Alevi Kronolojisi

ALEVİ TARİHİ KRONOLOJİSİ

ÖNSÖZ

Bir Alevi Tarih Yazımına Doğru

Aleviliğin (bütün alt grupları dâhil olmak üzere) kendi tarihsel maceras ve değerleri merkeze alınarak ve kendi referansları öncelenerek bir tarihi henüz yazılmış değildir. Esasen “Kızılbaş Aleviliği” ve “Bektaşi Aleviliği”nin tarihi üzerine hatırı sayılır bir literatürün oluştuğu söylenebilir. Ancak bu yazılanların hemen hemen tamamı, gerek kavramsal kalıpların inşası ve kullanımı gerekse tarihsel dönemlendirme bakımından Alevi toplumunu çevreleyen dış dünyanın referanslarına dayanmaktadır. Böyle bir bakış açısıyla kurulan tarih perspektifi, büyük resmin bir akıma “Sünni çerçeveye göre” şekillenmesi ve ona göre de bilgi kategorileri, terimler ve kavramların üretilmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu şekilde yürütülen tarihçilik, şüphesiz “parça olgular” ve “alt tarihsel üniteler” (belirli zaman dilimlerinde meydana gelen olaylar, tarihler, yer ve kişi adları vs. gibi) bakımından çok değerli bilgiler üretmektedir ve bu bilgiler Aleviliği tarihsel, dinsel ve kültürel boyutlarıyla anlamamıza ciddi katkı yapmaktadır. Ne var ki, ana resimdeki “Sünni merkezli” yapılanma, Aleviliğin kendi iç dünyasına nüfuz etmemize ve kullandığımız terimlerin kavramsal içeriklerini Alevilerin kendilerinin anladıkları şekilde anlamamıza çoğu zaman engel olmaktadır. Öte yandan, “Alevi merkezli” bir büyük resim (veya ana çerçeve) ve buna dayanan bir tarihçilik anlayışı inşa etmek de kolay bir iş değildir.

Her şeyden evvel mevcut kaynakların mahiyeti böylesi bir mesaiyi zorlaştırmaktadır. Zira kaynaklarımızın büyük çoğunluğu Alevilerin muarızları tarafından yazılmış belgeler, kayıtlar, risaleler veya mektuplardır. Alevi toplumunun kendisi tarafından üretilmiş kaynaklar hem miktarca sınırlı hem de tarihsel veriden çok mitolojik ve teolojik bilgiler içermektedir. Ayrıca, modern yazın dünyasının durumu da böylesi bir tarihçilik anlayışının gelişmesi konusunda yüreklendirici değildir. Alevilik tarihi üzerinde yazan ciddiye alınabilecek yazarların büyük çoğunluğu Sünni kökenlidir.

Esasen akademik ilkeleri özümsemiş bir tarihçi için Alevi veya Sünni kökenli olmasının ele aldığı konuya yaklaşımında bir fark oluşturması beklenmez. Ne var ki, “Alevi merkezli” bir tarihçilik anlayışına göre yazılacak bir Alevi tarihinin ihtiyacını daha çok Alevi kökenli tarihçilerin hissedeceği veya böyle bir arayışa daha çok onların yöneleceği tabiidir.

Nihayet, hiçbir tarihçinin herhangi bir toplumun tarihini sıfırdan yazması mümkün değildir. Her bir tarihçi ancak kendisine intikal eden literatürün gelişip genişlemesine katkı yapabilir. Dolayısıyla tarihçi belli oranda kendisine intikal eden tarihçilik anlayışına ve o anlayışın ürettiği kavramlara, bilgi kategorilerine, anlam kalıplarına mahkûmdur. Yukarıda kısaca işaret edilen sebeplerden dolayı Alevi merkezli bir tarihçilik anlayışının inşası oldukça çetrefilli ve zor bir mesaidir. Ancak böyle bir ihtiyacın hem akademik hem de sosyolojik bakımdan kaçınılmaz olduğu da ayrı bir gerçektir. Muhtemelen önümüzdeki on yıllar, böylesi bir tarihçilik inşasına şahit olacaktır. Yeni bir tarih vizyonu geliştirmeye bu makalenin ne takati ne de hacmi müsaittir.

(GELENEKSEL ALEVİLİKTEN MODERN ALEVİLİĞE:…

TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2012 / 62)

GİRİŞ

Alevi dinî inancı nedir ve tarihini nereden ve ne zaman başlatabiliriz?

“Alevi” (arapca Alawi) kelimesinin kökü peygamber Muhammed’in damadı, amcası Ebu Talip'in oğlu ve İslamı kabul eden ilk insanlardan olan Ali’nin adına aidiyet takısı “i” harfinin eklenmesiyle “Alawi” şeklinde oluşmuş ve Ali’ye ait veya Ali’nin yolunu, edebini sürenler (Şî'at ü Alî kısaca Şii) anlamına gelir. 10cu yüzyılın başında bile alevi yazar Hasan b. Mûsâ en-Nevbahtî’nin (ö. 922) “Fıraku’ş-Şî’a” adlı önemli eserinde her iki terimi eşdeğerde kullanmaktadır.

Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesinden sonra, İslam dini, bilinçli dinsel ve siyasal ayrışıma ve yapılanmaya gitti ve iki farklı ana yoruma ayrıldı. Alevilik, bu ayrışımın sonucu olarak, Hz. Ali yandaşlarının yorumu olarak yapılandı. Daha sonra Şia’t-ü Ali veya kısaca Şii diyeceğimiz Alevilik, Arap, İran, Irak, Suriye,Türk, Kürt... gibi bir çok toplumlar tarafından benimsenmiş ve o toplumların kültürünün bir parçası olmuş, örf ve adetleriyle günlük yaşamında kaynaşmış, kendine özgü kavramlarla yorumlanmış, Tarihin akışı içinde de kendine özgü değişimler yaşamış ve o toplulukların kimliğini oluşturmuştur. Sadece Orta Doğu coğrafyasında bile Fatimî, Karmatî, Büveyyid, Memluk gibi Devletlerin dinî inançı oldu.

Bugün Anadolu din kültüründe, geniş anlamda Alevi deyimi, Bâtınî İslamın Alevî, Kızılbaş, Bektaşî, Nusayrî, Caferî, yolu da içine alan Ali taraftarları anlamını kapsar. Alevi deyimi tarih süreci içinde Kalenderi, Yesevi, Haydarî, Vefaî, Hurufî, vb... gibi tarikatları, inanç yollarını da adlandırdı. Fakat aynı zamanda değişime uğrayarak Anadolu'nun bazı yörelerinde de Tahtacı, Sıraç, Çepni, Yörük, Türkmen, Avşar, vb... gibi boylar da, alevi inancında olduklarından Tahtacı eşittir Alevi gibi, etnik ve dinî “tanımlamalar” karıştırılarakta eşanlamlı bir deyim olarak kullanılmıştır.

Dinsel açıdan942 de Bağdat'ta Kadıların kadısı ibn Behlül'ün halifenin, Alevi İsmailiyye inançlı (İmam Cafer’in erken ölen oğlu İsmail taratarları) Karmatilerin islamdan ihraç (takfir) isteğine karşı mektuplarını «Allahtan başka ilah yoktur» diye başladıklarından ve sadece Allah’ın insanların samimiyetine karar verebileceği gerekcesiyle onların müslüman olduklarına dair verdiği fetva İslamda inanç (itikat) “çeşitlenmesi”nin kabulu için temel bir yasadır. Yani birinin müslüman olarak kabul edilmesinin en ufak ortak paydasının tanımıdır ve dolayısıyla Sünni Şeriata göre İslamın içindeki değişik yorumların dinsel açıdan tanınmasının şartıdır. Bu fetvaya rağmen İslam tarihinde bütün sünni inanç temelli devletler siyasi nedenlerle islamdan ihraç edemedikleri Alevileri katletmeyi sürdürdüler.

İslam tarihinde ilk ihtilaf siyasî/dinî açıdan hilafet konusunda olmuş ve ilk zümreleşme sürecine girilmiştir. Dinbilimi (teoloji) açısından ise en önemlisi imamet sonra da özellikle kelâmın sürekli iki problemi olan sıfatlarının çokluğuna karşılık Allah’ın birliği (Tevhid) ve insanın özgür iradesine karşılık Allah’ın insanın kaderini, nasıl yaşayacağı önceden belirlemesi konusunda olmakla üzere bir çok ihtilaflar çıkmıştır. (bak. “Eş’ari öncesi Kelâma Şii ve Hâricî katkı; Wilferd Madelung/çev. Prof.Dr. Süleyman Akkuş).

Sünni eşariye itikat mezhebine ismini veren Ebû’l Hasen el- Eş’arî ‘nin (873-ölümü 936) Makâlâtü’l-İslamiyyîn ve İhtilafu’l-Musallîn adlı mezhepler ve farklılıkları üzerine bilinen en eski kitaplarında (“İlk Dönem İslam Mezhepleri” Kabalcı yayınları) yazdığına göre Müslümanlar on sınıfa ayrılmışlar: Şia, Ashab-ı Hadis, Havâriç (Haricî), Mürcie, Mutezile, Cehmiyye, Dirâriyye, Hüseyiniyye, Bekriyye, Âmme ve Abdullah b. Küllâb el-Kattân taraftaları olan Küllabiyye. Ebû’l Hasen el- Eş’arî ‘nin yazdığına göre Şia’daki üç sınıf şunlardır:

1- Gâliye (Aşırılıkçılar) :15 “fırka” (grup)

2- Râfıza veya İmamiyye: İmamet ancak nass ile tayin ve tevkif yoluyla olur. İmamet akrabalığı gerektirir. 24 fırka.

3- Zeydiyye (İmam Bakır’ın oğlunun Ilımlı Şia kolu) 6 fırka

Ayrıca Peygamberin ailesinden Yezid'e isyan edenler bir grup.

Özel olarakta Aleviliğin ilk dönemi üzerine Hasan b. Mûsâ en-Nevbahtî’nin (ö. 922) “Fıraku’ş-Şî’a” (Şii Fırkalar “Kitabu'I-Makalat ve'l-Fırak, Fıraku'ş-Şia; çev. Prof. Dr. Hasan ONAT Ankara Okulları Yayınları 2004) adlı Şiîliğinin ilk üç asırlık tarihine ışık tutan temel bir kaynaktır. Burada bazı Şii müelliflerin varlığını kabul etmedikleri Abdullah ibn Saba ve Sabaiyye'den bahsetmesi dikkat çekicidir. 651 den itibaren Mısır, Basra ve Küfe’de Osman’a karşı ilk Ali taraftarları isyanları ve Şiat-ü Ali yapılanmasının başlangıçı olarak Abdullah ibn Saba ve Sabaîler gösterilir. Sabaîler Hz. Ali’de Tanrısal özün saklı olduğuna ve bu özün Ali soyuna geçtiğine sonrada her birinde Ali’nin dolayısıyla Tanrı’nın tecelli ettiğine inanırlar. Sabaîlik daha sonra değişik isimlerde devam etti. Bu 651 tarihini Ehl-i Beyt’ın dışında Ali taraftarlarının farklı bir dinbilimi yaklaşımıyla açık bir şekilde ifade ettikleri ilk bilinçli Alevi hareketi olarak verebiliriz.

Aleviliğin erken döneminde Aleviler arasında kelâm tartışmalarında günümüze kadar gelen dinbilimi ayrıntılarda farklı iki ana yorum ortaya çıkıyor: 740 yılında ilk defa Ehl-i Beyt’ten İmam Bâkır’ın kardeşi Zeyd b. Ali’nin ayaklanması sırasında oluşan Zeydiyye hareketi ile imam Ca‘fer es-Sâdık’ın (ö.768) zamanında açıkça ve kapsamlı bir şekilde ifade edilen İmamiyye harekatı.

Bugün Şia-i Ali deki inanç ayrımlarından bazıları şunlardır:

1- Şia-i İmamiye : Caferilik veya Oniki imamcılık da denilen, 6cı İmam Cafer-üs Sadık’ın kurduğu, imamlara inanma ve imam sevgisine dayanan Şiiliğin çoğunluk mezhebi. Kuran’ın yaratılmış olduğunu öne sürmesiyle Ehli Sünnetten ayrılır. Bugün İran ve Irakta yaygın.

2- İsmailiyye : 6cı İmam Cafer-üs Sadık’ın erken ölen oğlu İsmail’in öğretisi yolunda giderler. Şekilci din ölecek ve Gerçek din (Din-î Hak) onun yerine yeniden doğacak. Başka deyişle Bâtına (gizli olan «Sır»ra) ulaşmak için onu saklayan, görünmesine mani olan Zahir’in (diş görüntünün) bir kabuk gibi kırılması ve yok olması gerekir. Bugün değişik kollarıyla Hindistan, Pakistan ve az da olsa Avrupa'da.

3- Alamut radikal İsmailiyyesi: İmam’a Peygamberden daha fazla öncelik tanırlar. Her İmam bütün bağlantılara isyan edip baş kaldırıyor ve Hakk’la Bir olup zamanının «Sırrının sırrını» görüyor. Çok az da olsa Afganistan ve İran'da halen yaşatılıyor.

4- Arap Aleviliği (Nusayrilik): 9uncu yüzyılda Muhammet bin Nusayr tarafından kuruldu ve sonra Hüseyin bin Hamdan tarafından geliştirildi. Günümüzde Suriye, Filistin ve Güney Anadolu’da varlığını sürdürür. Temel inançı Hz. Ali’nin Tanrısallığıdır.

5- Melametiyye: (Kınayanların kınamasından çekinmeden doğru yolda, Hakk yolunda yürüme) : 9cu yüzyılda Horasan’da çıkan Melamatilik kısaca en sade ifadeyle bir Nefs terbiyesinin adıdır. Toplumsal yaşamda her türlü gösteriden, böbürlenmeden ve güç isteminden kaçmayı önerir. Türkiye dahil Orta Doğuda halen bulunmaktadır.

6- Zeydiye: İmam Bâkır'ın kardeşi Zeyd b. Ali'in taraftarları onun yerine 5ci imam olarak kabul ediliyordu. Bugün Yemen'deler;

7- Allavi: Alevilere çok yakın. Suriye'de halkın %10 teşkil ediyorlar. Lübnan'da da bulunuyorlar.

8- Dürzi: Fatımi halifesi Al-Hakim'den etkilenmiş Muhammet al-Darazi'nin geliştirdiği yol.Lübnan'da halkın % 8'i, Suriye'de ise %4'ü

9- Alevi-Bektaşi : Türkiye'deki Aleviler ve Aleviliğin bir kesimi olan Bektaşiler Batınî İslamın bir parçası.

Ayrıca İslamın ilk yüzyıllarına baktığımızda Buveyhiler, Karmatiler, Hamdaniler Şiiliğin kurumsallaştığı dönemdeki önemli devletlerini kurudular. Buveyhiler, Bağdat’taki Şia’nın İmamiye koluna destek verdiler. Fatımiler Kuzey Afrika’dan Horasan, Afganistan ve Maveraünnehir’e kadar ulaşan İsmaillilerin destekçileriydi.

İsmâilî akımının ve 9uncu asırdan itibaren Horasan’da gelişen kuru zühde (asetizm) önem vermeyen ama cezbeci (ekstatik) tasavvuf mektebi Melametilikten esinlenerek gelişen Kalenderîlik, Yesevîlik, Haydarîlik ve hatta Vefaîlik tarikatlarının (Allah’a ulaşmak arzusuyla tutulan yolun) etkisiyle gelişti. Bu etkide tarikat dervişlerinin arapca değil de türkçe konuşmaları büyük rol oynadı.

a- Kalenderîler: 10.cu yüzyıldan beri Horasan Melâmetîliğinden kaynaklanan büyük Sufî akım. Sonradan Cemaleddîn-i Sâvi tarafından yapılandırıldı. Şehirlerde toplumsal kuralları, Sünni İslamî kaideleri göze almayan tavırları yüzünden iyi karşılanmayan Kalenderiler Türkmenler arasında çok yaygındı;

b- Yeseviler: Horasan Melâmetîliğinden ve İsmailiyesinden türeyen bir Türk tarikatı. Hâce Ahmed-i Yesevî (öl.1167) tarafından kuruldu. Konar-göçer Türk boylarının sosyo-kültürel yapısına uyarlanmış ve eski Türk inanç ve gelenekleriyle karışmış sade, basit ve pratik yapılı bir tarikat. Baba, Dede veya Ata unvanlı dervişler İslamî inançları sathî ve basit bir biçimde yorumlayarak müritlerine sunuyorlardı. Vahdet-i Vücut felsefesinin derin ve karışık fikirleriyle ilgisi olmamış, sade ve içten bir tasavvuf haline gelmiştir. Kuş donuna girmek, taşları ve kayaları harekete geçirmek, ejderha öldürmek gibi inanç motiflerini Orta Asya’dan Anadolu’ya taşıdılar.

c- Haydarîler: 13.cü yüzyılda Anadolu’da en faal tarikat. Yeseviliğin Kalenderilikle karışımı. Kurucusu Kutbettin Haydar (öl. 1221). Mühtemelen hem Kalenderilere hem de Yesevilere yakın olduğu için zamanın tarihçileri fazla bilgi vermiyor. Ama 15ci asırda bütün Orta Doğuda yaygın;

d- Vefailer: Tâcu’l Arifîn Seyyid Ebü’l-Vefanın tarikatı. 1240 Babaî İsyanında çok önemli etkileri oldu. İlk Osmanlı Beyleri Otman ve Orhan Beyler de Vefaî şeyhi Edebalinin müritleriydi.

İşte Alevilik tarihi, Arap yarımadasında Mekke/Yatrib toplumunda Muhammed'e nail olan İslam'ın Ehl-i Beyt'ten Ali ve torunları imamların sonrada taraftarlarının yorumunun doğuşunun ve o toplum içindeki bir kısım insanların bu inançı benimseyip yaşatmasının ve daha sonra da başka yörelerdeki insan topluluklarının da alevi inançını kendi kültürlerine uyumlu şekilde benimseyip yaşatmalarının tarihidir.

Belirli bir yörede ve toplumda Aleviliğin Tarihi ancak hem aleviliğin doğuşunun tarihi hem de onu benimsenip yaşatan toplumun tarihi olarak ele alınarak birbirini tamamlayıcı şekilde yapılabilir. Yani Anadolu Aleviliğinin tarihine hem İslam tarihinin içinde oluşmuş bir inanç olarak hem de Türk ve Kürt toplumu dahil bir çok insan topluluğu tarafından benimsenmiş ve o toplulukların kültürlerinin bir parçası olmuş, kendine özgü kavramlarıyla yorumlanmış bir yol olarak bakılabilir.

Bu yaklaşımda Anadolu Alevilik tarihinde etken üç ana unsur var:

1- Orta Asyada Oğuz Türklerinin kültürel ve inançsal yaşamının (Gök Tanrı inançının) tarihi;

2- İslam’ın doğuşu, şekillenmesi, bölünmesi, yorumlarının yayılması ve Türklerin Bâtınî İslamla tanışmasının tarihi;

3- Türk aşiretlerinin ve Alevi inancının Anadolu’ya göçü, karşılaştıkları yöresel kültürel etkiler ve zamanın akışı içinde değişiminin tarihidir.

Bu üç unsurun kronolojisini ayrı ayrı ele alacağız.

İSLAM TARİHİNDE ALEVİLİĞİN KRONOLOJİSİ

Alevilik ne zaman ve nasıl başladı?

İslam’ın doğuşunda Alevi yorumunun tarihini ne zaman başlatabiliriz? Sözlü kültürün hakim olduğu bir toplumda yazılı bir belge aramak imkansız. Geleneksel anlatım ve Tabari gibi tarih yazarlarının eserleri de hadisler gibi bir “fikir” verse de tartışmaya açıktır. Ne zaman olduğunu tam bilmesek te, İslam’ın doğuşu ve şekillenmesi sırasında Ali’nin yavaş yavaş hem savaşçı, hem Kur’an yorumcusu olarak önem kazanması ve Ali’nin düşüncelerini benimseyenlerin oluşmasıyla, “Alevi” kelimesinin doğmasını tarihi bir gerçek olarak kabul edebiliriz. İslamı ilk kabul edenlerden olan Ali’nin adına aidiyet takısı “i” harfinin eklenmesiyle arapca “Alawi”, türkçe “Alevi” şeklinde oluşup Ali’ye ait ve daha sonra Ali’nin yolunu, edebini sürenler anlamına geldiğini biliyoruz. Alevi kelimesi ve sonrada İslam’ın siyasileşme ve ayrışım devrindeki yapılanmada Şî'at-ü Alî (kısaca Şii) terimide Ali taraftarları cehpesi olarak kullanıldı. Bundan da eminiz. 10cu yüzyılın başında bile alevi yazar Hasan b. Mûsâ en-Nevbahtî’nin (ö. 922) “Fıraku’ş-Şî’a” adlı Şiîliğin üç yüzyıllık tarihine ışık tutan eserinde her iki terimi eşdeğerde kullanmaktadır. Ali’ye “ait olmanın” yani onunla aynı yorumları, inançsal düşünceleri paylaşıp aynı toplumsal hareket ve seçimleri yapmanın bugün bildiğimiz Aleviliği de doğurduğunu inkâr etmemiz mümkün değil. Ama tarihçiler İslam’ın içinde “Alevi” düşüncesinin doğuşu ile “Aleviliğin” bazı somut olaylarla başlatılmasını yani Alevi tarihinin başlangıcını değişik noktalardan değerlendirirler.

Bu değişik yaklaşımları özetle şöyle sıralayabiliriz:

a) Alevilik Ali ile başlar. İslamı ilk kabul edenlerden, Hz. Muhammed’in yeğeni ve damadı Hz. Ali için “Ben ilmin şehri isem, Ali de o şehrin giriş kapısıdır” diyerek Ali’nin, kendinden sonra İslam’a ve Kur’an’a en hakim kişi olduğunu söylemesiyle başlar.

Alevi-Şii ilim adamlarının çoğunluğunun yanında, bazı Ehl-i Sünnet âlimleri de bu inancı taşımaktadırlar. Ehl-i Sünnet büyüklerinden Muhammed Kürd Ali şöyle diyor: “Peygamberi Ekrem (s.a.a) zamanında ashaptan bir grup Hz. Ali (a.s)’nin Şia’sı olarak meşhurdu.” (Gulam Hasan Muharremi’nin “Tarih Boyunca Şiilik” 1ci baskı 2010, sayfa 42; tercüme eden Hakan Karaca. Yayınlayan: Dünya Ehl-i Beyt Kurultayı).

İslam toplumunda Ali’nin yarattığı sempatinin bir “askeri” ve “inançsal düşünür” liderliğine dönüşmesi ve “Alawi” diye adlandırılan kişilerin var oluşu Aleviliğin düşünsel başlangıcı olabilir. Fakat, bunun somut bir harekete dönüştüğünü söylemek zor. Ali İslam’ı ilk kabul edenlerden ve Mekke’li okur-yazarlardan birisi olarak Kur’an kâtibiydi. Kur’an’ın tefsirine (ayetteki sözlerin tanımının açıklanmasına) ve teviline (ayetteki sözlerin iç anlamının, “mânâ”sının açıklanmasına) hakim olması ve Hz. Muhammed’in Ali’nin yorumlarına değer verip O’nu müminlere rehber olarak göstermesi çok önemlidir. Bu Ali’ye güvendiğini ve Ali’nin yorumlarının İslam’ın doğru yolu olduğunu gösterir. Ama Ali’nin bu tarihsel kişiliğinin ötesinde daha önemli teolojik (dinbilimi) ve mitolojik kimlik kazanıp Kelime-i Tevhid’in “Lailahe illallah Muhammeden resulullah Aliyyün veliyullah” (Veliyullah, Allah'ın velîsi) olarak kullanılması ve “İmam” olarak algılanması hatta “tanrısallık” (Aliyullah) mevkiine yükseltilmesi, Miraç olayında ve mitolojik “Kırklar Cemi” anlatımında Ali’nin İslam’ın özünün koruyucusu Allah’ın Arslan’ı olması Aleviliğin ilerleyen yıllarında Ali’nin ulaştığı başka bir boyutudur. (Bak. Prof. Dr Ahmet Yaşar Ocak: Tarihten Teolojiye İslam İnançlarında Hz.Ali)

b) Alevilik Gadir Hum’da başlar. Bu yaklaşımda İslam tarihinde Aleviliğin çıkış noktası Hicrî Zilhicce Ayı'nın 18.ci günü veya 17 Mart 632 Veda haccı dönüşünde Gadir Hum’da yaptığı konuşmadadır.

Şii tarihcilerden M. Emin el-Galibi, Tarihu'I-Aleviyyni (s. 58, 61) adlı kitabında "Şia" yerine “Alevi" kelimesini kullanıp, "...hicretin 10. yılı sünniler nezdinde çok meşhurdur. Çünkü Veda haccının yapıldığı yıldır. Alevilere göre ise daha meşhurdur. Çünkü Ali hizbinin teşekkül etmeğe baştadığı gündür. Gadir günü Hz. Peygamber ashabına, Ali'ye bey'at etmelerini emretti. Onlar da ihlas ve rızaları ile bey'at ettiler. Aleviliğin aslı işte oradadır, Alevilik buradan başlamıştır. Bey'at işi tamamlandıktan sonra Hz. Peygamber “bugün sizin dininizi ikmal ettim” ayetini (Maide 5;3) okumuştur. Bu mesut hadise üzerine sahabe Ali'yi, bize ve bütün müslümanlara Veliy oldun diyerek kutlamışlardır.". Ebu Bekir ve Ömer bunların başında gelmektedir.

Hanbeli'lerin imami Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, s. 368 eserinden tercüme ve Buharî, Ebu Muslim,vb.. gibi 40 hadis yazarıyla bin kadar da nakli delil getirilerek doğrulanan hadise göre Peygamberimiz Muhammed Mustafa Veda Haccından, Mekke’den dönerken Yüce Allah’tan şu ayet iner:

Ey Resül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.” (Maide 5;67).

Muhammed bu emri alınca, ileri gitmiş olanları çağırtır. Gadir Hum denilen bir yerde, beraberinde olan yüzbin’in üzerindeki sahabesini bir araya toplar. Muhammed’in tebliğ etmekten çekindiği ve söylendiği an Allah’ın Muhammed’i insanlardan korumasını gerektiren bu ayet neydi? Hem de “Eğer bu tebliği yapmazsan Allah’ın elçiliğini yapmamış olursun” diyerek Cebrail’in ağır tehditte bulunduğu indirilen sözler neydi? Şia inançlı bir yazar olan Hakim el Haskani (Şevahidu't Tenzil, 1/87, 191, 192.) bu ayetin sebebini şöyle açıklıyor: "Hz. Peygamber Mi'rac'a çıkınca, Arş'ın altından Ali ibn Ebü Talib'in hidayet bayrağı olduğunu işitmiş, fakat yer yüzüne inince bunu gizlemiştir.” Ama bu ancak rivayet olarak izahlardan sadece biri olabilir.Geçmişte Muhammed’e indirileni bilme yolu sadece Gadir Hum hutbesinin metnini incelenmeyle ortaya çıkabilir. Bu hutbede iki önemli konu ele alınmıştır:

1- Hz. Peygamber bu konuşmasında dünyaya veda etme zamanının yaklaştığına işaret ederek risâlet görevini yerine getirip getirmediği hakkındaki kanaatlerini ashabına sormuş, olumlu cevap aldıktan sonra ashabının Allah’a ve âhiret gününe olan imanını yeniden ikrar ettirmiş ve ardından “sekaleyn hadisi” diye tanınan sözlerini söylemiştir.

Resulluhlah - “Size paha biçilmez iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabını ve Ehl-i beytimi... Benden sonra bunlara sarılırsanız asla sapıklığa düşmezsiniz”.

2- Resûl Ekrem konuşmasını bitirdikten sonra Hz. Ali’yi sağ tarafına almış, elini tutup kaldırmış ve şöyle demiş:

Resulullah: "Allah-u Teala benim mevlamdır, ben de mü'minlerin mevlasıyım; ben onlara kendilerinden daha evlayım(yakınım). Öyleyse ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır"

Resulullah bu cümleyi üç defa tekrarladı. Daha sonra şöyle buyurdular:

Resulullah :"Allah'ım, onunla dost olana dost, ona düşman olana düşman ol; onu seveni sev, ona buğzedene (nefret edene) buğzet; ona yardım edene yardım et, ondan yardımını esirgeyenden yardımını esirge; o nereye dönerse hakkı onunla döndür. Biliniz ki, bu sözleri hazır olanlar hazır olmayanlara bildirmelidirler. "

Halk henüz dağılmadan Allah-u Teala şu ayeti indirdi:

"Bu gün dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı beğendim." (Maide 5;3)

Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdular:

Resulullah: "Allah-u Ekber! Din kemale erdi, nimet tamamlandı, Allah benim risaletime ve benden sonra Ali'nin velayetine ran (hüküm sürücü) oldu."

Ve Muhammed hutbesini bitirirken “Bu söylediklerimi burada olmayanlara aktarın” diye emretmiştir. Bu mesut hadise üzerine sahabe Ali'yi, “bize ve bütün müslümanlara Veli oldun” diyerek kutlamışlardır. Ebu Bekr ve Ömer bunların başında gelmektedir. Ömer, Ali ile karşılaşmış ve "Ey Ali! Sen her mu'minin mevlâsı oldun" diyerek onu tebrik etmiştir.

Gadir Hum hutbesine dayanarak Ali taraftarları Muhammedin vefatından sonra halifeliğin Ali’ye geçmesini beklediler. Ebu Bekir ve Ömer ile taraftarları verdikleri biatı “unuttular”. Sonra da Muhammed’ın “Mevla” kelimesini “dost” anlamında kullandığını iddia ettiler. Aleviler Ebu Bekir’in sonrada Ömer ve Osman’ın halifeliğini reddettiler. Böylece siyasi muhalefet ve İslam’da inanç ayrışması ve bölünme başladı.

Alevilere göre Gadir Hum’da Muhammet ne demek istedi?

Muhammed kendisine Hacta refaket eden topluluğu geri çağırarak Gadir Hum’da topluyor ve Allah’ın kendisine verdiği “insanlara ulaştırma” emrini genellikle yerine getirdiğini tasdik ettiriyor. Böylece Allah’ın ikazından sonra söyleyeceğinin “unutulmaması” gereken çok önemli bir şey olduğunun altını çiziyor.

Bu unutulmaması ve orada olmayanlara bildirilmesi gerekenlerin tam ve açık anlamı nedir?

1- “Size paha biçilmez iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabını ve Ehl-i beytimi... Benden sonra bunlara sarılırsanız asla sapıklığa düşmezsiniz”. Bu iki önemli miras asla birbirinden ayrılamaz. Ehl-i Beyti Kur’an’dan, Kur’an’ı Ehl-i Beytten ayırma sapıklığa götürür. Ancak Ehl-i Beyt, Allah’ın buyurduğu gibi Kur’an’ın özünün sonsuza kadar muhafaza edilmesini ve Kur’an’ı, içinde yaşadığımız zamana göre, en iyi şekilde anlamamızı sağlar.

2- “Ben kimin Mevlâsı isem, Ali de onun Mevlâsıdır”. Burada kullanılan “Mevlâ” kelimesini, Muhammed hayatta olduğu zaman, Hicrın ilk yıllarında yazılmış Medine Vesikası’nın 25 B maddesinde kullanmış ve Medine’lilerce açık bir şekilde anlaşılmıştır:

Benû ‘Avf Yahudileri, müminlerle birlikte bir câmi’a teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dâhildirler.”

Burada, ‘mevlâ’ cami’anın öncüsü, rehberi olan kişi anlamındadır. Buna göre hadisin manası şöyledir; “Ben bugün kimin öncüsü ve rehberi isem, yarın Ali de onun öncüsü ve rehberidir”.

Hadisin sonunda da zaten Muhammed’de “Allah-u Ekber! Din kemale erdi, nimet tamamlandı, Allah benim risaletime ve benden sonra Ali'nin velayetine ran (hüküm sürücü) oldu." diye konuşmasını özetliyor. Müminlerin mevlası ve velisi, yani önderi ve rehberi Ali’dir. Dolayısıyla, bir Alevi ancak Hz. Muhammed’in risaletini (yani peygamberliğini) ve Hz. Ali’nin velâyetini (Tanrının kendine dost kıldığı ve verdiği ilhamla yaratıcı varlığına kattığı velilik, ermişlik) ve öncülük ve rehberliğini gerçekten gönül gözüyle bakıp rıza vererek kabul eden, bağlanan kimsedir.

Ancak bu iki eksik bildirildikten sonra İslam dinî tamamlandı ve kemale erdiği ilan edildi.

