tâlib, tasavvufi yola girmeye istekli olan kimsedir. Mürid, iradesiyle tasavvufa girmeyi seçmiş, iradesini mürşide teslim etmiş tâliptir. Sâlik, tasavvufî eğitim sürecine (seyr'ü sülûk) girmiş, nefsini arındırma, ahlâkını güzelleştirme çabası içindeki müriddir. Vâsil ise, eğitim sürecini tamamlamış, olgunlaşmış sâliktir. Müride sâhib-i vakt (vakit sahibi); sâlike sâhib-i hâl (hâl sahibi, ehl-i hâl); vasıla da sahib-i nefs (nefsin sahibi) denir. Müridi ehl-i hal haline getiren seyrü sülûk, amelleri ve bilgiyi geliştirme ve güzelleştirme çabasıdır. Bu çabanın temelini zâhir (dış) ve bâtının (iç) kötülüklerden arındırılması, iyi hal ve niteliklerin kazanılması oluşturur. Bu çabanın başlıca yöntemleri ise az yemek (kıllet-i taâm), az uyumak (kıllet-i menâm), az konuşmak (kıllet-i kelâm), sürekli zikir (zikr-i müdâm), insanlardan uzaklaşmak (uzlet-i enâm) ve sürekli düşünmektir (tefekkür-i tam).

c- Tasavvufu geliştiren düşünürler

Sûfiyye tarikatlarının hepsinin başı İmam Ali'dir. Bu yolda gece gündüz Peygamberimizin etrafında bulunan Ashâb-ı Suffa'nın da bedenleri yokluk ve fakirlik timsâli, elbiseleri sabır ve tevekkül, gıdaları da aşk ve muhabbet idi.

Tarihi süreç içinde tasavvufu kademe kademe geliştirenlerden bazıları:

- Rabia Adeviyye (ö. 185/801) “Rûhun Allâh için iki muhabbeti var: birisi tam olmayan muhabbet, yani şahsi bir haz; diğeri ise lütf-i ilahî ve Allah'ın bizzat kendisi için tam ve kâmil bir muhabbet”. Sufilerde son mertebe olan “vuslat ilellâh” düşüncesini başalatanlardan ve “aşk” kelimesini ilk kullanan..

- Beyazıd Bistamî (ö. 260/874) Eskiden Mutezile eyilimli bir Hanefi. Daha sonra Tasavvufa sülûk etmiş.Tasavvuf anlayışı: “Bir yılanın derisinden soyunduğu gibi, kendi benliğimden soyundum; sonra zâtıma nazar ettim ve gördümki, ben O imişim”. Bistâmi Vahdet-i Vücud'a tamamen kail değildi. Onun nazarında Allâh müteal (tecrübe ile elde edilen bilginin üstünde) ve hariçte idi. Bistâmi'de akıl aşktan daha geniş yer tutar. Onun aradığı şey Zât-ı Ulûhiyyet'i dıştan bir idrak imkanını elde etmektir. Fakat bu durum, onun kalbini âşıkane bir vuslata kadar götürmüyor. “Ben seni, senin beni hissettiğinden daha fazla hissediyorum” diyor. Bistâmi Kur'ân-ı Kerim'i tefekkür ederek mi'râcı kendi nefsinde tahsil ve tatbik etmeye çalışan ilk süfidir.

- Hallâc-ı Mansur (öl. 922) Onun orijinal tarafı, bir araya getirdiği tarifler arasında mükemmel bir bağlantı kurmasıdır. Hallâç'a göre insan şahsiyeti, ancak insan ile Allâh arasında rollerin sürekli ve severek yer değiştirmesiyle yenilenir. Bu da, titreyiş, nabız atışı, heyecan ve şuur hali gibi peş peşe bir hayat bulmayla gerçekleşir.

Hallâc “Kitab'ut-Tavâsin” adlı eserinde “Hakikat-i Muhammediyye” sorunu hususunda şöyle der: "Peygamberimiz Hz.Muhammed'in birbirinden ayrı iki sûreti vardır. Bunun biri, bütün varlıkların var olmasından önceki ezeli süretidir ki her ilmin ve irfanın kaynağıdır. Diğeri de Peygamber ve Resül olarak dünyaya gelen fâni süreti. Bütün Peygamberlerin ve Velilerin nurları, işte, Muhammed Mustafa'nın bu ezeli nurundan gelmiştir. Ve yine, bu sebeple, bütün ilimler, Muhammed Mustafa'nın denizler gibi olan ilminden, ancak, bir katradır". Hallâc'a göre, "Hak ve Hakikat Muhammed Mustafa iledir. Ve Hakikatta ilk o, Nübüvvette son odur. Bâtında Hakikat o, zâhirde Ma'rifet odur".

Hallâc'a göre bütün dinler Allah'a aittir. Dinlerin adları her ne kadar birbirinden ayrı ise de hepsi ayni hakikatı ifade etmektedirler. Onun için hiç kimsenin dinine batıl dememelidir. İnsanların ayrı dinlere bağlanması, kullar üzerinde hüküm süren, Allah'ın irâdesidir. Hallâc'ın, özellikle, Hakikat-ı Muhammadiyye ve Dinlerin birliği hakkındaki görüşleri kendinden sonraki mutasavvıflara da büyük etki yapmıştır.

