“Aleviliği Anlamak” kılavuzu

 

 

 

 

ALEVİLİĞİ ANLAMAK

İSVİÇRE ALEVİ TOPLULUĞU

 

 

EĞİTİM KILAVUZU

 

ALEVİLİĞİN TARİHİNE, DİNBİLGİSİNE ve FELSEFESİNE BİR YAKLAŞIM

 

Prof. Dr Ahmet Yaşar Ocak, Prof. Dr. Yasin Ceylan, Prof. Dr. Cavit Sunar, Dr. Özgür Savaşcı, İsmail Kaygusuz, Esat Korkmaz nın eserlerinin desteği ile Ersan Arsever tarafından hazırlanmıştır.

 

"Gördüm, bildim, taptım. Ben, görmediğim Allah'a tapmam"

İmam Ali

 

Sevgili Canlar

İsviçre Alevi Topluluğu çercevesinde “ Aleviliği Anlamak” adı altında bir eğitim planı teklif ediyorum ve bunu tartışmaya açıyorum. Eğitimizin etkili olması için bir plan gerekliydi. Bu teklifte bazı noktaları sadece başlık olarak bıraktım, bazı noktaları ise kısa notlarla izah ettim. Bu planda düzeltmeler yapıp kısa zamanda uygulamaya geçmeliyiz. Daha sonrada bu eğitim planının içeriğini tamamlayıp eğitim kitabı haline getirebiliriz.

Bu izahlı eğitim planını okurken şu iki gerçeği gözardı etmemenizi rica edeceğim:

1- Bir insan topluluğu ve kültürü diğer topluluklar ve kültürlerinden tamamen ayrı bir şekilde gelişemez. Her kültür diğer kültürlerle ilişkide, alış-verişte olur, etkilenerek ve etkiliyerek beraberce gelişirler. Mühim olan kendi değerlerinin bilinçinde olması ve diğer kültürlerin etkilerini bu süzgeçten geçirmesidir. Bizimde Alevi-Bektaşi kültürünün temellerini ve zaman akışı içinde kendini zenginleştirmek veya ayakta kalmak için diğer kültürlerden aldıklarımızı iyi bilmemiz lâzım. Kültürel kimliğimizi iyi bilmemiz bize inanç kimliğimizi de daha iyi anlamamıza yardımcı olur.

2- İslam tek gözlü bir kaynaktır ama bu kaynaktan çıkan su değişik yataklardan akıp gider ve hepsi birbirinden faklı yüzlerce vadiyi, ovayı besler. Geçtiği yerlere göre değişik renkler, değişik tatlar almaya başlar ama yine o tek kaynaktan çıkan su olarak kalır. İslam ve Kur’an birdir ama bu soyut İslamı, kendi sosyo-kültürel ortamlarında, günlük hayatta, algıladıkları ve anladıkları gibi gözle görülür elle tutulur halde yaşayan Müslümanların yorumu ise çoğuldur. Filipin’den Senegal’e, Harlem’den Baykal gölü kıyılarına kadar dünyanın dört bir tarafında İslam’ı, değişik mezhep ve tarikatlarıyla, birbirine ters bile düşebilen ayîn ve erkanlarla yaşatan yüzlerce değişik Müslümanlar topluluğu vardır. Tarih boyunca yerel siyasî ve dinî otoriteler, aynı ülkede bile, her zaman kendileri gibi düşünmeyen müslümanları “ Siz müslüman değilsiniz” diye tehdit ettiler. Neye dayanarak “Ben müslümanım” diyen birine “Sen müslüman değilsin” diyebiliriz? Buna en iyi cevap 923 yılında Bağdat'ta Kadıların kadısı İbn Behlül tarafından verildi. Abbasi sultanı isyan eden Karmatilerin müslüman olmadıklarını ilan etmesi için İbn Behlül'den fetva ister. İbn Behlül bunu hadislere dayanarak reddeder: “Karmatiler mektuplarını yazarken “Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammet'de onun Resülüdür” diye başlıyorlar; bunu söylemeleri onları müslüman olarak kabul etmeğe kafidir. İnananların samimiyetini ancak Allah takdir edebilir” der. İslamın çeşitli ırklardan, kültürlerden oluşan bütün insan topluluğuna indirilmiş bir din oldununu hiçbir zaman unutmayalım.

Bizim de bu çok sesli müslümanlar topluluğu içinde, yerimizin nerede olduğunu bilmemiz Alevi- Bektaşi kimliğimizi iyi anlamak için şarttır.

Hızır yardımcımız olsun.

Ersan Arsever

 

EĞİTİM PLANI

GİRİŞ: Alevilik eğitimi gerekli mi?

A- Alevilik eğitimine ihtiyaç var mı?

1- Eğitim ihtiyacı neden belirdi?

a- Üyelerin eğitim ihtiyaçları

b- Dedelerin eğitim ihtiyaçları

c- Dernek yöneticilerinin eğitim ihtiyaçları

B- Eğitim-Öğretim planı nasıl uygulanabilir?

1- Eğitimin hedefi kimdir?

2- Eğitim nasıl verilmeli?

3- Eğitimi kim verecek?

a- Dedeler

b- Akademisyenler

c- Araştırmacılar

1- Dine ve aleviliğe genel yaklaşım

A- Tanrı kavramı nedir?

1- Tanrı inancı

2- Dinsel etik

B- Kültür ve Din

1- Kültür nedir, nasıl birbirlerini etkilerler?

2- Kültür unsurları nelerdir?

a- Dil

b- Din

c- Gelenek ve görenek

d- Sanat

e- Dünya görüşü

f- Tarih

3- Kültürün Özellikleri

4- Kültürün İşlevi

5- Kültürün kazanılması

a- Kültürel şok:

b- Kültürlerin birbirlerini etkilemesi

c- Kültür Emperyalizmi:

d- Kültürel asimilasyon:

e- Kültürel Yozlaşma:

C- Din kavramının tanımı ve dinler tarihine yaklaşım

1- Din kavramının tanımımı nasıl yaparız?

2- Dinler Tarihine nasıl yaklaşmalı?

a- Tarihi açıdan:

b- Dilbilimi (filoloji) acısından

c- Sosyolojik acıdan

d- Etnolojik ve antropolojik açıdan

e- Psikolojik açıdan

3- Din ve kültür ilişkisi

D- Aleviliğe genel yaklaşın

1- Alevilik erkânı eğitimi yöntemi

a- Sekronik “eşzamanlı” yöntem

1- Alevi-Bektaşi İnancının Günümüzdeki Özü nedir?