NOT: Geniş bilgi için bak: Allame EMİNÎ’nin orijinal adı “Fi Rihab'il Gadir” olan 11 ciltlik eserinden Ali Asker HORASANI tarafından özetlenerek “El- Gadir” ismiyle yayınlanan kitabın Seyid Ali HÜSEYNİ tarafından tercümesinin Bahri Akyol’un yayına hazırladığı “Gadir-i Hum” (Islamî Kültür ve llişkiler Merkezi Tercüme ve Yayın Müdürlüğü 1ci baskı 1998)

c) Alevilik Muhammed’in Hakka yürümesiyle başlar. Halifelik etrafındaki siyasî ve dinî “iktidar” ihtilafıyla başladı. Beni Saida Sakifesinde (çardağında) Ebu Bekir ve Ömer dine ve Muhammed’in mirasına sırt çevirerek dinsel bir devamlılık sağlayacak halifelik seçimini siyasî güç dengelerinin belirlendiği bir iktidar savaşına dönüştürdüler. O gün ashabın önde gelenlerinden bir grup, Hz. Ali’nin imamet ve hilafete daha layık olduğunu açık bir şekilde söylemişlerdi. Ali taraftarları Ebu Bekir’in sonrada Ömer ve Osman’ın halifeliğini reddettiler. Böylece siyasi muhalefet ve daha sonrada İslam’da inanç ayrışması ve bölünme başladı. Bu duruma karşı Osman’ın halifeliği sırasında Ali hislerini şöyle ifade ediyor:

Acı bir çok olaya, istemeye istemeye ve iğrenerek sabır gösterdim. Hayret! Allah’ın dinini inkâr etmek için öylesine yalan söyleniyor ki, insanın şaşkınlık ve üzüntüden saçları ağırıyor. İnsanın kulağına çalınan ve gözüne kara vuran şeyleri Peygamber duysaydı, asla rıza göstermezdi.” ( 1044 te Ebu’l Kasım tarafından derlenmiş Ali Divan’nında sayfa 97; no.763-765, çev. Vedat Atila 1990)

d) Alevilik Sabaiyye hareketiyle başlar. Abdullah ibn Saba ve Sabaiyye'lerin 651 den itibaren Mısır, Basra ve Küfe’de Osman’a karşı ilk Ali taraftarları isyanlarıyla ilk bilinçli Alevi direnç hareketinin ve dolayısıyla Alevi/Şi’at-ü Ali yapılanmasının başladığını kabul ederler. Muhtemelen Osman’ı da öldürüp Ali’nin halifeliğine destek verdiler.Sabaîler Hz. Ali’de Tanrısal özün saklı olduğuna ve bu özün Ali soyuna geçtiğine sonrada her birinde Ali’nin dolayısıyla Tanrı’nın tecelli ettiğine inanırlar. Sabaîlik daha sonra değişik isimlerde devam etti. (Bak Hasan b. Mûsâ en-Nevbahtî’nin (ö. 922) “Fıraku’ş-Şî’a” adlı Şiîliğinin ilk üç asırlık tarihine ışık tutan eseri. Türkçe tercümesi “Şii Fırkaları”). Bazıları Abdullah ibn Saba’yı yahudilikten İslama geçti diye kendisini ve hareketini küçük düşürmek veya saf dışı etmek istediler. Fakat bu çok gülünç bir yaklaşım zira, hele o devirde, Hz. Muhammed dahil, müslüman olan herkesin daha önce başka bir inançı vardı. Bir zorlama olmadan İslamı kabul etmek bir putperest, bir hıristiyan, bir yahudi, bir zerduşt veya mani inançından olan biri için hiç küçük düşürücü ve şaşılacak bir şey değildir.

Bazılarıda Aleviliğin başlayışını daha kesin bir şekilde üçüncü Halife Osman’nın katledildiği gün doğduğuna inanlardır. Bu olaydan sonra Şiiler yani Hz. Ali (a.s)’nin takipçileri kendilerini Osman’ın intikamını almak isteyenlerin diğer bir tabirle Osman’ın takipçilerinin (Osmanîler) karşısında buldular. İbn-i Nedim şöyle yazıyor: “Talha ve Zübeyir Hz. Ali (a.s)’ye muhalefet ettikleri ve Osman’ın kanının intikamını almaktan kesinlikle el çekmedikleri zaman, Hz. Ali (a.s)’de hakkın fermanına uymaları için onlarla savaşmaya karar verdi. O gün ona (a.s) uyanlar Şia olarak addedilmeye başladı ve oda onlara “benim Şiilerim” diye hitap etti” ((Gulam Hasan Muharremi’nin “Tarih Boyunca Şiilik” 1ci baskı 2010, sayfa 41; tercüme eden Hakan Karaca. Yayınlayan: Dünya Ehl-i Beyt Kurultayı)..

e) 23 haziran 656 da Medine halkının Ali’ye biat etmesi ve halife yapmasıyla başlar: Aleviliğin, Hz. Ali’nin şahadetine kadarki süreç içinde doğduğuna inananlar vardır.

Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle ortaya çıkan karışıklığın, Hz. Ali'nin halife tayin edilmesiyle nisbeten hafiflediği görülmüş ve müslümanlar çoğunlukla Hz. Ali'ye bey'at etmişlerdi. Muhammed 'in dul eşi Aişe, Zübeyr, Tâlha ve Şam valisi Muaviye, Hz. Ali'ye bey'at etmeyenlerin başında geliyorlardı. Bunların Hz. Ali'ye bey'at etmemelerinde Osman'ın öldürülmesinin Hz. Ali taraftarlarınca gerçekleştirildiği görüşü rol oynuyordu. Ancak Hz. Ali bu olaylarla uzaktan yakından bir ilişkisinin olmadığını, kendisine bey'at etmeyenlerin müslümanlar arasına nifak soktuklarını ifade etti. Halife Ali bin Ebu Talib ile Aişe ve taraftarları Basra'da karşılaştılar. Cemel savaşı müslümanların arasındaki ilk iç savaş olarak bilinir. Savaş Halife Ali bin Ebu Talib'in zaferi ile son buldu. Savaşta Aişe'nin müttefiklerinden Zübeyr bin Avvam ve Talha bin Ubeydullah öldürüldü, Aişe ise Ali tarafından Medine'ye gönderildi.

Cemel savaşı sonrası Muaviye Hz. Ali’ye karşı daha da muhalif olmuştu. Hz. Ali, Cerir b. Abdullah el-Becili'yi, kendisine bey'at etmeyen Muaviye'ye beyat almak amacıyla göndermiş ve müslümanların Cemel vak'asındaki durumundan örnekler vererek kan dökülmemesini istemiş ama bir sonuca varılamamıştı. Bu görüşmeler esnasında yaşanan Ali “Kişinin hukuku hiçbir şeye feda edilemez” diyerek Hz. Osman’ın gerçek katillerinin bulunup cezalandırılması fikrini savunurken, Muaviye “ Milletin selameti için kulun hukuku feda edilir” diyerek tüm isyancı grubun öldürülmesi fikrini savunuyordu. Bu görüş farkı ve Ali’nin halifeliğine karşı olması savaşın başlama nedeniydi. Hz. Ali kazanmak üzereyken Muaviye’nin ordusu hileye başvurdu. Mızrakların üzerine Kur’an ayetlerini asıp “ Aramızda Kur’an hakem olsun” diye Hz. Ali’nin askerlerine bağırıyorlardı. Hz. Ali (r.a) bunun savaş hilesi olduğunu anlayıp askerlerine savaşmalarını emrettiyse de söz geçiremedi ve Hakem Olayı yaşandı.

Bu olay üzerine müslümanlar dağılmış, Muâviye kendisini meşrü halife ilan ederek İslâm tarihinde çift halife dönemi başlamıştır. Bu durum Hz. Hasan'ın halifeliği kendi rızasıyla vermesine kadar devam etmiştir. Ancak Hz. Ali hiç bir zaman Muâviye'yi meşru halife olarak tanımamış, şehîd edilinceye kadar Şam hariç bütün müslümanlarca halife olarak kabul edilmiştir. Bu savaş sonucunda ortaya çıkan Hariciler hem Ali’ye ’a hem de Muaviye ‘nin halifelik isteğine karşı çıkıyorlardı. Haricilerin daha sonrasında Hz. Ali’yi şehit etmesiyle Muaviye’nin Halife olabilmesi için önünde bir engel kalmadı ve böylece Halifelik Emevi hanedanlığına geçti.

f) Alevilik Kerbelâ katliamına tepkiyle başlar. Bazıları Hüseyin’in 680 de Kerbelâ’da şehit edilmesinin ardından yükselen tepkilerle ve Hüseyin’in katillerinin öldürülmesiyle sonuçlanan isyanlarla aleviliğin başladığını söyler.

İslam tarihinde korkunç ve dengesiz bir siyasal olay olan Hz. Hüseyin ve yakınlarının Kerbela’da katledilmesi,bütün müminleri de derinden sarsmış ve kalplerinde kapanmaz bir yara açmıştı. Kerbela katliamı o zamana kadar var olan Alevi hareketinin Şia’t-ü Ali olarak kurumsallaşmasına yol açan önemli bir olay oldu. 683 te Abdullah bin Zübeyr isyanı ve Mekke'ye sığınması ile Emevi ordusunun Medine'yi talan ettikten sonra Mekke'ye ve Kabe'ye büyük zararlar vermesi yüzyıllarca unutulmadı. 685 yılının Ekim ayında Muhtâr es-Sekafî (ö.mart 687) isyan etti ve Hz. Hüseyin’in katillerini öldürdü.

Muhtar’ın ölümünün ardından Hz. Muhammed’in torunları Seyyit ve Şerifler üzerinde baskılar yoğunlaşınca, yavaş yavaş büyük çoğunluğu Arap dünyasını terk edip İran ve Horasan’a yerleştiler. Bu yarım asırlık dönemden sonra, Emevîler’in zayıflamasına paralel olarak 740 ta bizzat bir Ehlibeyt mensubunun, İmam Zeynel Abidin’in oğlu ve İmam Bâkır’ın kardeşi Zeyd bin Ali’nin Küfe’deki isyanı ve sonra oğlu Yahya ile bir dizi ayaklanma meydana geldi. Zeyd’in oğlu Yahya tarafından başlatılan Zeydilikten sonrada İsmailiye ile bizzat Ehl-i Beyt’in kurduğu değişik Alevi yorumları o güne kadar var olan diğer Alevi meşreplerine eklendi ve Alevilik geniş bir siyasi-coğrafi-etnik ve kültürel alanda kendini kabul ettirdi.

Yukarıdaki yaklaşımları yakından incelendiğimizde ilk Ali yandaşlığından, ibn Saba ve Sabaiyye'lerin 651 den itibaren ilk Alevi siyasal/inançsal hareketini kurmalarından, 740 da Muhammed’in torununun torunu Zeyd’in takipcilerine kadar, yanı ilk düşünceden somut girişimlere kadar her olayda sunulan Aleviliği başlatma girişimi doğrudur. Çünkü her olayın bir diğerini tetiklediği, her birikiminden sonra yeni gelişmelerin oluştuğu bir süreçte Kerbela katliamı gibi bazı olaylar ön plana çıksa da aslında hepsi birbirine bağlıdır ve hiçbiri ihmal edilemez. İslam’ın doğuşundan itibaren her tarihsel kesitte meydana gelen olayların Aleviliğin Tarihi’ni başlattığı söylenebilir. Ama unutmayalım ki sünniliğinde aleviliğinde şekil alması, tanımlanması, kademe kademe bir dizi birikimle her iki yolunda dinbilimi, edep-erkân ve tasavvuf tartışmalarıyla bölünüp gelişmesi iki-üç yüzyıla yakın bir zaman aldı.

Unutmayalım ki, İslamın içinde Aleviliğin doğuşu ile Anadolu Aleviliğinin kaynaklarında sadece birini ele almış olduk. Ayrıca belirttiğimiz gibi ancak Orta Asya’da Oğuz Türklerinin kültürel ve inançsal yaşamının (Gök Tanrı inançının) içeriğini ve tarihini, Türklerin Bâtınî İslamın Zeydî, İsmailî kolları ve Melâmetilikle tanışmasının tarihini ve Türk boylarının Anadolu’ya göçünü, Anadolu’yu türkleştirmelerini ve Alevi inançlarının karşılaştıkları yöresel kültürel ve inançsal etkiler ile bilhassa Vefaî, Kalenderî, Yesevî ve Babaî, vb... Alevi tarikatlarının inançsal etkileriyle zamanın akışı içinde değişiminin tarihini de ele alarak Anadolu Aleviliğini anlamayı ve anlatmayı tamamlamız gerekiyor.

A- MUHAMMED ve İSLAMIN DOĞUŞU

Buradaki Hz. Muhammed zamanındaki rivayet mahiyetindeki bazı bilgiler ibn Hişam’ın asıl adı “Siretü’n-Nebeviyye Li-lbn-i Hişam” olan ve türkçeye “Sîret-i ibn-i Hişam” adıyla Hasan Ege tarafından çevrilmiş kitabından alınmıştır. Kaybolan kitabın aslını İbn-i İshak adındaki meşhur âlim yazmışsa da, elimizde olan ilâveleriyle, izahlariyle, çıkartmalarıyle kitapta rötuş yapıp önemli ölçüde değiştiren İbn-i Hişâm’ındır.

Bazı bilgilerde Tabari’nin “Târîḫu’l-ümem ve’l-mülûk” adlı eserden alıntıdır ( kısmen Milli Eğitim Bakanlığı Şark-İslam Klasikleri serisinde “Milletler ve Hükümdarlar Tarihi” adıyla yayınlandı)

- 571? Hz. Muhammed’in(S.A.V) doğumu.

- 577 Annesi Amine'nin ölümü ve dedesi Abdülmuttalib Efendimizi himayesi altına girdi.

- 579 Abdülmuttalib'ın vefatı sonrası amcası Ebu Talib’in yanında kalmaya başladı.

- 583 Rivayete göre amcası Ebu Talib’le ticaret maksadıyla Şam’a gitti. Busra’da(Suriye’nin güneyinde bir şehir) Rahip Bahîra Allah Resulü’nün beklenen son peygamber olduğunu söylemesi.

- 596 Hatîce validemizle evlenmesi. (Peygamber 25, Hatîce validemiz 40 yaşındayken)

- 21 Mart 598'de (bazı kaynaklara göre 21 Mart 599) Ali ibn Ebu Talib’in doğumu

Peygamber'in amcası Ebû Talip'in oğlu Ali milâdi takvime göre 21 Mart 598'de (bazı kaynaklara göre 21 Mart 599 da) Mekke/Kabe’de doğmuştur. 24. 01. 661 tarihinde ise, Abdurrahman İbni Mülcem-i Murâdî adlı bir Harici tarafından zehirli bir kılıçla şehit edilmiştir (kimi kaynaklar Hz. Ali’nin şahadetini 28 Ocak 661 olarak açıklarlar). Kabri uzun süre gizli tutulmuşsa da İmam Cafer onun Necef’de olduğu söyledi..

- 610 Söylenceye göre İslamın kutsal kitabı Kur’an, Hz.Muhammed’e kırk yaşındayken Cebrail aracılığıyla vahiy yoluyla 610 yılının ramazan ayının Kadir Gecesi’nde Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’nda indirilmeye başlamıştır. İlk indirilen beş ayet Alak suresinin başında yer alır. Mekke'de inen ilk vahiy:

Oku! Yaratan Rabbinin adıyla! O, insanı “alâk”dan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Kur’an, Alâk suresi 1-5)

Bu " İslam Çağrısı" ile Hz. Muhammed'in Peygamberliği devri başladı. Hz. Hatice, Hz. Ebubekir, Hz. Ali ve Hz. Zeyd’in Müslüman olmaları.

Kur’an-ı Kerim, 610 – 632 yıllan arasında, 12 yılı Mekke, 11 yılı da Medine dönemi olmak üzere yaklaşık olarak yirmi üç yıllık sürede indirilerek tamamlanmıştır.

- 614 Safa tepesine çıkıp ilk açık tebliğini yaptı. Müslümanlara işkence yapılmaya başlandı.

- 615 İlk Hicret, Habeşistan’a yapıldı.

- 617 Müslümanlara karşı boykot.

- 619 amcası Ebu Talib öldü. Ardından da Hz Hatice.

- 620 Peygamberimizin İslâm’a davet için Taif’e gitmesi. Ağır hakaretlere uğrayarak Mut’im bin Adiy himâyesinde Mekke’ye geri dönmesi.

İsrâ ve Mi’rac Olayı.

- 621 1. Akabe Biatı gerçekleşti. Daha önce Müslüman olan 6 Medineli, bir sene sonra, hac mevsiminde Hz Peygamber (sas) ile görüşmek üzere Medine’den Mekke’ye 10′u Hazrec, 2’si Evs kabilesinden olmak üzere 12 Müslüman geldi.

- 622 II. Akabe Biatı. 75 kişilik Evs ve Hazreçli, Peygamberimizle gizlice Akabe tepesinde ikici kez buluştu ve biat ettiler. O’nu Medineye davet etti.

- 20 Eylül 622’de Yatrib'e hicret ve Medine Vesikası. Hz. Peygamber’in, 622 tarihinde Medine‘ye hicret etmesinden sonra; birinci bölümü Müslümanların kendi aralarında, ikinci bölümü ise Müslümanlarla Medine‘nin merkezinde ve civarında yaşayan bir takım Musevi kabileleri arasında geçerli olmak üzere, yazdırdığı rivayet edilen ve günümüzde “Medine Vesikası” ismiyle tanınan iki bölümlük sözleşme, ilk yazılı anayasa olarak kabul edilmektedir. Bu tarihi belgeyi bir bütün halinde bize aktaran en eski kaynak İbn Hişam’ın “Siretü’n-Nebeviyye Li-lbn-i Hişam isimli eseridir.

“Medine Vesikası”nın Aleviler için önemi değişik aşiret yapısında, değişik kültür ve dinî inançlarda olan toplulukların eşit haklarla birlikte yaşama isteğinin yazılı sözleşme şartlarıyla ifade edilerek yasal hale dönüştürülmesidir.

- 13 Mart 624 Bedir kuyularının olduğu bölgede yapılan muharebede Mekke kuvvetlerini bozguna uğrattı.

- 624 Beni Kaynuka Yahudileri üzerine gidildi ve Medine’den çıkarıldı.

- 624 Hz Ali ile Hz Fatıma evlendi.

- 19 Mart 625'de Ebu Süfyan komutanlığında Mekke kuvvetleri Uhud dağı eteklerinde Medine ordusunu yendi.

- 625 İmam Al-Hassan ibn Ali’ nin doğumu. İmam Müçteba (seçkin, seçilmiş) ismi ile de çağrılan Hz. Hasan, Peygamberin kızı Hz. Fatıma'nın ve Hz. Ali’nin büyük oğludur. Muhtemelen 11 Nisan 625 tarihinde Medine'de dünyaya gelmiştir. Hz. Hasan mecburen hilafeti geçici olarak Muaviye’ye bırakmak ve barış imzalamak zorunda kaldı. Anlaşma maddelerinden en önemli 2 maddesi ’’Halka adaletli davranmak’’ ve ’’Muaviye öldükten sonra hilafetin Hz. Hasan’a tekrar iade edilmesidir’’. Eşi tarafından zehirlenerek öldürülmüş.Cenazesinde ise Fil Vakası olarak anılan bir çatışma çıkmış ve Hz. Hasan’ın naaşını oklanmıştır. Bunun üzerine cenazede gerginlik istemeyen kafile İmamın naaşını Medine’de Baki mezarlığında defnetmişlerdir.

- 626 İmam Al-Hussayn ibn Ali doğuşu. İmam Hüseyin, Hz. Ali’nin ve Peygamberin kızı Hz. Fatıma'nın ikinci oğludur. Muhtemelen 25 Şubat 625 tarihinde Medine’de dünyaya geldi. Ağabeyi İmam Hasan Mücteba şehit olduktan sonra onun vasiyeti üzerine İmamet makamına geçti. Hicretin 61. yılı, Muharrem ayının 10. günü (m. 680) Hz. Hüseyin, yakın akrabaları ve bir kısım yakın dostları, daha önceleri Küfe civarında şehit düşen bazı Masumlar dahil toplam 72 ulu kişi olmak üzere hepsi Yezid’in askerleri tarafından Kerbelâ’da şehit edildiler.

-31 Mart 627'de Hendek savaşı bir ay süren kuşatmanın kaldırılmasıyla Medinelilerin zaferi olarak kaydedildi.

-627 Beni Kurayza Yahudileri anlaşmalarına göre Hendek savaşında Medine’yi Müslümanlarla beraber korumak zorundaydılar. Fakat bunu yapmadılar. Üstelik anlaşma hükümlerini hiçe sayarak harbin en nazik safhasında müşriklerle işbirliğine gittiler. Hendek sonrası Beni Kurayza üzerine yüründü ve bertaraf edildiler.

- 628 yılında Mekkeliler ile Hudeybiye Köyü'nde, 10 yıl savaş yapılmayacağına dair anlaşma yapıldı.

- 628 Hayber Savaşı ve Hayber’in Fethedilmesi. Hz. Ali’nin dillere destan kahramanlıklar göstermesi, Yahudilerin baş savaşçısı Merhab’ı bir hamlede yere sermesi. Hayber’in fethi ile hemen hemen Arabistan’daki bütün Yahudiler İslam devletine tabi duruma gelmiş sayılıyordu.

- 629 Mute Savaşı bu yılda Bizans ile yapıldı. İslam sancaktarı Zeyd bin Hârise, Cafer-i Tayyar ve Abdullah bin Revâha’nın peşi peşine şehit olmaları. Halid bin Velid’in askerî dirâyeti sayesinde üç bin kişilik İslam ordusunun, yüz bin kişilik Bizans ordusuna zor anlar yaşatması ve ordunun fazla zâyiat vermeden geri çekilmesi. Mu’te Savaşı, Suriye’de Müslümanların Bizans’la ilk karşılaşması idi.

- Aralık 629'da Hudeybiye anlaşmasını Mekkelilerin himayesindeki Banu Bekr kabilesinin Medinelilerin himayesindeki Khuza'a bedevilerine saldırırarak bozması ile Muhammed komutasındaki güçler Mekkeyi kuşattı ve ufak birkaç saldırı dışında direniş olmadan hicrin 8ci yılında, 11 Aralık 629'da Mekke fethedildi.

- 630 başında Hunayn savaşı. Kureyşilerin zayıf düştüğünü zanneden Havazin ve Takif aşiretlerinin Mekke'ye saldırı hazırladığını duyuca Muhammed harekete geçti. Hunayn denilen yerde Havazinliler hücum ettiler. Büyük zafer ve arap birliği.

- 631(630?) Taif kuşatması

- 631 (630?)Tebük Seferleri Bizans üzerine yapıldı. Bizans ordusu giriştikleri savaş hazırlıklarından cesaret edemedikleri için vazgeçtiler ve İslam ordusu karşısına çıkamadılar. Savaş dönüşü Muhammed'e suikast teşebbüsü.

- 631 (630?) Mescid-i Dırar; Muhammed’in dini ve siyasi otoritesinin tüm Arabistan’ı etkisi altına almaya başladığı bir zamanda, muhaliflerden Ebu Amir ve Medine’deki bir takım “dinsel bölücü ve iki yüzlüler”( münafıklar), söz konusu otoriteyi, sarsmak amacıyla bir örgütlenme yeri olarak tasarladıkları “Mescid-i Dırar”ı (zararlı Mescid) inşa ettiler. Tebük Seferinden döndükten sonra münafıkların Küba Mescidi ile Mescid-i Nebevi arasına yaptırdığı bu mescid Tevbe 9/107-117 ayetleri inince Peygamberimiz tarafından yıkıldı.

- 632 (23 Şubat?). Muhammed’in Veda Haccı ve 9 Zilhicce/ 7 Mart Veda Hutbesi

- 17 Mart 632 veya Hicrî Zilhicce Ayı'nın 18.ci günü Gadir Hum: İslam tarihinde Aleviliğin çıkış noktası Veda haccı dönüşünde Gadir Hum’da yaptığı konuşmadadır. Peygamberimiz Muhammed Mustafa Veda Haccından, Mekke’den dönerken Yüce Allah’tan şu ayet indirildi:

Ey Resül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.” (Maide 5;67).

Hazret-i Muhammed bu emri alınca, ileri gitmiş olanları çağırtı. Gadir Hum denilen bir yerde, beraberinde olan yüzbin’in üzerindeki sahabesini bir araya toplar. Sunnî ve Alevî dinbilimcileri tarafından gerçek olduğu kabul edilen hadise göre Hz. Muhammed, Hz. Ali’yi yanına çağırdı, kürsüye çıkarıp sağ yanına aldı ve yüksek bir sesle şöyle buyurdular (Hanbeli'lerin imami Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, s. 368 eserinden tercüme ve Buharî, Ebu Muslim,vb.. gibi 40 hadis yazarıyla bin kadar da nakli delil getirilerek doğrulanan hadise göre):

Resulullah: "Allah-u Teala benim mevlamdır, ben de mü'minlerin mevlasıyım; ben onlara kendilerinden daha evlayım(yakınım). Öyleyse ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır"

Resulullah bu cümleyi üç defa tekrarladı. Daha sonra şöyle buyurdular:

Resulullah :"Allah'ım, onunla dost olana dost, ona düşman olana düşman ol; onu seveni sev, ona buğzedene (nefret edene) buğzet; ona yardım edene yardım et, ondan yardımını esirgeyenden yardımını esirge; o nereye dönerse hakkı onunla döndür. Biliniz ki, bu sözleri hazır olanlar hazır olmayanlara bildirmelidirler. "

Halk henüz dağılmadan Allah-u Teala şu ayeti indirdi:

"Bu gün dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı beğendim." (Maide 5;3)

Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdular:

"Allah-u Ekber! Din kemale erdi, nimet tamamlandı, Allah benim risaletime ve benden sonra Ali'nin velayetine ran (hüküm sürücü) oldu."

Gadir Hum hutbesiyle Muhammed, kendisinden sonra imam olacak şahsı tüm insanlara açık bir şekilde tebliğ etmiş, bu olayı orada olmayanlara aktarılmasını emretmiştir. Aleviliğin aslı Gadir Hum’dadır ve Alevilik buradan başlamıştır.

-24 Mayıs 632 de Hz. Peygamber ateşli bir hastalığa yakalandı (27 Safer/24 Mayıs Pazar)..

- Vefâtından üç gün önce Ali ile Fahd’a dayanarak mescide gelip cemaata namaz kıldırması, ashâbına hayır temennîlerde ve son tavsiyelerde bulunması.

- 8 Haziran 632 Pazartesi günü ( Hicri 11. Sene 12 Rebiyülevvel ) Hz. Peygamber’in Hakk'a yürüyüşü. Muhammed’in Hakk’a yürümesinden sonra Hz. Ali taraftarları Gadir Hum hutbesine dayanarak halifeliğin Hz. Ali’ye geçmesini beklediler. Beni Saida çardağında ise Ebu Bekir ve Ömer dine ve Muhammed’in mirasına sırt çevirerek dinsel bir devamlılık sağlayacak halifelik seçimini siyasî güç dengelerinin belirlendiği bir iktidar savaşına dönüştürdüler. Ali taraftarları Ebu Bekir’in sonrada Ömer ve Osman’ın halifeliğini reddettiler. Böylece siyasi muhalefet ve daha sonrada İslam’da inanç ayrışması ve bölünme başladı.

Bu duruma karşı Osman’ın halifeliği sırasında Hz. Ali hislerini şöyle ifade ediyor:

Acı bir çok olaya, istemeye istemeye ve iğrenerek sabır gösterdim. Hayret! Allah’ın dinini inkâr etmek için öylesine yalan söyleniyor ki, insanın şaşkınlık ve üzüntüden saçları ağırıyor. İnsanın kulağına çalınan ve gözüne kara vuran şeyleri Peygamber duysaydı, asla rıza göstermezdi.” ( 1044 te Ebu’l Kasım tarafından derlenmiş Ali Divan’nında sayfa 97; no.763-765 (çev. Vedat Atila 1990)

B- HULEFA-YI RAŞİDİN DÖNEMİ


- 632 Hz Ebubekir’in halife olması

- 632 Kur’an-ı Kerim Mushaf’ı oluşturuldu. Ebu Bekir’in halifeliği döneminde, vahiy katibi ve hafız olan Zeyt b. Sabit Kur’an ayetlerini, çok titiz çalışma ve çabalarla, iki kapak arasında birleştirerek bir Kur’an-ı Kerim Mushaf’ı oluşturuldu. Ancak indiriliş sırasına bakmadan iki kapak arasına konan ayetlerden oluşan bu ilk Kur’an ölene kadar Ebu Bekir’de kaldı, sonra ikinci Halife Ömer’e geçti. O da ölünce, Ömer’in kızı, Peygamber’in eşi Hafsa’ya emanet edildi.

Bu dönemden hiçbir Kur'an tam olarak elimizde yok. İbn ebu Davut'a (öl. 929) atfedilen “Kitap al Masahif” sahabeden bazı kişilerin kendi Mushaflarını (iki kapak arasındaki sayfalar) yaptıkları belirtiliyor. En erken Kur’ân yazımı esnasında, Arap alfabesi, bugün kullanılan 28 harfe karşılık 22 harfi karşılayan 15 farklı noktalama işaretsiz yazım (harf)'ten oluşmaktaydı. Uzatma, nokta, hareke gibi işaretlerin yer almadığı bu ilk yazımlara daha sonraları ilâve edilen işaretlemelerle okuyuş şekli de (tecvid) yazılı olarak belirlenmiş. Farklı yazım şekillerine sahip farklı kuran mushaflarında, surelerin anlamları da değişebilmektedir. İbn ebu Davut toplam olarak aralarında surelerin sıralanması haricinde bir çok başka farklılıkları olan 28 Mushaftan bahsediyor. Elimizdeki bilgilere göre 11ci yüzyıla kadar var olan Mushafların en önemlileri şunlar:

1) Salîm ibn Mâqîl'in (ölümü 633) Mushafı

Yammama savaşında (633) şehit olan Salîm ibn Mâqîl Mushafı sözlü ve yazılı ayetleri ilk toplayandır ve “Mushaf” adınıda veren O'dur.

2) Abdullah Ibn Abbas'ın (618-686) Mushafı

Hz. Muhammed'ın amcası Al-Abbas ibn Abd al-Muttalib'in oğlu zamanının en önemli ulemalarından, Tefsir ve Sunna uzmanıdır.

3) Ali ibn ebu Tâlib'in (öl. 661) Mushafı

Ebu Bekir Zeyd'e Mushaf hazırlatmadan önce Ali'nin hazırladığı bir Mushaf. Kısmen bulunduğu iddia edilen ve Alevi-Şii dünyasında bir çok eski eserde bahsedilen ve bahsedilmekte devam edilen Mushaf.

4) Ebu Mûsa al Ach’arî'nin (öl. 662 veya 672) Mushafı

Mekke'nin fethinde ve Tebük savaşında da bulunan sonra Basra ve Kufe valiliği yapan ve Hz. Ali'nin halifeliği sırasında taraftarı olan Ebu Mûsa al Ach’arî'nin de hazırladığı bu Mushaf'dan bir çok eski eserde bahsediliyor.

5) Ubayy ibn Ka’b'ın (öl. 643) Mushafı

Ubayy ibn Ka’b Hz. Muhammed'e, Zeyd ibn Tâbit gibi Kur'an katipliği yapmıştı. Mushafını, Peygamberimizin yol arkadaşlarından destek alarak ve sözlü ve yazılı kaynaklarından faydalanarak ciddi bir çalışmayla topladı. Yaptığı bu çalışma Osman'ın yaptırdığı Mushaf'tan çok farklı bir çalışma. Osman'nın ve diğer halifelerin bu Mushafı yok etmeye çalışmalarına rağmen 10cu yüzyıla kadar kaldığını bir çok kaynakta okuyabiliyoruz. Bu Mushaf'ta 114 suret yerine 116 suret var ve sıralamada oldukca farklı.

6) Abdullah Ibn Mes’ûd'un (öl. 650) Mushafı

En tanınmış Osman karşıtı bir Mushaf. Aynı zamanda hakkında en fazla bilgi var olan Mushaf. Abdullah Ibn Mes’ûd ilk müslümanlardandır. Osman zamanında Kur'anı derleme çalışmasına davet edilmeyince, ezbere bildiği Kur'an'ı, kâtiplere okuyarak yazdırdı. Bütün Orta Çağ'da İbn Mes'ûd'un Kur'an'ının kopyaları ellerdeydi. Bu Kur'an'dan bir çok sure zamanın geleneksel ulemaları tarafında tevsir edilmişti. Bu günkü Kur'an ile surelerin sıralamasında, eşanlamlı kelimelerde diğerinin kullanılması ve bazı ayetlerin başkalarıyla yer değiştirmesi gibi farklılıklar vardır.

936 da hafız İbn Sannabud, İbn Mesud'un Kur'an'ını okumayı bırakmadığı için Bağdat'ta meydanda kırbaçlandı (1962 yayınlanan “‎Bağdat 1200 yıllık tarih” kitabındaki Régis Blachère'in yazısından) ;1007 de ise sünnî şeriat mahkemesi, İbn Mes'ud Mushafı'nın imha edilmesine karar verdi.

Son senelerdeki araştırmalara göre bugün elimizde bulunun Kur’an’ın aslında Emevi Halifesi Abdülmelik bin Mervan (685-705) ve Hicaz sonrada Irak valisi ve aynı zamanda şair Haccac ibn Yûsuf tarafından yapılan son değişikliklerle geldiği söyleniyor. Bir çok kaynak, çok güzel şiirleri olan valinin halife Abdulmelik bin Mervan'ın isteği üzerine Kur'an'ın yazılışına müdahale ettiğini yazıyor. Metinde olmayan ve birbirine benzer harfleri ayırt edebilmek için imla işaretleri ve harflerin sesini değiştiren işaretleri ve noktaları ilave ettiği gibi ayetlerin ve surelerin yerini değiştirdiği hatta bazılarını da eklediğini yazıyorlar.