- Şehabeddin Sühreverdi (öl.1191) Sühreverdi’nin önemi “İşrak” adı verilen bir felsefenin kurucusu olmasıdır. Hak ve Hakikata ulaşma yolunda keşf ve zevk ile birlikte Şeriat hükümlerine de uyulduğu takdirde o yola Tasavvuf yolu, uyulmadığı takdirde de o yola İşrak yolu denir. İşrak (ilham veya ışık verme) , hakikatların derece derece açılması veya Nur anlamına gelmektedir. Bunun için buna (Nur Felsefesi) de denir. Nurlar, ne âleme bitişik ne de ondan ayrıdır; ne âlemin içinde ne de dışındadır.

Sühreverdi'ye göre nefsini gerektiği şekilde terbiye eden, yani hayvanlığına mahsus olan eyiliminden kurtulan her insan, düşüneceyle Tabiat, Ruh ve Ma'na âlemlerine ve en nihayette nurların Nuru Olan Allah'a ulaşabilir ve bu takdirde de eşyanın sırrına nufuz eder. Geçmişte ve gelecekte olmuş ve olacak bütün şeyler ona açıklanır. Bu imtiyaz, sâdece, Peygamberlere mahsus değildir.

- Muhyiddin Arabi (1240) Tasavvuf, Muhyiddin'in (Vahdet-i Vücûd) felsefesi ile tamamen felsefileşti. Muhyiddin, her türlü Tasavvufi meseleyi incelemiş, her fikri mantıkî sınırına kadar götürmüş, her düşünceyi büyük bir cesaretle ve tam bir açıklıkla ortaya atmıştır. Bu devirde, özellikle, nefsin yaratılışının hakikatı ve mahiyeti, vahdetten kesretin (Birlikten çokluğun) nasıl çıktığı ön planda yer almış ve artık Tasavvuf, İslam Dininin en kuvvetli temel direği olmuştur.

İbn Arabi derki: Allah bir kere "Ol !" dedi, dört âlem hep birden meydana çıktı. Ancak, bu âlemler, yoktan meydana çıkmış değillerdir; zatın, kendisinin bir halden diğer bir hale geçmesi ile meydana çıkmışlardır. O’na göre, “... yaratılışın, sebebi de “Muhabbet” tir. Buna da şu kudsi hadis delildir : "Ben bir gizli hazine idim bilinmeğe muhabbet ettim; halkı bilinmem için yarattım..." Yani vücud, vâhidiyyet mertebesine inmekle zatım ve sıfatlarını bilmiş olmakla, dolayısiyle, zatındaki kemallerini meydana çıkarmak için muhabbet göstermektedir. Bu da A'yan-ı Sabite'de henüz yoklukta bulunan alemin süretlere bürünüp hem kendi nefslerine hem de Hak'kın nefsine görünmeleriyle; başka bir deyişle, Allah'ta kuvve halinde mevcut olan bütün sıfatların kuvveden fiile çıkmalariyle mümkündür. İşte, muhabbet eseri olan bütün bu âlemlerin hepsi tek bir nur deryasıdır ve bu derya durmadan dalgalanmakta ve tecelli etmektedir. Bu dalga ve tecelli Zat'tan gelir ve yine Zat'a gider. Bu deryanın dalgasına “Masiva” denir. Derya kadim, fakat, dalga hâdistir. Baş ve son Hak'kın Vücüdudur. Kısaca, Allah'tan başka fail (etkili), Allah'tan başka mevsuf (vasıflanmış), Allah'tan başka mevcut (var olan) yoktur.” Başka bir deyişle, Muhyiddin'e göre, vücutta bir tek olan Hak'kın vücudundan başka vücud yoktur ve olamaz. Alemler, ancak, Allah'ın tavırlarının tecellilerinden ibarettir. Daha açık bir deyişle, vücut birdir, bundan ötürü de yaratan ve yaratılan aynidir.

Özetle Muhyiddin Arabî şöyle demektedir:

"Tek varlıktan başka varlık yoktur». Allah beni öğer ben de O'nu; O bana kulluk eder, ben de O'na. Hak beni yarattı ki kendisini bileyim; ben de O'nu, bilmek ile var kıldım".