2- Alevi-Bektaşi İnancı Nasıl Uygulanıyor?

3- Alevi-Bektaşi İnancı Kendisini ve Cemaatini Nasıl Koruyor?

b- Diyakronik “artzamanlı” yöntem

1- Alevi-Bektaşi İnancı Kuşaktan Kuşağa Nasıl Öğretildi?

2- Alevi-Bektaşi İnancı Ne Zaman ve Hangi Koşullarda Oluştu?

3- Alevi-Bektaşi İnancı Nasıl Gelişti?

2- Alevi sözcüğünün kavramı ve diğer alevi kavramları

a- Alevi sözcüğünün kavramı

b- Alevi kavramları

3- Aleviliğin temelindeki ana unsurlar

a- Oğuz Türklerinin kültürü ve Şamanist Gök Tanrı inançı

b- İslam’ın doğuşu, yayılması, gelişmesi ve Türklerin İslamla tanışması

c- Türk aşiretlerinin ve Alevi inancının Anadolu’da karşılaştıkları yöresel etkiler ve tarih içinde değişimi

2-İslamın Doğuşu ve Dört Halife Devri

A- İslam öncesi Arap yarımadası ve Mekke

1- İslam öncesi Arap yarımadası

2- Mekke

3- Dini ortam

B- Hz. Muhammed ve İslamın Doğuşu (Hadis, Siyer ve Hilye temelinde)

1- Hz.Muhammed’in peygamberliğine kadar yaşantısı

2- Peygamberliği

a- Kur'an: Allah'ın sözü?

1- Etimoloji

2- Tarihce

a-Kültürel Kaynakları

b- Yazılma süreçi

c- Mekke dönemi

d- Medine dönemi

e- Sözlü Kur'an'dan yazılı Kur'an'a: Kur'an mushafları

1- Ebu Bekir dönemi ve İmam Mushaf

2- Ömer ve Osman dönemi

3- Metnin orjinalliği ve Kur'an versiyonları

a- Semarkand Kuranı

b- Topkapı Sarayı Kuranı

c- Kahire Kuranı

d- TİEM Kuranı

e- Darü’l-Kütüp Kuranı

f- St. Petersburg Kuranı

g- Sana’a Kuranı

4- Edebi dil ve içerik

5- Kur'an'ın anlatı ve hikayelerinin yapısı

6- Kur'an'daki İslama çağrı neyi değiştiriyor?

7- Kur'an'daki İslam ile Uygulamadaki İslam Farklı mıdır?

b- İslam'a çağrı, ilk Müslümanlar, tepkiler

c- İsra (Kur'an'da sadece gece yürüyüşü) ve Miraç mucizesi

3- Akabe biatları ve Hicret, Medine Vesikası ve bozulması

a- Hicret 16 temmuz 622

b- Medine Vesikası

4- Savaşlar, Hudeybiye Antlaşması ve Mekke'nin Fethi

5- Son haç ve Gadir Gum Veda hutbesi

C- Siyasi ve Dinsel çatışma

1- Bölünmenin dinsel temel unsurları

a- Sünni İslam (Ehl-i Sünnet):

b- Şia veya Şia-i Ali (Şî'atu Ali)'den Aleviğe

2- Şi'atü Ali-Alevi düşünce unsurları:

a- Nübüvvet, Risalet ve İmamet

b- İmamet ve velayetin devam etmesi

c- Ehl-i Beyt ve İmamet, Tevella ve Teberra

3- Kur'an'a göre Zahir ve Bâtın ayırımı nedir?

4- Batınî ve Alevilik-Bektaşilik inançına göre Kur'an

5- Batınî anlayış için Hz. Muhammed’in peygamberliği ne demektir?

6- Zahirde ve Batında Miraç ve anlamı nedir?

7- Aleviler için İslamın beş şartı ne demektir?

8- Cihat nedir?

D- Dört halife (Hulefa-yı Raşidin)

1- Ebu Bekir 632-634

a-İslamdan ayrılmalar ve birlik için mücadele

b- Sözlü Kur’an’dan yazılı Kur’an’a geçişin başlaması

2- Ömer 634-644

a- Arap yarımadasından çıkış ve yayılma

b- İslamın yayılmasında kültürel ve etnik zorluklar, çatışmalar ve Mevali sorunu

3- Osman 644-656

a-Osman’ın halifelik dönemi

b- 656 da Halife Osman'a başkaldıran Abdullah ibn Saba kimdir?

4- Hz. Ali 656- 661

a- Tarihi Ali

b- Teolojik ve Mitolojik Ali

3-İslamın siyasi ve dinsel sorunları

A- Emevi devri ve genişlemenin sorunları

1- Emevilerin yayılması

a- Muaviye ve Şam'da Sufyanî Emevîler

b- Sıffin Savaşı 657

c- Emevîler Halifeliği'nin Kurulup Gelişmes

d- Kerbala Kıyımı 680

2- Mervânîler ve Emevilerin çöküşü

B- Ebu Müslim ve Abbasilerin Emevileri yıkması

1- Ebu Müslim

a- Kimliği

b- Siyasi ve askeri faaliyeti

2- Abbasiler

a- Kuruluş ve yükseliş

b- Büveyhiler altında

c- Büyük Selçukluların altında

d- Mısır'da Abbasî halifeliği

C- On iki İmam : Din ve siyaset arasında

1- Ali ibn Ebu Talib (ö.661)

2- Al-Hassan ibn Ali (ö.669)

3- Al-Hussayn ibn Ali (ö.680)

4- Ali ibn al-Hussayn ( Zayn al-Abidin) (ö.714)

5- Muhammad ibn Ali al Bâqir (ö.733)

6- Ja'far ibn Muhammad al-Sâdik (ö.765)

7- Mûsâ ibn Ja'far al-Kâdhim (ö.799)

8- Ali ibn Mûsâ al-Redha (el-Rıza) (ö.818)

9- İmam Muhammed Taki (ö. 835)

10- Ali ibn Muhammad al-Hâdî (.868)

11- Al-Hassan ibn Ali al-Askarî (ö.874)

12- Muhammad ibn al-Hassan al-Mahdî (kayboluşu 940)

D- Ehl-i Beyt etrafında Bâtınî İslam'in gelişmesi

1- Şi'atü Ali, Hz. Ali taraftarlığının ilk kez Ali'yi tanrısallaştırarak Sabailik olarak ortaya çıkışı (Osman'a karşı isyan 635);