Bugün kütüphane köşelerinde unutulmuş eski elyazmalarının yeniden ele alınması, değerlendirilmesi ve akademik araştırmalar bu ilk İslam dönemi Kur’an’ları hakkında bilgilerimizi genişletiyor ve yeni buluşların devam edeceği izlemi bırakıyor.

- 634 Yermük Savaşı, Hz. Ebubekir’in vefatı ve Hz. Ömer’in halife olması

- 635 Şam’ın Müslümanların eline geçmesi

- 636 Ecnadeyn Savaşı Müslümanların Suriye ve Filistin'i fethi sırasında Bizanslılarla yaptıkları ilk savaş. Bazıları 634 olduğunu söylerse de Ömer 636 meydana geldiğini söyler.

- 637 Kudüs’ün, Hz. Ömer tarafından teslim alınması

- 642 İran ve Mısır’ın Müslümanların eline geçmesi

- 644 Hz. Ömer’in şehit edilmesi, Hz.Osman’ın halife olması

- 651 den itibaren Mısır, Basra ve Küfe’de Osman’a karşı ilk Ali taraftarları isyanları ve Şiat-ü Ali yapılanmasının başlangıçı: Abdullah ibn Saba ve Sabaîler.

Sabaîler Hz. Ali’de Tanrısal özün saklı olduğuna ve bu özün Ali soyuna geçtiğine sonrada her birinde Ali’nin dolayısıyla Tanrı’nın tecelli ettiğine inanırlar. Sabaîlik daha sonra değişik isimlerde devam etti. (bak Hasan b. Mûsâ en-Nevbahtî’nin (ö. 922) “Fıraku’ş-Şî’a” adlı Şiîliğinin ilk üç asırlık tarihine ışık tutan eseri).

- 656 Hz.Osman’ın şehit edilmesi. Mısırdaki ayaklanmada isyancıların Medine üzerine yürümesi, şehre girmesi ve halife Osman’ın evini kuşatarak öldürülmeleri.

- 23 haziran 656 da Medine halkının Ali’ye biat etmesi ve halife yapması.

- 656 Cemel Savaşı Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle ortaya çıkan karışıklığın, Hz. Ali'nin halife tayin edilmesiyle nisbeten hafiflediği görülmüş ve müslümanlar çoğunlukla Hz. Ali'ye bey'at etmişlerdi. Muhammed 'in dul eşi Aişe, Zübeyr, Tâlha ve Şam valisi Muaviye, Hz. Ali'ye bey'at etmeyenlerin başında geliyorlardı. Bunların Hz. Ali'ye bey'at etmemelerinde Osman'ın öldürülmesi olayının Hz. Ali taraftarlarınca gerçekleştirildiği görüşü rol oynuyordu. Ancak Hz. Ali bu olaylarla uzaktan yakından bir ilişkisinin olmadığını, kendisine bey'at etmeyenlerin müslümanlar arasına nifak soktuklarını ifade etti. Halife Ali bin Ebu Talib ile Aişe ve taraftarları Basra'da karşılaştılar. Cemel savaşı müslümanların arasındaki ilk iç savaş olarak bilinir. Savaş Halife Ali bin Ebu Talib'in zaferi ile son buldu. Savaşta Aişe'nin müttefiklerinden Zübeyr bin Avvam ve Talha bin Ubeydullah öldürüldü, Aişe ise Ali tarafından Medine'ye gönderildi.

- 657 Sıffın Savaşı ve Hakem olayı: Cemel savaşı sonrası Muaviye Hz. Ali’ye karşı daha da muhalif olmuştu. Hz. Ali, Cerir b. Abdullah el-Becili'yi, kendisine bey'at etmeyen Muaviye'ye beyat almak amacıyla göndermiş ve müslümanların Cemel vak'asındaki durumundan örnekler vererek kan dökülmemesini istemiş ama bir sonuca varılamamıştı. Bu görüşmeler esnasında yaşanan Ali “Kişinin hukuku hiçbir şeye feda edilemez” diyerek Hz. Osman’ın gerçek katillerinin bulunup cezalandırılması fikrini savunurken, Muaviye “ Milletin selameti için kulun hukuku feda edilir” diyerek tüm isyancı grubun öldürülmesi fikrini savunuyordu. Bu görüş farkı ve Ali’nin halifeliğine karşı olması savaşın başlama nedeniydi. 657 yılında, Fırat’ın kıyısına yakın Rakka’nın doğusunda Sıffin ovasında Hz. Ali (r.a) ve Muaviye’nin orduları karşı karşıya gelmişlerdir.

Kanlı geçen savaşı Hz. Ali kazanmak üzereyken Muaviye’nin ordusu hileye başvurdu. Mızrakların üzerine Kur’an ayetlerini asıp “ Aramızda Kur’an hakem olsun” diye Hz. Ali’nin askerlerine bağırıyorlardı. Hz. Ali (r.a) bunun savaş hilesi olduğunu anlayıp askerlerine savaşmalarını emrettiyse de söz geçiremedi. ve Hakem Olayı yaşandı.

İbnü'l-Esîr olayı özetle şöyle anlatır: İki hakem; Ebû Musa Abdullah b. Kays el-Eş'ârî ve Amr b. el-Âs el-Kureyşî, Allah'ın kitabında ne bulurlarsa onunla amel edeceklerdir. Allah'ın kitabında bulamadıklarını, bir araya getirici âdil sünnette arayacaklardı.İki hakem yetkilerini gösteren sahifeleri alarak Ramazan 37 H. (M. 657)'de bir araya geldiler. Erzuh'ta Dumetü'l-Cendel'de her iki taraftan dörtyüzer kişilik birer grup hakem kararını almak üzere toplantıya katıldı.

Hem Hz. Ali hem de Muâviye'ye bey'at edilmemesi gerektiğine inanarak fikir birliğine vardılar. O halde yeni halife müslümanlar tarafından seçilmeliydi. Şimdi yapılacak iş bu kararlarını müslümanlara bildirmeye gelmişti. Bu kararı cemaate açıklamak üzere Ebû Musa minbere çıktı ve Allah'a hamd ve senadan sonra "Ey nas! Biz ümmetin durumunu düşünüp bir formül bulmakta epey zorlandık. Hem benim, hem de Amr'ın görüşü şudur: Hz. Ali ve Muâviye'yi hilâfetten uzaklaştırmak ve ümmetin kendisinin istediği birisini hafife tayin etmelerini sağlamak gerekir. Bundan dolayı ben, Hz. Ali ve Muâviyeyi hilâfet görevinden alıyorum" dedi. Sıra Amr'a gelince O da minbere çıktı ve şöyle konuştu; "Şüphesiz Ebû Musa'nın söylediklerini duydunuz. O Ali'yi görevden almıştır. Ben de onun yerine Muâviye'yi halife tayin ettim" deyince herkes şaşkınlıktan ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Bu karara Ebû Musa derhal itiraz ederek " Sana ne oluyor ki anlaşmaya ihanet ediyorsun, sen facir oldun. Allah seni başarıya ulaştırmasın" diyerek orayı terketti.

Ebû Musa bu olaydan duyduğu utanç ve üzüntü üzerine insanlardan uzaklaşmak amacıyla Mekke'ye giderek orada yalnız başına yaşamayı tercih etti. Bu olay üzerine müslümanlar dağılmış, Muâviye kendisini meşrü halife ilan ederek İslâm tarihinde çift halife dönemi başlamıştır. Bu durum Hz. Hasan'ın halifeliği kendi rızasıyla vermesine kadar devam etmiştir. Ancak Hz. Ali hiç bir zaman Muâviye'yi meşru halife olarak tanımamış, şehîd edilinceye kadar Şam hariç bütün müslümanlarca halife olarak kabul edilmiştir.

Bu savaş sonucunda ortaya çıkan Hariciler hem Ali’ye ’a hem de Muaviye ‘nin halifelik isteğine karşı çıkıyorlardı. Haricilerin daha sonrasında Hz. Ali’yi şehit etmesiyle Muaviye’nin Halife olabilmesi için önünde bir engel kalmadı ve böylece Halifelik Emevi hanedanlığına geçti.

- 659 İmam Ali ibn al-Hussayn ( İmam Zayn al-Abidin)nin doğumu. Hz. Hüseyin'in oğlu olan İmam Zeynel Abidin, ayrıca İmam Seccad lakaplarıyla da tanınır. Muhtemelen 10 Ocak 659 tarihinde Medine’de doğmuştur. Annesi Şehriban İran şahı Yezdgird'in kızıdır. Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin ağır hasta olduğu için Kerbelâ’da savaşa katıl(a)madı. Eserlerinden olan "Sahife-i Seccadiye" adlı yapıt önemli öğretileri ile 57 dua içermektedir. Eser ayrıca "Al-i Muhammed'in Zeburu" adını almıştır. İmam Zeynel Abidin 33 yıl imamet ettikten sonra Emevi halifesi Hişam'ın emriyle ve Velid bin Abd-ül Melik'in vasıtasıyla 17 Ekim 713 tarihinde Medine’de zehirlenerek şehit edildi (3). Kabri Medine/Baki mezarlığındadır.

İmam Zeynel Abidin’in oğlu Seyyit Zeyd, Ali soyuna yapılan baskılar dayanılmaz boyut alınca Emevilere karşı isyan etti. İsyanda yenik düşerek, 740 yılında Küfe’de asıldı. Cesedi dört yıl boyunca darağacında asılı kaldı. Dört yıl sonra kemikleri yakıldı. 744 Yılında da oğlu Yahya Horasan/Gürgan’da asıldı.

- 24 ocak 661 Şah-ı merdan imam Ali’nin şehit edilmesi.Şah-ı merdan imam Ali hicretin 40. yılı ramazan ayının 19. günü İbni Mülcem adlı bir Harici tarafından evi’nin önünde saldırıya uğradı ve zehirli kılıçla darbe alarak ramazanın 21. günü de Şahadet şerbetini içti, Hakk ile Hakk oldu.

İmam Cafer Sadık’ın ömrünün son yıllarına kadar mezarın yeri gizli tutulmuş, bu süre zarfında imamlar ve ashaptan seçkin bir grup insan dışında Hz. Ali’nin mezar-ı şeriflerinin nerede bulunduğundan hiç kimsenin haberi olmamıştır.

Hz. Ali’nin (a.s) şahadetinden sonra, İmam Hasan, Ramazanın 21. gecesi göstermelik bir cenaze töreni düzenlemiş, karanlık basınca cenazeyi yine tedbirlerle yola çıkararak Medine’ye götürmelerini söylemiştir. Böylece halk, Hz. Ali’nin Medine’de defnedildiğini sandı. Bu süre zarfında Hz. Ali’nin evlatları, defin merasimine katılan belli bir grup ve Ehl-i Beyt’in has taraftarlarından başka hiç kimse onun mezarının yerini bilmedi. Mezarın yerini bilen bu şahıslar Kufe yakınlarında bulunan (bugünkü Necef’te) kabr-i şerifi ziyaret etmedeydiler. İmam Cafer Sadık döneminde hariciler dağılıp da bu tehlike ortadan kalkınca, imam Cafer Sadık Safvan’a kabrin yerini belli edecek bir alamet konulmasını söylediler, bunun üzerine mezar, çardağa benzer bir gölgelikle belirlendi. Bu tarihten itibaren halk mezarın yerini öğrenmiş ve ziyaret edebilmiştir.

Hz. Ali’nin (a.s) cenaze törenine de ancak seçkin ashabdan oluşan az sayıda bir grup katılabilmişti. Emir-ül Mü’minin’in has ashabından olan, onun huzurunda konuşmalar yapan, dönemin tanınmış edebiyatçı ve hatiplerinden Sa’saa b. Suhan cenaze merasimine katılanlardan biridir. Cahiz’in “el-Beyan vet-Tebyin” adlı eserinde ondan etraflıca söz eder:

Hz. Ali defnedildiğinde cenaze töreninde hazır bulunan herkesi derin bir üzüntü ve hüzün sarmış herkes ağlamaya başlamıştı. Bu sırada orada bulunan ve iyi hatip olan Sa’saa b. Suhan, yüreği hüzün ve kederle dolu bir halde ağlayarak kabrin toprağından bir avuç alıp başına serper ve elini kalbinin üzerine koyup çok sevdiği bu insanın mezarı başında ona içini dökerek şöyle der: “Ne mutlu sana… Saadetle yaşadın, saadetle de göçüp gittin dünyadan. Allah’ın evine geldin dünyaya gelirken… Allah’ın evinde doğdun, Allah’ın evinde de şehit oldun nihayet… Ey Ali! Ne de büyüktün sen; ve bizler senin karşında ne kadar da küçüktük gerçekten… Allah’a yemin ederim ki eğer insanlar senin gösterdiğin yoldan gitmiş olsalardı nimetler (maddi ve manevi) yukarıdan (ilahi) ve aşağıdan (tabii) kaynayıp dökülürdü onlara… Fakat ne yazık ki halk, kıymetini bilemedi senin… Sana uyacakları, buyruklarına göre amel edecekleri yerde üzdüler seni, yüreğini kana boğdular, sonunda da işte bu hale düşürdüler, öldürüp toprağın bağrına verdiler seni…

- EMEVİ DÖNEMİ

- 661 Emeviler Devleti’nin kurulması ve Kureyş beni Ümeyye ailesinden Ebu Sufyan’nın oğlu Muaviye döneminin başlamasıyla (661 – 680) başkent Küfe'den Şam'a taşındı. Daha sonra Emevilerin fetih hareketlerinde başarılı olunması ve İslam devletini en geniş sınırlarına ulaştırmalarıyla Halifelik Saltanat haline getirildi ve sadelikten çıkarılarak gösterişli bir yaşam biçimine dönüştürüldü. Bu durum büyük tepkilere zemin hazırladı.

Oğlu Yezid’in (680-685) Peygamberimizin torunu ve Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin’i taraftarları ile birlikte Kerbela’da katletmesiyle (680)İslam Dünyasındaki ayrılıklar kesinleşti.

Abdülmelik (685 – 705) arapçayı “resmi dil” ilan etti ve ilk Arap parasını bastırması sonucu Arap milliyetçiliği politikası başlatıldı. Arap milliyetçiliğini devlet politikası olarak benimsedikleri için İslam devletini Arap devleti haline getirmişlerdir. Arapları ve Arap kültürünü üstün tutan uygulamaları hakimiyet kurdukları alanlardaki eski uygulamaları kaldırmış böylece Bizans ve Sasani kültürlerinin etkisini azalttı. Ama aynı zamanda da fethettikleri bölgelerin halkını Araplaştırarak yaymaya çalışmaları nedeniyle mesela Türklerle İranlıların Müslüman olmalarını geciktirdiler.

Horasanlı Ebu Müslim son Emevi halifesi Mervan'ı ortadan kaldırarak, egemenliğin Abbasoğullarına geçmesini sağladı(750).

Halife Hişam'ın torunu olan I. Abdurrahman, canını kurtarıp Endülüs'e kaçmayı ve orada bir devlet kurmayı başardı (756). Endülüs Emevîleri başlangıçta, halife unvanını kullanmadılar. Emir ya da ibnü'l-halife unvanı ile yetindiler. Ancak III. Abdurrahman, Abbasî Halifeliği'nin iyice zayıflaması üzerine 926'da kendisini "halife" ilân etti ve bu unvanı taşımaya başladılar.

- 16 Aralık 676 veya 10 Nisan 677 5ci İmam Muhammad ibn Ali al Bâqir Medine’de dünyaya geldi. Lakabı Bâkır'dır ve ilimleri yarıp açan anlamına gelir. Babası İmam Zeynel Abidin, Annesinin adı Fatma’dır. Kerbela vakası olduğu zaman küçük bir çocuktu. Emevi halifesi Hişam'ın kardeşi oğlu İbrahim bin Velid bin Abdulmelik'in emri ile 28 Ocak 733 veya 28 Mart 733 tarihinde zehirletilerek şehit edildi. Onun Hadis ve Kuran kaynak çalışmaları ve “Ummu'l Kitap” adlı soru-cevap eseri çok geniş kitlelere ve coğrafyaya yayıldığından Emevi Devletinin yıkılmasının alt yapısında ciddi bir etki yaratmıştır.

- 680 Hüseyin'ın Kerbela'da şehit edilmesi. İslam tarihinde korkunç ve dengesiz bir siyasal olay olan Hz. Hüseyin ve yakınlarının Kerbela’da katledildiler. Pîr Sultan Abdal Kerbela’nı önemini “Şah-ı Kerbela'da doğan Ali'yim” diyerek şu dörtlükle belirtti:

İmam Rıza'nın ben envarıyım

Şah-ı Kerbela'da doğan Ali'yim

Münkirin yezidin Azrail'iyim

Hüseyni'yim Alevi'yim ne dersin

İmam Hüseyin Küfe’ye gitmek üzere Mekke’den ayrıldığı 10 Eylül 680 günü, bilgi edinmek için önceden yolladığı Müslim Akil öldürülmüştü. 54 yaşında bulunan Hüseyin yola çıktığında yanında ailesinden 18 ve yandaşlarında 54 toplam 72 silahlı vardı. Gerisi kadın ve çocuklardan oluşuyordu. Şam halifesi Yezid’in, 4 bin kişilik ordusuyla, suyu ve yiyeceği tükenmiş Hüseyin ve adamlarını kuşattı. 10 Muharrem Çarşamba günü (10 Ekim 680) şafakla birlikte saldırı başladı. Bu bir imha savaşıydı, bir soyun kırımıydı. Tarihin o ana kadar eşi görülmemiş dengesizlikte ve kural tanımayan bir çarpışmasıydı.Hüseyin’in akrabaları ve sadık adamlarının hepsi de yiğitçe dövüşerek şehit oldular. Kerbela katliamı o zamana kadar var olan Alevi hareketinin Şia’t-ü Ali olarak kurumsallaşmasına yol açan önemli bir olay oldu. Bu sebepten Pîr Sultan Abdal “Şah-ı Kerbela'da doğan Ali'yim” diyerek bu tarihi Aleviliğin bilinçli bir yeni doğuşu olarak görür.

- 680 den itibaren Tevvâbûn hareketi (Kerbelâ katliamından sonra Hüseyin’e yardım edilmemesinden doğan pişmalık hissine dayanarak kurulan hareketler) . Şüphesiz Hz. Hüseyin'in feci şekilde şehid edilmesi, Hz. Peygamber'in bir emaneti olan Ehl-i Beyt'e azami saygı, sevgi ve bağlılık hisleriyle dolu bütün samimi Müslümanları da derinden sarsmış ve kalplerinde kapanmaz bir yara açmıştı. Nitekim bu acı cinayet, Hz. Ali ve oğullarının haklarını aramak isteyenleri siyasi manada Şiiliğin ilk işaretlerini veren birtakım hareketlerin çıkış tarihi oldu. Ehl-i Beyt’in haklarını aramak ve intikamlarımı almak gayesiyle girişilen ilk hareket, Tevvabûn hareketi adıyla anılmıştır.

Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt'in ve Haşim oğullarından birçok ileri gelen şahsın Kerbela'daki şehadetini takihen vali İbn Ziyad ile Yezid'in sert tedbirleri ve baskılı idaresi, Haşim soyuna mensup olanlar ile Hz. Ali ve soyuna taraftar olanların herhangi bir isyan hareketine fırsat ve imkan tanımamıştı. Bu arada Hz. Hüseyin'in

şehadetinden sonra Abdullah b. ez.Zubeyr'in Mekke'de halifeliğini ilan etmesi, öyle görünüyor ki, yalnız Yezid'e karşı menfi hisler besleyen samimi Müslümanların değil, aynı zamanda Hz. Ali ve soyuna taraftar olanların desteğini kazanmış ve bu insanları bir bekleyişe yöneltmişti.

Ebu Mıhnef, bu durumu aynen şöyle anlatıyor (Taberi, 2/506-7):

Tevvabûn hareketi ilk olarak 61 (680) senesinde başlamıştır. Onlar, Hz. Hüseyin'in kanını taleb için halkı gizlice davet ediyor ve çarpışmak için de gerekli olan silah ve malzemeyi toplamaktan geri durmuyorlardı. Bu neviden gizli faaliyetlerine ve adam toplamaya, Yezid h. Muaviye'nin öldüğü 14 Rebiyülevvel 64 (10 Kasım 683) tarihine kadar devam ettiler. Yezid'in ölümü üzerine, arkadaşları Süleyman b. Surad'ın yanına gelerek, "Şu azgın adam helâk olmuştur ve idare de zayıftır. İstersen, (...) Hüseyin'in kanını taleb için ortaya çıkalım ve katillerini takib edelim ve halkı, bu ailenin haklarını ellerinden alanların üzerine yürümeye çağıralım" dediler. Süleyman b. Snrad bu sözlere cevap olarak şöyle dedi: "Acele etmeyiniz. (...) Hüseyin'in katilleri Küfe'nin ileri gelenleri, Arapların süvarileridir (...) size şiddetle karşı koyar ve üzerinize yürürler ".

Ancak Küfeliler, Hz. Ali'nin yanında Cemel ve Sıffin'e katılmış, Hüseyin’i Küfe’ye davet etmiş ama Kerbela'da onun yanında savaşmamış, Hz. Hüseyin şehid edilince pişman olmuş ve Tevvâbun hareketinin başını çekmiş Süleyman b. Surad'ı dinlemezler ve Amr b. Hureys'i makamından atarak, o sırada Mekke'de halifeliğini ilan etmiş olan Abdullah bin Zübeyr'e biat ederler.

(Bak. Prof. Dr. Ethem Ruhi FIGLALI: ILK-Şİİ OLAYLAR)

- 683'te Abdullah bin Zübeyr'in Mekke'de isyan etmesi ve el-Harre savaşı Yezid'e sadakat yemin etmeyenlerden biri olan Ebu Bekir'in torunu ve Peygamber'in yakın sahabilerinden Zübeyr bin Avvam'ın oğlu Abdullah bin Zübeyr'in çıkardığı isyandır.

İmam Hüseyin bin Ali'nin Kerbela'da öldürülmesinden sonra Abdullah bin Zübeyr Mekke'ye döndü, Yezid'i halife kabul etmediğini bildirip isyan bayrağını açtı. Hicaz'da ve Arabistan'da durumunu güçlendirmeye koyuldu. Medineliler önce I. Yezid'le durumu görüştüler ve sonra Medine'nin Emevi emirini şehirden atıp Abdullah bin Zübeyr tarafına geçtiler. Abdullah bin Zübeyr, I. Yezid'in Basra'daki Irak ve Kufe valisi olan Ubeydullah bin Ziyad'a karşıt olmak üzere, Irak'da Kufe'ye bir vali bile gönderdi. Abdullah bin Zübeyr Mısır ve Suriye'de bile Emeviler'den hoşlanmayanlar tarafından tutulmaktaydı. Yezid, Basra'daki Irak valisi Ubeydullah bin Ziyad'a Hicaz'a ordusuyla gidip Abdullah bin Zübeyr'in isyanını bastırmasını istedi, ama Ubeydullah hasta olduğu bahanesiyle bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Yezid 10.000 kişilik Suriyelilerden oluşan bir orduyu Müslim bin Ukbe El-Murri komutasında Hicaz'a gönderdi. Bu ordu Abdullah bin Zübeyr'i tutanlar ve çoğu Medine'li bir ordu ile Medine'nin kuzeydoğusunda bulunan El-Harre'da muharebeye giriştiler. El-Harre Muharebesi (veya Harre Olayı) kısa ve çok kanlı oldu. Medineli birkaç sahabi bu muharebede öldürüldü. Sonunda Medineliler yenilip şehirlerine çekildiler. Suriyeli Arap ordusu Medine'ye girdi ve şehir ahalisine zulmedip üç gün şehri yağmaladılar. Müslim bin Ukbe El-Murri bu arada hastalanıp öldü. Onun yerine Suriyelilerin ordusunun başına Hüseyin bin Numeyir as Sakuni geçti ve ordusunu Mekke'ye yöneltti. Abdullah bin Zübeyr bu orduya karşı tutunamayıp Mekke içine çekildi ve Suriyeliler ordusu Mekke şehrini kuşatma altına aldı. Üç ay kadar süren bu kuşatma sırasında Suriyeliler şehri çevreleyen tepelerden mancınıklar kullanarak şehre büyük taşlar atmaya başladılar; Kabe'ye zarar verdiler ve örtüsünü yaktılar. Tam bu sırada Yezid'in ölüm haberi ölümünden 27 gün sonra bu orduya yetişti ve ordu Şam'a döndü. Yezid'in yerine gelecek oğlu hakkında o kadar az bilgi bulunuyordu ki Mekke'yi kuşatan komutan Abdullah bin Zübeyr'e Suriye'ye gelirse onu Şam'da halife ilan edebileceğini söylediği bildirilir. Fakat Abdullah bin Zübeyr Mekke'den ayrılmak istemediği için bu teklifi kabul etmemiştir. Fakat bu ordunun Medine'yi talan etmesi ve Mekke kuşatmasında Mekke'ye ve Kabe'ye büyük zararlar vermesi yüzyıllarca unutulmadı. Ölmüş olan Yezid'in zulüm ve kötülük simgeliğine bir neden de bu Medine ve Mekke'ye verdiği büyük zararlardır.

- ekim 685 Muhtâr es-Sekafî hareketi Muhtar es-Sekafî (d.622- ö.mart 687)

Hz. Ali'nin oğullarından olan Muhammed bin Hanefiyye'nin imam olması gerektiğini benimseyen Muhtariyye hizibinin kurucusudur. Hz. Hüseyin’in Kerbela’da katledilmesinden sonra onun intikamını almak gayesiyle çok sayıda isyan hareketi ortaya çıktı. Bunlardan birisi de Muhtâr es-Sekafî hareketidir. Yezid’in ölümünden sonra Emevi devleti çökmenin eşiğine gelmiş ve Şam bölgesi dışındaki bütün topraklarını kaybetmişlerdi. Muhtar es-Sekafî de bu ortamdan yararlanarak Kufe’de faaliyetlere başladı. O zamanlar Kufe, Mekke merkezli Abdullah b. Zübeyr hükümetinin egemenliği altındaydı. Kısa zamanda bölgede büyük bir taraftar kitlesi toplamayı başaran Muhtâr, “Hüseyin’in intikamı” sloganıyla 685 yılının Ekim ayında isyan etti. Ardından Basra hariç Irak bölgesinin tamamını ele geçirdi. Muhtar es-Sekafî hareketi kısa süreli de olsa muvaffak oldu ve hedeflerini gerçekleştirip Hz. Hüseyin’in katillerini ortadan kaldırdı. Muhtar, bölgedeki faaliyetlerini Muhammed b. Hanefiyye adına yürüttüğünü iddia ediyordu. Muhammed b. Hanefiyye, Ali b. Ebî Tâlib’in, Benî Hanîfe kabilesine mensup eşi Havle bint Cafer el-Hanefiyye’den oğluydu. Mus'ab bin Zübeyr'in ordusu Muhtar'ın ordusunu Kufe'ye geri püskürttü. Mus'ab'ın ordusu Muhtar'ı Kufe'ye kovalamaya devam etti ve onu sarayında tam dört ay muhasara altında tuttu. 3 Nisan 687'de Muhtar'ın yanında 17 adamı kaldı. Neticede 67 yaşındaki Muhtar öldürüldü. Mus'ab bir günde 7000 insan katletti.

- 687 yılında Muhtar’ın ölümünün ardından Hz. Muhammet’in torunları Seyyit ve Şerifler üzerinde baskılar yoğunlaşınca, yavaş yavaş büyük çoğunluğu Arap dünyasını terk edip İran ve Horasan’a yerleştiler. Bu yarım asırlık dönemden sonra, Emevîler’in zayıflamasına paralel olarak bizzat bir Ehlibeyt mensubunun başını çektiği veya Ehlibeyt adına başkaları tarafından organize edilen bir dizi ayaklanma meydana geldi.

- 708 Bizans topraklarını istila eden Abbas Bin Velid ve Arap orduları , Eskişehir yakınlarına kadar geldi..

- 711 Tarık Bin Ziyad’ın Septe Boğazı'nı geçti ve bugün kendi adıyla anılan Cebelitarık'a çıktı. Got Kralı Rodrik'i Kadiks'te büyük bir bozguna uğrattı. Fetih sürdü ve İspanya bir Arap ili hâline getirildi.

- Kasım 717'den Ağustos 718'e kadardenizden ve karadan büyük bir ordu ile Mesleme bin Abdülmelik idaresinde Konstantinopolis Kuşatması.

-717 Türklerin bulunduğu Gürgan ve Taberistan'daki karışıklıklar sonucu Yezid bin Muhalleb tarafından bu bölgelerin yeniden Emevî idaresine girişi ve isyanın bastırılışı.

- 721 Endülüs'teki Arap ordularının yıllık Fransa akınlarında 721'de Narbonne'u fethedip üs olarak kullanmaları. Toulouse'a kadar yapılan bir akın seferinde yenilip Narbonne'a çekilmeleri.

- 721 El-Tübayt Nahran komutasında Arapların Hazarlara üzerine seferleri. 721'de Dağıstan'daki Derbent Geçidi'ni geçip Marj el-Hacar Muharebesi'nde Hazar ordularına yenik düşüp geri çekilmesi.

- 723 Cerrah el-Hakemi komutasındaki Arapların 723'te Hazar seferi. Dağıstan geçitlerinden geçerek Hazar başkenti Belencer şehrini ele geçirmeleri.

- 730'da büyük bir Hazar ordusunun Azerbaycan, Gürcistan ve Doğu Anadolu'yu eline geçirerek Erdebil'e kadar gelişi. Marj Erdebil Muharabesi'nde Arap komutanı ve Ermenistan Valisi Cerrah El Hakem'in öldürülmesi.

- II. Yezit (720-724) ve onu izleyen Hişam (724-743) devirleri, Emevîlerin en parlak zamanı oldu. Tüm Hişam devrini kaplayan savaşlar sonunda Araplar, Türklerin büyük bir kısmına da Müslümanlığı kabul ettirdiler.

- 25 Ekim 732'de Endülüs'e vali atanan Abdurrahman el Gafiki, İspanya'dan hücum için Fransa'ya girdi ve Frank ordusuna komuta eden Charles Martel tarafından Puvatya (Poitiers) Savaşında yenilip geri püskürtüldü.

- 737 Ehlibeyt ile irtibatlı hareketler: Mugîre b. Saîd el-İclî, Beyan b. Sem’an et-Temîmî ve Ebû Mansûr hareketleri Ehlibeyt ile irtibatlı hareketlerdi. Bunlar İmametin Ehlibeyt’in hakkı olduğunu savunuyorlardı. Ancak fazla kabul görmeyen bu hareketler Emevî Devleti tarafından bastırıldı ve liderleri katledildi. Bunları “ilk Şii ayaklanmaların faal tezahürü” olarak kabul eden M. Watt (“İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri” trc. E. R. Fığlalı, Ankara 1981. s. 61-63), aynı zamanda bunların ilk Şii topluluklar arasında Ehlibeyt’e karşı gittikçe büyüyen bir ilginin varlığını gösterdiğini ileri sürmektedir. Bu ilginin bir yansıması olarak 740 ta Hz. Hüseyin’den sonra, ilk defa bir Ehlibeyt mensubunun, Zeyd bin Ali’nin başını çektiği bir ayaklanma meydana geldi.

- 739'da Afyon yakınlarında Akrinion Savaşı'nda Doğu Romalı III. Leo'nun galip gelişi fakat Arap hücumlarını durduramaması.

- 739 Horasan'da Arap ordularının Semerkand, Merv şehirlerini ve civarlarını ellerine geçirmeleri.

- 740 İmam Zeynel Abidin’in oğlu ve 5ci imam Bâkır’ın kardeşi Zeyd bin Ali isyanı ve Zeyd'in Kufe'de bir camide kıstırılıp öldürülmesi. Oldukça fazla yankı uyandıran ve Emevî Devleti’nin çöküşünde önemli rol oynayan bu ayaklanma aynı zamanda bir Alevi İslam yorumunun da dinbilimi (teoloji) açısından daha fazla açıklık kazanmasına ve yapılanmasına sebep oldu.

Zeyd b. Ali’nin Emevîler’e karşı isyan etmesi ile başlayan Zeydîlik hareketi, onun ölümü ile sona ermemiş aksine zaman içerisinde daha da güçlenerek yaygınlık kazanmıştır. Zeyd b. Ali’den sonra onun davasını sürdürenler defalarca Emevîlere karşı ayaklanmışlardır. Bu ayaklanmalar Emevîlerin çöküşünde önemli rol oynamıştır.

Zeyd b. Ali, Hz. Ali’nin sahabenin en üstünü olduğunu ilân ederken Ebu Bekir, Ömer ve Osman’nın da meşrû halifeler olduklarını kabul ediyordu. Ancak taraftarları arasındaki bazılarını ikna edemedi. Onlar Zeyd’den ayrılarak, Zeyd’in kardeşi Muhammed Bâkır’ın oğlu Cafer-i Sadık’ı imam olarak benimsediler. Bunlar çoğunlukla İmamiyye yorumunun çekirdeğini oluşturdular. Zeyd’in yanında kalanlar da Zeydî diye anıldılar. Aleviliğin Zeydiyye yorumu günümüze kadar yaşamaktadır.

- 744'te II.ci Mervan Şam'a yürüyüp halifeliği eline alması. Başkenti Harran'a taşımadı

- 747'de Abbâsîlerin savaş bayrağı açmaları; Horasan ve Hicaz'da üstün gelmeleri. II.ci Mervan’nın Abbâsîlere Zap Muharebesi'nde yenilmesi. Şam, Ürdün, Filistin üzerinden Mısır'a kaçması. Mısır'da bir çarpışmada öldürülmesi.