- Ahmet Yesevî ( 1166) halifeliği ve medreseyi bırakıp Yesi’ye yerleşmesiyle kendine özgü bir tasavvuf anlayışını geliştirdi. Allah’ın azabından korkmaya dayalı tasavvufu değil, ilahi aşka ve cezbeye dayalı İsmailik tasavvufunu ve her türlü benlik duygusunu kınayan Horasan Melâmetiye’sinin tasavvuf anlayışını bağdaştırıp Türk kültürüne taşıdı. Kitabî İslam’ın bütün inceliklerini, göçebe ve yarı göçebe Türk boylarının oluşturduğu sosyo-ekonomik ve kültürel çevrenin yapısı gereği, eski geleneksel inanç ve adetlerin yeni İslami kalıplar içinde bağdaştığı yeni bir yapıyı kurdu. Meselâ Yesevîlikteki zikr-i erre (bıçkı zikri) denilen zikir ve semâ tarzı, Türklerin zevkine uygun, tamamen onlara hâstır ve eski Türk kamlarının dinsel dans hareketlerinin devamındadır. Ayrıca Türk kültürüyle daha uyumlu kadınlarla erkeklerin beraber ibadetine yer verdi. Eski Atalar kültü evliyalar kültünü oluşturdu.Türklerin eski dinî geleneklerine ve İslâm’dan önce alışık oldukları erkân ve usullerle mistik yoldan İslâm’a dahil olmaları sağlandı.

Yüce Tanrıyı, us (akıl) ile anlamanın imkanı yoktur. Bunun için Arif kişi içine dönmeli ve sezgi gücüyle, kendinde var olan Tanrıyı içinde aramalıdır. İçe kapanış, kendi benliğini bir yana atmayı, Tanrıdan başka bir varlık düşünmemeyi ve bu düşünce akışının mümkün olduğunca kesilmemesi için elden geldiğince azla yetinmeyi gerektirir. İçe kapanışla sağlanan derin sezgi, ruhu Tanrıya ulaştıran, sevginin uyanmasına olanak sağlar. İçe kapanan Arif (Kamil) kişi, üç aşamadan geçer: Kendini bilme; Gerçeği kavrama; Tanrıya ulaşma. İşte bu noktada Kamil İnsan, artık Tanrıyla bir olmuştur.

17- Cihad

Cihad kavramı belirsizdir yani en az iki hatta daha fazla yönü vardır: en az hem silahlı mücadeleyi hem de manevi mücadeleyi ifade eder. Bu sebepten, teolojik ve dinsel hukuk düşüncesine bağlı askeri anlamını ard edip sadece nefsine hakim olmak için çaba olduğunu da söyleyemeyiz.

Bazıları, silahlı cihatın gözlerimizin önünde Kur'an’da açıkca yazılı olarak bulunduğunu ve tek sabit anlamının bu olduğunu söyler. Diğerleri bu anlamı tamamen reddeder ve gerçek cihadın ruhsal, manevi bir düzene ait olduğunu iddia eder, bu da onu ruhun erdemlerinden biri haline getirir. Olsa olsa askeri anlamı ya tesadüfidir ya ikinci derecededir. Benzer şekilde birçok bilim adamı, cihad'ın tartışmasız bir şekilde “kutsal savaş” olduğunu, hatta insanların evrensel olarak paylaştığı hukuksal yasaları ve etik değerleri göz ardı eden, dinselleştirici bir İslam adına askeri şiddet olduğunu savunurlar. Diğerleri ise bir batı doktrini olan “haklı savaş” ile özdeşleştirerek bunu insanlığın iyiliği ve mutluluğu için bir "erdemli savaş" haline getirirler.

Halbuki İslam öncesi dönemde Araplar savaş olaylarına atıfta bulunmak için “harb” veya “gaza” gibi tek anlamlı terimleri kullanırken, 7ci yüzyılın başında Kur'an metninde bu daha genel anlamda “mücadele” ve “döğüşme” olan “cihâd” ve “kitâl” kelimeleriyle ifade ediliyor. Bu semantik (kelime anlamı) kullanımın kendisi bile önemli bir evrimdir; çünkü, şayet savaş olayını ifade eden kök olarak “hrb” kelimesi Kur’an metinde altı kez gözükürse, cinayet anlamına gelen “ktl” veya mücadele ve çaba anlamına gelen “jhd” kelimesi çok daha fazla kullanılan kelimelerdir. Her köke ait kelimelerin ortak öz kaynak anlamını bulmak bir kelimeyi anlamamız için çok önemlidir. “Jhd” kelimesinin kök anlamı “verilen emek” ve “yoğun yorgunluk” hissini ifade eder.

Bu dilsel anlam, cihadı, genel olarak, “mücadele” ve “verilen emek” kavramına çekiyor. Fakat bu bile, pek çok alanı kapsadığı için “tek anlamlı” olmaktan çok uzaktır: Toplumsal ve politik (toplumun iyiliği için verilen emek ve mücadele); ahlakî (bireyin kötü eğilimlerine, nefsine, örneğin cimrilik, bencillik ya da düşmanla yüzleşme korkusu gibi ruhsal tutkularına karşı mücadele etmesi) ve silahlı mücadele (belirli bir düşmana karşı savaşmak).