2- Ehl-i Beyt'e bağlı olarak değişik biçimlerde gelişmesi;

3- Kerbela olayı ile (680) tepkilerin yükselişi;

4- İmam Bakır ve Cafer çevresindeki Şi'atü Ali (Alevilik) etrafında kümeleşmeleri, siyasi hareketlerle ilişkiler;

5- İran ve Azerbaycan'da Mazdekizm kaynaklı Alevi toplumsal hareketleri:

a- Müslümiyye hareketleri(761; 777-785)

b- Babek ve Babek Hurremi hareketi (816-837)

c- Alevi al-Basri önderliğinde zenci-köle ayaklanması (869-883)

6- Şi'atü Ali/Alevvi inanç temelinde devlet yapılanması:

a-Karmatiler:Irak (891-902); İran; Bahreyn (894-934/951?)

b- Buveyhiler,

c- Hamdaniler,

d- Fatımîler

E- Şia-i İmamiyenin ve Aleviliğin elde kalan ilk yazılı kaynaklarından...

1. Ummu’l Kitab: İmam Bakır’ın(ö.733) inançsal görüş düşüncelerini içeren kitap 8.yy.ın ilk yarısında yazılmıştır.

2. Mufaddal bin Umar al-Jufi as-Sayrafi , Kitab al-Haft wa’l-Azilla; İmam Cafer’in batıni görüşlerini içermektedir

3. İkhwan as Safa ve Risaleleri, 9.yüzyılın ilk yarısında Arapça hazırlanmış dünyanın ilk ansiklopedik yapıtı

4. Jafar Mansur el Yaman (ö.914) Kitab al-Alim wa’l Ghulam,

5- Oniki İmamcılığa ilk düşünsel ve inançsal çehresini veren :

a) Kitab Firaku’ş-Şia’nın yazarı al-Hasan bin Musa en-Nevbahti (ö.922).

b- Abu Cafer Muhammed Yakub al-Kolayni’nin (ö.940-41) Al-Usul Min al-Kafi.

c- Şeyh al-Saduk adıyla tanınan İbn Babeveyh’in (ö.991-92) ı Risaletu’ul İtikadat

d-Heresiograf Sad bin Abdullah al-Aşari al-Kummi’nin( ö.951-52) Kitab al-Makalat ve’l- Firak’ı.

F- Mezheplerin ve Tarikatların doğuşu

1- Sünni İslam (Ehl-i Sünnet):

a- Fıkıh

1- Hanefî

2- Malikî.

3- Şafiî.

4- Hanbelî.

b-İnanç (itikadî)

1- Ashab-ı Hadis

2- Mutezelliye

3- Eş’ariyye

4- Mâturiddiyye

2- Şia veya Şia-i Ali (Şî'atu Alî) yani Ali Yanlıları”:

a- Gâliye (Aşırılıkçılar) :15 “fırka” (grup)

b- Râfıza veya İmamiyye

c- Zeydiyye (Ilımlı Şia kolu) 6 fırka

Bugün Şia-i Ali deki inanç ayrımlarından bazıları şunlardır:

a- Şia-i İmamiye

b- İsmailiyye

c- Alamut radikal İsmailiyyesi

d- Nusayrilik

e- Melametiyye

f- Zeydiye

g- Allavi

h- Dürüzi:

i- Alevi-Bektaşi

3-Hariciler

G- Tasavvufun doğuşu ve Vahdet-i Vücut, Vahdet-i Mevcut felsefesi

1- Tasavvufun doğuşu

a- Tasavvufun tanımı

b-Temelleri

1- Ayetlerden bazıları :

2- Hadislerden bazıları :

c- Tasavvufu geliştirenler

1- Hz. Muhammett'te Cüneyt Bağdâdî'ye

a- Üveys el- Karanî (Veysel Karanî) ö.657

b- Hasan el Basri (d.643- ö 728)

c- Rabia Adeviyye ö. 185/801

d- Zünnün Mısrî (d. hicri180-ö. 245/856)

e- Beyazıd Bistamî (ö. 260/874)

f- Hâkim et-Tirmizî (ö.285/898)

g-Cüneyt Bağdatî (ö.286/899)

2- Cüneyt Bağdâdî'den Muhyiddin Arabi'ye

a- Hallacı Mansur

b- Gazali

c- Şehabeddin Sühreverdi (Maktül)

d- Muhyiddin Arabi

3- Muhyiddin Arabi dönemi

2- Vahdet-i Vücut, Vahdet-i Mevcut felsefesi

4- Oğuz Türklerinin Sosyo-politik yapıları, Kültürleri ve Şamanist Gök Tanrı inançı

A- Oğuz Türklerinin Sosyal ve politik yapıları

B- Kültürleri ve Şamanist Gök Tanrı inançı

C- Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri

1- Bektaşilik ve Alevilikteki İslam Öncesi İnanç Motiflerinin Kaynakları Olarak Türklerin Girdikleri Dinler

a- Eski Türk İnançları

b- Atalar Kültü

c- Tabiat Kültleri

d- Gök Tanrı Kültü

e- Şamanizm

f- Budizm

g- Zerdüştlük, Mazdeizm ve Mazdekizm

h- Maniheizm

i- Hıristiyanlık

j- Musevilik

k- Putperest ve Hıristiyan Anadolu Kültürü

2- Eski Türk İnançları Kaynaklı Motifler (Tabiat Kültleri)

a- Dağ ve Tepe Kültü

b- Taş ve Kaya Kültü

c- Ağaç Kültü

3- Şamanizm Kaynaklı İnanç Motifleri

a- Sihir ve Büyü Yapmak

b- Hastaları İyileştirmek

c- Gayp'tan ve Gelecekten Haber Vermek

d- Tanrının İnsan Şeklinde Görünmesi (Antropofani)

e- Tabiat Kuvvetlerine Hakim Olmak

f- Ateşe Hükmetmek

g- Kemiklerden Diriltmek (İntermezzo)

h- Kadın-Erkek Müşterek Ayinler (Ayin-i Cem)

i- Tahta Kılıçla Savaşmak

4- Uzak Doğu ve İran Dinleri Kaynaklı İnanç Motifleri

a- Tenasüh (Reenkarnasyon, Metampsikoz) İnancı

b- Hulul (Enkarnasyon) İnancı

c- Şekil (Don) Değiştirme (Metamorfoz)

d-Havada Uçma (Levitasyon)

e- Dört Unsur(Anasır-ı Erbaa)

f- Ateş Kültü

5- Kitab-ı Mukaddes Kaynaklı İnanç Motifleri

5- Türklerin müslüman olmaları

A- Horasan da Ehl-i Beytin yaydığı değişik İslami akımlar ve Türk dervişleri

B- Türklerin İslamla tanışması

C- Türkleri etkileyen Batınî İslam yolları

1- İsmailiye etkisi

2- Melamati etkisi

3- İki etkinin birleşmesi neticesi

a-Kalenderîler

b-Yeseviler

c-Haydarîler

d-Vefaîler

D- Türk kavimlerinin Batınî İslam’ının üç ana özelliği:

1-Bağlaştırmacı (senkretik) karakter;

2- Mehdici karakter;

3- Mistik (sufiyane) karakter

a-Hulûl

b-Tenasüh

c-Don değiştirme

E- Karahanlılar: Aleviliği devlet dini olarak kabul ilk Türk devleti

F- Ahmet Yesevi

6- Türklerin ve Alevi inancının Anadolu’da karşılaştıkları yöresel etkiler ve tarih içinde değişimi

A- Selçuklular ve Anadolu’ya yayılış

1- Selçuklu devletinin kuruluşu ve Bağdat’da halife tarafından çağrılmaları

2- Büyük Selçuklu İmparatorluğu ve Malazgirt savaşı (1015 ten1085e)

B – Anadolu'ya Türk aşiretlerinin yayılışı ve Tüklerle Aleviliğin gelişmesi

1- Anadolu'nun müdafaası ve dâhilde birlik mücadelesi (1085ten 1192ye)

C- Anadolu Selçukluları ve Aleviler karşı karşıya

1- Anadolu'da birlik ve merkezleşme (1192den 1256 ya)

2- Anadolu Selçukluların Alevi Ocaklarını yapılandırması (1224)

3- Babai İsyanı (1239-40)

4- Anadolu Sultanlığının zayıflaması ve ortadan kalkması (1258den 1308e)

D- Hünkar Hace Bektaş Veli ve Bektaşiliğin doğuşu

E- Ahi Evran ve Ahilik ile Bacıyân-ı Rûm teşkilatı

F- Osmanlı’nın doğuşunda Alevilerin etkisi

1- Tavâif-i Mülûk Devri: Anadolu'da bağımsız devletler ve beylikler devri

2- Osmanlı'nın doğuşu (1299) ve son olarak Dulkadirli hanedanını yoketmesi arasındaki devir(1515)

G- Osmanlılarda Alevi isyanları ve Balım Sultanın Bektaşiliği yapılandırması

1- Osmanlıya karşı ilk Alevi isyanları

a- 1416 da Şeyh Bedrettin isyanı

b- Şahkulu isyanı (1511)

2- Balım Sultan ve Bektaşiler

a- Balım Sultan'ın 1502 de Bektaşilerin başına atanması ve Bektaşiliğin yeniden yapılanma,

b-1520'da Şeyh Celal isyanı, 1527 Kalender Çelebi isyanı, Pîr Sultan Abdal İsyanının (1567), Celalî İsyanları

H- Erdebil tekkesinin şekillenmesi ve Anadolu’da Sefevi etkisi

1- Erdebil tekkesinin doğuşu ve büyümesi

2- Erdebil Tekkesinin Anadolu Aleviliğini ve İranı etkilemesi

İ- Alevilerin duraklama, içine kapanma devri ve Tanzimat

1- Duraklama, içine kapanma devri

2- Tanzimat devri

7- Cumhuriyet ve Aleviliğin güncel sorunları

A- Cumhuriyet ve Alevilik

B- Aleviliği bugünkü sorunları

8- Bugünkü Alevi erkânı, kavramları ve kentsel yaşamda devamlılığı

A- Alevi felsefesi ve Dört kapı kırk makam eğitimi

1 - Şeriat kapısı

2-Tarikat Kapısı

3- Marifet kapısı;

4 - Hakikat kapısı.

B-Erkânname nedir? İmam Cafer ve Şeyh Safi Buyruğu

C- Hak-Muhammed-Ali yolu

D- Kırklar Meclisi nedir?

E- Cem nedir ve Cemin kurgusundaki Tevhid ve Miraçlamanın anlamı nedir?

F- Görgü Cemi nedir?

G- Cemevi (Cemçadırı) nedir? Mescid-i Nebevi bir model midir?

H- Ocak nedir? Mürşit Ocakları nedir? Dedelik Kurumu nereden geliyor? Mürşit- Pîr-Rehber gibi inanç önderleri kimdir ve görevleri nedir? Tarih içinde bu hizmetler ne gibi değişikliklere uğradı?

I- Muhip ve Talip kimdir? Görevleri nelerdir?

J- Alevi doğmak - Alevi olmak: Kim “Talip” olabilir?

K- Musahiplik nedir ve temel kaynakları nerededir?

L- 12 hizmet nedir?

M- Ölü Dârı ve Erkânı nedir?

N- Semah

O- Hızır orucu ve Hıdrellez

P-Alevi-Bektaşi Ehl-i beyt anlayışı

R- Tevella Teberra ne anlama geliyor?

S- Yunus Emre'den Aşık Veysel'e Anadolu halk şairlerinde Alevilik ve Cemlerde deyişlerinin kullanılması

T- Nevruz

U- Kentsel yaşamda Alevili erkanının devamlılığı ve sorunları

1- Dede/Mürşit ile Talip/Mühip ilişkisi

2- Kentsel ortamda geleneksel ocak yapısı devam edebilir mi?

3- Karışık kentsel ortamda yöresel erkân zenginliğini nasıl korunur

4- İkrar verme : kime? neye? Nasıl?

5- Görgü cemi sorunlarına cevaplar...

9- Aleviliğin genel sorunları

A- Tarihte ve bugün Alevi Bektaşi ilişkisi

B- Tarihte ve bugün Kürt alevileri

C- Oğuz Türkleri zamanı Türk kültürünün bugünkü Türk Sünni-Alevi İslami yaşantımızda devamı

D- Alevilikte söylenceler ve tarihi gerçekleri ayırma ve değerlendirme

İDEAL KÜTÜPHANE başlangıcı

KONUŞMACI OLARAK DAVET EDEBLİLECEĞİMİZ İSİMLER

 

 

 

GİRİŞ: Alevilik eğitimi gerekli mi?

A- Alevilik eğitimine ihtiyaç var mı?