- 750 Emeviler Devleti’nin sona ermesi, Abbasiler Devleti’nin kurulması.

- ABBASÎ DÖNEMİ

-750 Abbasî Devletinin kuruluşu:Muhammed'in amcası Abbas bin Abdülmuttalip'ın soyundan gelen Abbâsîler, Emevî yönetimine karşı ayaklanarak 750'de halifeliği ve iktidarı ele geçirdiler. Bu tarihten başlayarak Abbâsîler 1258'e kadar İslam dünyasının büyük bölümüne egemen oldular.

İlk Abbâsî halifesi Ebu'l-Abbas Seffah (750-754) idi. 754'te kardeşi Mansur (754-775) onun yerine geçti. Bu iki halife döneminde orduda Türk ve İran kökenliler önemli görevler üstlendiler. Mansur, 762’de başkenti Şam’dan Bağdat'a taşıdı. Mansur'dan sonra sıra ile Mehdi (775-785) ve Hadi (785-786) halife oldular. Abbâsî Devleti Mansur'un torunu Harun Reşid (786-809) döneminde en geniş sınırlarına ulaştı. Harun Reşid, Binbir Gece Masalları’na konu olan görkemli saltanatını Bermeki ailesine borçluydu. Bu aileden Yahya Bermeki ve iki oğlu, vezir olarak Abbâsî Devleti’ni 17 yıl boyunca fiilen yönettiler.

Harun Reşid’in oğulları Emin (809-813), Memun (813-833) ve Mutasım (833-842) babalarının politikalarını sürdürdüler. Annesi Harun Reşid'in Türk asıllı bir cariyesinden olan Mutasım Türklerden özel bir askerî güç kurmuştur, Türk unsurları yönetimde önemli görevlere getirmiştir. Daha sonra bu askeri gücün Bağdat'taki varlığı bazı huzursuzluklara neden olduğundan Samarra adıyla yeni bir kent kurdurarak devlet merkezini oraya taşıdı. 838 yılında Mutasım Anadolu'ya Bizans üzerine bir sefer düzenlemiş, ordusunun bir kolu Bizans imparatoru Theofilos ve ordusunu "Anzin Savaşı" adı verilen bir çarpışmada büyük yenilgiye uğratmış, Bizans'ın ikinci büyük kenti Amoriom'u kuşatıp eline geçirmiş ve Abbâsî orduları İznik kentinin yakınlarına kadar ilerlemiştir.

Yerine geçen oğlu Vâsık (842-847) döneminde Türk emirleri askerî işlerin yanı sıra yönetsel konularda daha etkili oldular. Vâsık'ın ölümünden sonra Abbâsî Devleti parçalanma sürecine girdi. Abbâsî toprakları üzerinde Büveyhîler, Tâhirîler, Samânîler, Şirvânîler, Saffârîler, Hamdânîler, Mervânîler, Mirdâsîler, Ukâyliler, Zengîler, Karahanlılar, Tolunoğulları, Ihşidîler, İdrisîler, Murabıtlar, Muvahhidler, Hafsîler, Aglebîler ve Fâtımîler gibi bağımsız devlet ve beylikler kuruldu.

İran'da hüküm süren Büveyhiler, 945'te Bağdat'a egemen oldular. Bundan sonra Abbâsî halifeleri Büveyhilerin izniyle başta kalabildiler. Halife Kâim'in (1031-1075) çağrısı üzerine Büyük Selçuklu Devleti Hükümdarı Tuğrul, 1031 yılında Büveyhileri Bağdat'tan çıkardı ve Abbâsîlere yeniden saygınlık kazandırdı.

Ne var ki Abbâsîler bu tarihten sonra hiçbir zaman eski askeri güçlerine ulaşamadılar ve Mustazhir dönemindeki Haçlı Seferleri karşı başarılı olamadılar. Büyük Selçuklu Devleti'nin parçalanmasıyla birlikte Abbâsîler yeniden gücünü yitirdi. Cengiz Han'ın torunu Hulagu'nun yönetimindeki İlhanlılar 1258'de Bağdat'ı yakıp yıktılar, Halife Mustasım'ı ve yakaladıkları hanedan üyelerini öldürdüler. Böylece 508 yıllık Abbâsî Devleti son buldu. İlhanlı hükümdarı Hulagu Han Bağdat'ta içlerinde on binlerce yazma kitap olan kütüphaneleri yakıp yıktırmıştır. Geri kalan kitapları da Dicle Nehrine attırmıştır. Eserlerin mürekkebi suya karışmış ve Dicle Nehri günlerce bulanık akmıştır.

Halife Zâhir'in oğlu Ahmed Mısır'a kaçtı ve orada Memlûk Sultanı Baybars’ın koruması altında Mustansır adıyla halife ilan edildi (1261). Mısır Abbâsî halifeliği, siyasal ve askeri yetkiden yoksun, yalnız dinsel otoritesi olan bir kurumdu. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim 1517'de Mısır topraklarına girerek, halifenin yetkileri ile Kutsal Emanetler'i devraldı ve Mısır Abbâsî halifeliğine son verdi.

(Bak: Prof. Dr. Bahriye Üçok: İslam Tarihi Emevîler- Abbâsîler, Devlet Kitapları, Ankara: Milli Eğitim Basımevi 1.Basım:1968).

- 751 Talas Savaşı. Bugünkü Kırgızistan sınırları içindeki Talas Nehri civarında, Abbâsîler ve müttefiki olan Karluklar ile Çinliler arasında yapılan ve 5 gün süren muharebe. Çin ordusunun yenilgisi ile sonuçlanan muharebe gerek Çin, gerekse Türk ve İslam tarihi açısından önemlidir.

- 756 Endülüs Emevileri Devleti’nin kurulması

- 778 İmam Zeynel Abidin’in torunu El Mukenna isyanı:Emevî devleti yıkılıp yerine Abbasî devleti kurulunca Ehlibeyt mensupları, mücadele döneminde aktif rol oynamalarına rağmen geri plana itildiler. Kısa süre sonra Abbasiler de Seyyit ve Şerifleri çekemez olup, bir çoklarını katlettiler. Horasan’da isyan eden İmam Zeynel Abidin’in torunu El Mukenna ve yandaşlarının 778 yılında Abbasilere yenik düşünce bir bölümü, Kafkasların güney doğusunda Hazar denizi boyunca Gilan ve Azarbaycan’a sığındılar. Gilan ve Azarbaycan halkları, Abbasilere karşı savaşanlara sığınma hakkı verdiği gibi, Seyyitlere karşı büyük saygı duyuyordu. Bu saygının sebebi Seyyitlerle ortak bir düşmana sahip olmaları haricinde Gilan-Deylem prensleri ile akraba olmalarıdır. Batı Göktürk hakanı İstemi Han'ın kızı Takum Hatun, Sasani imparatoru Hüsrevle evlenmişti. Hüsrev‘in torunu 3.Yezdigert’in kızı prenses Şehribanu da İmam Hüseyin’in eşiydi. Seyyitler de bu evlilikten doğan İmam Zeynel Abidin’in soyundan geliyorlardı. O nedenle gerek Gilan ve Azarbaycan bölgesindeki Türkler, gerekse Hazar denizinin güney kıyılarında doğuya Gürcan bölgesine doğru uzanan Deylem ve Tabaristan’daki Sasani prensleri ile akraba oluyor ve seviliyorlardı. Sığınmacı Seyyit ve Şerifler, bir taraftan da Azarbaycan-Gilan halkları arasında Alevi İslamı inançının değişik yorumlarını bilhassa Zeydiliği yayıyorlardı.

- 799 İmam Musa Kâzım öldürülmesi: Gilan’da Alevi İslamı yayanların başında İmam Musa Kâzım’ın oğlu Seyyit Cafer Nasır gelmekteydi. Abbasi Halifesi Harun Reşit, 796 yılında Kâbe'yi ziyaret ettiğinde İmam Musa Kâzım’ı “kendisini karşılamadığı”gerekçesi ile tutuklayıp Bağdat’a götürmüş ve üç yıl zindanda yatırdıktan sonra 799 yılında zehirleterek öldürmüştü. Onun çocukları da Azarbaycan ve Gilan bölgesine göç etmişlerdi.Gilan/Havsam kentine yerleşen Musa Kâzım’ın oğlu Cafer Nasır (öl. 860), Gilan’da, bugünkü Anadolu Aleviliğine çok benziyen ve kendi adıyla anılan “Nasırıye”yi kurdu. Tarihçisi Minrosky’e göre, Dersim Zazaları, Kuzey İran'daki Gilan'da bulunan Deylem bölgesinden göç edip Dersim’e yerleşen halktır (V. Minorsky, “Daylam- La Domination des Dailamites,” Paris, 1932).

- 818 İmam Ali Rıza'nın öldürülmesi: 817 de Ali taraftarı olan halife el- Ma'mûn, Medine'de yaşayan İmam Ali Rıza'yı Merv'e çağırarak ölümünden sonra yerine halife olmasını istedi. Bu karar isyan çıkmasına sebeb oldu. İmam Ali Rıza yoldayken Tûs şehrinde (bugünkü Meşet'te) 818 yılında şüpheli bir şekilde Hakk'a yürüdü. Ondan sonraki imamlarda Abbasî halifelerin yakınında Şiiliğin süratle yayıldığı İran'da başkent Samarra'da yaşamağa zorlandılar.

- 833-835 Babek isyanı: Abbasilere muhalif olan bu hareket serpilip gelişince, Ebu Müslüm’ün torunu Babek öncülüğünde 833 yılında Azarbaycanda isyan başladı. Babek ve isyancıları iki yıl boyunca Azarbaycan bölgesini “mülk ortaklığına” dayanan bir yönetim biçimi ile yönettiler. Bu sistemi, 60 yıl önce Horasan-Telekan ve Kuşan bölgesinde deneyip yaşatan Seyyit El Mukenna’nın buraya kaçan isyancılarından öğrenmişlerdi.Babek İsyanı, 835 yılında Abbasiler karşısında ilk yenilgisini alınca, 20.000 Babek savaşçısı Bizans’a iltica edip, Malatya bölgesine yerleştiler.

Babek isyancılarının arasında Seyit Zeyd’in torunlarından Battal Gazi’nin dedesi Seyyit Ali El Medani de vardı. Babek isyanı aralıklarla 20 yıl sürdü. Babek isyanından 30 yıl sonra Basra körfezinde Deylem İsyanı başladı.

- 838 Anadolu’da Abbasilerle Bizans arasında Anzin Savaşı: Harun Reşid’in oğullarından annesi Türk asıllı bir cariyesinden olan Mutasım (833-842) Türklerden özel bir askerî güç kurmuş, Türk unsurları yönetimde önemli görevlere getirmişti. Daha sonra bu askeri gücün Bağdat'taki varlığı bazı huzursuzluklara neden olduğundan Samarra adıyla yeni bir kent kurdurarak devlet merkezini oraya taşıdı. 838 yılında Mutasım Anadolu'ya Bizans üzerine bir sefer düzenlemiş, ordusunun bir kolu Bizans imparatoru Theofilos ve ordusunu "Anzin Savaşı" adı verilen bir çarpışmada büyük yenilgiye uğratmış, Bizans'ın ikinci büyük kenti Amorium'u (Afyon-Emirdağ yakınlarında) kuşatıp eline geçirmiş ve Abbâsî orduları İznik kentinin yakınlarına kadar ilerlemiştir.

- 847’den itibaren Abbâsî Devleti parçalanma süreci: Mutasım yerine geçen oğlu Vâsık (842-847) döneminde Türk emirleri askerî işlerin yanı sıra yönetsel konularda daha etkili oldular. Vâsık'ın ölümünden sonra Abbâsî Devleti parçalanma sürecine girdi. Abbâsî toprakları üzerinde Büveyhîler, Tâhirîler, Samânîler, Şirvânîler, Saffârîler, Hamdânîler, Mervânîler, Mirdâsîler, Ukâyliler, Zengîler, Karahanlılar, Tolunoğulları, Ihşidîler, İdrisîler, Murabıtlar, Muvahhidler, Hafsîler, Aglebîler ve Fâtımîler gibi bağımsız devlet ve beylikler kuruldu.

- 860 İmam Musa Kâzım’ın oğlu Seyyit Cafer Nasır’ın ölümü: Gilan/Havsam kentine yerleşen Seyyid Cafer Nasır, Gilan’da kendi adıyla anılan “Nasırıye Mezhebi”ni kurdu. Nasıriye Mezhebi, bugünkü Anadolu Aleviliğine benzerdi. 860 yılında Gilan’ın başkenti Havsam (Rudişar) da öldü.

- 864 Deylem İsyan ve Hasan El Alevî: İbnul Esir “El Kamil Fit Tarih” adlı kitabında (Çev. Ahmet Ağırakça-1986),bu isyanı söyle anlatıyor: “864 Yılında Deylemistan’da Ruyan, Kalur, Kalus halkı Abbasilere isyan edince, Seyyitlerin kendilerine öncülük yapmalarını istediler. Tabaristan’da çok sevilen İmam Musa Kâzım’ın oğlu Seyyit Muhammet’e elçi gönderdiler, gelip kendilerinin başına geçmesini istediler. Seyyit Muhammet; “yaşının çok ilerlediğini, böyle bir görevin üstesinden gelemeyeceğini” bildirerek, onları o sırada Rey kentinde bulunan İmam Hasan’ın torunu Hasan El Alevi’ye gönderdi. Hasan El Alevi bu teklifi kabul ederek, Deylemistan’a gitti” diyor.(sayfa 110).

Hasan El Alevi’nin öncülüğünde yapılan Deylemistan Devrimi’nin yankıları dalga dalga bölgeyi sarınca; İmam Musa Kâzım’ın oğlu Seyyit Cafer Nasır’ın Gilan’da kurduğu “Nasırıye Mezhebi” yanlıları; Seyyit El Kevkebi öncülüğünde isyan ederek Aşağı Azarbaycan ve Gilan bölgesini ele geçirdiler. 866 Yılında Gilan ve Deylem devrimcileri, Hasan El Alevi’nin liderliğinde birleştiler. Böylece Abbasilerin kuzeyinde güçlü bir devlet kurdular.

Tarihi İpek Yolu da bu devletin sınırları içinden geçtiği için Deylem Devleti Alevilerin kontrolünde ve stratejik bir konuma sahipti.

- 865 Seyyit Ali’nin Küfe’de isyanı ve Gilan’a yerleşimi: Gilan’ın başkenti Havsam (Rudişar), kuzey batıda Alevi hareketinin merkezlerinden biri oldu. Zeyd’in torunlarından Seyyit Ali, 865 yılında Küfe’de isyan etmiş, yenik düşünce adamları ile birlikte Rudişar’a kaçmıştı. Onun oğlu Seyyit Hüseyin Rudişar’da bir okul açmıştı. Seyyit Hüseyin’in bu okulu önemli bir çekim merkezi olmuştu. Havsam okulunun kurucusu Seyyit Hüseyin’in kardeşi Hasan El Atruş (katıldığı bir savaşta aldığı darbeden dolayı bir kulağı sağır olmuştu. Farsçada sağır anlamına gelen “El Atruş” lakabı ile anılıyordu), 900’lerin başlarındaTabaristan’ı ele geçirip Deylem Devleti gibi Mülk ortaklığına dayanan bir düzen kurdu.

İbnul Esir: “Ali oğlu Hasan El Atruş, son derece mükemmel bir yaşam sürüyordu. Adil bir kişi idi. Devrinde yaşayan insanlar, onun gibi adil ve dürüst bir insana rastlamamışlardır. O, hakkı yerine getirir ve korurdu” diyor. (İ.Esir, 8: 76).

Taberi: “Halk, o güne dek El Atruş’un adaleti ve yönetimi gibi bir yönetim görmemişti. O hep haklının yanında yer almıştı” diyor. (Tabari, C. 3) .

Hasan El Atruş, 40 yıl Gilan’da yaşamış, Gilan halkını Alevi İslam’a kazanmıştı. Gilan halkı ona büyük bir saygı duyuyordu ve onu kendi “Piri” (Dedesi) sayıyordu.

Hasan El Atruş, 917 yılında öldü. Tabaristan’ın başkenti Amul’a gömüldü. Türbesi hala büyük bir ziyaretgâhtır.

El Atruş’un soyu, 1500’lere dek Gilan bölgesini yönetti. O soya “Kiya Hanedanlığı”, veya “Seyyitler Hanedanlığı” deniyor. 1494 yılında Şah İsmail ve kardeşini Lehican’da saklayanlar bu soydan gelen Seyyitlerdir.

- 868 İmam Naki’nin öldürülmesi: İmam Naki, Medine’de imamlık yaparken, Abbasi halifesi Mütevekkil tarafından 860 yılında Samara’ya götürülüp zindana atıldı. Halife Mutez de onu 868 yılında öldürdü.

- 874 İmam Ali Asker’in öldürülmesi: İmam Naki’nin oğlu İmam Ali Asker de 874 yılında Abbasiler tarafından Samara’da öldürüldü. Ali Asker’in tek oğlu olan İmam Mehdi de çocuk yaşta “gayba” geçti (ortadan kayboldu).

- 874 Seyyit Muhammet’in “Baş Pir” olarak ilan edilip İmamet Makamı’na oturması: İmam Naki’nin nesli kesilince, İmamet, onun kardeşi Seyyit Musa Araç’a geçmişti. Musa Araç da öldüğü için, 874 yılında Horasan’daki Seyyitler, onun oğlu Seyyit Muhammet’i İmamet Makamı’na oturtarak “Baş Pir” olarak ilan ettiler. Buhara’da Abbasilere karşı bağımsızlığını ilan eden Samanoğlu imparatoru 1.Nasır (iktidar devri 864 - 892); bölgedeki güçlü Alevi hareketinin desteğini almak için kız kardeşini Seyyit Muhammet ile evlendirdi. Onu Seyyitlerin nakibi olarak ilan etti. Seyyit Muhammet, uzun süre dini liderlik (Baş Pirlik) yaptı. Ölünce yerine oğlu Seyyit Yahya geçti.(Saltık,2006,132).

- 875: Samanoğulları Devleti'nin kuruluşu ve Sekke katliamı: Samanoğlu Nasr bin Ahmet , 875’te , hükümet merkezi olarak kullandığı Semerkant'ta bağımsız bir hükümdar gibi hareket etmeye başladı.

İslam İmparatorluğu’nun doğu sınırında da durum çok nazikti. Türkistan’da Ezgiş Türkleri Samanoğullarına baş kaldırmışlardı. Doğu Türkistan’da Aleviler; Taşkent taraflarında Manikeistler; Hazar Musevileri, Samanoğullarına ve Abbasilere karşı cephe aldılar.

Samanoğullarının, Gaznelilerin, Karahanlıların ve Abbasiler’in birleşik ordusu, Karahanlar imparatoru Buğra Han komutasında Deylem Devleti’ne saldırıp, Horasan’ın “Sekke” denen yerinde on binlerce Alevi Türkmeni ve Deylemliyi katlettiler. Bölgede geniş bir insan avı başladı. Ali soyundan yakalananlar katlediliyordu. Bu katliamdan kurtulabilen Seyyiter, Deylem ve Gilan bölgesine kaçıyorlardı. Horasan ve Tabaristan düşmüştü ancak Deylem ve Gilan bölgesi hala ele geçirilmemişti.Bu katliamın yankıları çok büyük oldu. Musevi Türk Hazar Devleti ve Manikeist Dokuzoğuzlar, Abbasilere karşı cephe aldılar. Hazarlar, başkentleri Edil’deki camiyi yıkıp, müezinlerini öldürdüler.

İslam İmparatorluğu’nun doğu sınırında da durum çok nazikti. Türkistan’da Ezgiş Türkleri Samanoğullarına baş kaldırmışlardı. Doğu Türkistan’da Aleviler; Taşkent taraflarında Manikeistler; Hazar Musevileri, Samanoğullarına ve Abbasilere karşı cephe aldılar. Bütün ülkeyi ve sınır komşularını saran bu şiddetli öfke karşısında, Samanoğullarının kurnaz veziri Ceyhani; bu tepkileri yatıştırmak için katliamı ve insan avını durdurdu. Nişabur’a büyük bir Dergâh yaptırdı. Alevilerin dini lideri olan İmam Taki’ nin torunu Muhammet oğlu Seyyit Yahya’yı da Seyyitlerin Nakibi ilan edip, onu hazineden maaşa bağladı. Pir Yahya, Seyyitlerin doğum ve ölümünü kaydediyordu. Ali soyundan gelenler, hangi kentte otururlarsa otursunlar, Nişabur’da ki bu Dergâha bağlıydılar.

Nişabur Dergâhındaki Baş Pirlik, İmamet geleneğine uygun olarak hep büyük oğuldan büyük oğula geçerek 1220yılındaki Moğol işgaline dek devam etti.

Bütün ülkeyi ve sınır komşularını saran bu şiddet ve katliam karşısında, Samanoğullarının veziri Ceyhani (öl 942. Asıl adı Ebu Abdullah Ahmed b. Muhammed’dir) bu tepkileri yatıştırmak için katliamı ve insan avını durdurdu. Nişabur’a büyük bir Dergâh yaptırdı. Alevilerin dini lideri olan İmam Taki’ nin torunu Muhammed’i de Seyyitlerin Nakibi (yardım eden) ilan edip, onu hazineden maaşa bağladı. Ali soyundan gelenler, hangi kentte otururlarsa otursunlar, Nişabur’da ki bu “Baş Pirlik” (Serçeşme?) Dergâhına bağlandılar. Seyyitlerin doğum ve ölümünü de burada kayıt altına alınıyordu.

905: Tolunoğulları Devleti'nin yıkılışı.

910: Fatımiler Devleti'nin kuruluşu.

922 Hallacı Mansur (Bağdat... Cemdeki 1. Dar Onun adınadır)

- 932 Büveyhi Devletinin kuruluşu: Büveyoğulları bugünkü İran, Irak, Azerbaycan ve Türkiye topraklarının belli bir kısmına hakim olmuş bir hanedandır. Deylemlilerin kurduğu bir devlettir. Deylemliler etnik kökeni kesin olarak bilinemeyen İran'ın kuzeyinde Hazar Denizi'yle Kazvin arasında Gilan eyaletinin bir kısmında dağlık bölgede yaşayan kavmin adıdır. İranî olmayan bir halk olduğu iddia edilir.

Şiî bir devlet olan Büveyhîlerin egemenliği 932'den 1055'e kadar sürmüştür. Bu hanedana adını veren Ebu Suca Büveyh, savaşçı bir kabilenin başkanıdır. Oğullarından Ali Fars'ta, Hasan Rey'de ve Ahmet de Kirman'da bir Büveyh Beyliği kurmuştur.

Üç ayrı Büveyhîler Beyliği birleşince devlet güçlenmiştir. Büveyhoğulları zamanla batıya ilerleyerek Bağdat'ı (945), daha sonra Halife'yi emrine almıştır. Artık Abbasi Halifeleri, Büveyhoğullarının kuklası olmuştur. Devleti birleştiren Adudüddevle ölünce 983'te yeniden karışıklıklar ortaya çıkmıştır. İki kola ayrılan Büveyhoğullarından birine 1029'da Gazneli Mahmut son vermiştir. Büveyhoğullarının Bağdat'daki Türk komutanları zaman zaman Büveyhoğullarına karşı ayaklanmıştır. Bu nedenle Büveyhoğullarının diğer kolu da zayıflamaya başlamıştır. Büveyhoğullarının baskısından kurtulmak isteyen Abbasî Halifesi Kaimbiemrillah Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'den yardım istemiştir. Tuğrul Bey 1055'te Bağdat'a yaptığı seferde Büveyhoğuları ile savaşmış ve onları ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Büveyoğulları hükümdarını esir alan Tuğrul Bey bu devlete son vermiştir.

- 942 de Bağdat'ta Kadıların kadısı ibn Behlül'ün halifenin, İsmailiyye inançlı Karmatilerin islamdan ihraç isteğine karşı onların müslüman olduklarına dair verdiği fetva .

- 945 Büveyhiler Bağdat'a egemen oldular: Huzistan’a hâkim olan Büveyhîler, kısa bir süre sonra Irak ile daha yakından ilgilenmeye başladılar. Nitekim alınan bir davet üzerine harekete geçen Ahmed, zaten iç karışıklıklar içinde boğulan Bağdat’ı ele geçirdi. Böylece Abbasî halifeleri resmen ve fiilen Büveyhîlerin kontrolü altına girdi (945). Abbasî halifesi Müstekfi-billah, Ahmed’i ‘Müminlerin Emiri’ ilan etti; Ali’ye İmadüddevle, Hasan’a Rüknüddevle ve Ahmed’e ise, Muizzuddevle lakaplarını verdi. Kısa bir süre sonra Ahmed, Müstekfi-billah’ı halifelikten azlederek, yerine Muti-lillah’ı atadı. Artık Abbasî halifeleri, Büveyhîlerin izniyle başta kalabildiler.

- 963 Gazneliler Devleti'nin kuruluşu.

- 999 Samanoğulları Devleti'nin yıkılışı.

-1019 Halife al Kadîr, yazdığı söylenen «er-Risâletü’l-Ḳādiriyye (el-Uṣûl)» adlı eserde usule dair hadis imamlarının tertibi esas alınarak, Kur’an’ın mahlûk (yaratılmış) olduğuna inananların ve Mu‘tezilî görüşü benimseyenlerin fikirlerinin yanlışlığı ispat edilmeye çalışılmış ve yeni bir ‘İctihad’ (yorum) yapılamayacağını ilan etti.

- Vefaiyye ve Seyyid Ebu'l-Vefa el-Bağdadi, el-Kâkes veya el-Kürdî lakaplarıyla da bilinen Ebu'l Vefâ Tâcü'l-Ârifîn Seyyid Muhammed bin Muhammed Azîz el-Bağdâdî (d. 1026 - ö. 9 Aralık 1107).Ehli Beyt sevgisine dayanan, Şiilik ve Sunnilikle ilgili bazı özellikleri içeren bir tarikattır. Anadolu'da Babailik olarak bilinen (Baba İlyas ve Baba İshak) tarikat Vefailik'ten oluşan bir tarikattır. Osmanlı'nın kuruluş döneminde etkili olduğu ve Şeyh Edebali'nin Vefaiyye tarikatına bağlı olduğu söylenmektedir.

- ORTA ASYA OĞUZ TÜRKLERİNİN TARİHİ ve İSLAMA GİRİŞLERİ

Türkistan’ın İslâm ile Tanış Olduğu Asırlara Genel Bir Bakış

Hz. Muhammed döneminde Hicaz yarımadasında yayılan İslâm ilk dört halîfe döneminde çevre ülkelere yapılan gazâlarla daha geniş bir coğrafyaya yayılmağa başladı. Türklerin İslâmlaşma süreci, birey olarak din değiştiren ilk müslüman

Türklerin görüldüğü Hz. Ömer’in halîfelik yıllarında başladı. Ömer devrinde 642 yılındaki Nihavend Savaşı ile İran’ın fethi sırasındaki askerî mücadelelerde İslâm ve müslümanlar ile -savaş meydanlarında da olsa- ilk ilişkileri başlayan Türklerin Araplarla ve İslâm ile daha yakından tanışmaları Abbâsî hilafeti dönemindedir. İslam’ın çeşitli yorumları, Türklerin çoğunluğu için, ancak 10. asırda genel olarak yayılmıştır.
Yaklaşık üç yüz yıl süren İslâm’ın Türkler arasında yayılması, üç büyük devreye ayrılabilir. Bu devreleri Türklerin ferdî olarak İslâm’a geçiş dönemi (650 – 750), Türklerin oymaklar halinde din değiştirdiği dönem, İslâm yönetiminde ve özellikle orduda görevler üstlenmeleri (750 – 870), Toplu halde din değiştirme dönemi

ve ilk müslüman Türk devletlerinin ortaya çıkışı (870 – 950) şeklinde tasnif etmek mümkündür:

a. Türklerin ferdî olarak İslâm’a geçiş dönemi (650 – 750):

İslâm’ı yeni coğrafyalara taşıma düşüncesi kapsamında 8. yüzyıldaTürkistan’a doğru sefere çıkan Arab orduları, Kuteybe ibn Müslim’in kumandası altında Horasan’ı geçip Mâverâünnehir bölgesine de ulaşmışlardır. Tamamen yerleştikleri Horasan’dan kuzeydoğudaki Türk yurtlarına sefere hazırlanan Emevi orduları, Soğd ve Fergana’yı istilâ için, Ceyhun (=Amu Derya) güneyinden, Merv ve Belh üzerinden geçen askerî güzergâhı izlediler. Bu sırada Mâverâünnehir ve ötesindeki Türk yurtlarında egemen olan Göktürkler, Kuteybe birliklerine karşı uzun bir süre direnç gösterdilerse de Türkistan coğrafyasında derinliğine ilerlemesine mani olamadılar.

Türk boyları Arap ordularının bu ilerleyiş sürecinde zaman zaman başarılı direnişler de sergilediler. Bu kapsamda, 712’de Kuteybe’nin Merv’e dönüşünden sonra bir Türk ordusu Soğd bölgesine girerek Arab yöneticilere isyan eden bölge halkına yardımlarda bulunmuş ve Arapların elinde Semerkand’dan başka hiçbir şehir bırakmamıştı. Bu geri çekilişin ardında bölgeye tekrar yönelen Arablar, Türkistan’da ileri harekâtlar yaparak kaybettikleri kentlerde egemen olmayı başardılar. Türgiş başbuğlarından Suvluhan, Talas ile Tokmak arasındaki Batı Göktürklerinin eski merkezlerini ele geçirerek güçlü bir yönetim oluşturmuştu. Mâverâünnehir’i Arap egemenliğinde bırakmak istemeyen Suvluhan, hayatta oldukça düzenlediği seferlerle Arabları Mâverâünnehir ve Soğd havzasında hiç rahat bırakmadı. Kuteybe’nin fetihleri Ceyhun boylarında ve kuzey Türkistan bozkırlarına ulaşmakla beraber, daha önceleri İran içlerine kadar girerek bölgeye yerleşen Türkler, hâlâ tutunabiliyorlar ve Ceyhun nehrinin batısı ile Hazar denizi doğusundaki aralıktan Gürgân sahrasına nüfuz ediyorlardı. Emevîler zamanında Mâverâünnehir’in siyasi olarak karışık hali uzun süre devam etti. Emevîler’in ırkçı politikaları ve Arab olmayan müslümanları ve bu kapsamda Türkleri de “mevâlî (= köle)” olarak nitelemeleri ve Emevî yöneticilerinin zulüm ve menfaat odaklı siyaseti, Türkler arasında İslâm’ın kabulünü geciktiren sebeplerin başında gelir.

Mâverâünnehir’de Türkler ve Arablar arasında bu çatışmalar sürerken doğu sınırlarından girerek Türkistan bozkırlarında ilerleyen Çinliler, Şaş(=Taşkend)’a kadar ulaşabilmişlerdi. Taşkend hükümdarını teslim olmasına rağmen öldüren Çinlilere karşı yardım taleb eden oğlu müslümanlara sığındı ve Çinlilere karşı bir ordu teşkil etti. Çinliler, Taşkend kalesi hâkiminin oğlunun üzerine büyük bir ordu gönderdilerse de, Ziyad ibn Salih kumandasındaki Müslüman ordusunun desteği ile Talas’ta Çinliler ağır bir yenilgiye uğratıldı (751). Bu galibiyet ile Mâverâünnehir’in İslâmlaşarak, İslâm medeniyet havzasına girmesi 750–751 yıllarında kesinleşmiş oldu. Bu tarihten bugüne Türkistan’ın merkezinde artık tamamen İslâm egemen olacak ve bölge İslâm medeniyetinin ana havzalarından birisi halini alarak ilim ve kültür alanında zirve isimleri çıkaracaktır.

Bazı tarihçiler Türklerin İslâmlaşmasında, ipek yolu boylarında gidip gelen ticaret kervanları çevresinde Türkler ve Arablar arasında gelişen ticarî ilişkilerin de etkili olduğunu ileri sürmektedir.

b. Türklerin oymaklar halinde din değiştirdiği dönem (750 – 870):

751 yılında Talas savaşının hemen sonrasında Türkler arasında o zamana kadar birey-aile düzeyinde seyreden İslamı kabul etme (ihtida) hareketleri oymak, kabile gibi büyük gruplara dönüşerek belirgin bir hız kazandı. Mağlub olan Çinlilerin Türkistan’ı Türkler ve Arablara terk etmesini takiben Türgişlerin başbuğu Suvluhan’ın ölümünden sonra Türgiş devleti yıkılınca ön plana çıkan Karluklar 766’da Seyhun (= Sir Deryâ) nehrinin doğusu ve Yedi-su bölgesinde egemenlik oluşturdular. Seyhun (=Sir Deryâ) nehrinin batı yakasında Horasan’a kadar uzanan bölgelerde ise Oğuzlar etkili hale geçmişlerdi. Mâverâünnehir’de Arablar ile yüzyüze gelen Oğuz Türkleri, ara-sıra isyanlara karışarak çapul akınları yapsalar da büyük bir isyan görülmedi. Bu yağma ve çapul hareketlerinden bıkan konar-göçer Türkler Buhara, Semerkand ve Şaş(=Taşkend) gibi şehirlere giderek etrafında yüksek ve kalın surlar olan kentlerde kendilerini biraz daha emin hissettiler.