Cihad kelimesi, Ebu Bekir Al-Râzî'nin (865-925) hastalıklardan bahsettiği “al-Hâwîî fî al-tıbb” adlı kitabında da, insan vücudunun yoğun çabasından (shiddat jihâd al- tabî'a) bahsederken kllanılıyor. İbn Sînâ (980-1037) “al-Qânûn fi al-tibb” adlı eserinde vücut için yorucu bir çabaya (jihâd mut'ib) neden olan bir hastalığın belirtilerini tanımlamak için aynı kelimeyi kullanır. Öte yandan, Al-Tawhidi (932-1023), “al-Muqâbasât” adlı eserinde insanı - manevi bir ilke ve bedensel bir doğadan oluşacak - doğru bir mücadelede (jihâd dâ'im) ve bir kesintisiz çaba harcamaları (kadh muttasil) içinde kullanıyor.

Büyük Ahlak (al-Adab al-kabîr) eserinde İbn-i Mukaffa (720-757) ise nefsine hakim olma ve öfke, kıskançlık, nefret ve intikam gibi tutkularına karşı mücadelenin etkinliğini ifade etmek için cihat sözcüğünü kullanır. İbn Miskawayh (932-1030) Etik Reformu (Tahdhîb al-akhlâq/ fransızca tercüme “Réforme de l’éthique”) eserinde de aynı anlamda kullanır. Çağdaşı Al-Mâwardî (974-1058) de cihadın bu tanımına bir bölüm ayırdığı “Prens'in ahlakı ve Devletin yönetimi” kitabında inceliyor. Bu incelemede, önce kendi tutkularına hakim olarak eylem ve kararlarını hakim olduğu yatışmış bir ruh sakinliğiyle, alamayan kişinin benzerlerini yönetemeyeceğini göstermiştir.

Neticede önemli olan, evrensel bir konu olan “özünü anlamak ve yönetmek” düşüncesinin yani ruhsal manevi mücadelenin, sonunda, hem felsefi geleneklerde hem de dini ya da sufi-mistik metinlerde İslam'da önemli ölçüde gelişmiş olmasıdır. "İnsanın en büyük düşman kendisidir” gibi sözlerde bunu ifade eder. Hz. Ali' de " En önemli cihâdınız kendinizle olan mücadelenizdir" diyor.

Özetle Aleviliğin Cihad terimine verdiği iki türlü manası vardır:

- Zahirî Cihat: Vatan topraklarını ve namusunu korumak için savaşmak ve elinden geldiğince aklıyla, diliyle hakkı batıldan ayırt etmek için doğruyu savunmaktır. Aksi takdirde Allah adına insanları öldürmek cihat değil katilliktir.

- Bâtınî Cihat: Kişinin nefsiyle mücadele etmesidir. Sonuçta insanda her türlü kötülüğü yapmaya yatkın bir duygu hali vardır. Yani zorba bir hükümdar gibi kötülüğü emreden bir nefis vardır. Hz. Peygamberimizin “Savaş eri, Allah için nefsiyle savaşandır.” dediği söylenir. Bu bağlamda en büyük savaş insanın kendi nefsine karşı verdiği savaştır.

c- Alevi Erkânları Tanımı

Alevi erkânları, asırlar boyunca sözlü geleneklerle gelişip yaşatılmış ve belirli çağlarda erenler tarafından türkçe yazılmış “Fakrname” (Ahmet Yesevî), “Makalat” (Hacı Bektaş) veya “Buyruk” ( İmam Cafer’den esinlenerek toplu yazım) gibi erkânnamelerde bulunmaktadır.

Genel olarak Alevi erkânı, Yol’a girmek için hazırlanan Talip’in ikrarı ile doğum, ölüm, sünnet, evlenme gibi toplumsal olgularla, bireylerin görev ve yükümlülüklerine ve davranışlarına yön vermektedir. Erkânların içeriğinde yer alan biçim ve uygulamaların, yapılan her davranışın, kullanılan her simgenin bir anlamı vardır.

Talibin İkrar, Musahiplik erkânları ve Görgü cemi hakkında kısa bilgiler yukarıda verildiğinden terkar konuyu ele almıyoruz.

1- Cem erkânı:

Alevi inancının somutlaştığı ve erkânlarının oluşturulduğu önemli dinî ibadet töreni Cem’dir. Kısaca “Hakk-Muhammed-Ali” yolunda efsanevî “Kırklar Meclisi”nde olgunlaştırdığı, Anadolu’ya göç eden Horasan erenlerinin himmetleriyle, Anadolu erenleriyle ve ulu ozanların nefesleriyle hayat bulan, gelişen, kadın ve erkeğin bir arada, din önderleri huzurunda 12 hizmetin verildiği, Tevhid ve Miraçlamanın hatırlandığı, saz ve müzik eşliğinde semahlarla yürütülen,lokmanın kutsandığı ve Gönül birliği ile bir araya gelip yaptığımız ibadet toplanmak anlamında olan "ayn-ı cem"dir. Arapça olan tanımlamanın "ayn-ül-cem" biçiminde olması gerekir. Ama, Alevi ve Bektaşi ayinleri Iran mitolojisindeki Cemşid adlı hükümdarın ayinlerine benzetilerek halk dilinde "ayin-i Cem" biçiminde söylenegelmiştir. Doğru söyleşiyi Pir Sultan Abdal’ın şu dörtlüğünde görürüz:

Pir Sultanım beni mihman götürsen,

Götürsen de ayn-ı ceme yetürsen

Dizini dizime vursan otursan

Doyunca yüzüne baksam ya Ali

Derun Abdal ise dörtlüğünde şöyle der:

Gel gônül mülküne bir nazar eyle

Muhabbet arzeder hallerimiz var

Ayn-ı cemde bugün aşk-ı yâr ile

Hakka doğru gider yollarımız var

Cemler için sabit bir mekân düşünülmemiştir, her yerde yapılabilir. Kapalı bir mekânda yapıldığı gibi açık alanda da yapılabilir ama belirlenen yere girişte eşiğe veya “orta direk”e “niyaz” edilmesi gerekir. Mekân seçimindeki esneklik, hem yeri devlet baskılarından kaçırmak hem de “cem olmanın” önemini ortaya çıkarmak içindir. Fakat, cem; dini ibadetin yaşandığı, ahlaki değer yargılarının verildiği ve adaletin sağlandığı yer olduğu için cem yapılacak yerlere ilişkin birtakım ölçütler getirilmiştir. Buna göre cemler genellikle, on iki hizmet sahiplerinden birinin, dede ya da köyün ileri gelenlerinden birinin evinde veya belli yatır/ziyaretlerin ve ocakların bulunduğu yerlerdeki mekânlarda yapılabilir.

Cem, Alevi inancına göre, peygamberimizin miraç olayından dönüşte katıldığı söylenen “Kırklar Cemi”nin her defasında yeniden canlandırılmasıdır. Kırklar meclisinin kutsallığına gönderme yapılarak meşruluk kazanan cem sadece dini duygunun tatmini değil, sosyal ilişkilerin düzenlendiği birçok göreve sahiptir.

Geleneksel cemler şekil, isimlendirme ve zamanlama açısından bölgeden bölgeye hatta Ocak’tan Ocak’a değişiklik göstermesine rağmen, ana bölümler, temel kurallar, anlam ve içerik bakımından bir benzerlik taşımaktadır. Geleneksel cemleri zaman ölçeğine göre hasat zamanı hariçinde perşembeyi cumaya bağlayan gece yapılan sürekli cemler ve zamana ve mevsime göre yapılan cemler olarak tasnif etmek mümkündür. Kırklar Cemi yanında, İkrar, Müsahiplik, Görgü cemi gibi erkân ile ilgili Cemler yanında Muharrem ve Hızır Cemi gibi zamana bağlı cemlerde vardır.

Cem, Alevi inancının somutlaştığı önemli bir dini idadettir. Kırdan kente göçle birlikte bütün geleneksel yapılarda olduğu gibi, geleneksel cemlerde de bir dönüşümler olmuştur. Geleneksel cemler şekil, isimlendirme ve zamanlama açısından bölgeden bölgeye değişiklik göstermesine rağmen, ana bölümler, temel kurallar, anlam ve içerik bakımından bir benzerlik taşımaktadır.

Alevi temel ibadeti olan Cem ayinleri esas olarak iki türlü yapılır. Birincisi yediden yetmişe herkesin katıldığı cemlerdir. Bunların sınırı oldukça geniştir. Adına "Birlik Cemi" de denir. Bu cemler daha çok kız ve erkek gençlere öğretmek amacıyla yapılır. İkinci tür Cemler ise daha dar bir kesimin katıldığı cemlerdir. Bu cemlere sadece ikrar vermiş, evli ve müsahibi olan çiftler katılır. Bu cemlere “Kırklar Cemi”,"Görgü Cemi" gibi adlar verilir. Bu Cemlerdeki katılımcılar bir anlamda müsahip olmuş yola girmiş olanlardır. Burada herşey daha kuralcı ve disiplinlidir.

Geleneksel Alevi ibadeti (Cem) konar göçer toplumda, 1930lu yıllara kadar Toroslarda görülen, 12 direkli ve bir de ortada karadireği ve ocağı olan bir “Cem çadırı”nda yapılırdı. Anadolu’da köy yerleşik düzenine geçen alevilerde ise Cem topluluğunun uygun bulduğu "Büyük Dam" denilen evlerden birinde yapılıyordu. Kentlere göçlerde alevi dernekleri kurulmaya başlayınca derneğin bir bölümü Cemevi olarak kullanıldı. Cemevlerinin dış ve iç mimarisi (dış dünya ile cemin yapıldığı yeri ayıran “Hayat”, Ocak, Meydan ve kırlangıç veya bingi çatı/damı ve ortasında yedi kat göğü temsil eden “Işıklık” gibi...) Aleviliğin sembollerine ve ibadetin gereklerine göre düzenlenir.