Bir taraftan köy ekonomik ve kültürel düzeninin terkedilip kentleşmenin ve Avrupa ülkelerine göçün başlaması diğer taraftan 70li senelerin sonunda Maraş ve Çorum olaylarından sonra Alevi kimliğinin soruşturulması ve bu soruşturmanın siyasi amaçlar için kullanılması, Alevilik öğretisinde boşluklar, belirsizlikler ve tereddütler yarattı. Bozulan düzen içinde ne Aleviliğin tanımlanması ne de aktarılması doğru dürüst yapıldı. Hatta bir Alevi köyünün birlik ve bütünlük ortamı kentleşmede aynı Alevi köyü insanlarının bir şehirde Alevi Kültür Derneği kurmalarına ve Cemevi etrafında birleşmelerine rağmen muhafaza edilemedi. Alevi öğretisinin aktarılmasında eski birlik ve bütünlük kalmadı. Avrupa'ya göç edenler arasında bu çatlaklar daha da görünür oldu. Bu kaçınılmaz gelişme neticesinde Alevi öğretisi geleneksel Dede-Murşit- Rehber kanalıyla yapılamadı. Bu arada Avrupa ülkelerinde doğup büyüyen genç kuşakların bulundukları ülkelerde iyi temel eğitim görmeleri de geleneksel eğitimin zaaflarını ortaya daha fazla çıkardı.

Daha iyi ve profesyonelce kurumsallaşma ihtiyaçının yanında hemen, muhtelif alanlarda, daha ciddi ve bilimsel eğitim ihtiyaçlarıda belirdi. İletişimde de cağdaş yöntemlerin kullanılması gerekliliği görüldü.

Yönetici kadrolarının, Dedelerin, yetişkin ve genç üyelerin eğitim ihtiyaçlarını şöyle sıralayabiliriz:

1- Üyelerin eğitim ihtiyaçları

a- Avrupa’da derneklerimizde her zaman üyelerin toplanabileceği bir lokal yok ; lokal olsa bile idadetimizin yapılacağı Cemevimiz yok. Dolayısıyla ibadet yeri belirlenemeyince de gençler için inançın tanımlanmasında ve aktarılmasındaki zorluklar ortaya çıkıyor;

b- Geleneksel temel Alevi eğitimi Cemlerimize çocuklarımızın katılmalarıyla ve gördükleriyle başlar. Avrupa'da, muhtelif sebeplerden, Cemlerimizi düzenli yapma imkanımız olmadığından bu ilk temel eğitimde büyük bir boşluk yaşanıyor;

c- Cemevi olduğu zaman bile, Cemi yürütecek Dede bulma ayrı bir sorun. Hele bir yörede devamlı bulunup, eğitim verebilecek Dede yokluğu eğitim için hissedilen en büyük ihtiyaç;

d- Yörede Dede bulunsa bile Dedeye maddi yardım olanakları bulunmuyor. Neticede bu maddi sıkıntılarda eğitim ihtiyacının çözümü zorlaştırıp daha açık bir şekilde ortaya koyuyor;

e- Cemler yapılmazsa veya nadiren yapılırsa Alevi erkanını ve öğretisini canlı tutup yaşatmak için elimizde ne kalıyor? Alevi televizyonlarında görülen Cemler bu eğitim boşluğunu doldurabilir mi? Maalesef, muhtelif sebeplerden dolduramadığını görüyoruz. Demek ki eğitim ihtiyaçı, yerine göre görsel belgeler kullansakta, ancak yüz yüze eğitimle etkili bir şekilde verilebilir;

f- Kavram ve tanımlama kargaşalığı, “Alevilik İslamın dışındadır” tartışması ve Aleviliğin siyasi amaçlara alet edilmesi gibi durumlar yaratıyor. Bu da Aleviliğin bilimsel eğitiminin acil olduğunu gösteriyor.

Aleviliğin bilimsel eğitimini için teklifler getirmek bize verilen görevin hedefidir. İAT yönetim kuruluna bu “Akademik” eğitim planı teklifini getirirken Alevilik eğitiminin “Edep-Erkân” eğitimini içinde Dedeler kuruluna bazı tamamlayıcı teklifler ilave ettik. Bu teklifin “Erkan” kısmının yönetim kurulu tarafından hayata geçirilmek üzere “Dedeler Kurulu”na verilmesini tavsiye ediyoruz. Daha sonraki bir safhada, yönetim kuruluna hem yönetici kadroları için de hem Dedeler için bir eğitim teklifi getirebiliriz.

2- Dedelerin eğitim ihtiyaçları:

a- İnanç önderlerimiz olan Dedelerimizin bir çoğunun bilgi seviyelerinde yetersizlikler var. Aynı zamanda aralarında da büyük seviye farkları var. Bu farkların giderilmesi de ancak eğitimle olur;

b- Dedelerin eğitimci rolünü, bulundukları ülkerde iyi genel eğitim almış gençler karşısında “anlayış” farkı sebebiyle yerine getirmeleri gün geçtikce zorlaşıyor. Bu zorluklar ancak Dedelerin eğitimiyle giderilebilir;

c- Bazı Dedelerin kullandığı kavramların ve izahların, bugünkü gençler tarafından “anlaşılamayan bir dil” olarak algılanması da ayrıca bir sorun. Alevilikte bazı kavramlar ve anlamları Alevi erkanı ve felsefesini anlamak için çok önemli ama kavramların aktarılmasında da ortak yaşanan yeni bir dilin bulunması gençler açısından da çok önemli.

Dedelerin bu eğitim ihtiyaçların karşılanması için:

1- Dedeler Kurulunun Dedelere eğitim vermesi gerekli. Bu eğitimi de kendileri için hazırlanmış “Akademik” eğitimle tamamlamaları şart;

2- Dedeler Kurulu görsel imkanları kullanarak eğitici DVDler yapıp (yaptırıp) Dedelere verecekleri eğitimde yardımcı olmalı;

3- Dedelerin Alevi öğretisinin özünü gençlere hangi “dil”de anlatacağını, gençlerle nasıl iletişim kurabileceklerini göstermek ve çözüm yollarını bulmalarına yardımcı olmak gerekli. Özel Eğitimcilerden yardım istemeleri şart.