Abbâsî devletinin kuruluşundan sonra Türk kökenlilerin İslâm yönetiminde ve özellikle orduda görevler üstlendiler ve İslâm’ı yakından tanıdılar. Abbâsî halîfesi Mu’tasım’ın tahta oturmasından itibaren Arab ordularında ‘profesyonel asker’ olarak görev alan Türkler, İslâm dininin çeşitli yorumlarıyla yüzyüze geliyor ve bu yeni dinin uygulamalarını merak ile inceliyorlardı. Genellikle, kentsel ortamda, bu kutsal merak ile Müslüman olan askerlerin sayısı bilinmemekle birlikte önemli bir oran teşkil ettiği tahmin ediliyor.

Abbâsîlerin ilk yıllarından itibaren, daha Halîfe Me’mun zamanında, gönderilen elçiler aracılığı ile yerli halkın önde gelen ailelerine mensup kişiler hilafet merkezine davet edilerek, büyük armağan ve ödüller ile İslâm’ı kabule ısındırılıyorlardı. Şiddetten uzak ve akla yatkın bu nazik İslâmlaştırma siyasetine Mu’tasım zamanında da özenle devam edildi. Bu sıcak ilişkilerin sonucu olarak Soğd, Fergana, Usruşana, Şaş (= Taşkend) bölgesinden Türkler, Abbâsî halîfesinin hassa birlikleri olan muhafız ordusuna alınıyordu. Türk askerleri için Samarra şehrinde Mu’tasım döneminden itibaren Irak’taki Türklerin sayısı ve etkinliği, giderek arttığı gibi, bu hal, Türkistan’ın İslâmlaşmasını da kolaylaştırdı. Mâverâünnehir’in tam olarak müslüman olması Sâmânoğulları zamanında gerçekleşecektir. Seyhun’un kuzeyindeki Sayram halkı da ilk Sâmânoğulları hükümdarı İsmail ibn Ahmed’in amcası Nuh ibn Esed tarafından şehir ele geçirildikten (838) sonra kentsel sünni İslam ile tanışıp yavaş yavaş İslamı kabul (ihtida) etmişlerdi.

Ahmed Yesevî’nin’nin yaşadığı çağ olan 11-12. yüzyıllarda Karluk uruklarının Altay ile Batı Moğolistan’dan Batı’ya göç etmeleri ve Türkistan’daki Hun oymakları ile birleşip Karahanlı devletini güçlendirmesi Orta Asya’daki Türk varlığını sarsılmaz bir şekilde güçlendirmiştir.

Kentsel ortamda çeşitli İslâm yorumları ile karşılaşıp, yer yer İslamı kabul ederek bu yeni inanç sistemini benimsedikleri bu asırlarda Türklerin büyük bir kısmı göçebe olarak yaşıyorlar ve daha az bir kısmı ise şehirlerde yerleşik olarak ikili bir hayat tarzı sürdürüyorlardı. Türkistan halklarının aralarında yaşayan Fars dilli kitleler ile kaynaşarak onları Türkleştirmeleri ile birlikte, ortak Türk dili ve edebiyatının şekillenmesi, Karlukların batıya göç edip Mâverâünnehir’e kadar gelişlerinin neticesi olarak kabul edilir. Ahmed Yesevî’nin hayat sürdüğü dönemde Türkistan halkının yaşama kültürüne bakıldığında öncelikle hayvancılık ve sonra da tarım faaliyetleri başlıca ekonomik uğraşlar olarak görülür. Türkistan’ın uçsuz bucaksız bozkırlarının hayvancılık için gerekli bütün tabiî şartları sağlaması, bölgedeki Türk halklarının ezici çoğunluğunun hayvancılık alanında çalışarak geçimlerini sağlamalarını kolaylaştırmıştır. Hayvancılık alanında ise Türklerin o dönemde askerî olarak diğer halklara göre stratejik güç ve cevval bir hareketliliğe sahip olmalarını sağlayan at bakıcılığı (= yılkıcılık) önem taşımaktadır.

Türk yurtlarında Uygur Türklerinin öncülüğünde başlayan şehirleşmenin sağladığı ve günden güne gelişen sosyal ilişkiler ağı ve kısmen istikrara kavuşan siyasî düzenin getirdiği güvenlik, Türklerin ihtida hareketlerinde olumlu gelişmelere yol açtı. İslâm’ın Türkistan’da yayılma üssünü ticarî, siyasî ve kültürel ilişkilerin odağında bulunan Mâverâünnehir şehirlerinin teşkil etmesi de bunun tabii bir sonucudur.

c. Toplu halde din değiştirme dönemi ve ilk müslüman Türk devletlerinin ortaya çıkışı (870 – 950):

Abbâsîlerden sonraki dönemde, 840–1212 yılları arasındaki Türkistan ve kısmen Mâverâünnehir’de hâkimiyet kuran Karahanlı Hanedânı bölgede 372 yıl süren bir egemenliğin sahibi oldular. Mâverâünnehir’in egemenliği büyük ölçüde Sâmânoğulları’ndaydı. Bu dönemden itibaren Mâverâünnehir egemenliği için Karahanlıların, Sâmânoğulları ile sürekli bir mücâdele içerisinde oldukları görülecektir. Rivayetlere göre 970 yılında Şaş (= Taşkend) ve Farab arasında tahkim edilmiş sınırın batı tarafında müslümanların egemenliğini tanımaksızın yaşayan - Karluklar, Oğuzlar ve diğer boylardan Türklerin 200.000 çadır halkı İslâm’a girdiler. Ünlü İslâm tarihçisi İbnü’l-Esir ise 960 yılında kalabalık bir Türk topluluğunun İslâm’ı kabul ettiğini yazmıştır ki aynı vakıayı kaydetmiş olmalıdır. Karahanlı egemenliğindeki Kaşgar ve Balasagun yörelerinde İslâm onuncu asırdan itibaren belirgin şekilde yerleşmiştir. 840 yılında Uygur Devleti’nin Kırgızlar tarafından yıkılmasıyla Orta Asya bozkırlarında ortaya çıkan siyasî boşluk sayesinde kurulan Karahanlı Devleti’nin kurucu hükümdârı Bilge Kül Kadîr Han’dır. Bilge Kül Kadîr Han’ın ölümünden sonra devleti mirası olarak oğulları arasında paylaşıldı. Bilge Kül Kadîr Han’ın iki oğlundan Bazır Arslan Han, Balasagun’da “Büyük Kaan” olarak, kardeşi Oğulçak Kadır Han ise, Taraz’da “Orta Kaan” olarak hükümran oldu. Daha Batı’da egemen olan Oğulçak Kadır Han, Türkistan egemenliği için Sâmânoğulları hükümdârı Ebû Nasr İsmail bin Ahmed ile sürekli mücâdele etti. Sâmânoğulları, 883 yılında Taraz’ı ele geçirince, Oğulçak Kadır Han doğuya çekilerek sığındığı Kaşgar’ı merkez yapıp, Sâmânoğulları egemenliğine giren eski yurtlarına akına başladı. Bundan bir süre sonra, Satuk Buğra Han’ın babası Bazır Arslan Han eceli ile öldü ve Türk töresine göre kardeşi Oğulçak Kadır Han yeni Buğrahan oldu.Oğulçak Kadır Han’ın Sâmânoğulları’na düzenlenen akınlar ile uğraştığı sırada yirmi beş yaşlarındaki yeğeni Abdulkerîm Satuk Buğra Han, müslümanlaşan Türklerden oluşan üç bin kişilik kuvvetiyle amcası Oğulçak Kadır Han’a karşı taht kavgasına girişti. Kaşgar üzerine yürüyüp taht merkezini fethederek tahta geçti. Karahanlılar hânedânından olup İslâm’ı ilk kabul eden ilk hükümdâr olarak Kaşgar’da ilk büyük İslâm devletini kuran Abdulkerîm Satuk Buğra Han’ın gerek şahsı ve gerek İslâm’ı kabul edişi hakkında, yazıya geçmiş en eski örneği 1282 tarihli olan menkıbeler dışında fazlaca bir şey bilinmemektedir. Bu yazılı kaynağa göre, Satuk Buğra Han, İslâm’ı, Karahanlılara iltica etmek mecburiyetinde kalan Sâmânoğulları hânedânına mensup şehzade Nasr’ın telkini ile, 12 yaşında iken, kabul etmiş ve 25 yaşında Karahanlı tahtına oturmuştur. Satuk Buğra Han 955 ‘te öldüğünde Kaşgar ‘in kuzeyinde bulunan Artuş kasabasında toprağa verildi.

Karahanlılar devletinin asıl merkezi Kaşgar (Ordu-Kend) olmakla beraber, devletin daha ilk devirlerinde kuzeyde, Ahmed Yesevî’nin doğduğu Sayram yakınlarındaki Balasagun (= Kuz-Orda)’a kadar genişledi. 9. asırda ahâlisi Türkler ile Soğdlulardan teşekkül eden Balasagun (yerli ahâlice Kuz-Uluş ve daha sonraları Kuz-Balık adlarını da almıştır) Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânü Lügati’t-Türk’ünde tanınmış bir merkez olarak geçer ve bugünkü Kazakistan’daki Evliyâ-Ata (Taraz = Talas, sonra)’ın, kuzeydoğusunda bugünkü Kırgızistan’daki Tokmak şehri yakınlarındadır. Daha sonra, devletin batıya doğru genişleme devrinde Batı Karahanlılarının merkezi Semerkand’a nakledildi. Karahanlıların, batıya yönelişlerinin sebebi, yeni benimsenen İslâm’a sıkı bağlılık ile Sâmânoğullarının zayıflamasıyla, Türkistan işlerine müdâhalenin daha kolaylaşması olabilir.

Bir diğer etken, bu devirde Türk uluslarının kitleler halinde müslümanlaşarak batı yönünde İran’a doğru kaymaları olarak değerlendirilebilir. Batıya doğru ilerleyen Türk boyları arasında Karahanlılara rakip çıkabilecek ikinci bir Türk devletinin daha kurulmamış olması, bölgedeki Türk oymaklarının bir Türk devleti merkezine bağlanması sürecini kolaylaştırmıştır. Türk millî geleneğini temsil eden Karahanlıların, bu dağınık Türk zümrelerini Sâmânoğulları’na göre, kendilerine daha çabuk ısındırmış olmaları da bir faktör olarak değerlendirilmelidir. Karahanlıların batıdaki Türkistan işlerine ilk ciddi müdâhaleleri Harun (ölümü. 993) Han’ın Balasagun’dan yaptığı seferle başlamıştır. Harun Han, Mâverâünnehir’de hiç bir önemli direniş görmeden, Buhara’ya kadar ilerlemiş ve zâten zayıf düşmüş olan Sâmânoğulları’nı Buhara’da mağlûp ederek, 992 ‘de Buhara’yı son Sâmânoğulları sultanı Nuh (ölümü: 997)’un elinden almıştır.

Sâmânoğulları hanedânını ortadan kaldıran Karahanlıların müdâhalesi, daha sonra Sâmânoğulları’nın yerine geçecek olan Gaznelilerin bölgede yükselmesini kolaylaştırmıştır. 977’de Gazne emîri ilân edilmiş olan Sevük-Tigin, 996’da Özkend’den hareket eden Karahanlı Nasr (ölümü:1012)’ın kuvvetleri Mâverâünnehir’e girdiğinde, Sâmânoğlu Nuh tarafından yardıma çağrılmıştı. Gazneli Sevük-Tigin ile Karahanlı Nasr arasında yapılan anlaşmaya göre, Sir-Derya havzası Karahanlıların idaresine geçecek Sevük-Tigin ise, Amu-Derya’nın güneyindeki bütün eyâletlerin hâkimi olacaktı.

Sâmânoğlu Nuh’un ölümünden sonra, Nasr, 999 yılında Buhara’yı savaşmadan kolayca ele geçirdi. Fakat Nasr Karahanlı kuvvetlerini birkaç defa mağlûbiyete uğratan Sâmânoğulları’ndan Ebû İbrâhim İsmail (ölümü:1005) ile bir süre daha uğraşacaktır. Ebû İbrâhim İsmail sonrasında artık Sâmânoğulları hânedânı tamamen sona erdirilmiş ve Batı Türkistan’da Karahanlı ve Gazneli olmak üzere iki Türk hanedânı başbaşa kalmışlardır. Gazneli Mahmud (999–1030)’un 1001’de Karahanlı Nasr ‘ın kızı ile evlenmesi, bu iki Türk hanedânı arasındaki ilişkiyi akrabalık bağları ile güçlendirdi. Nasr’dan sonra Karahanlı tahtına geçen Toğan Han (ölümü: 1017/1018) da Gazneli Mahmud’un müttefiki olarak kaldığı gibi, kardeşi ve halefi Arslan Han (ölümü: 1025) zamanında da bu iki Türk hânedânı arasındaki iyi ilişkiler devam eder.

Bundan sonra Karahanlı devletinin başına geçen Yûsuf Kadır Han (ölümü: 1032) diğer hânedân mensuplarına, egemenliğini güçlü şahsiyeti ile zorla da olsa tanıtır. 1019’da Gazneli Mahmud ile görüşen Yûsuf Kadır Han, iki devlet arasındaki ittifakı daha da güçlendirir. Yûsuf Kadır Han’ın ölümünden sonra, Kaşgar’da büyük oğlu Süleyman Arslan Han (Buğra Tigin); Taras (Talas), Sayram(= İsficab) ve Taşkend (= Şaş)’ta küçük oğlu Mahmud (Muhammed) Buğra Han (Yagan-Tigin) ve Özkend’de diğer iki oğlu Tuğrul i1e Harun hâkim olmuşlardır. Gazneli Mahmud’un 1030’da ölmesi üzerine, yerine, kısa bir süre için, küçük oğlu Muhammed ve onun yerine de Mes’ud (ölümü:1041) geçtikten sonra da, Karahanlılar ve Gazneliler arasındaki ilişkiler eskisi gibi dostluk düzeyinde devam etmiştir. Mes’ud 1031’de, tahta geçişini bildirmek ve Karahanlı sultanı Kadır Han’dan eski dostluğun devamını rica etmek üzere, Kaşgar’a bir iyiniyet heyeti göndermiştir.

1039’da Mâverâünnehir’in egemenliği Karahanlı Nasr’ın Böri-Tigin ünvânlı oğlu İbrâhim(ölümü:1068)’in eline geçmiştir. Gazneli Mes’ud’un müttefiki olan Alp-Tigin’e karşı hareketi Selçuklular tarafından desteklenen ve Karahanlılar tarafından da hoş görülen İbrâhim, başlangıçta Karahanlıların bir uçbeyi gibi hareket etmiş, fakat çok geçmeden, ayrı bir hanlık hâline getirmiştir. Bu gelişmede Selçukluların 1040’ta Gazneli Mes’ud’u mağlûp ederek, Horasan’da hâkimiyeti ellerine almış olmalarının da etkisi vardır. Bu şekilde Batı Türkistan’da Gaznelilerin yerine geçen Selçuklular da Mâverâünnehir’de hâkimiyeti ele geçirmek için mücâdeleye başladılar. Karahanlı İbrâhim’in ölümünden sonra, yerine geçen Şemsü’l-Mülk (ölümü: 1080)’ün zamanında Selçukluların Mâverâünnehir’e saldırıları yoğunlaşmış ve nihayet Melikşâh (ölümü: 1092)’ın Semerkand üzerine yaptığı seferden sonra, Şemsü’l-Mülk Selçukluların kendilerine bağlılığını kabul etmiştir. Karahanlılardan Yûsuf Kadır Han’ın oğulları Tuğrul ile Harun’un, bu durumdan yararlanmak isteyerek, Şemsü’1-Mülk üzerine yürüdükleri ve neticede iki Kara-Hanlı devleti arasındaki hududun Hocend olmak üzere belirlendiği görülür. Karahanlı Şemsü’l-Mülk’ün yerine kardeşi Hızır (ölümü: 1081) ve ölümü sonrasında yerine oğlu Ahmed (ölümü: 1095) geçmiştir. Karahanlı Ahmed zamanında Selçuklu sultanı Melikşâh 1089’da Buhara’yı zaptederek Semerkand üzerine yürümüş ve Özkend’e kadar ilerlemiştir. Selçuklu tehdidini uzaklaştırmak için Kaşgar hanı da Özkend’e gelmiş ve iki Türk hükümdarı arasında, Melikşâh’ın lehinde bir anlaşma yapılarak barış sağlanmıştır. Batı’daki Karahanlıların tarihi bundan sonra Selçuklular ile sıkı bir bağlantı içerir ve Batı Karahanlıları, Selçukluların egemenliğini kabul etmiş, itaatkâr bir topluluk olarak hareket etmişlerdir. Buna rağmen Batı Türkistan’daki hayat bu tarihlerde de her zaman huzur içerisinde geçmemiş ve gerek Melikşâh ve gerek Sultan Sencer dönemlerinde, Selçuklular, bir kaç kez Semerkand üzerine sefer yapmak zorunda kalmışlardır. Bu devirde ülke yönetiminde bulunan en önemli şahsiyet Karahanlı Süleyman oğlu Muhammed Arslan (ölümü: 1131) idi. 1109 ‘da bölgede istikrarı sağlayan Muhammed Arslan’ın devrinde, 20 yıllık bir süre ile Mâverâünnehir huzura kavuşmuştur. Sayram (= İsficab) ve çevresinin hâkimi Mahmud (Muhammed) Buğra Han ve haleflerinin, daha çok batı Karahanlılarının egemenlik alanı ile ilgilendiği anlaşılmaktadır. Bu hânedâna mensûb olanlardan Karahanlı Mahmud’un torunu Kadır Cebrail Han 1102’de kuzey sınırlarından girerek Mâverâünnehir’i işgal etmiş ve Selçukluların egemenlik alanlarında güneye doğru ilerleyerek aldığı Tirmiz civarında cereyan eden muharebede, Sultan Sencer tarafından, mağlûp edilmiştir. Sultan Sencer’in 1157’de ölümünden sonra, Mâverâünnehir’i egemenlikleri altına alan Hârezmşâhlar zamanında da, batı Karahanlılarının son temsilcisi Osman (ölümü: 1213)’in vefatına kadar siyasi egemenlik alanında büyük bir değişiklik olmamıştır.

Mâverâünnehir’deki Türkler’in çoğunluğunun yerleşik (=hadarî) bir hayatı benimsemesi, İslâm’ın Mâverâünnehir’de şehirli bir görünüm arzetmesine yol açar. Mâverâünnehir şehirlerinde hızla yayılan İslâm, medreselerde egemen olan sünnî tedrisatın yönlendirmesi ile ehl-i sünnet çizgisinde gelişti ve buna paralel olarak bölgede kurulan bütün devletler sünnîliği, resmî devlet politikası haline getirdiler. Karahanlılardan Gaznelilere; Selçuklulardan Osmanlılara, hattâ Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar Sünnîlik eğilimi, bir Türk devlet geleneği formunda günümüze kadar kesintisiz olarak sürdürülmüştür.

Selçuklularda kurumlaştırılan Sünnî yaklaşım, siyasî egemenliği güçlendirici bir enstrüman olarak kullanılarak, başta Selçuklular’ın da mensubu oldukları Oğuz boyları olmak üzere göçebe Türk kitlelerinin iskânı ile şehirlerde yerleşmelerini teşvik eder. İslâm inancına ve Mâturîdî-Hanefî anlayışına sımsıkı sarılan Selçuklular, henüz müslümanlığa geçmeyen Türk boylarını İslâmlaştırma’yı devlet politikası olarak uygulamışlardır. Selçukluların ehl-i sünnet savunuculuğunda ifrat düzeyinde ısrarcı oldukları, İmam-ı Âzam Ebû Hanife sevgisi ve Hanefîlik bağlılığı ile ünlenen Sultan Alparslan’ın, yine bir ehl-i sünnet mezhebi olmasına rağmen Şafiilere karşı amansız denecek derecede sert davranışlar gösterdiği kaydedilmiştir. Öyle ki, bir zamanlar Selçuklu sultanları adına okunan hutbelerde Rafızîler yanında Eş’arîler için de lânet okunduğu dönemler olmuştur. Döneminin saygın veziri Nizâmü’l-mülk’ün Siyasetnâmesi, Haricî ve Bâtınî akımlarına karşı alınması gereken tedbirler açısından önemli uyarılarla doludur. Nizâmü’l-mülk’ün öncülüğünde kurulan Nizâmiye medreseleri, İslâm dünyasında sünnî geleneği koruma güdüsü ile kurulmuştur.

Oğuz Türkleri

Oğuz Kağan Efsanesi’ne göre Oğuz Han’ın Gün Han, Ay Han, Yıldız Han, Gök Han, Dağ Han ve Deniz Han isminde 6 oğlu vardı. Kaşgarlı Mahmud, bu 6 evlada 4’er boyu taksim ederek 24 Oğuz boyu olduğunu iddia etmiştir.

681: İkinci Göktürk Devletinin kuruluşu.

744: İkinci Göktürk Devleti'nin yıkılışı. Uygur Devleti'nin kuruluşu.

750: Emevi Devleti'nin yıkılışı. Abbasi Devleti'nin kuruluşu.

751: Talas Savaşı.

840: Uygur Devleti'nin yıkılışı. Kırgızların devlet kurmaları. Karahanlar Devleti'nin kuruluşu.

- Horasan da Ehl-i Beytin yaydığı değişik İslami akımlar ve Türk dervişleriyle Türklerin İslamla tanışması

868: Tolunoğulları Devleti'nin kuruluşu.

875: Samanoğulları Devleti'nin kuruluşu.

905: Tolunoğulları Devleti'nin yıkılışı.

910: Fatımiler Devleti'nin kuruluşu.

- 941-943 Bugünkü anlamda Alevi Türkler tanımlamasını yazılı olarak ilk kullanan Abu Dulaf olmuştur. Abu Dulaf'ın yaptığı iki seyahatla ilgili yapıtı vardır. Orta Asya Türk kabileleri arasında, Çin ve Hindistan'a 941-943 yıllarında yaptığı gezileri anlatan ve bizi ilgilendiren birinci gezi bölümü, Yakut'un (ö.1229) “Mudjam al Buldan III” (s.445-458) yapıtının içindedir.

Abu Dulaf Misar bin Muhalhil, Samaniler devletinin (Samanoğulları) en güçlü hükümdarı Nasr bin Ahmed'in (914-943), saltanatının son yıllarında Çin'e elçilik göreviyle gönderdiği kişidir. 941-42 yılı içerisinde Çin'e doğru yola çıkmış olan Abu Dulaf, Tibet'e ulaşmadan önce, bir süre Bagraç Türklerinin yaşadığı bölgede kalmıştı. Keçe giyimli, sakalsız, fakat bıçak vurulmamış pos bıyıklarıyla dikkati çeken, çok iyi ata binen ve savaşçı olan bu Türklerin (Bağraçlar), Yahya bin Zeyd'in bir oğlundan gelen bir Ali soylu tarafından yönetildiğine tanık olmuştur. Abu Dulaf onların, içinde İmam Zeynelabidin oğlu Zeyd için yakılmış ağıtların da yer aldığı batıni anlamda yorumlanmış, Sünni İslama aykırı bir Kuran sakladıklarını, tanrısallığın Ali'de cisimlendiğine inandıklarını yazmaktadır. Yine onun anlattıklarına göre bu “Alevi” Türkler, Ali'nin indiği ve tekrar geri döndüğü gökyüzüne doğru avuçlarını açıp, bağırarak dua etmekteydiler. (Yakut, Mudjam al Buldan III, Beyrut-1376, s.441-442.; Z.V.Togan, İbn Fadlans Reisebericht, Leipzig-1939, XXIV.) Kitabın aslını 1923 de Ahmed Zeki Velidi Togan, Meşhed' de Astane Quds Museum'da (MS 5229) buldu.

Bu konuda Ebubekir Muhammed b. Cafer Narşaki’nin 943-948 yılları arasında yazdığı Buhara Tarihi’nde de destekleyici bilgiler bulunmaktadır:

Şii ve heretik (rafizi, sapkın nitelemeleri Alevilikle ilişkilidir) inanç başkaldırı hareketlerine katılmaya eğilim gösteren aşağı sınıflara karşı, önce Şam’daki daha sonra Bağdad’daki İslam yönetimlerini bölge aristokrasisinin desteklediğini öğrenebiliyoruz. Ayrıca her fırsatta Türkler, özellikle bölgesel yönetimlere muhalif olan göçebe Türkler arasına her ikisinin de sızdıkları belirtilen bu sapkın isyancıların destekleyicileri olarak zikredilmektedir.” (Richard N.Frye, ‘On The History of Bukhara by Narshaki ’, Internet: www.ukans.edu/) (abç)

963: Gazneliler Devleti'nin kuruluşu.

969: Ihşidiler Devleti'nin yıkılışı.

999: Samanoğulları Devleti'nin yıkılışı.

1015: Çağrı Beyin Anadoluya gelmesi.

1031: Endülüs Emevi Devleti'nin yıkılışı.

- 1069 Yusuf Has Hacib'in, Tavraç Buğra Han'a 1069'da yazıp sunduğu, devlet yönetimine ilişkin Kutadgu Bilig (Kutlu Bilgi) adlı yapıtında, “Aleviler birle katılmak ayur (Alevilerin birlikte (bize) katılmasını öğretir)” başlığı altındaki bölüm, Karahanlılar devletinde Alevilerin hatırı sayılır varlığının ve saygınlığının kanıtıdır.

- 1072-1074 Kaşgarlı Mahmud , Divan–ı Lügati’t–Türk.

Bağdat'ta 1072-1074 yılları arasında yazılan Türkçe-Arapça bir sözlüktür. Türkçenin bilinen en eski sözlüğü olup, batı Asya yazı Türkçesiyle ilgili var olan en kapsamlı ve önemli dil yapıtıdır.

El yazma nüshası 638 sayfadır ve yaklaşık 9000 Türkçe kelimenin ve cümlenin oldukça ayrıntılı Arapça ve başka dillerde açıklamasını içerir. Ayrıca Türklerin tarihine, coğrafi yayılımına, boylarına, lehçelerine ve yaşam yöntemlerine ilişkin kısa bir ön söz ve metin içine serpiştirilmiş bilgiler içerir.

TÜRKLERİN ANADOLU’YA GİRİŞİ

Anadolu, dünya çapındaki jeopolitik ve jeostratejik önemini her zaman korumuş, Asya ile Avrupa, Yakın Doğu ile Balkanlar, Akdeniz ile Karadeniz arasında tarih boyunca geçit noktası olmuştur. Mısır ve Mezopotamya ile birlikte en eski medeniyetler Anadolu’da da kurulmuştur. Ayrıca Anadolu, coğrafi yapısından başka yeraltı ve yerüstü kaynakları bakımından da çok zengindir.

Anadolu’ya ilk Türk akını Batı (Avrupa) Hunları döneminde gerçekleşmiştir. Roma

İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasından sonra, Bizans’ın hâkimiyetinde kalan

Anadolu’ya, Kafkaslar’ı aşarak ulaşan Kursık ve Basık adlı Hun başbuğları 398

yılında Erzurum, Malatya ve Çukurova hattını geçerek Kudüs’e kadar akınlarda

bulunup, aynı yoldan geri dönmüşlerdi.

İslam imparatorluğu devrinde, özellikle Abbasi halifeleri zamanında, İslam

ordularıyla beraber Müslüman olan Türk boyları Toros ve Fırat’ın doğu kısmında

kalan bölgelerin fethine iştirak etmişlerdir. Bunlar, Emeviler ve ondan sonra gelen

Abbasiler’le beraber 750’den itibaren Anadolu’yu da Marmara, Akdeniz ve

Karadeniz’e kadar açmak istediler. Her yıl yapılan kışlık ve yazlık gazalar, akın

mahiyetini geçmedi. İstanbul kuşatmaları da bir netice vermedi. Anadolu çoğunluğu

bakımından Bizans’ta kaldı. “Suğur” denilen ve Müslümanların elinde bulunan

Anadolu parçalarına Horasan ordusundan ve Maveraünnehir’den getirilen İranlı ve

bilhassa Türk birlikleri yollandı. Halife Mehdi Fergane, Esbicab, Belh, Harezm,

Herat ve Semerkand halkından yani Türklerden pek çok ahaliyi Anadolu’ya

gönderdi. Özellikle Türklerin kahramanlık ve askerlik kabiliyetleri bilindiği için bu

birliklerin ardı arkası kesilmiyordu. O yıllarda halifenin hassa ordusu Türklerden

oluşuyordu. Böylece Türk birlikleri sınır şehirlerinde yerleştirilmişler ve IX. asrın

ilk yarısında bu bölgelerde Müslüman Türk nüfusu oldukça kabarık bir duruma

gelmiştir. Bunların başında bulunan Afşin, Itak, Mengücür, Ferganeli Ömer,

Semerkandlı Haris Boğa, Vasıf gibi Türk Kumandanları Bizans’a karşı savaşlar ile

büyük şöhret yapmışlardır.

Anadolu’ya yapılan bu akınların çok etkili olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu akınlara rağmen Anadolu üzerindeki Bizans’ın etkisi devam etmiştir.

Bizanslıların Anadolu üzerindeki bu etkisi Selçukluların Yakın Doğu’ya gelişlerine

kadar devam etmiştir. Selçuklular Maveraünnehre geldiklerinde Samanoğulları

yıkılmış Buhara ve Semerkand Batı Karahanlar’ın eline geçmişti. Selçuklular’dan

çekinen Karahanlılar onların kuvvetlerinden yararlanmak düşüncesiyle anlaşma yolu

aradılar fakat birbirlerine güvenmedikleri için anlaşma olmadı ve mücadeleye

başladılar. Buhara tarafına gelen Selçuklular, buraya hakim olan Batı Karahanlılar’ının baskısıyla karşılaştı. Bunun üzerine Tuğrul ve Çağrı Beyler kendilerine daha güvenli bir yer bulmak amacıyla bir keşif seferine çıktılar. Çağrı Bey, 1018 yılında batıya hareket etti. Doğu Anadolu’ya gelip Van Gölü civarında Ermeniler’i yendi. Buradan kuzeye yönelip Nahcivan çevresinde akınlarda bulunup Ani’ye kadar ilerledi. Bir süre bölgede kalan Çağrı Bey 1021’de Maveraünnehre dönüp Tuğrul Bey ile buluştu 1040 Dandanakan savaşıyla Gazneliler’i yenilgiye uğratarak tam bağımsız olan Selçuklular batıya yöneldiler.

Karahanlı ve Gazneli devletlerinin sürekli takipleri ile sıkışan yersiz ve yurtsuz kalan Selçuklu Türkmenleri, zorlandıkça, Anadolu hudutlarını aşıyor, Bizans ordularının saldırılarına uğrayınca da tekrar Azerbaycan’a ve İran’a dönüyor; fakat oralarda da barınamıyor; daimi bir hayat mücadelesi ve savaş hayatı geçiriyorlardı. Selçuklu devletinin kuruluşundan Malazgirt Zaferine kadar, otuz yıl,süren gazalar bir yandan büyük Türkmen göçleri, diğer yandan da Selçuklu ordularının himayesi dolayısıyla, gittikçe Anadolu’da yayılıyordu. Bizans İmparatorluğu’nun mukavemeti kırılarak Türkler’e yeni bir vatan hazırlanıyordu.

Tuğrul Bey başta olmak üzere Büyük Selçuklu beyleri, Türkmen boylarını korumak

ve Bizans taarruzlarını kırmak maksadıyla, Anadolu’ya birçok seferler yapmışlardı.

Tuğrul Bey Selçuklu devletini kurunca Türkistan’dan sel halini alan Türkmen göçleri için artık Gazneli ve Karahanlı devletlerinin oluşturduğu setler yıkılmış;İslam ülkeleri göçebelere açılmış ve her taraf Türkler’le dolmuştu. Tuğrul Bey, AlpArslan ve Melik-şah gibi ilk Büyük Selçuklu sultanlarını uğraştıran başlıca meselelerden en önemlisini Türkmen göçleri teşkil ediyordu. Bir taraftan gelen Türkmenler’in devlete ve halka zarar vermesinin önüne geçmek, bir taraftan da bugelen Türkmenler’e yer ve yurt bulmak önemli bir sorun olarak durmaktaydı.

Gelen Türkmen göçleri Anadolu sınırına sevk edilmiştir. Malazgirt zaferine

kadar Anadolu’da büyük ölçüde fetihler ve Türkmen yayılışı olduğu görülmektedir.

Bununla birlikte, Anadolu henüz Türkmenler için güvenle oturabilecekleri bir yurt

değildi. Bizans ordusunun karşı taarruzlarına karşı koyabilecek güçleri yoktu ve

Selçuklu Devletinin orduları da her zaman bu göçerleri himaye maksadıyla Anadolu

seferine gelememekteydi. 1071’deki Malazgirt Zaferi ile birlikte Bizans direnişi

büyük ölçüde kırılmış ve bundan sonra büyük çoğunluğunu Oğuzların teşkil ettiği

çeşitli Türk toplulukları Anadolu’ya akmaya başladı.