Cemin yapılacağı yer kutsal yer olarak nitelenir. Çorum-Tokat-Amasya yörelerinde, “Hak-Muhammet-Ali” meydanı (Ölmeden önce ölünen yer) olan cemevine lokmalarla gelinir, girişte “Hayat” denen ara bölümde ayakkabılar çıkarılır ve kapı eşiğe basılmadan, yan çerçeveleri (veya orta direk/kara direk) öpülüp “niyaz “edilerek yerin kutsallığı tanınır ve içeri girilir. Ceme giren canların birbirleriyle ve kendileriyle olan sorunlarını halletmiş, iç ve dış huzura ulaşmış ve dünyevi nimetlerden ve kimliklerinden uzaklaşmış, arınmış olmaları şarttır. Ellerinde kutsallanacak lokmalarıyla (Kurban veya yiyeceklerle) cemevine girer, kadın-erkek karışık ve yüzyüze halka şeklinde, ortada meydan boş bırakılarak, dizler üzerine oturulur.

Cem erkânının işlevi : Cemlerin, hedeflerine göre değişik adları vardır (Kırklar Cemi, Hızır Cemi, Görgü Cemi,vb..) ve üç işlevi yerine getirilir: Erkânın yerine getirilmesiyle Dinsel işlev, İrşat hizmetinin verilmesiyle Sosyal-eğitsel işlev ve Görgü düzeniylede Hukuksal işlev.

Mekke’de ki tarihsel “Kırklar Cemi” ilham alınarak yapılanan cemin, yöresel farklılıklara rağmen, ana yapısı genelde birdir. Bu erkânın “oniki hizmet” ile çerçevelenmiş, Tevhid ve Mirâçın anlatımı ve mânası üzerine kurulmuş, zikr ve semah ile zirveye ulaşan bir yapısı vardır.

Cem bağlandıktan sonra kimse ne girer ne de çıkar.

Ceme Hazırlık ve Cem:

1- Dede bir yere geldiğinde peyik (davetçi) adı verilen bir kişi ve ev dolaşarak dedenin geldiğini ve cem yapılacağını köylülere haber verir.

2- Cemde 12 kutsal hizmeti verecek aleviler, ikrar vermiş ve musahibi olanlar arasında 12 hizmet sahipleri seçilir ve hizmetleri için gereken hazırlıkları yaparlar. Ama yapılan ceme göre her zaman 12 hizmet verilmeyebilir.

Oniki hizmet şöyle tarif edilebilir:

1- Cem’in yürütülmesi: Mürşit/Pir (Dede, Baba/Ana)

2- Talibe yol göstermek, öğretmek: Rehber

3- Cem sırasında gözetim: Gözcü

4- Çerağ’ın yakılması: Çerağcı/Delilci

5- Nefeslerin ve deyişlerin sunumu: Zakir

6- Cemevi’nin temizliği: Süpürgeci

7- Okunmuş suyun dağıtılması: Saka

8- İnananların ruhsal temizliği: İbriktar, Tezekar

9- Lokma ve kurbanın dağıtılması Lokmacı, Kurbancı

10- Cemin hazırlanması: Meydancı

11- İbadetin duyurulması: Peyik

12- Cemevinin korunması: Bekçi, Kapıcı

Sıralanmada ufak tefek değişiklikler olsa da ana hatlarıyla bir cem şöyle yürütülür:

1) Dede Ceme girer ayakta (darda) olan cemaata dar duası verir.

2) Sohbet eder. (Aydınlatıcı konuşmalar yapar.)

3) Dede cemaattan razılık ister. Sorunlar varsa çözer. (Küskünleri, dargınları barıştır.)

4) Edeb erkâna dâvet eder.

5) Sâlat ve selam verilir.

6) On iki hizmet görev deyişi okunur. (zakir)

7) On iki hizmet sahiplerine dede toplu Dua verir.

8) Post serilir ve duaları verilir.

9) Tezâkkâr hizmetleri ve duaları verilir.

10) Çerağ uyandırılır ve duaları verilir.

11) Süpürgeci hizmeti ve duaları verilir

12) Gözcü hizmeti ve duası.

13) Tevbe duası ve Nad-ı Ali (Hadis) okunur.

14) Secde (gülbang) duası

15) Duvazimam okunur

16) Secde duası

17) Tevhit edilir.

18) Secde duası

19) Mir’aclama okunur ve kırklar semahı yapılır.

20) İstek semahları yapılır.

21) Saki suyu dağıtılır ve duaları verilir.

22) Mersiyeler okunur.

23) Secde duası

24) Süpürge (Farraş) hizmeti ve duaları verilir.

25) Lokma hizmeti ve duaları yapılır.

26) Çerağ söndürülür.

27) Post kaldırılır.

28) On iki hizmet yapanların toplu duası verilir.

29) Dağılma (Gidene–Durana) duası verilir.

Cemde dâr’a çekilmek: Cemaatin ve dedenin ya da babanın önünde, canını yol uğruna vermeye hazır olduğunu bildirmek için, niyaz ederek meydanın ortasına gelerek, ayaklar mühürlenmiş (Mürşit katında dururken, sağ ayak başparmağını sol ayakbaşparmağı üzerine koyarak O’na saygıyı simgeleyen duruş), kollar göğüste çapraz, baş öne eğik durmaktır.