3- Dernek yöneticilerinin eğitim ihtiyaçları:

a- Bir derneğin “kurumsal yapısını” profesyonelce kurma ve bu kuruluşu çalıştırma kafa yapısına sahip yönetici yok denecek kadar az. Kimliğini, hedeflerini ve önceliklerini iyi bilen, olayları çabucak ama sağlıklı analize eden, kararlı ve vakit kaybetmeden harekete geçen, sürekliliği sağlayan bir örgütsel-kurumsal yapılanmaya gidilmesi de büyük ölçüde yöneticilerin bilgi ve eğitimine bağlı;

b- Dernek içinde derneğe vakit ayırabilecek “insan yokluğu” çok önemli bir sorun. Ama var olan yönetici kadrolarının da kifayetsiz olması çok daha vahim bir sorun. Yöneticilerin Alevilik bilgi ve eğitimi yanında bulundukları ülkelerin dillerine hakim olmaları, siyasi, idari ve toplumsal yapılarını kavramaları, ülke otoriteleri ve diğer sivil toplum örgütlerine karşı Aleviği tanıtma ve çıkarlarını korumaları gerekli; burada da eğitim kifayetsizliği ortaya çıkıyor;

c- Dernek yöneticilerinde dernekte çeşitli faaliyetler hazırlayacak bilgi ve girişkenlik yok; eğitim ihtiyaçları çok açık görülüyor;

d- Dernekler ve yöneticileri olaylara, sağlıklı bilgi toplanmadan ve olaylar iyi analize edilmeden tepki gösteriyorlar. Üstelik bu tepkiler ya iyi düşünülüp iyi hazırlanmamış ve /veya çok geç oluyor. Burada da bir eğitim sorunu var;

e- İç ve dış iletişim yok denecek kadar az ve eksik; daha iyi organize olmalı, daha sağlıklı bilgilerle daha çabuk iletişim kurmalı ve daha çabuk ve sürekli bir şekilde tepki göstermeli. Burada da derneklerin “amatörce” iletişimi bırakıp iyi eğitilmiş kişilerce bu iletişimin yapılması gerekli;

f- Bulunduğumuz ülkelerin siyasi, idari ve sivil toplum örgütleriyle ilişkiler yok denecek kadar az ve eksik; dernek yöneticilerinin ülke diline hakim olmaları ve gerekli siyasi, idari ve sivil toplum örgütleriyle ilişkileri kurabilecek bilgi ve görgü eğitimlerinin olması şart.

 

Bu ihtiyaçların karşılanması için özel olarak yönetici kadrolarını hedef alan nokta eğitimlerde hazırlanmalı. Bize verilen görevin ancak daha sonraki safhalarında böyle bir eğitim teklifleri getirebiliriz.

 

B- Eğitim-Öğretim planı nasıl uygulanabilir?

1- Eğitimin hedefi kimdir?

İkinci ve üçüncü maddelerde izah edilen çalışma tarzı karışık gibi görünsede aslında çok basittir: Hedef kalıplaşmış bir eğitimden uzaklaşıp her üyeye ihtiyaçı olan bilgi aktarımını en uygun ve en etkili şekilde vermektir. Kurumsal yapılanmada eğitimle meşkul olacak kişiler belirlenince eğitime önce onlardan başlanacaktır. Kurumsal yapı ve Genel bilgiler yanında kendilerine 2ci ve 3cü maddeler hakkında ayrıntılar verilecek ve bu maddeleri nasıl gerçekleştirecekleri kendilerine izah edilecektir.

Bu eğitim programı ilk önce iki grubu hedef almaktadır:

a- Yetişkinler:Temel Alevilik eğitimini ya Anadolu'da geleneksel köy ortamında almış ya da kentlere göç etmiş olmalarına rağmen köyle ilişkiyi kesmediklerinden yine de bir şeyler almış yetişkinler;

b- Gençler: Genellikle Avrupa ülkelerinde doğmuş ve Cemlere girmemiş, geleneksel Alevi eğitimi pek görmemiş, bulundukları ülkelerde değişik seviyelerde ki okullarda okumakta olan veya çalışma hayatına yeni girmiş gençler.

Bu iki hedef gruba ayırma ilk yapılacak kaba bir ayırım. Normal olarak yöresel şartlara göre her dernek eğitim sorumlusunun daha “ince” farklılıklar getirmesi lâzım. Böylece üyelerin eğitim seviyeleri, yaşları, çalışma hayatları ve Alevilikte dahil ilgi odaklarına göre bir “eğitim” profili çizilmeli. Bu ince ayırımlarla bir profil çizildikten sonra aynı veya birbirine yakın profilde olanlarla bir grup kurulacak ve bu ufak (veya şartlara ve konulara göre daha büyük) gruplara kendi profillerine göre özel eğitim verilmeli.

2- Eğitim nasıl verilmeli?

Elimizden geldiği kadar hedefleri belli, kime nasıl verileceği bilinen, belkemiği sağlam, bütünlüğü tutarlı (homojen) bir eğitim programı çıkarmağa gayret ettik.

Teklif ettiğimiz bu proje bütün üyelerimizi hedef alarak çok geniş kapsamlı ve uzun vadeli iki başlı bir eğitim programı olarak düşünülmüştür. Aşağıda ayrıntılarını okuyacağınız bu kılavuz, verilecek eğitimin belkemiğini, yani Milli Eğitimde olduğu gibi “müfredat programını” teşkil eder. “Eğitimciler” ve “eğitilenler” için “tutarlı bir bütün” olup nereye gidildiğini gösteren bir “yol haritası”dır. İçeriğin ayrıntıları yavaş yavaş eğitimcilerle tamamlanıp, onlarla vücüt bulacaktır. “Yaşayan” bir program olmasını istediğimizden devamlı olarak hem eğitilenlerin profiline adapte olur ve uyumu sağlanır, hem de yeni bilgilerle değişebilir.

Eğitimciler, muhtelif sebeplerden, bu “bütün”ün tamamını eğitimlerinde veremezlerse, kısaca “bütün”den bahsettikten sonra bu “bütün”den parçalar alabilir ve, değişik şekillerde, seviyelerde ve sürelerde de, eğitimlerini verilebilirler. Hatta aşıkların katılımıyla da, sesli, sazlı, sözlü değişik temalarda, ayrı ayrı ele alınarak da verilebilir. Görsel belgelerden destek alınabilir.

 

Üye profillerinden hareket ederek temel kültür seviyesine göre oluşturulacak 4-5 kişiyi geçmeyen ufak gruplara iki ayrı tipte eğitim verilebilir:

 

a- Genel bilgi: Hiçbir Alevi kültürü görmemiş olanlara önce mümkünse Cemlere katılıp yavaş yavaş “Erkan” görmeleri ve sonrada öğrenmeleri; yoksa, Cem'e katılma fırsatı çıkıncaya kadar genel “Akademik” bilgi verilmesi sağlanır. Bu “Akademik” bilgi de yavaş yavaş genel bilgilerden çıkıp nokta bilgilere dönüşür.