Anadolu’nun batı tarafları valilikle Selçuk ailesinden, Kutalmış ailesine verilmiş, doğu kısımları da Oğuz Beyleri’nden Emir Danişmend, Mengücek ile Saltuklular’a tahsis kılınmıştı; çünkü usul ve kanun gereğince her hangi bir kumandan nereyi fethederse o mıntıkayı kendisine ikta suretiyle vermek gerekiyordu. Malazgirt muharebesinden sonra Anadolu topraklarından ilk Türk devletleri kurulmaya başladı. Kutalmışoğlu Süleymanşah, Türkiye Selçuklu Devletini kurarken Anadolu’nun fethinde rol oynamış olan komutanlar tarafından Danişmendliler, Saltuklular, Mengücekler ve Artuklular gibi Orta ve Doğu Anadolu da Türk Devletleri kuruldu. Bu devletler takip ettikleri iskan siyasetiyle Orta ve Doğu Anadolu’nun vadi, ova ve yaylalarını yerleşik ve göçebe Türk nüfusuna yurt olarak verdiler. Bu nüfusu üretici duruma getirmeye ve yerleşme merkezlerini canlı birer Türk-İslam kültür merkezi haline dönüştürmeye çalıştılar. Bunu

gerçekleştirebilmek için vakıf müessesesinden büyük ölçüde yararlanarak kervansaraylar, medreseler, camiler ve zaviyeler kurdular.

Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurulması, Anadolu’da siyâsî ve toplumsal hayatın sağlam bir zemine oturmasına yol açmıştır. Genç ve dinamik Anadolu Selçuklu Devleti, bölgeyi Türkler için yeni vatan haline getirmiş ve burasını kültür coğrafyası konumuna büründürmüştür. XI. yüzyılın sonlarından itibaren kısa zamanda göçebe Türkmen kafileleri Türkistan ve Horasan yöresinden kalkıp Anadolu’ya gelmiştir. Harezm, Horasan ve Azerbaycan üzerinden batı istikametinde Anadolu’ya kitleler hâlinde göç eden zümreler arasında çok sayıda mutasavvıf, âlim ve sanatkâr bulunmaktaydı. Göçebe Türkmen kafileleri Anadolu topraklarına yayılırken, hemen hemen aynı tarihlerde stratejik önemi bulunan bazı noktalara tekkesini kurup irşada koyulan şeyh ve kolonizatör dervişler de Anadolu’yu bir ağ gibi sarmaya başladılar. Onların olumlu katkıları sonucu, bir yandan Anadolu’da Türk devletinin teşekkülü sağlam temellere oturtulurken diğer yandan İslâm’ın yayılması, milli birlik ve bütünlüğün muhafazası gerçekleştirilmekteydi. Şehir ve kasabalara yerleşen tarikat zümreleri, başta bürokrat ve entelektüel zümreler olmak üzere halk kitleleri ile yakın temas kurmaktaydılar. Tarikat zümreleri gibi medrese ve diğer içtimaî müesseselerin de daha çok şehirlerde yoğunlaşması, şehir halklarının göçebe ve köy halklarına oranla daha yüksek dinî kültüre sahip bulunması sonucunu doğuruyordu. Şehir merkezlerinden uzak muhitlerde ikamet eden ve dinî bilgileri oldukça zayıf, ananelerine son derece bağlı Türkmenler ise, kendilerinden olan şeyh ve dervişleri örnek almakta ve hayatlarını onların direktifleri doğrultusunda idame ettirmekteydi.

Yukarıda bahsedilen dervişlerin Anadolu’daki yerleşimleri ile konargöçer zümrelerin yerleşmeleri arasında dikkate değer bir benzerlik bulunmaktadır. Bu dervişlerin gelip tekke ve zaviyelerini kurdukları bölgelere akrabası olan cemaatler ve ona tabi olan guruplarda çoğu zaman gelerek yerleşmişlerdir.

Moğol saldırıları sonrasında Anadolu’ya gelen göçlerle ilgili Osman Turan’ın şu tespiti dikkati çekmektedir: “Moğol istilası önünde kıtalden kurtulan insanların ve hususiyle göçebelerin dalgalar halinde Anadolu’ya göçmeleri Türkiye için bir bakıma Moğol felaketinin müspet bir neticesi olarak kayda şayandır. Gerçekten Moğol saldırıları ile Selçuklu devrine benzer bir nüfus akınının bu memlekete vuku bulması, Türkiye tarihinde yeni bir amil olarak üzerinde durmayı gerektirmektedir. Zira Moğol istilası altında Selçuklu devleti çökerken yeni gelen büyük Türkmen kitleleri Anadolu’nun fethini ve Türkleşmesini ikmal ediyor; Türkiye ve Türkler de yeni bir hayatiyete kavuşuyor; Anadolu son sözünü söylemeğe hazırlanıyordu. Malazgirt zaferini müteakip Türkistan nasıl bir insan selini Anadolu’ya akıtıyordu ve Moğol istilası da hemen aynı derecede bir nüfus hareketini bu ülkeye doğru zorlamış ve sevk etmişti

Netice itibarıyla Anadolu’da kurulan Türkmen Beylikleri kendi iç dinamikleri olan yarı yerleşik aşiret yapısı ve Orta Asya konargöçer Türkmen boy geleneklerini, uzun bir zamandır yerleşik bir hayat tarzı süren ve yeni topraklara ihtiyaç duyan kesimlerin birlikteliğini sağlayarak Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük rol oynamışladır. Anadolu’da kurulan Türk Beylikleri her ne kadar ayrı siyasi teşekküller olsa da anlayış, kültürel altyapı, insan unsurları bakımından aynı dünyanın temsilcileriydi. Gerek Anadolu’nun Türkleşmesinde gerek Osmanlının kurulup gelişmesinde ve gerekse de Anadolu üzerinde, Türk devletlerinin hâkimiyet mücadelelerinde bu anlayış hep belirleyici olmuştur. Bu anlayış genel olarak ananevi Türk değerleri içindeyken, özelde de konargöçer kültürün şekillendirdiği bir anlayış olmuştur.

Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1993, s. 15.

İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Deveti Teşkilatına Medhal, Ankara 1984, s. 49

Kadir Özköse, “Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında Tasavvufi Zümre ve Akımların Rolü”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. VII/1, Sivas 2003, s. 254.
Şerif Baştav, Bizans İmparatorluğu Tarihi Son Devir (1261-1461), Türk Kültürünü

Araştırma Enstitüsü Yay., Ankara 1989, s. 18.
XXIV

- BÜYÜK SELÇUKLU TARİHİ KRONOLOJİSİ

1007: Selçuk Bey'in vefatı.

1015: Çağrı Beyin Anadoluya gelmesi.

1031: Endülüs Emevi Devleti'nin yıkılışı.

1040: Dandanakan Savaşı. Büyük Selçuklu Devleti'nin kuruluşu.

1048: Pasinler Savaşı.

1055: Tuğrul Beyin Bağdat'a girmesi.

1063: Tuğrul Beyin vefetı.

1064: Alp Arslan'ın hükümdar olması.

1067: Alp Arslan'ın Türkistan Seferi.

1071: Malazgirt Savaşı.

1072: Alp Arslan'ın vefatı. Melikşah'ın hükümdar olması.

1075: Süleyman Şahın İznik'i alması.

1077: Türkiye Selçukluları Devleti'nin kurulması.

1086: Süleyman Şahın vefatı.

1092: Melikşah'ın vefatı. I. Kılıç Arslan'ın hükümdar olması.

1096: I. Haçlı seferinin başlaması.

1107: I. Kılıç Arslan'ın vefatı.

1144: Musul Atabeyinin Urfa'yı Haçlılardan geri alması.

1147: II. Haçlı Seferi.

1157: Sencer'in vefetı. Büyük Selçuklu Devleti'nin parçalanması.

1171: Fatımiler Devleti'nin yıkılışı.

1174: Eyyubiler Devleti'nin kurulması.

1176: Miryokefalon Savaşı.

1187: Gazneliler Devleti'nin yıkılışı. Selahaddin Eyyubi'nin Kudüs'ü alması.

1189: III. Haçlı Seferi.

1201: Saltuklular Beyliği'nin sona ermesi.

1204: IV. Haçlı Seferi. İstanbul'da Latin Krallığı'nın kurulması.

1206: Delhi Türk Sultanlığı'nın kurulması.

1212: Karahanlılar Devleti'nin yıkılışı.

1227: Cengiz Hanın vefatı.

1230: Yassıçimen Savaşı.

1231: Celaleddin Harzemşah'ın vefatı.

1237: I. Alaeddin Keykubad'ın vefatı.

1239-40 Babaî İsyanı

1243: Kösedağ Savaşı.

1246: II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in vefatı.

1250: Eyyubiler Devleti'nin yıkılışı. Memlük Devleti'nin kuruluşu.

1258: Abbasi Devleti'nin yıkılışı.

1277: Baybars'ın Anadolu'ya gelmesi.

Karamanoğlu Mehmet Beyin Türkçeyi resmi dil ilan etmesi.

1281: Ertuğrul Bey'in vefatı.

Anadolu'ya Türk aşiretlerinin yayılışı ve Aleviliğin gelişmesi

(Osmanlıya kadar)

- Tavâif-i Mülûk Devri: Anadolu'da bağımsız devletler ve beylikler devri

- 1080–1178 Dânişmendliler (muhtemelen Anadolu'da Alevi olduğu söylenen ilk Beylik). Danişmendliler Beyliği olarak adlandırılan bu beylik 1080–1178 yılları arasında Sivas merkez olmak üzere Çorum, Tokat, Niksar, Amasya, Malatya, Kayseri şehirleri civarında kurulmuş bir Anadolu beyliğidir. II. Kılıçarslan tarafından yıkılmıştır.

Tam adı "Melik-i Muazzam Danişmend Ahmed Gazi b. Ali et-Türkmani" , 26 ağustos 1071 de Malazgirt Savaşı'na da katıldı ve zaferin kazanılmasında önemli rol oynadı. 1080 de Bizanslılardan Sivas'ı aldı ve Danişmendli Hanedanını kurdu.

I. Haçlı Seferi (1096-99) tarihi hakkında bilgi veren en önemli tarihçilerinden Albertus Aquensis ve 12. yüzyıl tarihçilerinden Sur başpiskoposu Willermus Tyrensis de Danişmendliler hakkında yazdılar.

- 1150 Anadolu’da Alevi Ocaklarının varlığını gösteren ilk belge: Alevi ocakları arasında “Mürşid Ocağı” olarak kabul edilen Ağuiçen Ocağı’nın Diyarbakır koluna mensup dede ailesinden alınan h. 544/Zilkade (m.1150/Mart) tarihli şecere tanzim ediliş tarihi itibariyle şu ana kadar yayımlanan şecereler içerisinde, şimdilik, en eski belge olma özelliğini taşımaktadır. Şecerenin en dikkat çekici özelliği ise, daha önce yayımlanan “Ağuiçen”, “İmam Zeynel Abidin” ve “Dede Garkın” gibi mürşid ocaklarına ait şecerelerin nerdeyse tamamında görülen Ebu’l-Vefâ, Seyyid Ganim ya da Seyyid Hamis silsilesinden farklı bir soy ağacı sıralamasına sahip oluşudur.

Anadolu Selçuklularının göçle gelen topluluklara siyasî açıdan hakim olabilme ve iskanı kontrol etme kaygılarıyla göçle gelen Türk oymak, boy ve aşiretleri “aile ocağı” temelindeki toplumsal ve Alevi dinî önderleri dede/babalara soyağaçları (şecereleri) ve dinsel yetki belgeleri (icazetnameleri) verdiğini belgelerde görüyoruz. Büyük ihtimalle bu girişimler 1150 den önce de başlamış olabilir.

1- 1085ten 1192ye Anadolu'nun müdafaası ve dâhilde birlik mücadelesi (1085ten 1192ye)

2- 1192den 1256 ya Anadolu'da birlik ve merkezleşme (1192den 1256 ya)

- Ahi Evran ve Ahilik ile Bacıyân-ı Rûm teşkilatı

- 1224 Bilinen en eski Cemevi: 1224 te Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat (1220-1237) zamanında Malatya emirinin verdiği Vakıf belgesinde Anadolu’da varlığı belgeyle tespit edilebilen en eski Cemevi Malatya- Arapgir Onar köyündedir. Genellikle göcebe Oğuz Türkleri ve Türkmenler cemlerini özel “cem çadırı”nda yaparlardı. Bu düzen 1930lu yıllara kadar Toroslarda devam etti (bak. Yaşar Kemal “Binboğa destanı”). Bu vakıf belgesi aynı zamanda yerleşik Alevi Türkmen halkınında olduğunun ve bir şekilde dinsel ayinlerinin cemevinde yapıldığının da en eski belgesidir.

- 1239-40 Anadolu’da ilk Alevi İsyanı: Göçer konar Türkmenlerin Anadolu Selçuklu sünni Sultanlarla sosyo-ekonomik güçlükler ve inanç çatışmaları Baba İlyas (Baba Resûl) ve Baba İshak’ın 1239 da çıkardığı «Babaî isyanı»nın patlak vermesiyle sonuçlandı. Babaîler muhtemelen Amasya'dan Diyarbakır'a uzanan bir alanda Yesevi arka planlı Vefaî, Haydarî ve Dede Gargın Ocağı aleviliği karışımı bir tarikattı. Babaî İsyanı sosyo-ekonomik bir başkaldırı olduğu kadar Anadolu Selçuklu devletinin sünni idaresine karşı da dinî bir çatışmadır. Çünkü devleti elinde tutan azınlık sünni idare, çoğunluk Alevi halka her zaman hükmetmek istemiştir ama muvaffak olamamıştır. (Ayrıntılar için bak: Ahmet Yaşar Ocak “Babaî İsyanı”)

- Babaî İsyanı sonrası Hacı Bektaş Veli’nin Alevi tarikatları dervişlerini toparlaması 1240 Babaî isyanından sonra Anadolu Alevi topluluklarının sıkıntılı zamanında, Yesevî, Haydari, Vefaî ve Babaî dervişlerinin toparlanmasını sağlamış ve Alevi Ocaklarının birliğini, iriliğini, diriliğini yeniden inşa ettiği devirdir.

Bektaşilik tarihinde üç ayrı dönem vardır: Birinci dönem Hacı Bektaş Veli ile Balım Sultan arasındaki 250 yıllık zaman dilimidir. İkinci dönem, Balım Sultan ile başlayan ve 1826’da Bektaşi tekkelerinin Yeniçeri Ocağı’yla birlikte kapatılmasıyla son bulan yaklaşık üç yüzyılı içine alır. Üçüncü ve son dönem ise 1826’dan günümüze kadar yaşanan süreçtir.

Hacı Bektaş Veli'den "el alan" ve "giz verilen ve yetiştirilen" Kadıncık Ana 1271'de Hakka yürüyen Hacı Bektaş Veli'nin öğretisini taşıma ve aktarma görevini üstlenir. Aşıkpaşazade'nin Vekayinâmesinde; Hacı Bektaş Veli’nin ve, Kadıncık Ana'ın müridi olan Abdal Musa'nın, Hacı Bektaş adını taşıyan Dervişler topluluğunun kurucusu olduğundan bahsedilmektedir.

3- Anadolu Selçuklu Devleti 1246 tarihinde Moğollar tarafından işgale uğrar. 1277’ye kadar Moğol hakimiyetinde Selçuklu sultanları iş başındadır ancak 1277 tarihinde Pervane Muinüddin Süleyman’ın Moğollar tarafından idamından sonra yönetim fiilen moğolların eline geçer.

4- 1258den 1308e Anadolu Sultanlığının zayıflaması ve ortadan kalkması (1258den 1308e)

- Ede-Bali’nin Osmanlı beyliğinin kuruluşuna katkısı. Ertuğrul Bey'in 1281 yılında ölümü ile, Kayıların başına oğlu Osman Bey geçti. Ede-Balı Osman Gazi'nin kayınbabası ve hocasıdır. Osmanlı Devleti'nin fikir babası olduğu söylenir. Bilecik’in Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra bir Babaî şeyhi olan Ede-Balı'nın zaviyesini buraya taşıdığı ve dinî hizmetlerine devam ettiği söylenir. Âşıkpaşazâde zaviyesinin hiç boş kalmadığını, Ede-Balı'nın, gelip geçen fukaranın her türlü ihtiyacını gidermeye çalıştığını, hatta bu maksatla koyun sürüsü bulundurduğunu kaydederler.

Söğüt ve Domaniç yaylaları, Selçuklu Devleti tarafından aşiretine yaylak ve kışlak olarak verilen Osman Gazi sık sık Ede-Balı'nın zaviyesinde misafir olarak kaldı ve dinî ve idarî konularda, onun görüşlerini alırdı. Osman Bey 1299 yılında bağımsızlığını ilan ederek Osmanlı Beyliği'ni kurdu.

OSMANLI İMPARATORLUĞU

Osmanlı’nın doğuşunda Alevilerin etkisi

- 1299 Osmanlı'nın doğuşu (1299) ve son olarak Dulkadirli hanedanını yoketmesi arasındaki devir(1515)

1299: Osmanlı Devleti'nin kuruluşu, Yarhisar, Bilecik ve İnegöl kalelerinin ele geçirilmesi.

1300: Yenişehir'in ele geçirilmesi.

1302: Koyunhisar Savaşı.

1308: II. Mesut'un vefatı ve Türkiye Selçukluları Devleti'nin sona ermesi.

1326: Bursa'nın Fethi.

1327: Orhan Bey zamanında ilk Osmanlı Akçesini bastırması.

1329: Pelekanon Savaşı.

1330: İznik'te ilk Osmanlı medresesinin açılması.

1336: İlhanlı Devleti'nin yıkılması.

1337: İzmit'in fethi.

1353: Türklerin Rumeli'ye geçişi.

1353: Süleyman Paşanın ölümü.

1362: Edirne'nin Fethi.

1364: Sırp Sındığı Zaferi.

1371: Çirmen Savaşı.

1369: Timur'un Emir ilan edilmesi.

1389: I. Kosava Savaşı. I. Murat'ın şehit olması.

1391: Yıldırım Beyazıd'ın İstanbul'u kuşatması.

1393 /94(?) Fazlullah (Nahçıvan... Seyit Nesimi’nin Mürşidi, Cemdeki 2. Dar Onun Adınadır)isyanı

1393: Bulgar Krallığı'na son verilmesi.

1396: Niğbolu Savaşı

1402: Ankara Savaşı.

1403: Yıldırım Beyazıd'ın ölümü.

1402 -1413: Fetret Devri.

1403: Akkoyunlu Devleti'nin kuruluşu.

1413: Çelebi Mehmet'in Osmanlı Devleti'ni yeniden bir yönetim altına toplaması.

1415 Börklüce Mustafa (Aydın/Karaburun, Ortaklar)isyanı

1415 Torlak Kemal (Manisa)isyanı

1416 Şeyh Bedrettin (Serez)isyanı: 1402 yılında gerçekleşen Ankara Savaşı sonrası Osmanlı Devleti Fetret Devrine girerek yıkılmanın eşiğine gelmiştir.

Yıldırım Beyazit’in çocuklarından Musa Çelebi kardeşi Süleyman Çelebi’yi yenerek payitaht olan Edirne’yi ele geçirdi. Bu zaferden sonra yaptığı ilk işlerden birisi tam adıyla Mevlâna Şeyh Bedreddin Mahmud Bin İsrail’i kazaskerliğe atamak oldu. Kısa bir süre sonra işler tersine gitti ve Musa Çelebi’nin kardeşi Mehmed Çelebi Edirne’yi bu kez kardeşi Musa Çelebi’den almayı başardı. Musa Çelebi’nin Kazaskeri Şeyh Bedreddin bu olay sonrası İznik’e gönderilerek kontrol altında tutuldu. Bu gelişmeler üzerine Şeyh Bedreddin’in yakın dostu ve öğrencisi Börklüce Mustafa huruç ederek Aydın civarında Şeyh Bedreddin için büyük bir isyan başlatır. Bu isyan ateşi henüz söndürülemeden Şeyh Bedreddin’in başka bir talebesi Torlak Kemal bu kez Kütahya’da isyan etmiştir. 1416 yılında Şeyh Bedreddin de İznik’ten kaçarak Deliorman civarında etrafına topladığı büyük kalabalıkla Osmanlı Devleti’ne karşı isyan eder. Mehmed Çelebi isyanı bastırmak için Beyazit Paşa’yı görevlendirir. Beyazit Paşa isyanı çok kanlı bir şekilde bastırmış ve Şeyh Bedreddin’i de yakalamıştır. Şeyh Bedreddin Peygamberlik iddiasında olduğu gerekçesiyle asılarak idam edilmiştir.

Şeyh Bedreddin Taşköprülüzade hariç önemli tüm tarihçiler tarafından mülhit, zındık veya peygamberlik iddiasında bulunmuş bir deli olarak resmediliyor.

İdris-i Bitlisi’ye göre Şeyh Bedreddin “din istismarcısıdır”

Ehl-i iman arasında dini ve mülki bir fitne ortaya çıktı. Zamanın kadılarından ve alimlerinden şer’i ve akli ilimlerde bilgin olan Mevlâna Bedreddin, zahiri ilimlerle beraber ehli halin süluk yollarını ve makamlarını elde etmişti. Musa Çelebi kendisini ve dini ilimlerdeki zenginliğinden ve ehli tasavvuf arasındaki yerinden dolayı kazaskerlik ve sadaret mansıbına memur ve mecbur etmişti. Mustafa’nın yaptıklarından dolayı bir gün hesaba çekileceğinden korkarak İznik’ten Kastamonu’ya kaçtı. Bedreddin İstiklal elde etmek için muharabeye karar verdi. Hak batıla galip olduğundan Bedreddin mücahitlere mağlup oldu.”

İdris-i Bitlisi’nin anlatımından hareketle Şeyh Bedreddin eylemlerinden değil, fikirlerinden ötürü cürüm işlemişti. Öğrencisi Börklüce Mustafa şeyhinden etkilenerek devlete isyan etmiş, Şeyh Bedreddin mesuliyetten kaçarak İznik’i terk etmiştir. Anlatımın yaklaşımına baktığımızda önemli tarihçilerimizden biri olan Bitlisi’ye göre Şeyh Bedreddin dini konulardaki derin ilmini bir istismar aracı olarak kullandığı gerekçesiyle suçludur.

Aşıkpaşaoğlu’na göre Şeyh Bedreddin’in asıl gayesi padişahlıktır. Karaorman’da “Mustafa benim öğrencimdir” diyerek Halifelik iddiasında bulunmuş ve Şeyh Bedreddin’in yeni bir devlet kurmak amacında olduğunu düşünmektedir. Aşıkpaşaoğlu’na göre başka hassasiyetlerle etrafına toplanan kalabalık bu iddiayı kabul etmemiş ve Şeyh Bedreddin’i Beyazit Paşa’ya bu yüzden teslim etmiştir.

Taşköprülüzade kendisinden önce Şeyh Bedreddin hakkında yorumda bulunan tarihçilerden farklı bir yaklaşıma sahiptir. Kendisinden önce Şeyh Bedreddin için yapılan zındık, mülhit hatta kafir gibi tanımlamaların aksine Taşköprülüzade, Şeyh Bedreddin için alim, kâmil, Allah dostu gibi ifadelere yer verir:

Ona haset edenler şeyh saltanat sevdasındadır diye Sultan Mehmed’e şikâyet ettiler. Padişahın emriyle alınıp Mevlâna Haydar’ın fetvasıyla asıldı. Muhammed’in şeriatına sarıldığından miracı asılmak oldu...”

Hoca Sadeddin Efendi, Şeyh Bedreddin için olumsuz bir yaklaşıma sahip değildir. Ona göre Şeyh’in talihsizliği talebesinin isyanıdır. Şeyh Bedreddin’in fikirlerini yanlış yorumlayan Börklüce Mustafa mürşidini zor durumda bırakmıştır:

Börklüce’nin köpürüp isyan etmesi ve ayaklanıp başkaldırması üzerine sorguya çekilme korkusu şeyhi bu sonuçlarla karşı karşıya getirdi. Bu kadar değerli dini eserler ve kıymetli kitaplar yazmış olan üstün yaradılışlı ve saygıya layık bir kişinin ayaklanma, baş kaldırma, hukuk düzeni çiğneme gibi kötü bir yolu beğenmesi çok uzak bir ihtimaldir.”

1416: Venediklilerle ilk Deniz Savaşı.

1417/18(?) Seyit Nesimi (Halep/Şam... Cemdeki 3. Dar Onun Adınadır)

1421: Çelebi Mehmet'in ölümü, II. Murat'ın padişah olması.

1422: II. Murat'ın İstanbul'u kuşatması.

1444: Edirne Segedin Antlaşması, Varna Savaşı.

1448: II. Kosava Savaşı.

1451: II. Murat'ın ölümü, II. Mehmet'in padişah olması.

1453: İstanbul'un fethi.

1456: Kazak Hanlığı'nın kurulması.

1459: Sırbistan'ın fethi.

1460: Mora'nın fethi.İsfendiyaroğulları Beyliği'ne son verilmesi.

1461: Trabzon'un Fethi.

1462: Eflak'ın Osmanlıya Bağlanması.

1466: Bosna ve Hesek'in fethi. Konya ve Karaman'ın alınması.

1469: Karakoyunlular Devleti'nin yıkılışı.

1473: Otlukbeli Savaşı.

1476: Boğdan'ın Osmanlı Devleti'ne bağlanması.

1477: Kırım Hanlığı'nın Osmanlı Devleti'ne bağlanması.

1478: Arnavutluk'un fethi.

1480: Otranto'nun alınması

1481: Fatih Sultan Mehmet'in ölümü II. Bayezıd'ın padişah olması.

1484: II. Beyazıd'ın Boğdan seferi.

1489: Hindistan deniz yolunun bulunması.

1495: Cem Sulta'nın ölümü.

1498: Hint deniz yolunun bulunması.

1502: Akkoyunkular Devleti'nin yıkılışı.

1502: Balım Sultan'ın 1502 de Bektaşilerin başına atanması ve Bektaşiliğin yeniden yapılanması.

1507: Timur Devleti'nin sona ermesi.

1509-11: Şahkulu isyanının çıkması. Şah Kulu Sultan ayaklanması 1509-11 yılları arasında iki yıl sürdu.Bu, Şah İsmail Safevi'yi dayanak alıp başlayan, ama kısa zamanda bağımsız gelişerek, Anadolu ve Rumeli'yi saran ve doğrudan siyasal iktidara yönelik bir Alevi halk hareketiydi. Yenilgiden yenilgiye uğrayan Osmanlı kuvvetleri, ancak Vezir Hadım Ali Paşa'nın yönetiminde Sivas yakınlarında Gedikhan'da yapılan savaşta Şah Kulu'nu öldürerek ayaklanmayı bastırabildiler. 1511 Haziran'ında yapılan bu savaşta Ali Paşa da öldü. Şahkulu Sultan'ın ölümüyle halk birlikleri dağıldı, 15 bin kadarı İran'a geçti. Şah İsmail daha başlardayken, bu hareketten desteğini çekmiş sudan bahanelerle birçoğunu katletti...

1512 Nur Ali Halife ayaklanması. 1512 yılında Tokat, Amasya, Yozgat ve Çorum yörelerindeki Alevi kitleler tarafından gerçekleştirildi. Nur Ali, Şah İsmail'in halifelerindendi. Tokat'da Şah İsmail adına hutbe okuttu. Şehzade Ahmet'in (Yavuz Selim'in kardeşi) isyanı bastırmakla görevlendirdiği Sinan Paşa'yı iki bin askeriyle öldürüp, Sivas'ı kuşattı. Şehzade Ahmet'in oğlu Murat Kızılbaş olmuş ve Nur Ali Halife'yle işbirliğine girmişti. Nur Ali, emrinde 10 bin kişilik kuvvet bulunan Murat'la Kazova'da birleşti. Aynı yılın yazında Erzincan yakınlarında Göksu'da yapılan savaşta Nur Ali Halife birlikleri Osmanlı ordusuna yenildi. Bıyıklı Mehmet Paşa, Nur Ali'nin başıyla birlikte 600 isyancı Kızılbaşın kellesini Yavuz'a İstanbul'a gönderdi. Doğrusu ise, F. Sumer'in yazdığı gibi, Nur Ali Halife kurtulup Erzincan'a döndü. Kendisi 1514 Çaldıran savaşında Şah İsmail'in kumandanlarından biri olarak görev yapmıştır.(Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu, s. 35-36) Şah İsmail, kendisi adına başkaldıran Nur Ali Halife’yi de desteksiz bırakmıştı. Bununla da kalmıyarak Çaldıran savaşının başında, Osmanlı ordusunun özelliklerini çok iyi tanıyan Diyarbakır valisiyle birlikte Nur Ali’nin de savaş planlarını kabul etmemiştir. Kızılbaş ordusunun Çaldıran’da yenilmesinin birinci nedeni Şah İsmail’in ateşli silahlar kullanmayışıysa, ikinci önemli neden bu çok değerli iki Kızılbaş önderinin savaş taktiklerini reddetmesidir.

Çaldıran öncesi ve sonrası iki yıl içerisinde Anadolu'da Büyük Kızılbaş Kırımları gerçekleştirildi. Osmanlı'yla Safevi devleti arasında 1514 yılında yapılan Çaldıran savaşı, Anadolu Kızılbaşları için bir dönüm noktasıydı. Bu büyük yenilgiyle Şah İsmail’den umutlar kesildi.

Bütün bu olaylardan, o sırada otuzunu aşmış bulunan Pir Sultan uzak mı kalmıştır? Hayır, tersine tamamıyla içinde bulunuyor ve kendisi Anadolu Kızılbaş siyasetinin öncülerindendi.

1512: Yavuz Sultan Selim'in tahta çıkışı.

1514: Çaldıran Savaşı.

1514 Romanyalı tarihci Nicolau Jorga “Osmanlı Tarihi” kitabında 8 şubat 1514 tarihli bir Venedik belgesinde Osmanlı Anadolusunda ahalinin beşte dördü (%80) Şii(Alevi) olarak gösteriliyor. Babinger bunu abartılı buluyor ama yine de bu dereceye yakın olduğu kanaatinde.

1514 Yavuz’un (I.Selim) Yaptığı Katliam/Soykırım

1517: Ridaniye Savaşı. Memlük Devleti'nin sona ermesi.

1518 Bozoklu Şeyh Celal (Celali... Erzincan)isyanı Bozoklu Celal, 1517 yılı ortalarında, Yavuz Selim'in Mısır seferi sırasında ayaklandı. Amasya ve Tokat bölgelerinin Alevi Türkmenlerini başına toplamıştı. Bozoklu Celal eyleminin tabanının oluşturan 20 bini aşkın yoksul halk ve köylüler, iki yıla yakın süre Osmanlı'ya karşı mücadele verdiler. Ferhat Paşa liderliğinde ordunun üstlerine yürümesi karşısında Bozoklu Celal ve yandaşları Turhal, Zile, Artova ve Sivas üzerinden İran'a yöneldiler. Ancak sonunda Erzincan'da Celal yakalanıp kafası kesildi ve Yavuz'a gönderildi.

-1519 Şah Veli (Sivas) isyanı Şah Veli ayaklanması 1519'da Yozgat'ta başladı. Şah Veli, Bozoklu Şah Celal'ın talibiydi. Çevresinde toplanan 4 binden fazla insanla Celal'ın öcünü aldı. Zile'de Sivas beylerbeyi Şadi Paşa'yı savaşa zorlayarak, birliklerini dağıttı. Çarpışmalarda Sivas defterdarı öldürüldü ve Şadi Paşa yaralandı. Bu olayla Şah Veli büyük ün kazandı. Öyle ki bir Osmanlı tarihyazıcısı, sonradan onun “Şah İsmail Safevi'in bile adını unutturduğunu” yazacaktır. Şah Veli’nin kuvvetleri, aynı yılın ortalarına doğru, Kızılırmak üzerindeki Şahruh köprüsü yakınlarında Osmanlının Husrev Paşa’sına ve büyük bir Alevi katliamı daha yapıldı.

1520: Yavuz Sultan Selim'in ölümü, Kanuni Sultan Süleyman'ın padişah olması.

1521: Belgrad'ın fethi.

1522: Rodos'un fethi.

1526 Baba Zünnun (Höyüklü) isyanıSüklün ve Baba Zünnun ayaklanmaları da Alevi Türkmenlerin yoğun olduğu Bozok'da (Yozgat) çıkmış, Tokat, Sivas, Amasya, Maraş, Adana, Tarsus ve İçel yörelerine kadar yayılmıştır. Osmanlı'nın ağır baskıya dayanan toprak-vergi-köylü siyaseti, Aleviler ve Alevilik inancına horbakışı, Alevileri “mülhid, rafızi (dinsiz, sapık)” olarak nitelemesi ve hakaretin ötesinde Aleviliği “ağır suç” kapsamında görmesi, ayaklanmaların ana nedenleriydi.

Türkmen oymaklarından Süklün aşiretinin Koca Dede'sine devlet memurlarının yaptığı hakaret (hiç bıçak vurmadığı sakalının, bıyığının zorla kestirilmesi), Alevi Türkmenlerin geniş tepkisine yol açan bir kıvılcım oldu. Yoksul halkın başa geçirdiği Baba Zünnun'un 1525'lerde başlattığı ayaklanma, hızla gelişip yayıldı ve 1527'ye kadar sürdü. Ayaklanma sırasında Bozok sancak beyi Mustafa bey, İlyazıcısı Kadı Muslihüddin öldürüldüler. Sancak beyinin Kanuni'nin halasının oğlu olması, İstanbul'da geniş yankı uyandırmış ve isyanı bastırmak üzere Hurrem Paşa görevlendirilmişti.