Cemde Semahın anlamı : Semah, Cemlerde deyişler eşliğinde verilen oniki hizmetten birinin adıdır ve Muhammed’in Miraçını temsil eder. Ulu Hünkâr Hacı Bektaşı Veli bu konuda şöyle söyler: "Semah, ariflerin aleti, muhiplerin ibadeti, taliplerin maksududur. Bizim Semahımız ilahi bir sırdır".

Semahın kaynağı Kırklar meclisine dayanır. Miraç dönüşü bu meclise gelen Hz. Muhammed Allah'ın resulü olara içeri alınmaz; fakat bütün sıfatlarını bıraktığında “fakirlerin hizmetcisi” olarak geldiğinde Kırklar Meclisine alınır. Salman-ı Farisi’nin getirdiği bir üzüm tanesini Muhammed’e verirler ve kendisinden bunu Kırklara paylaştırmasını isterler. Hz. Muhammed Allah’tan yardım ister ve Cebrail’in getirdiği tabakta bu üzüm tanesini sıkar. Bu taneden çıkan suyu içen Kırklar "Ya Allah" deyip Semah dönmeye başlarlar. Böylece ruh, akıl ve beden birlik içinde temsili miraçı gerçekleştirirler ve Tanrıyla bir olmanın bilincine varırlar.

Semah sırasında kadınlar ve erkekler beraber dönerler. El ele tutuşulmaz, ayaklar çıplaktır. Ya karşı karşıya ya da Halka şeklinde dönülür. Semah Aşıkların bağlama eşliğinde okudukları nefesler eşliğinde dönülür. Nefesler giderek hızlanır, buna bağlı olarakta Semah dönenler hızlanır. Semah dönenler Dede/Mürşidin oturduğu bölüme sırtlarını dönmezler. O bölüme geldikleri zaman yüzleri çerağa dönük ve boyunları hafif bükük geçerler.

Özü aynı olan ama farklılıkları tali olan bir çok Semah türü vardır. Belli başlı Semah türlerini sıralayabiliriz: Miraçlama, Ali Nur Semahı, Kırklar Semah, Turnalar Semahı, Erkân Semahı, Gönüller Semahı, Ya Hızır Semahı, Nevruz Semahı, Muhammed Ali Semahı...

2- Sünnet olma erkânı

Kur'ân'da "sünnet" (hıtan) ile ilgili bir âyet bulunmamakla birlikte tefsir bilginlerine göre bu konu, doğrudan değil de, sadece mecazî olarak Bakara suresi 88.ci ayetinde ele alındığı kabul edilir.

Geleneksel olarak İslam öncesi Hicaz’da var olduğu düşünülen sünnet, yine dolaylı olarak Kur’an’da ki iki ayette “İbrahimin dinine uyun” buyruğuna dayandırılıyor:

“161. De ki: “Şüphesiz Rabbim beni doğru bir yola, dosdoğru bir dine, Hakk’a yönelen İbrahim’in dinine iletti. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi.” (Diyanet 2011 meali Enam Suresi)

... ve ayrıca Ali İmran Suresi 95. Ayetinde şöyle buyurmuştur;

“95. De ki: “Allah, doğru söylemiştir. Öyle ise hakka yönelen İbrahim’in dinine uyun. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi.”

Burada Hz.ibrahim’in dinine uymakta, O’nun rivayete göre 80 yaşında kendi kendini sünnet etmesi de vardır. Rivâyete göre Hz. İbrahim'in Kur'ân'da sözedilen bazı kelimelerle sınanması (Bakara, 2/124) temizliğe dair sorularla olmuştur. Bunların vücûda dair olanları sünnet olmak, koltuk altı ve kasık kıllarının kesilmesi, su ile temizlenme ve tırnakların kesilmesi gibi hususlardı. İslâma göre sünnet olmak insanın tabiyatından (fıtratından) kaynaklanmaktadır: Doğuştan insan ruhuna yakışan hususlardan bir kısmı bir hadise göre şunlardır:

"Ağzı su ile yıkayıp çalkalamak, buruna su çekmek ve temizlemek. Bıyıkları kesmek (veya kısaltmak), tırnakları kesmek, koltuk altının kıllarını gidermek, etekteki kılları gidermek ve sünnet olmak." (Buhâri, Libas, 51, 63, 64; Müslim, Tahare, 49; Ebu Davud, Tereccül, 16; Tirmizi, Edeb, 14).

Allah, “Hz. İbrahim’in dinine uy” dediği için, Hz. Muhammed’in de bunu kabul edip uyguladığından, Sünnet erkânı bizim için kutsaldır ve İslamiyeti kabul eden her Ümmet Sünnet olma Erkânını yerine getirir.

Bu kutsallığın önemi tefsir bilginlerine göre Yunus Suresi 105. Ayetinde açıklamış:

105, 106. Yine bana şöyle emredildi: “Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dîne çevir. Sakın Allah’a ortak koşanlardan olma. Allah’ı bırakıp da sana ne fayda ve ne de zarar verebilecek olan şeylere yalvarma. Eğer böyle yaparsan, şüphesiz ki sen zâlimlerden olursun.”