Bu genel bilgiler de üyenin yaşına veya kültür seviyesine göre, okullarımızdaki ilk-orta-lise ayırımına benzer şekilde üç ayrı seviyede verilir.

 

b- Nokta bilgi: Temel Alevi eğitimi olanlara da genel bir giriş yapıldıktan sonra belirli konularda (gerekirse isteğe göre) nokta bilgi verilir.Mesela “Müsahiplik” konusu ele alınır ve “Erkan”da ne olduğu, Alevi İslam inançı için ne ifade ettiği anlatılır ve bu öğreti “Akademik” bilgi ile İslam öncesi Türk kültürü içindeki “Kan kardeşi”kurumu ele alınarak tarihi bir perspektive konup Anadolu Ahiliğinde ki mesleki dayanışmaya da bağlanarak tamamlanır.

 

Bu “eğitim toplantılarının” süreleride üye profillerine göre Uzun süreli veya Kısa süreli olarak, profillere göre ve grupların ihtiyaçlarına en uygun şekilde verilebilir. Hedefimiz şeklen olabildiğimiz kadar esnek olmamız ve üyelere en uygun ve en etkili şekilde eğitimi vermek fakat eğitimin içeriğinin bütünlüğünden ve birliğinden uzaklaşmamaktır.

 

Ayrıca bu eğitim, üye profillerine göre kısa-orta-uzun vadede verilebilir. Yani istenilen zamana yayılabilir. Burada dikkat edilecek nokta eğitimin etkili olması için verilecek eğitimin yoğunluğu ve süresi arasında üye profillerine göre dengeleri bulmaktır. Ne fazla yaymalı ne de çok yoğun olmalı. Bilhssa yetişkinlerin okul sıralarında olmadıklarını ve bu eğitime ufukları genişletmek ve bilinçli bir Alevi olmak için gönüllü olarak geldiklerini unutmamak gerekli. Aynı şekildi gençlere de okuldaki derslerini uzattıkları hissini vermemek lâzım. Bu eğitim bir eğlence havasında olmasa da arkadaşlar arasında “sohbet” şeklinde de olmalı.

 

Tekrar ediyoruz karışık gibi görünen bu eğitimin veriliş şekli aslında çok basittir: Hedef kalıplaşmış bir eğitimden uzaklaşıp her üyeye ihtiyaçı olan bilgi aktarımını en uygun ve en etkili şekilde vermektir.

3- Eğitimi kim verecek?

Bu iki başlı Eğitim kılavuzu İAT yönetim kuruluna verilecektir.

Yönetim kurulu bu kılavuzun “Dedeler Kurulu”nu ilgilendiren “Erkan” bölümünü bu kurula bilgilendirmek için verecektir. Dedeler kurulu da Dedeler arasında eğitimi verecek kişileri tayin edip verdikleri eğitimi takip edecektir.

Akademik” kısmınıda geçici olarak İAT yönetim kurulunun kuracağı “Eğitim komisyonu” üstlenecek ve gereken eğiticileri hazırlayacak ve eğitim verilmesine dair bütün girişimleri yapacaktır.

Her iki kurul ayrı ayrı çalışsa da hiç olmazsa organizasyon için aralarında mutlaka çok sıkı bir işbirliği yapmak mecburiyetindeler.

 

C- Alevilik erkânı eğitimi yöntemi

Çoğumuz içinde doğup büyüdüğümüz ortamdaki Alevilik erkanıyla şöyle veya böyle, pek sık soru sormadan eğitildik. Kimimiz kent yaşamında Sünni mahalle baskısıyla veya cemevi eksikliğinden, Alevi olduğunu bile söyleyemedi ve bu erkanları bir yana bıraktı.

Avrupa’ya göçte ise aynı yörenin Alevileri beraber olamadılar. Karslı Alevi Denizlili Aleviyle , Maraşlısı Çorumlusuyla beraber yaşam kavgası verdi. Zaten Osmanlı baskısından içine kapanıp birbirinden haberi olmadan gelişen yörelerin farklı ocakları farklı erkanlarıyla uzak diyarların farklı yörelerinde buluştular.

Birde buna temelde sözlü kültürümüzün yazılıya geçmesi, Maraş ve Sivas-Madımak olaylarından sonra Alevi kimliği üzerinde ciddi araştırmaların artması, hurafelerden uzak bilgilerin araştırmacılar tarafından yayınlanması eklenince bir çok “ezber” bozuldu. Etnik kimlik araştırmalarının ve siyasetin dine karışması veya kullanması da Batıni İslamın bir parçası olan Aleviliğin, İslamın içinde mi dışında mı olduğu gibi garip tartışmaları açtırdı. Bu ortamda acil olarak Alevilik eğitimini ele almak ve gereken kurumsal yapıyı kurup bütünlüğü olan ve ilme dayalı inandırıcı bir eğitim vermek ortaya çıktı.

Alevi eğitiminin verildiği ilk yer Cemlerimizdir. Alevilik burada yaşar, öğretilir ve öğrenilir. Talip Ceme nasıl gelecek, nasıl oturacak, nasıl hizmet edecek, nasıl niyaz edecek, nasıl musahip olacak, nasıl nikâh kıyacak, cenazesi nasıl yıkayacak? Bu uygulamalar yörelere göre pek çok değişikliğe uğrayarak “Yol bir, sürek bin bir” anlayışı içerisinde tarihin akışında günümüze kadar gelmiştir. Bu farklılıklar Türkiye'de Aleviliğin zenginliği ve değerleridir. Ama bu farklılıklar, günümüzde, Avrupa'nın değişik ülkesinin değişik şehirlerinde buluşan Türkiye'nin çeşitli yörelerinden gelmiş Aleviler topluluğu için bir sorun olmakta. Ortak bir uygulamayla toplumsal bir bütünlüğü sağlamak ve her yörenin kendini içinde bulacağı bir erkan oluşturmak gerekli gibi görülüyor. Ama bu çeşitlilik içinde nasıl bir birlik bulunabilir? Her hangi bir girişimde bulunulmadan önce, bu sorun, olumlu ve olumsuz yönleriyle her ülkedeki Dedeler Kurulu ve dernekler tarafından iyice tartışılmalı. Bütün Avrupa ülkelerinde bir tek erkanın uygulanması yerine yöredeki çoğunluğa göre erkanın tayin edilmesi ve farklılıkların da eğitimin içine alınmasında fayda var. Tekelci bir Alevilik erkanının vereceği zararlar faydasından daha fazla olabilir. Ya birliğimiz içinde çoksesliliğimizi koruyalım ya da çoksesliliğimizle birlik olalım.