Baba Zünnun'cu Alevi yığınlar, Kayseri yakınlarında Hurrem Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetlerini perişan ettiler. Hurrem Paşa, İçel sancak beyi Ali bey, Kayseri valisi Behram bey ve daha birçok zeamet ve timar sahibi beyler öldürüldü. Bu başarılarıyla taraftarları artan Baba Zünnun ise Artova ve Kazova'ya doğru ilerleyerek, Alevi köylü yığınlarının kaynağına yöneldi.

Osmanlı yönetimi bu kez Rumeli beylerbeyi Hüseyin Paşa'yı, Sivas beylerbeyi Hasan Paşa'yı ve Maraş beyi Mahmut'u isyanı bastırmakla görevlendirdi. Hüseyin Paşa tüm eyalet askerleriyle Zünnun'un üzerine yürüdü. Höyüklü'deki kanlı çarpışmalarda, Baba Zünnun'un kendisi ve yandaşlarından çok ölenler oldu, ama Aleviler Osmanlı ordusuna pes etmediler. Dağlara çekilip toparlandılar. Vakit geçirmeden yeniden Osmanlı güçlerine saldırıp onları dağıttılar ve Hüseyin Paşa öldürüldü.

Baba Zünnuncu Alevi Türkmenler, daha sonra, güneyden gelen Diyarbakır beylerbeyi Hüsrev Paşa'nın Kürt birlikleri tarafından dağıtıldılar.

Aynı yıllar içinde, Atmaca ayaklanması, babasının öldürülmesiyle oymağının başına geçen Zünnunoğlu; Maraş, Adana, Tarsus-İçel hattında Tonuzoğlu ve Yenice Bey, yine Adana'da Veli Halife, Seydi Bey ve İnciryemez Alevi kökenli halk ayaklanmaları, aynı zincirin halkalarıydı ve resmi tarihin “Yükselme Devri” adını verdiği Kanuni Süleyman'ın “Cihan İmparatorluğu'nu” temelinden sarsıyorlardı.

1526: Mohaç Savaşı.

1527/28 Şah Kalender Çelebi (Nurhak) isyanı: Baba Zünnun ölmüş, fakat yandaşları dağılmamış, mücadeleyi sürdürüyorlardı. Çünkü Hacı Bektaş torunlarından Kalender Şah, Ankara-Kırşehir yöresinde ayaklanmış, süratle Kazova'ya doğru gelmektedir. Bu iki büyük ayaklanma, ayrı ayrı değil birlikte ele alınmalıdır. Aynı ya da birbirini izleyen yıllarda ortaya çıkan bu iki eylem, Alevi-Bektaşi inancındaki halk kitlelerinin ilk ciddi toparlanışı ve birlikte hareket etmeyi ilk denemeleridir.

Baba Zünnun'un harekete geçmesinden az bir süre sonra Kalender Çelebi'nin başkaldırması, iki ayrı cephede aynı beyleri ve vezirleri şaşkına çevirip yenilgiden yenilgiye sürüklemeleri bir rastlantı değildir. Kanımızca bu, Alevi-Bektaşi inancındaki halk yığınlarının “Pirlerin Piri Hünkâr Hacı Bektaş Veli Dergâhı”na manevi bağlılıklarının siyasi birliği, “İstanbul şehrindeki tac-ı devleti” elegeçirmek için bilinçli bir andlaşma ve güçbirliğidir.

Ancak Osmanlı bunu sezmiş, ayaklanan kitlelerin Kazova'ya birlik sancağını dikmelerine, bütün güçleri seferber edip engel olmuştur. Zünnun'culara en büyük darbeyi, Diyarbakır beylerbeyi Hüsrev Paşa, “Rüstem yaratılışlı Kürt askerleri!” ile vurmuş (Peçevi Tarihi, I, s.96) ve onları dağıtarak Kalender Şah'ın da yenilmesine zemin hazırlamıştır.

Anlaşılıyor ki, Hacı Bektaş Veli'nin torunlarından, Balım Sultan'ın (1426?-1518) kardeşi ya da oğlu olan, “Kalender Abdal”, “Civan Kalender”, “Kalender Çelebi” adlarıyla da tanınan Kalender Şah bu birlikteliğin önderi seçilmiştir.

Kalender Şah (1476-1527/8) iyi bir ozandır. Balım Sultan'dan sonra Pir postuna oturmuş ve Hacı Bektaş Dergahı’nın başındadır.

Anadolu Alevi-Bektaşi önderleri Seyyidler, Dedeler toplanarak, bir anlaşmaya varmış ve karar vermişlerdi. Kalender Şah'ın arkasında yürüyeceklerdi. Alevilerin büyük umudu ve şahı Şah İsmail (1487-1524) büyük yenilgiden sonra toparlanamamış ve 1524'de ölmüştü. Anadolu Alevilerini Erdebil Tekkesi'ne bağlayan, Hoca Ali'den (1392-1429) bu yana en büyük halka da kırılmış bulunuyordu. Anadolu’daki Alevi-Bektaşi inançlı halk kitleleri kendi şahlarını yaratmalıydılar. Bunu Hacı Bektaş Dergahı'nın başındaki Kalender'in kişiliğinde buldular.

1529: I. Vayana kuşatması.

1532: Kanuni Sultan Süleyman'ın Almanya seferi.

1533: Barbaros Hayretin Paşa'nın İstanbul'a gelmesi.

1533/1534 I. Süleyman/Kanuni’nin Yaptığı Katliam/Soykırım

1534: Kanuni'nin ırakeyn seferi. Bağtad'ın fethi. Barbaros Hayretin Paşa'nın Kaptan-ı Deryalığa ve Cezayir Beylerbeyliği'ne atanması.

1538: Preveze Deniz Zaferi. I. Hint seferi

1541: Macaristan'ın Osmanlı Topraklarına katılması.

1547/1551(?) veya 1578/1590 (?) Koca Haydar/Pir Sultan Abdal (Sivas... Mal Pazarı Meydanı) isyanı Şah İsmail'in ölümünün ardından, Hacı Bektaş Veli Dergahı'nı Erdebil'in önüne geçirme ve merkez yapma siyasetini cesaretle ortaya atıp savunan Pir Sultan Abdal, Osmanlı'nın Bektaşileri ve Alevileri birbirinden ayırma ve parçalama gayretini boşa çıkarmış, Dergah postnişini Kalender Çelebi'yi ezilen Anadolu Alevi kitlelerinin kurtarıcı “Şah”ı olarak görüp, onun övgüsünü yapmıştır. Bektaşi ve Alevileri tam birliğe yöneltmiştir. Ve de, inançları doğrultusunda başını vermekten çekinmeyen Alevi halk topluluklarını Muhammed-Ali, Hüseyin, Ehlibeyt, On İki İmam sevgisi; Muaviye Yezit Mervan laneti, yani “Tevella ve Teberra” simgeleri içinde Kalender Şah’ın çevresinde toplama, birleştirme çağrıları yaptığı anlaşılıyor.

Şiirlerine simgeleri öylesine ustalıkla yerleştirmiştir ki, bunlar adeta Pir Sultan’ı koruyucu örtü olmuşlardır.

Pir Sultan Abdal yaşadığı dönem, özellikle ilişkide bulunduğu halk hareketleri konusunda üç tartışmalı görüş bulunmaktadır: Birinci görüşe göre, Pir Sultan 2.Bayezit (1483-1512), Yavuz Selim (1512-1520) ve Kanuni Süleyman (1520-1566) dönemlerinde Alevi halk kıyımlarını yaşamış; Şah Kulu'ndan başlayarak, Kalender Şah dahil birçok başkaldırılara tanık olmuş ve içinde bulunmuştur. Kanuni'nin İran seferi sırasında uyguladığı köylü-Alevi kırımı sonucunda idam edilmiştir. Yani Pir Sultan 1475/80 ile 1547/50 yılları arasında yaşamış oluyor. Bu görüşün gerçeğe yakın olma ihtimali çok büyük.

İkinci görüşün iddiası, Pir Sultan'ın, Aziz Mahmut Hüdai'nin 1.Ahmet'e yazdığı mektupta adı geçen Hızır Paşa tarafından, 1603-1608 yılları arasında astırıldığıdır.

Üçüncüsü ve son zamanlarda en çok kabul görmüş olanı ise, ilk kez araştırmacı İlhan Başgöz'ün S.Eyuboğlu'nun Pir Sultan Abdal derlemesine yazdığı önsözde ortaya attığı görüştür. (Bkz. S.Eyuboğlu, Pir Sultan Abdal, İstanbul-1983, s.11-56) Bu sava göre, Pir Sultan Abdal, 1577-78'de 50 bin kişiyi toplayarak Osmanlı'ya büyük bir başkaldırı hazırlıklarına girişen ve yönetimi dehşete sokan “Düzmece Şah İsmail” hareketiyle doğrudan ilişkisi yüzünden, 1588-90 yılları arasında Sivas'ta valilik yapmış Hızır Paşa tarafından asılmış olabileceği savıdır. Bu düşünce Mehmet Bayrak tarafından biraz daha da geliştirilmiş görülmektedir. (Bkz. Mehmet Bayrak, Pir Sultan Abdal, Ankara-1986, s.111-133)

Devrimciler Pir Sultan'ın kavga şiirlerini kendilerine bayrak yaparken, onu Aleviliğinden soyutlamaya çalıştılar. Sünni bağnazlar ise son günlerde büyük ozanın engin Ali sevgisini çarpıtarak, Alevilerin Müslümanlığını korumak(!) adına, - daha doğrusu onları Şii görmek istedikleri için - Pir Sultan'ın “Alevi olmadığını”söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir. Ama, Pir Sultan bunlara kendisi karşılık veriyor:

Ezelden divane etti aşk beni

Hüseyni'yim Alevi'yim ne dersin

Niçin dahledersin tarık düşmanı (tarık:yol)

Hüseyni'yim Alevi'yim ne dersin

Alevî çevrelerindeki yaygın inanışa göre Sivas Valisi Deli Hızır Paşa’nın emriyle Banaz’dan Sivas’a götürülüp Paşa Kalesi’ne hapsedilir. Hızır Paşa, sorgulama sırasında tâvizsiz bir tutum takınan Pîr Sultan’ı Toprakkale’ye nakleder ve durumu Osmanlı sarayına bildirir. Saraydan gelen emir üzerine bugünkü Sanayi Çarşısı karşısında Kesimevi’nin bulunduğu Surdibi’nde idam edilir. İdam edildiği yer halen “Darağacı” diye anılmaktadır. Mezarı günümüzde mal pazarı olarak kullanılan alandadır.

1551: Trablusgarp'ın fethi. İkinci Hint seferi.

1552: Üçüncü Hint seferi.

1553: Kanuni'nin Nahçıvan seferi. Dördüncü Hint seferi.

1555: İstanbul'da ilk kahvehanenin açılması.

1559: Şehzade Bayezid ve II. Selim'in konya ovasındaki savaşı, Cerbe Deniz savaşı.

1565: Malta seferi, Turgut Reis'in şehit düşmesi.

1566: Kanuni Sultan Süleyman'nın Zigetvar seferi ve vefatı.

1569: Don-Volga kanalının açılmasına başlanması.

1571: Kıbrıs'ın Fethi ve İnebahtı Deniz Savaşı.

1574: Tunus'un fethi, II.Selim'in ölümü, III. Murat'ın padişah olması.

1575: Lehistan'ın Osmanlı himayesine girmesi.

1568: Yemen'in fethi.

1569: Osmanlı hakimiyetinin Uzak Doğuya yayılması. Sumatra seferi.

1577: Osmanlı-İran savaşlarının yeniden başlaması.

1579: Sokullu Mehmet Paşanın vefatı.

1596: Eğri Kalesi'nin alınması, Hoçova Savaşı, Kanije'nin Fethi.

1601: Kanije savunması.

1606: Zitvatorok Antlaşması.

1606/1611 Kuyucu Murat Paşa’nın yaptığı Katliam

1612: Nasuh Paşa ( II. İstanbul) Antlaşması.

1617: Osmanlı Devleti ile Lehistan arasında Bussa barışının yapılması.

1618: II. Osman'ın (Genç Osman) padişah olması. Serav Antlaşması.

1621: Osmanlı - Lehistan Savaşı.

1622: II. Osman'ın öldürülmesi.

1623: IV. Murat'ın padişah olması.

1633: Kahvehanelerin kapatılması ve tütün yasağı.

1635: IV. Murat'ın Revan seferi.

1638: Bağtad'ın alınması.

1639: Kasr-ı Şirin Antlaşması.

1645: Girit Savaşının başlaması.

1651: Kösem Sultan'ın öldürülmesi.

1664: Vasvar Antlaşması.

1669: Girit'in Fethi.

1672: Bucaş Antlaşması.

1678: Çehrin Seferi.

1683: II. Viyana Kuşatması.

1691: Salankamen Savaşı.

1699: Karlofça Antlaşması.

1700: İstanbul Antlaşması.

1703: Edirne olayı II. Mustafa'nın tahttan indirilmesi. III. Ahmet'in padişah olması.

1709: Poltova Savaşı.

1711: Prut Savaşı ve Antlaşması.

1715: Osmanlı - Venedik savaşı.

1716: Nemçe seferinin açılması.

1718: Pasarofça antlaşması.

1724: Erivan'ın fethi.

1727: İstanbul'da ilk Türk Matbaası'nın açılması.

1730: Patrona Halil İsyanı, Lale Devri'nin sona ermesi.

1736: Osmanlı-Rus Osmanlı-Avusturya Savaşlarının başlaması.

1739: Belgrad Antlaşması.

1740: Fransa ile kapitülayonların yenilmesi.

1744: Nadir Şah'ın Kars muhasarası.

1768: Osmanlı-Rus Savaşının başlaması.

1770: Çeşme'de Osmanlı donanmasının Ruslar tarafından yakılması.

1773: Mühendishane-i Bahri-i Hümayun'un açılması.

1774: Küçük Kaynarca Antlaşması.

1783: Rusya'nın Kırım'ı kendi topraklarına katması.

1789: III. Selim'in padişah olması. Fransız ihtilali.

1791: Ziştovi Antlaşması.

1792: Yaş Antlaşması.

1798: Napolyon'un Mısır seferi.

1804: Sırp İsyanı. Napolyon'un kendini imparator ilan etmesi.

1806: Osmanlı-Rus Savaşı.

1807: Kabakcı Mustafa İsyanı. III. Selim'in tahttan indirilmesi.

1808: III. Selim'in öldürülmesi. II. Mahmut'un padişah olması.

1812: Bükreş Antlaşması.

1821: Mora İsyanı'nın başlaması.

15 Haziran 1826 Yeniçeri Oçağı ve 10 Temmuz 1826 Bektaşi Dergahları kapatıldı: 19cü asrın başlarında Tanzimat hareketiyle büyük değişiklikler oldu. Bu değişikliklerin, dînî açıdan da, hem sünni hem Alevi-Bektaşi kesimde önemli neticeleri oldu. Bektaşiliğin önemli etki alanı Yeniçerilik 15 Haziran 1826 da kapatıldı. Ocağa manevi destekle birlikte halkın yakınlığını sağlayan Bektaşi Dergahları IIci Mahmut tarafından Seyhülislam Arif Efendi'nin fetvasiyla 10 Temmuz 1826 kapatıldı. İstanbul’da Bektaşi büyüklerinden bazıları öldürüldü binaları yıkıldı. Tüm İmparatorlukta dergahlar kapatıldı ve talan edildi. Bektaşi babalarının çoğu sürüldü, dervişleri dağıtıldı, mülklerine el konulup cami, medrese, kervansaray, hastane gibi işlerde kullanılmak üzere verildi. Istanbul Bektaşi tekkelerinden bir çokları içlerindeki tüm eşya ve elyazması kitaplarıyla birlikte yakıldı. Dergah postnişliğine Naksibendi seyhi Mehmet Sait Efendi atandı. Böylece bütün Bektaşi mal ve mülkü Nakşibendilere verildi ve kalan dergah ve tekkelerin başına hep Nakşiler getirildi. Ancak tarikat yasadışı olarak yaşamını sürdürdü. Rumeli yavaş yavaş kaybedilmeğe başladığı zaman Bektaşilerde kısmen önemlerini kaybettiler.

1829: Edirne Antlaşması, Yunan Devleti'nin kurulması. Balta Limanı Ticaret Antlaşması'nın imzalanması.

1830: Cezayir'in Fransızlar tarafından işgali.

1831: Mehmet Ali Paşa'nı isyanı.

1833: Kütahya Antlaşması.

1839: Nizip Savaşı, II. Mahmut'un vefatı,

Tanzimat devri

1839 Tanzimat Fermanı'nın ilanı.

1841: Londra Antlaşması ve Boğazlar sorununun çözümlenmesi.

1842: İdari bir merkez olarak kazaların kurulması.

1853: Osmanlı - Rus Savaşı.

1854: Kırım Savaşı, Silistre müdafası.

1856: Paris Antlaşması, Islahat Fermanı'nın ilanı. Bank-ı Osmanı'nin açılması.

1859: Mekteb-i Mülkiye'nin açılması.

1867: Sultan Aziz'in Avrupa seyahatine hareketi.

1868: Galatasaray Sultanisi ve Sanayi Mektebi'nin açılması. Şura-yı Devlet (Danıştay) kuruldu.

1874: Hukuk Mektebi'nin açılması.

1876: Abdülaziz'in tahttan indirilmesi II. Abdülhamit'in padişah olması. Bulgaristan'ın bağımsızlığını ilan etmesi. Avusturya'nın Bosna Hersek'i kendi topraklarına katması.

1878: Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları.

1881: Mustafa Kemal Atatürk'ün doğumu. Tunus'un Fransızlar tarafından işgali.

1882: Mısır'ın İngilizler tarafından işgali. Düyun-u Umumiye İdaresi'nin kurulması.

1888: Ziraat Bankasının açılması.

1895: Baytar Mektebi'nin açılması.

1896: Girit isyanı.

1897: Osmanlı-Yunan Savaşı.

1908 İkinci Meşrutiyet'in ilanı. Girit'in Osmanlı devletinden ayrılması.

1909 31 Mart Olayı, II. Abdülhamit'in tahtan indirilmesi.

1911: Trablusgarp Savaşı.

1912: Uşi(Ouchy) Antlaşması, Balkan Savaşı'nın başlaması.

1913: Balkan Savaşı'nın sona ermesi.

1913 DEDEBABA Salih Niyazi dedebaba postunda oturuyor.

1914: Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması.

1915: Çanakkale Cephesi'nin açılması, Çanakkale Deniz Zaferi, Anafartalar Savaşı.

1915 te “Seyyitler Toplantısı” ile ilk Alevi Ocaklar işbirliği girişimi: I. Dünya savaşı’na Osmanlı’nın girme kararı ardından 1915 sonbaharında Malatya Arguvan Mineyik’ta “Seyyitler Toplantısı” yapıldı. Toplantıya bildiğimiz kadarı ile Ağuçan, Kureyşan, Şeyh Hasan, Kara Pir Bad, Baba Mansur, Üryan Hızır, Hıdır Abdal, Battal Gazi, Sinemil, Hubyar, Güvenç Abdal, Piri Baba, Derviş Cemal, Garip Musa, Gözü Kızıl, Hüseyin Abdal, Dede Kargın, Şıh Bahşiş, Şeyh Ahmet, Şah İbrahim, Pir Sultan, Şah Şaddı, Hızır Samut, Saru Saltuk, Çoban Abdal, Şeyh Delil Berhican, Haydar Baba, Seyyit Sabur, Celal Abbas, Zeynel Abidin, İmam Rıza, Koyun Baba, Şıh Çoban, Veli Baba, Koca Leşker, Abdal Musa, Ali Baba, Hüseyin Gazi, Hasan Dede, Koç Baba, Dedemoğlu Ocakları katılıyor. Sonradan Hacıbektaş postnişini Cemalettin Çelebi’nin de katıldığı bu toplantıda önemli kararlar alındı:

1- Ocakların taliplerinin köy/köy belirlenmesi,

2- Katılan ocakların “Mürşid-Pir–Rehber” bağlantıları açıklanıyor,

3- Genç yaşta olmasına rağmen Hüseyin Doğan Dede’nin İnsan-ı Kamil olarak mürşitliği, Cemalettin Çelebi’nin de Hacıbektaş postnişinliği oy birliği ile tescil ediliyor.

4- Bir “Mücahidin Alayı” kurulması ve C. Çelebi’nin bu alayın başına geçmesi

Burada bilhassa ilk iki nokta Anadolu Aleviliğin niceliği ve niteliği açısından bir “Birlik” perspektivinde çok önemli bir girişim vardır. “Ne kadarız ve kim kime bağlı?” ve “Dinsel bağlantımız nedir ve dinsel otorite kimde?” sorularına cevap aranıyor. Bu sorgulamalar bugün içinde geçerlidir.

Bu toplantı ve Mücahidin Alayı’nın kurulması, Kurtuluş Savaşı hareketi ile Alevi ve Bektaşi kesimin bağlarını da bir anlamda belirliyor.

1917: Rusya'da ihtilal çıkması.

1917: Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesi, Mondros Ateşkes Antlaşması.

15 Mayıs 1919 İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali.

KURTULUŞ SAVAŞI TARİHİ KRONOLOJİSİ

19 Mayıs 1919 Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkması.

4-11 eylül 1919 Sivas Kongresinden sonra Ankara'ya giderken Hacı Bektaş'ta Çelebi Cemalettin Efendi (ölümü 1921)ile 2 gün görüştü. Pirevi Protokolu hazırlandı. Ölümünden sonra kardeşi Veliyettin 25 nisan 1923 te “...bu milleti kurtaracak ancak M. Kemal ve vatanımızın has evlatlarıdır” diyor.

23 nisan 1920 Cumhuriyet'in ilanından önce ilk TBMM başkanı kendisiyken M. Kemal başkan yardımcılığına Cemalettin Çelebi'yi getiriyor. Mecliste de bir çok alevi mebus var.

10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması'nın imzalanması.

1921 Anayasası olan Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda devletin diniyle ilgili bir madde bulunmamaktadır.

6 Mart 1921 - 20 Haziran 1921 Koçgiri İsyanı

1921 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'ne karşı Koçgiri, Pezgavır, Maksudan, Aslanan, Kurmeşan, Parçikan, İzol ve Giniyan aşiretlerinin içinde bulunduğu bir isyandır. Koçgiri aşireti reisi Alişan Bey ile kardeşi Haydar Bey ve Gülağaoğullarından Mehmed İzzet, Naki, Hasan Askeri, Kazım ve Alişir yönetmiştir.

Şubat 1920’de, Koçgirililer, ABD Başkanı Wilson’un ünlü ‘14 İlkesi’nden, savaş sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olmayan halklarına özerklik verilmesini öneren 12 ilkesi uyarınca özerklik taleplerini yaşama geçirmek üzere harekete geçti. Hareketin liderliğini II. Abdülhamid tarafından paşalık rütbesi verilen İboların (Koçgiri aşiretlerinin en büyüğüydü) reisi Mustafa Bey’in oğulları Alişan ve Haydar beyler ile bu beylerin maslahatgüzarı olan Alişer (Alişir) Bey yapıyordu.

Daha snra Baytar Nuri, Hüseyin Abdal tekkesinde Cangaben ve Kurmeşan gibi aşiretlerin reisleriyle birlikte toplantı düzenleyerek Diyarbakır, Van, Bitlis, Elazığ, Dersim ve Koçgiri'den oluşan bağımsız Kürt devleti kurmasını kararlaştırmıştır. Temmuz 1920’de Alişan Bey’in güçleri Kangal-Zara bölgesini kontrol etmeye başladı. Ağustos ayında, Refaiye yöresinden Şadan Aşireti’nin reisi Paşo’nun adamları Ankara’ya bağlı bir birliğe saldırdı. Ardından Alişan Bey Refahiye’yi, kardeşi Haydar Bey İmranlı’yı kontrol altına aldı. 25 Kasım 1920'de "Batı Dersim Aşiret Reisleri", Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Sevr Antlaşması'nın uygulanması gerektiğini ve aksi halde silah zoruyla hakkı almaya mecbur kalacağını açıklamıştır. Ayaklanma, bölgedeki 6. Süvari Alayı’nın bir grup asker kaçağını yakalamak isterken baskına uğramasıyla 6 Mart 1921’de başlamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumeti Sakallı Nurettin Paşanın Merkez Ordusu'nun emrinde Topal Osman Ağanın bizzat komuta ettiği 42. ve 47. Giresun Alaylarını isyanı bastırmakla görevlendirmiştir. Nisan’da harekatın birinci evresi sona erdiğinde asiler küçük gruplar halinde dağılarak Kuzey ve Kuzeydoğu yönünde kaçmışlardı. Bundan sonraki ikinci etapta geniş çaplı takip harekatı ile asilerin etkinliği iyice kırılmış, 17 Haziran’da asilerin elebaşılarından Haydar Bey’in kardeşi Alişan ve 32 asi ileri geleni ile 500’den fazla asi teslim olmuş, bunlar muhakeme edilmek üzere Sivas’a gönderilmişler. İsyan Haziran 1921'de tamamen bastırılmıştı. Nuri Dersimi ve Alişer Bey kaçmayı başarmıştı. 300 civarında isyancı ölüm dahil çeşitli cezalara çarptırıldıysa da Ebubekir Hazım Bey’in telkinleriyle affedildi.

1926 yılından itibaren Ankara, Dersim’i kesin şekilde zapturapt altına almak için kolları sıvayacak, yazılan acı reçetelerin sonucu da 1937-1938 Dersim Kırımı olacaktı...

1 kasım 1922 Osmanlı Saltanatın kaldırıldı

24 Temmuz 1923 Lozan Barış Antlaşması imzalandı: Azınlık yahudi ve bazı hıristiyan inançlara (mesela Süryani, Kaldeen... inançlar hariç) haklar tanındı.

29 ekim 1923 Cumhuriyetin ilanı

CUMHURİYET TARİHİNDE DİN ve ALEVİLİK KONUSUNDA KRONOLOJİ

29 Ekim 1923 Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine Dair Kanun” ile din Anayasa’ya girmiştir.

Madde 2- Türkiye Devletinin dini, Dini İslam’dır, Resmi lisanı Türkçedir.

3 mart 1924 Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığının) kaldırılması ve Başbakanlığa bağlı Din İşleri Reisliği kuruluyor

3 Mart 1924 Tevhid-i Tedrisat kanunu

3 mart 1924 Halifeliğin kaldırılmasına

8 Mart 1924 Dinsel Mahkemeler kaldırıldı.

20 Nisan 1924 İkinci Anayasa: Anayasası’nda devletin dininin, İslam dini olduğu belirtilmiştir. Hilafetin Anayasa’dan önce kaldırılmış olmasına ve Anayasa’nın kendisinin de laik unsurların bulunmasına karşın, koşullar böyle bir kuralın Anayasa’da yer almasını gerektirmiştir. Bu ifadenin Anayasa’nın 2. maddesinden çıkartılması ancak 10 Nisan 1928’de yapılan Anayasa değişikliği ile olabilmiştir.

17 Kasım 1924 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (İlerici Cumhuriyet Partisi) Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk muhalefet partisinin Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Adnan Adıvar’ın öncülüğünde kurulması. Parti tüzüğünde cumhuriyet ilkesinin, liberalizmin ve demokrasinin benimsendiği belirtilirken aynı zamanda dini inançlara da saygılı olunduğu açıklanmıştır.

11 Şubat-nisan 1925 Şeyh Sait ayaklanması:Başlangıçta isyan İslâm şeriatının tesisi adına başlatılmış ise de sonradan Kürt istiklâl hareketine çevrilmişti. Şeyh Said ve 46 arkadaşı, 29 Haziran 1925’te Diyarbakır’da Dağkapı Meydanı’nda idam edilmişti.

30 kasım 1925 Tekke ve zaviyelerin kapanması; derviş,dede unvanlarını kullanmak yasak. Buna rağmen alevi desteği devam ediyor.

1927 ekonomik kriz (1929 da bütün dünyada)

3 Şubat 1928 İstanbul'da Hutbe ilk defa Türkçe olarak okunmaya başlandı.

10 Nisan 1928 Anayasadan dinsel içerikli sözcüklerin kaldırılması hakkında 1222 sayılı yasa kabul edildi.“Devletin dini İslam’dır” ibaresinin anayasadan çıkarıldı (Bu tarihten itibaren devletin laiklik esası fiilen ve hukuken resmen

kabul edilmiş oldu).

12 Ağustos 1930 Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı Ali Fethi Bey (Okyar), Paris Büyükelçiliği’nden dönüşünde Gazi Mustafa Kemal’in önerisi ve onayıyla kurdu. Programında, partinin cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve lâiklik ilkelerine bağlı olduğu vurgulanıyor, yabancı sermayenin ülkeye girmesinin özendirilmesi isteniyor, ekonomik yaşamda sürekli devlet müdahalesine karşı çıkılıyordu.

23 aralık 1930 İzmir Menemen'de askerliğini yedek subay olarak yapmakta olan öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay'ın ve yardımına koşan bekçiler Hasan ve Şevki'nin Giritli Derviş Mehmet ile şeriat isteyen bir grup tarafından öldürülmesiyle başlayan olaylar zinciri.

1930 S.Niyazi dedebaba’dan sonra 1930-60 arası Ali Naci Baykal dedebaba.

18 Temmuz 1932 Ezanın bütün camilerde Türkçe okunması, Diyanet İşleri Başkanlığı'nca, bütün ilgililere duyuruldu.

Aleviler üzerine araştırma ve değişik yayınlar.

5 şubat 1937 Laikliğin Anayasaya Girmesi: yapılan değişiklikle, 2. maddeye, Devletin temel nitelikleri olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin programında yer alan altı ok, “Türkiye Cumhuriyeti Cumhuriyetçi, Halkçı,, Milliyetçi, Laik, Devletçi ve İnkılapçıdır” biçiminde girmiştir.

1937 de laikliğin benimsenmesiyle Alevi yayınlar kesiliyor.

1950 li yıllardan itibaren ekonomik sıkıntıdan köylerden şehirlere göç ve köylerde dedeler ile gençler arasında genel olarakta cemlerde çözülme.

Alevilerin ilk dernek örgütlenmeleri “köy dernekleri” olarak ortaya çıkar. 1955’de Ankara’da “Ocakköyü Kalkınma Derneği”, 1957’de İstanbul’da ise “Divriği Kültür Derneği” bilinen ilk Alevi dernekleridir.

27 mayıs 1960 devriminden sonra yeni alevi uyanışı ve derneklerin açılışı. Yeni anayasa. 12.ci madde: “Herkes dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin kanun önünde eşittir....” ile 19.cu madde “Herkes vicdan ve dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.... (...) Din eğitimi ve öğretimi ancak kişinin kendi isteğine....bağlıdır”.

1960’lı yıllar Alevilerin ve örgütlenmelerinin ele avuca geldiği dönemdir. Bu dönemde “Hacı Bektaş” ismiyle kurulan derneklerin sayısı 20’yi bulur, Alevi ismi kullanılmadan Cem gibi, Ehlibeyt gibi ilk Alevi dergileri bu dönemde yayınlanır.

1960’dan sonra 1997ye kadar Doç. BEDRİ NOYAN dedebabalık görevini sürdürüyor.

1963 yılında Ankara’da kurulan “Hacı Bektaş Veli Turizm ve Tanıtma Derneği” aslında ilk Alevi derneğidir. Ama derneğin ne tüzüğünde ne de açıklamalarında bir tek Alevi vurgusu yoktur.

1963 Diyanetin değişmesi için kanun teklifi: Yeni Anayasa’daki değişiklikler sonrası Diyanet İşleri Başkanlığının görev, yetki ve sorumluluklarını belirlemek için hazırlanan kanun teklifi 1963 te parlamentoya geldi. Tartışmalar, kanun tasarısında bulunan “Mezhepler Müdürlüğü” nün kurulmasıyla ilgili madde etrafında yoğunlaşmıştı. Teklifteki bu maddeyle ilgili Adalet Partisi ve Adalet Partisi’ne yakın yayın organları adeta bir linç kampanyası başlattılar ve akıl dışı yayınlarla Sünni çoğunluğun hassasiyetlerini kaşıdılar. Teklifin sahibi, koalisyon hükûmetinin Başbakanı İsmet İnönü gelen yoğun tepkiler sonucunda, toplumsal bir tepkiden çekinerek teklifi geri çekmek zorunda kaldı. Bu geri çekilme belkide Alevi örgütlenmelerinin yapılanmasını tetikleyen olaylardan biri oldu.

- 1963 İlk Alevi kimlik mücadelesi: Alevi Bildirisi Ankara’daki farklı fakültelerden 50 kadar Alevi üniversite öğrencisi, bir bildiriyle sağcı gazeteleri kınamayı amaçladı. Kürt Alevi öğrencilerden bir kısmı bildiriyi imzalamadı. Bu yüzden bildiriyi hazırlayan temsilci sayısı dörde indi: Seyfi Oktay, Mustafa Timisi, Ali İlhan ve Engin Dikmen.