Ehli-Beyt Ocaklarına bağlı Alevilerin bir kısmında sünnette kirvelik denen bir kurum vardır. Kirve, çocuk sünnet edilirken onun masraflarını üzerine alan ve sünnetçi önünde tutan kimsedir. Kirve, çocuk üzerine babasından ve annesinden sonra, en büyük hak sahibi olan kimse sayılır. Kirvelik aile akrabalığı kadar belkide daha önemlidır. Kirve olan iki aile, birbirine akrabalıktan da daha yakın bir bağla bağlanmış olurlar. Bu iki aile arasında, musahiplikte de olduğu gibi, kız alıp verilmesi bir dinsel tabudur, kirve oğlu veya kızı ile, sünnet olan çocuğun ve kardeşleri arasında evlenme olayı olmaz.

3- Hakk’a yürüme Dârı ve Erkânı veya Sırlama

Alevi inançı ölümü (Hakk’a yürüyüşü) bir yok oluş olarak görmez. Yunus şöyle der: “ölür ise tenler ölür, canlar ölesi değil…”. Bunun gibi bir çok Alevi şiirinde/deyişinde/deyiminde “ölen tendir, can ölmez” sözü geçer. Ölüm, yeni bir dönemin/sürecin başlangıcıdır, ilk adımıdır. “Don değiştirdi, devr-i daim olsun” deriz. Ölü Dârında ve erkânında bu hatırlatılır ve rızalık alınır. Fakat bu yaklaşım ölümü yüceltme değildir. Ölüm yaşamın bir gerçeğidir. Ancak törende olan canlara ölüm gelene kadar da insanin yapmakla mükellef olduğu görevleri hatırlatılır. Ve insanoğlu son nefesine kadarda bu görevleri en doğru şekilde yerine getirmek zorundadır. Hayatın anlamına ulaşmak için doğru bir yaşamın sahibi olmak ve ölüm gerçeğini de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.

Orta Anadolu’da Hakk’a yürüyen bir kimse (kadın veya erkek) daha naaşı gömülmeden bir “Dar/Toprak Kurbanı” tığlanır. Ölen kişi fakir ise cemaat kendi arasında para toplayarak kurban keser ve borçlarını öderler. Cenaze evden çıkarken “Su Selası” denilen bir nefes söylenerek uğurlanır ve ardından bir bakraç/kova su dökülerek ölen şahıs “dar-ı bekaya” yolcu edilir.

Cenazenin defnedildiği (sırlandığı) günü akşamı ölen şahıs “Dâra Çekilir” ve “Ölü Dârı Erkânı ve Cemi” düzenlenir. Ölen şahsın musahibi ile birinci derecede ki akrabaları ilk gün dede tarafından batînen sorgulanır sorumluluk ve yükümlülük altına sokulurlar. Meftanın insanlara borcu-alacağı varsa ödenir. İncinen varsa rızalığı alınır. Ölen şahıs “kul hakkı”yla “dar-ı beka”ya gitmez. Bu dünyada aklanır-paklanır durulur-arınır ya da düşkün olarak gönderilir. Dede ölen insan için şu özdeyişi söyler: “Eğer önünde ki kadifeyse onu sen dokudun. Yok eğer Diken’se onu da sen diktin” bu çerçevede mevta sorulsun sorgulansın.

Birinci günü kesilen kurban pişirilerek “ölü aşı” yemeği verilir. 40. cı günü ise; “Dârdan İndirme Erkânı/Cemi” düzenlenerek “toplumdan rızalık” alınarak Hakk’a yürüyen dârdan indirilir. Kırkıncı günü yine yemek verilir. Bu cemde ölen şahıs aklanır ya da “ulu divan”a bırakılarak “uhrevi dünya”ya yolcu edilir.

Alevilikte 1- 40 gün arası geçen zaman aralığı “berzah alemi” olarak anılır kı; bu ölen şahsın son “görgü cemi”nin yapıldığı bir dönemi kapsar. Alevilikte ölüye telkin yoktur.

Ölen insan düşkünse “Dâr Cemi”düzenlenmez kurban da tığlanmaz yemeği yenmez, toplumdan rızalık alınmadan defnedilir.

DİĞER BÖLÜMLER

1- ALEVİLERİN AVRUPA ÜLKELERİNDE YAŞAMI

2- ALEVİLİK ÜZERİNDE BİLGİ KİRLİLİĞİ

3- TALİP-DEDE-MÜRŞİT İLİŞKİLERİNDE SORUNLAR

4- ALEVİ KURUMLARININ YAPISAL,HUKUKSAL VE SİYASAL SORUNLARI

5- ALEVİ EĞİTİMİNİN ALTYAPISI ve ÖĞRETİMİ

6- ALEVİLİĞİ VE TERIMLERİNİN DİNBİLİMİ İLE TANIMLAMA

7- ALEVİ TARİHİNİN VE ALEVİLİĞİN MİHENK TAŞLARI

8- SONUÇ