Bildiriyi kaleme alma görevini, o tarihte Ankara Hukuk Fakültesi öğrencisi olan Seyfi Oktay aldı. Toplantılar ve tartışmalar, Timisi’nin bürosunda yapılıyordu. Seyfi Oktay ve Mustafa Timisi’nin de içinde bulunduğu Alevi inançlı tertip komitesi, bir basın açıklaması yaptı. Devletin bir kurumu olan Diyanet’in her türlü inanca eşit mesafede durması ve laiklik prensiplerine göre hareket etmesi; Alevilere de bu düzlemde yaklaşılması isteniyordu.Alevi Öğrenci Bildirisi, ülke çapında ses getirdi. Basında geniş yer aldı ve tartışma konusu oldu. O tarihte sol-demokrat-aydınlanmacı çizgide yayın yapan Akşam gazetesi, tam metni yayınladı. Köşe yazarları öğrencileri destekledi. Bu bildiriyi, İstanbul’daki Alevi üniversitelilerin bildirisi izledi.

1964 HBV külliyesinin dernek tarafından onarımı ve her sene HBV anma töreni..

Hacı Bektaş Veli Dergahi ve Çilehane Vakıflar Müdürlüğüne bağlı müze.

1965 te çıkarılan 633 sayılı kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yeniden düzenlenmesi istendi. Hiç bir şey değişmedi.

16 haziran 1966 Ortaca katliami12 gün süren bu çatışmalarda ne kadar insan öldüğü tam olarak bilinmiyor. Dönemin karanlıkta kalmış/bırakılmış Alevi katliamlarından birisidir Ortaca katliamı.16 Haziran’a kadar devam eden çatışma ve baskılar sonucu birçok Alevi Türkmen bölgeyi terk etmek zorunda kalır. Kalanlar ise silahla nöbet tutarak her an korku içerisinde yaşamaya devam ederler. Günümüzde de bu sinmişlik ve korku kendisini belli etmektedir.

17 ekim 1966 da Alevi kökenli bir grup siyaset adamınca Birlik Partisi (BP) kuruldu, genel başkanlığa Hasan Tahsin Berkman getirildi.1973'te Türkiye Birlik Partisi adını aldı ve 1981'e kadar faliyet gösterdi.1969 seçimlerinde 254,70 oy alıp (%2.8) 450 mebusluk meclise 8 mebus çıkarttı. Ancak 5 milletvekilinin Adalet Partisi’ne “güven oyu” vermesi Alevi örgütlenmesinde de ciddi bir kırılmaya neden olur. 5 Haziran 1977'deki genel seçimlerde aldığı 58.540 oyla (%0,4) TBP hiç milletvekili çıkaramadı. Bundan sonra TBP'nin siyasal etkinlikleri fiilen sona erdi, parti başka hiçbir seçime katılmadı. 12 Eylül 1980 Darbesi'nden sonra etkinliği durdurulan TBP 16 Ekim 1981'de öteki bütün partilerle birlikte Milli Güvenlik Konseyi tarafından kapatıldı.

11 haziran 1967 Malatya/Elbistan saldırısı (Mahsuni Şerif konseri sonrası)

Aleviler, 1950’lerden itibaren, 60’larda da hızlanarak köylerden şehirlere göç etmeye başladılar. Şehirde iş ve meslek sahibi olup, çocuklarını okullara gönderdiler. Alevilerin şehirde varlık göstermeye, tutunmaya başlamasından rahatsızlık duyan çevreler de vardı. Bunun yanı sıra aleviler, kendi felsefi ve tarihi kimliklerine, sosyal yaşamlarına uygun olarak siyasal alanda soldan yana yer almaya başlamıştı. Bu dönemde üniversiteye giden alevi gençlerinin okullarında edindikleri siyasi görüşlerini yaşadıkları bölgeye taşımaları da bu süreci güçlendirmişti.

Köylerinde önemli bir kürt-alevi nüfusu barındıran Elbistan da bundan nasibini almıştı. Elbistan’ın başka bir özelliği de çok sayıda saz ustası aşığın olması ve halk üzerindeki bunların etkisidir. Mahzuni Şerif dönemin ülke çapında tanınan en önemli Elbistanlı aşıklarındandı. Mahzuni’nin sol kamuoyunda artan ününü ve Elbistanlı olmasını fırsat bilenler bir konser düzenlemeye karar verdiler. Hayatları boyunca gizli saklı yaşamaya baskı altında tutulmaya alışmış aleviler için kendilerinin anlatıldığı, kendi içlerinden çıkmış ozanların coşkuyla çalıp söylediği böyle bir gece eşsizdi. Ancak gece sırasındaki konuşmalarla birlikte provokasyon da başladı. Bu sebeple konser erkenden dağıtılmak zorunda kaldı. Aynı gece saldırganlar şehir içinde silahlar sıkarak gösteriler yaptılar. Ertesi gün dışardan getirilen adamlarla şehir merkezinde aleviler’e yönelik ilk “halk arası iç savaş” süsü verilmiş saldırı gerçekleşecekti. Saldırının bilançosu 65 yaralı ve 18 yağmalanmış iş yeridir.

Çok partili cumhuriyet döneminde Alevilere yönelik bir dizi saldırının ilki olması sebebiyle önemlidir.

15 Aralık 1968 Hekimhan (Malatya) Saldırısı Belge ve kanıtların az olduğu, yazılı eserlerde de çok fazla üzerinde durulmayan Hekimhan Lisesine saldırı olayı, sağ-sol ve Alevi-Sünni ekseni üzerinden gelişmiştir. Öncelikle Malatya’nın siyasi yapısına baktığımızda, 1965 milletvekili genel seçimlerinde bölgede en fazla oyu alan ve geçmişte kapatılmış Demokrat Partisinin devamı olarak görülen Adalet Partisiydi. Hemen ardından gelen Cumhuriyet Halk Partisi ve Türkiye İşçi Partisi, Hekimhan’ın içinde barındırdığı farklı görüşleri ortaya koyuyordu.

Hekimhan’ın Adalet Partili Belediye Başkanı ve müteahhit Ali Akyüz ile Adalet Partili İlçe Başkanı ve İl Genel Meclisi Üyesi Turan Garipağaoğlu’nun öncülük ettiği sağcı militanlar, 15 Aralık 1968’de Hekimhan Lisesi’nde görevli ve sol görüşlü oldukları bilinen öğretmenlere ve öğrencilere, “Vurun Alevilere, Vurun Komünistlere” sloganları eşliğinde, cop ve şişelerle saldırmışlardır. Çok sayıda öğrencinin yaralandığı bu kitlesel hareket, jandarma kuvvetlerinin bölgeye intikal etmesiyle yatıştırılır. Lisede görevli 13 öğretmen jandarma eşliğinde okuldan alınarak Malatya’ya götürülür. Ancak adalet ilginç bir şekilde işlemiştir. Birçok öğrenci okuldan uzaklaştırılmış, öğretmenler Türkiye’nin değişik bölgelerine sürgüne gönderilir gibi tayin edilmişlerdir.

Hekimhan saldırısının dramatik yönü ise sonucudur. Liseye saldırıda bulunan kitleler ve bu kitleleri ayağa kaldıran militanlar hakkında soruşturma açılmamış ve herhangi bir tutuklama kararı olmamıştır. Buna karşılık olarak olayın mağdurları okuldan uzaklaştırılmış ve bölgeden sürgün edilmiştir. nü ise sonucudur. Liseye saldırıda bulunan kitleler ve bu kitleleri ayağa kaldıran militanlar hakkında soruşturma açılmamış ve herhangi bir tutuklama kararı olmamıştır. Buna karşılık

5 mart 1971 Kırıkhan katliamı Yıllar sonra yaşanacak Madımak katliamı'na benzerliğiyle dikkat çeken cumhuriyet tarihinin onlarca alevi katliamından biridir. Toplamda 2 kişi ölmüş, 17 kişi yaralanmış, Hatay, Kırıkhan'da alevilere ait onlarca ev ve iş yeri yıkılıp yağmalanmıştı. 70'li yılların sonlarına kadar devam eden diğer Kırıkhan alevi katliamlarının da öncüsüdür.

17 nisan 1978 Malatya katliamı 17-20 Nisan 1978 tarihinde gerçekleşen Malatya Alevi katliamında sekiz kişi ölmüş, yirmisi ağır olmak üzere yüz kişi yaralanmış, 100 işyeri ve konut tamamen olmak üzere, toplam 960 işyeri ve konut tahrip edilmiştir. Olaylar sırasında onlarca oto da zarar görmüştür.
Yeni belediye başkanı Hamit Fendoğlu’nun ölümünden iki gün önce Bilim ve Kültür Derneği adlı bir kuruluş, Malatya’da “Milletim Uyan” başlıklı bir bildiri dağıtır. Bildiride şu ifadeler yer almaktadır:


“ Müslümanlar bizi yok etmeye yönelen İslam ve millet düşmanlarının karşısında, müdafaa kavgasında birleşelim. İçinde bulunduğumuz zor günler bütün Müslümanları bir araya getirmelidir. (...) komünist katillerden intikamınız mutlaka alınacaktır.”


18 Nisan günü, Malatya’da saldırı başladığı saatlerde Belediye hoparlöründen Kuran okumaya başlandı. Kuran’ın okunmasından sonra faşist bir grubun hoparlörden yaptığı “Din elden gidiyor. Camilere de bomba konuluyor..” anonsları aralıksız akşama kadar sürdü. Böylece halkın dini duyguları kışkırtılarak katılımın çoğaltılmasına, saldırıların yaygınlaştırılmasına çalışılmıştı. “Güçlü devlet”in Malatya’daki temsilcileri ise bu tahriklere seyirci kalmıştı.

3-4 eylül 1978 Sivas Ali Baba mahallesi katliamı Olay Ramazan Bayramı Arefesinde patlak vermişti. Tarih 3 Eylül 1978 Pazar gününü gösteriyordu. Alibaba’da semt pazarı kurulmuştu. Semt pazarı olagandışı bir gün yaşıyordu. Olagan günlerde bu pazara yolu düşmeyen kim kişiler pazar esnafı yada müşterisi görüntüsünde pazarı doldurmuştu.

Mahallede iki çocuk (Alevi Ali Karaaslan ile sünni Osman Çevikdoğan’ın çocuklarıdır bunlar) sıradan bir sokak kavgasına tutuşur. Mahallede yaşayan yaşlı bir Alevi her ikisini de azarlayarak ayırmaya kalkar. Yaşlı Alevinin çevresi bir anda yaşları 18 ile 20 yaşları dolaylarında ülkücü komandolarca sarılır. Olaya kadınlar da karışmak zorunda kalırlar. Erkeklerini, çocuklarını komandoların ellerinden kurtarmaya çalışırlar. Bir anda silahlar patlar, Gülsüm Keklik ve Müslime Gülmez adlı kadınlar ölür. Ortalık ana baba günü olur. Aleviler evlere çekilirler. Ellerinde benzin bidonlarıyla mahalleye dalan komandolar evleri ateşe verirler. Bununla da yetinilmez. Öfkeli kalabalık semt çarşısına yürür. Öfkeli kalabalığı kışkırtanların yüzleri bezlerle kapatılmıştı. Tümü 150-200 kişilik kalabalık, Alevilerin ve demokrat sünnilerin işyerlerini tahrip ediyorlardı. Sürekli “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” diye bağırıyorlardı. Ortalıkta güvenlik güçlerinden kimse yoktu. Sanki sokaklar bilinçli olarak boşaltılmıştı. Şehrin bir başından girip öbür başından çıktılar. Kentte sürekli ”Alibaba Camisi bombalandı, çok ölü var” yalanı yayılıyordu. Çarşı esnafı ve kahveler harekete geçirilmek isteniyordu. Belediye, Su İşleri, hükümet binası gibi kurumlar taşlanıyor, camları kırılıyordu. Sabah saat 10’da başlayan sokak eylemi akşam saatlerine dek sürdü. Yozgat’tan yollana askeri komando taburu yetişip kente yayıldıktan sonra, geceyarısına doğru silah sesleri dindi. Sokağa çıkma yasağı kondu. Günün toplu sonucu 5 ölü, 50 yaralıydı. Ölüler arasında saldırıyı örgütleyen ülkücüler de vardı. 4 Eylül Pazartesi sabahı bayram namazı yine kışkırtma ortamı olarak kullanılır: “Komünistler, Kızılbaşlar kardeşlerimizi öldürdü.” derler. Ümmet-i Muhammed, Komünist ve Kızılbaşlara karşı kutsal savaşa çağırılır. Bu çağrılar mahallelerde de yapılır. Öğle saatlerinde yeni saldırılar için kitle desteği sağlanır. Ardından Alevilerin bulundukları mahalleler kuşatılmaya başlanır. En yoğun saldırı Alibaba üzerine denenir. 3-4 gün süren Sivas olaylar, 12 kişinin yaşamına mal olmuştu.

24-26 aralık 1978 Maraş katliamı 19 aralık 1978 günü bir sinemanın bombalanmasıyla başlayan ve kısa süre içinde bir iç savaşa dönüşen şiddet olayları. toplam 105 kişi öldü, 176 kişi yaralandı. alevi-sünni ayrımının körüklenmesiyle çıkan ve 26 aralık'a kadar süren çatışmalar sonrasında 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi. sanıkların yargılanması ve davaların sonuçlanması 1988'e kadar sürdü.

3 aralık 1979 2.ci Kırıkhan katliamı Hatay'ın kırıkhan ilçesinde, alevi olanların yaşadığı bir gecekondu mahallesinde yangın çıkartılmış, 60 yaşındaki yaşlı, anneleri ve 6 küçük çocuk yanarak katledilmiştir. olay dönem boyunca katliamları gerçekleştiren faşistler tarafından işlenmiş olarak görülmektedir.

yaralandı. alevi-sünni ayrımının körüklenmesiyle çıkan ve 26 aralık'a kadar süren çatışmalar sonrasında 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi. sanıkların yargılanması ve davaların sonuçlanması 1988'e kadar sürdü.

27 mayıs-4 temmuz 1980 Çorum katliamı Katliamın Ön Hazırlıkları: MHP ve MSP'nin dışarıdan desteklediği Süleyman DEMIREL'in azınlık hükümeti, ırkçı-seriatçi örgütleri korumus, eylemlerine göz yumulmuştur. Ayrıca yansız görevini sürdüren Çorum Emniyet Müdürü Hasan UYAR görevinden alinarak, yerine Tunceli'de bir çok olaya adi karisan Nail BOZKURT, Milli Egitim Müdürlügü'ne MHP'nin militani olarak taninan Fethi KATAR getirilmistir. Yine sag görüslü ve tarafli (AP iktidarinda Içisleri Bakanligi yapmis, zehir hafiye diye taninan Faruk SUKAN'in bacanagi) Rafet ÜÇELLI'de Çorum valiligine atanmistir. Demokrat olarak bilinen 40'a yakin polis memuru tel emriyle baska illere atamasi yapildi. Bir çok okul yöneticisi ve demokrat ögretmenin, memurun sürgünü ve yer degisimi yapildi. Devletin bir çok kurum, fasistlerin karargahi haline getirildi. MHP'lilere ruhsatli silah verilmeye baslandi. Buna karsin, Çorum emniyetinde görevli sagci ve irkçi bilinen bir çok polisin baska illere atamasi çikarilmisken, iliskileri kesilmeden Çorum'da görevlerinin sürdürdüler.

ABD'nin Türkiye Büyük Elçiligi'nde görevli Robert ALEXANDIR PECK (CIA görevlisi olarak taninir) Çorum'a gider. Çorum'da MHP'li il yöneticileriyle, vali ve CHP'li Belediye Baskani Turhan KILIÇOGLU'yla görüsür, MHP'nin etkin oldugu köy ve ilçeler, ???Alevi-Sünni??? hakkinda bilgi edinmeye çalisir. Çorum'dan sonra Amasya ve Tokat'a gider. Amasya'da Alevi-Sünni, sag-sol çatismasi üzerine sorular sorar, ne zaman ve hangi ölçüdebir çatisma çikabilecegi hakkinda bilgi edinmeye çalisiyordu.

Gün SAZAK'in Ölümü: Ülkücülerin CIHAD bildirisinden 9-10 gün sonra Ankara'da MHP'nin Genel Baskan Yardimcisi Gün SAZAK (1. MC hükümetinde Gümdük ve Tekel bakanligi yapmistir.), 27 Mayis 1980 günü belirsiz kisilerce vurularak Ankara'da öldürülmüs. Çorum katliami, Gün SAZAK'in ölümü gerekçe gösterilerek baslatilmistir.

12 eylül 1980 darbesi ve sünnileşme politikası: din dersleri mecburi, alevi köylerine cami.... Bilgi kirliliği: “ alevilik sönmüştür” , “alevilik bir kültürdür”, “alevilik islam dışıdır”, “Kızılbaşlık sapıklıktır”....

Darbenin Bilançosu, Cumhuriyet 12.09.2000 dan bilgiler

12 Eylül uygulamalarıyla 650 bin kişi gözaltına alındı ve bunların büyük çoğunluğuna işkence yapıldı. İşkenceler, yalnızca konuşturmak, bilgi sağlamak amacıyla değil, kişilikleri ezmek, direnme gücünü yok etmek için herkese yapılıyordu. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, fişlenenler kamusal alanlar başta olmak üzere birçok haktan yoksun kılındı. Açılan 21 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişinin idamı istendi, 517 kişiye idam cezası verildi, 259 idam dosyası Meclis’e gönderildi. Devrimci ve ülkücüleri içeren 50 kişi idam edildi.

Halkevleri, mühendis ve tabip odaları, sendikalar başta olmak üzere çalışanlara ait tüm kitle örgütleri kapatıldı; yöneticileri tutuklandı. 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak”, 71 bin kişi örgüt yönetmek suçlarından yargılandı. 23 bin 677 dernek kapatıldı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi, 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi mülteci olarak yurtdışına kaçtı. 300 kişi kuşkulu biçimde öldü, 171 kişinin sorgu sırasında “işkenceden öldüğü” belgelendi. 299 kişi cezaevinde, 95 kişi “çatışmada” öldü, 43 kişi “intihar” etti.

Öğretmen örgütlenmesinde görev alan, önder konumdaki 5 bin 854 öğretmenin işine birkaç ay içinde son verildi. Üniversitelerde 120 profesör ve doçent, Adalet Bakanlığı’ndan 47 hakim atıldı. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi ve bunlara 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 300 gazeteci saldırıya uğradı, üçü silahla öldürüldü. Zararlı görülen gazeteler, toplam 300 gün yayın yapamadı. 39 ton kitap ve dergi imha edildi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı, TRT’nin çektiği kimi belgeseller yakıldı.

7 Kasım 1982 halkoylamasında (referandum) oylamaya katılanların yüzde 91.37 “evet” ve sadece yüzde 8.63 “hayır” oyu ile 1982 Anayasası kabul edildi.

2 temmuz 1993 Sivas'ta Pir Sultan Abdal etkinliği ve Madımak oteli katliyamı.

Şenliklerin ilk günü olan 1 Temmuz programı Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Başkanı ve Aziz Nesin’in de katıldığı bir konferans ile başlar. Öğleden sonra Buruciye Medresesi’nde kitap ve fotoğraf sergilerinin açılışı yapıldıktan sonra Kültür Merkezi’nde Hasret Gültekin’in dinletisi ve “Çağların Pir Sultanlarından Günümüz Pir Sultanlarına” başlığıyla düzenlenen panel ile sona erer.

Katliamdan 2 gün önce dağıtılan bir bildiri şu şekilde idi:

Mü’minlere öz canlarından daha ileri olan Allah Resûlü (S.A.V.)’ne ve O’nun temiz zevcelerine, Allah’ın beytine (Kâbe’ye) ve kitab’ı Kur’an’a alçakça küfredilmekte ve mü’minlerin izzet ve namuslarına saldırılmaktadır. (…) Dünyanın bazı bölgelerinde şeytan ve onun yandaşları olan emperyalist kâfirler, dinimize ve mukaddes değerlerimize dil uzatmaktadırlar. (…) Bu iğrenç oyunların bir uzantısı olarak ülkemizde de dünya emperyalizminin gönüllü uşağı Aziz Nesin, aynı şekilde, Kur’an’ın korunmuşluğuna dil uzatmış, Hazret-i Peygamber (S.A.V.)’in aile hayatını (hâşâ) bir genelev ortamına benzetmiş ve ümmetin anaları olan hanımlarına (hâşâ) fahişe deme cür’etinde bulunmuştur. (…)Kâfirler şunu iyi bilmeli ki: İslâmın Peygamberi’ni ve kitab’ın izzetini korumak için, bu uğurda verilecek canlarımız vardır. Gün, Müslümanlığımızın gereğini yerine getirme günüdür. Gün, Allah (C.C.)’ın vahyi Kur’an-ı Kerim’e, Allah’ın meleklerine, Allah’ın Resûlü Hz. Muhammed (S.A.V.)’e, O’nun ailesine ve ashabına yöneltilen çirkin küfürlerin hesabının sorulması günüdür…”

Bildiride açık olarak Aziz Nesin ve sözleri çarpıtılarak hedef gösterilmekte, halk kışkırtılmaktaydı.

2 Temmuz günü etkinlikler saat 10′da başlamış, 14′te ise “Medya ve Emperyalizm” konulu bir panel düzenlenmişti. Kültür merkezinde etkinlikler devam ederken, gericiler “Sivas size mezar olacak, Şeriat gelecek, zulüm bitecek, Yaşasın şeriat, Muhammed’in ordusu kafirlerin korkusu, Yaşasın Hizbullah, kahrolsun laiklik, şeriat isteriz…”sloganlarıyla önce valiliği taşlar daha sonra “Halk Ozanları Heykeli” ve Atatürk heykeline saldırırlar. Kalabalığın yeni hedefi Madımak Oteli idi. Olay yerinde birkaç polisten başka kimse yoktu ki birçok kişi olacakları önceden görmüş, sadece birkaç saat uzaklıkta bulunan Ankara’yı sürekli arayarak takviye kuvvet isteminde bulunmuştu. Ancak yaklaşık 6 bin asker mevcudundan sadece 40 kadar acemi er olay yerine Sivas tugay komutanı tarafından yollanır. Bunlara yanına sayısı 70′i bulan Kayseri ve Tokat’tan gelen takviye(!) birlikler eklense de kalabalığın arasında kaybolan güvenlik güçlerine artık sadece olacakları izlemek kalmıştı. O gün Sivas’ta 2 saldırgan ve 2 otel görevlisi haricinde 33 aydın yanarak can verdi. 51 kişi kendi imkanları ile bu cehennemden yaralı olarak kurtulabildi.

Suçluların davası 13 Mart 2012 Madımak Katliamı “Aranan Sanıklar” Hakkında verilen “ZAMAN AŞIMI KARARI” ile son buldu ve Başbakan “BU KARAR TÜRKİYE’YE HAYIRLI UĞURLU OLSUN” dedi...

12/13 Mart 1995 İstanbul'da Gazi mahallesi ve 14/15 Mart 1995 Ümraniye/katliamı

12 Mart 1995 günü akşam saatlerinde İstanbul’da Alevi vatandaşların çoğunlukta yaşadığı Gazi Mahallesi’ndeki üç kahvehane ve bir işyeri aynı anda “kimliği belirsiz”(?!) denilen kişilerce bir taksiden otomatik silahlarla açılan ateşle tarandı. Saldırılar sonucu Halil Kaya adlı bir vatandaş hayatını kaybederken, beşi ağır, yirmi beş kişi yaralandı. Saldırganların olay yerinden uzaklaştıktan sonra gasp ettikleri taksinin şoförünü öldürdükleri ve taksiyi ateşe vererek kaçtıkları anlaşıldı. Olayın ardından Aleviler, Gazi Mahallesi’nde toplanıp, polis karakoluna yürüdü. Polisler grubun üzerine kurşun yağdırmaya başladı ve Mehmet Gündüz hayatını kaybetti, birçok kişi de yaralandı.

13 Mart 1995 günü tekrar polis karakoluna doğru yürüyüşe geçen grup, çevik kuvvet ve özel timlerle desteklenen polisle çatıştı. Çatışmalar sonunda on beş kişi hayatını kaybederken, aralarında gazetecilerin de bulunduğu birçok kişi yaralandı. Aynı gün İstanbul Valiliği Gazi Mahallesi ile iki mahallede daha sokağa çıkma yasağı ilan etti. Gazi mahallesi’ne giriş ve çıkışlar polis kontrolüne alındı.

14 Mart 1995 günü, Gazi Mahallesi’nde konan sokağa çıkma yasağına rağmen olayların bir türlü yatıştırılamaması üzerine bölgeye askeri birlikler sevk edildi.

Yine aynı gün Gazi Mahallesi ile Ankara Kızılay Meydanı’ndaki dayanışma eyleminde otuz altı kişi yaralandı.

15 Mart 1995’te de olaylar Ümraniye’ye sıçradı. Mustafa Kemal Mahallesi’nde de beş kişinin ölmesi ve yirmiden fazla kişinin yaralanması üzerine bu bölgede de sokağa çıkma yasağı ilan edildi.

16 Mart’ta da dönemin İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu olayların yatıştırıldığını söyleyerek bölgedeki sokağa çıkma yasağının kaldırıldığını açıkladı.

Olaylardan sonra yapılan otopsi sonucu ölen 17 kişiden yedisinin polis mermisiyle hayatını kaybettiği belirlendi. Gaziosmanpaşa Savcılığı’nın olayla ilgili fezlekesiyle Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı, 20 polis hakkında “müdafaa ve zaruret sınırını aşarak faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek” iddiasıyla dava açtı. İstanbul Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi’ne açılan dava kamu güvenliğinin sağlanamayacağı gerekçesiyle Trabzon’a gönderildi. 11 Eylül 1995’te Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlayan yargılama süreci, beş yıl içinde otuz bir duruşma yapılarak 3 Mart 2000’de karara bağlandı.

2002 den sonra AKP'nin Alevi Çalıştayları...

13 Mart 2012 Madımak Katliamı “Aranan Sanıklar” Hakkında verilen “ZAMAN AŞIMI KARARI” ve Başbakan “BU KARAR TÜRKİYE’YE HAYIRLI UĞURLU OLSUN” dedi...

2014 AİHM Alevi Hakları karaları: Strasbourg’taAİHM şimdiye kadar 36bin karar almış ve bugüne kadar uygulanmayan kararı yok. Uygulanması beklenen kararda en fazla dava Türkiye’ye ait.

2002 de Akp iktidara inanç özgürlüklerini ileri sürerek geldi fakat bugüne kadar Aleviler için hiçbir hak tanımadı. Çalıştaylar etkisiz.


Önemli AİHM kararı: “Alevilerin kendi aralarında bölünmüş bir topluluk olması onların dini bir topluluk olarak hakları olduğu gerçeğini değiştirmez


1- 2014’te Cemevlerinin ibadethane olduğuna dair verilen karar

a-Mahkeme Cem evlerinin ilgili Türk yasaları ile başka ibadethanelere tanınan elektrik parası muafiyetinden yararlandırılmamasının dinsel ayrımcılık olduğuna karar verdi.

b- Bazı Cem evleri yerel mahkemelerde açtıkları davaları kazanarak, elektrik parası ödemelerinden muaf oldular. Ancak bu konuyu ülke genelinde kolaylaştıracak bir idari düzenleme yapılmadığı için bu konuda Cem evlerinin her birinin bağlı olduğu bölgede dava açması gerekmektedir.

c- Ayrıca Cami’ler gece aydınlatmaları dahil tüm enerji giderleri ile elektrik parasından muaf olduğu halde Cem evlerinde bu muafiyet sadece ibadet meydanı için uygulanmakta, tesisin müştemilat ve genel alanları muafiyet kapsamına alınmamaktadır.

d- Her ne kadar, AIHM kararı salt elektrik bedelleri konusunda ise de, bu süreçte Cem evlerine arsa tahsis kolaylığı, vergi indirimi ve/veya muafiyeti, arazi kiralama bedelleri konusunda herhangi bir ilerleme sağlanmamıştır.

Ayrımcı politikalar süregelmektedir.



2- 2015’te Zorunlu Din Derslerinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine uygun hale getirilmesi gerektiğine dair verilen karar

a- Hasen ve Eylem Zengin: Müfredat değişmeli

1- 2018’de uygulanamaya başlayan en son müfredatta dinler ve inanç sistemleri konusunda tarafsız bir yapıda değildir, inançlardan bağımsız bir ahlaki prensipler bütününe uyarlanmamıştır, tarafsız ve çoğulcu bir anlayış göstermemektedir.

2- DKAB 2018 müfredatı üzerinde yapılan bir değerlendirme çalışmasında 4 ile 12. Sınıf arasında kullanılan kitaplarda Alevilik hakkında sadece 7 ve 12. Sene müfredatında bilgi olduğu görülmektedir.

3- Toplam 1782 sayfa olan kitapların toplamında Alevi sözünün geçtiği sayfa sayısı 20’dir.

4- Kitap yazarlarının Sünni din eğitimciler olduğu ve Aleviliğin geniş kabul görmüş ve uygulanan bir İslam yorumu olarak tanımlanmadığına da vurgu yapmak yararlıdır.

5- Ayrıca 2014’ten buyana DKAB müfredatına “Siyer-i Nebi” “Din Kültürü” “Kuran’ın esasları” gibi seçmeli dersler eklenmiş ancak bir çok okulda sadece tek ders hocası bulunduğu için öğrenciler o dersi zorunlu olarak seçmek zorunda bırakılmışlardır.

2002 Toledo Eğitim Prensiplerinin uygulanmasını önermektedir. Müfredatta diğer dinlere karşı tarafsız olmak kuralı İslam dini eğitimi açısından göz ardı edilmektedir.

Müfredat AIHM kararlarına aykırı olmayı sürdürmektedir.

b- Mansur Yalçın: Yapısal sorun: İnançını açıklama zorunluluğu olmamalı

1- DKAB dersleri nüfus kâğıdında başka dinden olduğu açıkça yazılmış öğrenciler dışında zorunlu ders olmaya devam etmektedir.

2- Daha da ötesi, bu müfredattan Üniversiteye giriş sınavlarında bir çok soru olduğu için, dersten muaf olan öğrenciler üniversiteye girişte önemli bir puan kaybına uğramaktadır.


3- Bütün Alevi sorunlarını kapsayıcı bir dava Alevilere eşit vatandaşlık hakları verilmesi için açılan davadır. Devletin inanç topluluklarına karşı davranışlarında herhangi bir ayrımcılık olmaması gerekir.

Konular:

1 - Alevi din hizmetleri kamu yararına verilen bir hizmet olarak kabulü

2- Bu hizmetlerin verildiği ve Alevi ibadetlerinin yapıldığı yerler olan cemevlerinin ibadethane olarak kabulü

3- Bu hizmeti vermekte olan kişilerin özlük haklarının düzenlenmesi

4- Genel bütçeden bu konuda gerekli payın ayrılması

AİHM konular genel kapsamlı olduğu gerekcesiyle davanın Büyük Daire tarafından görülmesine karar verdi:

a- Büyük Daire kararlarının içtihat niteliği taşıdığını ve bağlayıcı olduğunu, bundan sonra aynı konuda AİHM’de ikame edilecek davalarda Daire’lerin farklı kararlar tesis edemeyeceğini belirtti.

b- “Alevilerin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından bir inanç grubu olarak tanınmadığı, inanç özgürlüklerinin ihlal edildiği ve ayrımcılığa uğradığını” vurgulayan Büyük Daire Kararı.

Devlet Aleviliği tanımlayamaz. Ancak Aleviler kendilerini tanımlayabilir.

c- “AİHM Kararının Uygulanması İçin Aleviliğin Devlet Tarafından Ayrı Bir İnanç Olarak Tanınması Gerekir”. Bu bir vatandaş olarak Alevilerin din özgürlüğünün kabul kararıdır.


4- AİHM tarafından Aleviler lehine tesis edilen kararlar, dava süreçleri ve söz konusu kararların devlet düzeyinde tanınma/uygulanma sorunları tartışıldı. Yol Haritası istendi.

5- AİHM Kararlarının uygulanmasını izlemekten sorumlu makam olan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Hükümetin teklifi üzerine Türkiye’de yaşanan 15 temmuz 2016’da darbe girişimi ve ardından gelen OHAL (Olağanüstü Hal) koşullarında kararların uygulanması süreçi askıya alındı.

6- 2018’de OHAL’in kaldırılması ile birlikte İnanç Özgürlükleri ile ilgili uygulanmamış kararlar daha önce açılmış olan Eylem-Hasan Zengin davası da eklenerek topluca Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 3-5.Aralık 2019 tarihli 1362’nci toplantısının gündemine alınmıştı.

7- 3-5.Aralık 2019'da Avrupa Konseyi bakanlar Komitesi toplantısı yapıldı ve çok önemli kararlar alındı.

- Devletin tarafsız ve ayrımcı olmaması gerektiği hatırlatılmış.
- Cem evleri ile ilgii mevzuatın karmaşıklığının azaltılması
- Din Ders eğitminin 2018 programı ile iyice karmaşıklaştığı ve olumsuz geliştiği vurgulanarak konunun bu ana paketten ayrı daha özel yönetimlerle takip edilmesine karar verilmiş.
- Alevi açılımının sonuçsuz kaldığına değinilerek AİHM kararları ve bu açılım raporlarına göre çözülmesi gereken yasal ve idari sorunların tam ve kapsamlı bir listesini içeren ve uygulamaların kesin tarihlerini gösteren bir takvim ile bir eylem planının 1 haziran 2020 de Bakanlar Komitesine teslim edilmesine karar verilmiş.

8-
Hükümet 1 haziran2020 de Kovid-19 sebebiyle hazır olmadığını ve ileri bir tarihe attı