Bu sorunla aynı zamanda başka bir sorunda hemen önümüze çıkıyor: bütün Avrupa ülkelerinde, maalesef Cemlerimizi yeteri kadar yürütemiyoruz. Bu da gençlerimizin ve yetişkinlerimizin Alevi erkanını görmesine, temel kuralları somut olarak yaşamasına, temel kavramları anlamasına ve kullanmasına, “4 kapı 40 makam” eğitimini almasına hele “Vahdet-i vücüt” felsefesini hissetmelerine yetmiyor. İyi yetişmiş Dedelerin ek eğitim vermeleri gerekiyor. Üstelik eğitim seviyeleri Avrupa ölçülerine göre olan gençlerin, Dedelerin vereceği “Erkan” eğitiminin yanında, Alevi kimliklerini siyasal, toplumsal ve dinsel alanlarda koruyabilmek, tanıtabilmek ve gerektiğinde müdafaa edebilmek için “Akademik” Alevi bilgisiyle tamamlamalarına ihtiyaçları var. Yani kültür ve din ilişkisini, İslam ve mezheplerini, Aleviliğin Tarihini ve Alevi inançının hangi kültürel ve dinsel temele dayandığının ilmi eğitimine ihtiyaçları var. Bu sebepten birbirini tamamlayan iki başlı bir eğitimin önerisi getiriyoruz.

Dr. Özgür Savaşcı diyor ki aleviliği öğrenme ve öğretme işleminde izlenecek ve birbiriyle kesinlikle karıştırılmaması gereken iki yöntem vardır:

1) diyakronik (artzamanlı) yöntem

2) senkronik (eşzamanlı) yöntem

İlkin çağdaş dilbiliminde ortaya çıkmış ve orada uygulanmış olan bu iki terimi Aleviliğe uygulayarak kısaca açıklamaya çalışalım: Eğer Aleviliği ta Hz. Ali’nin döneminden başlayarak günümüze dek geçirdiği evrimi ele alarak inceliyorsak yöntemimiz artzamanlı (diyakronik) yöntem olacaktır. Şî’at Alî adıyla başlayan yol ayrımının daha sonra, o zamanki adı “Rum diyârı” olan (diyâr-ı Rûm) Anadolu’da biçimlenişine, Hünkâr Bektaş Velî ile Balım Sultan’ın katkılarına, Pîr Sultan Abdal olayına, Osmanlı’nın Vaka-i hayriyye adı verdiği Yeniçeri Ocağının Kaldırılışına, Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal Paşa’nın 22-24 Aralık 1919 tarihinde nerede olduğuna ve orada ne için bulunduğuna dek bir dizi olguyu, halkalardan hiçbirini de atlamadan, incelemek zorundayızdır. Bu zamandizimsel (kronolojik) evrim çizgisinde, adı bugün Alevi olan inanç sahipleri, kimlerden ve nelerden olumlu ve olumsuz yönde etkilenmiş, hangi inançlardan neleri devralmışlar... gibi soruların tümü de artzamanlı yöntemle incelenecek konulardır.

Eşzamanlı (senkronik) yöntem ise, artzamanlı yöntemin tersine, incelediği konuyu/olguyu, tarihsel boyutuna bakmadan, belli bir zaman kesiti içinde ele alarak inceler. Bu zaman kesiti genellikle şimdiki zaman kesiti olsa da, geçmişten bir kesit de olabilir. Örneğin 20. yüzyıldaki Aleviliği bu yöntemle inceleyebileceğimiz gibi, 13. yüzyıldaki (Hünkâr Bektaş Velî’nin dönemindeki) Aleviliği de inceleyebiliriz. Ancak bu sonuncusunda dikkat etmemiz gereken bir konu olacaktır: Hünkâr’ın dönemindeki onun yolundan giden insanlar kendilerini Alevi diye mi adlandırıyorlardı, yoksa başka bir isim ya da isimler mi kullanıyorlardı? Hiç kuşkusuz, Alevi adı o dönemde kullanılmıyordu. 13cü asırdan bahsederken Alevi terimini kullanırsak anakronizm (çağ-aşımı) yanlışına düşmüş oluruz. Diğer bir deyişle zaman açısından birbiriyle bağı olmayan şeyleri ilintiliymiş gibi göstermiş oluruz.. Örneğin Nasreddin Hoca’nın Timur ile ilgili fıkralarının tümü anakronik fıkralardır. Nasreddin Hoca (1208-1284) ile Timur’un (1336-1405) birbirlerini görmüş olması mantık dışıdır.

Mesela:

 

1- Senkronik Yöntemle Alevi eğitimine şöyle yaklaşabiliriz:

a- Alevi-Bektaşi İnancının Günümüzdeki Özü nedir?

b- Alevi-Bektaşi İnancı Nasıl Uygulanıyor?

c- Alevi-Bektaşi İnancı Kendisini ve Cemaatini Nasıl Koruyor?

Dedeler Kurulu bu yöntemi eğitim çalışmalarında kullanabilir.

 

2- Diyakronik Yöntemle ise :

a- Alevi-Bektaşi İnancı Kuşaktan Kuşağa Nasıl Öğretildi?

b- Alevi-Bektaşi İnancı Ne Zaman ve Hangi Koşullarda Oluştu?

c- Alevi-Bektaşi İnancı Nasıl Gelişti?

Bu yöntem ise “Akademik” eğitimde kullanılabilir.

Alevilik bir inançtır; İslamın içinde oluşmuş ve onu kendine özgü kavramlarıyla yorumlayan bir yoldur. Ayrı bir din, ayrı bir etnisite ve onun kültürü değildir. Eğer Aleviliği anlamak ve anlatmak; öğrenmek ve öğretmek istiyorsak bunlara dikkat etmek; “yaşam tarzıdır”, “kültürdür“ gibi güdük kavramlarla yola çıkmamamız gerekir. Kuşkusuz Alevilik olgusu çeşitli yaklaşımlardan yola çıkılarak da incelenebilir, ancak bir inanç olgusunu değişik açılardan incelemek başkadır, onu bir inanç kurumu olarak anlatmak ve öğretmek başka şeydir.

Alevilik, birçok kaynaktan beslenmiştir; bu kaynaklardan sadece birini ve veya birkaçını ele alıp diğerlerini yok saymak gibi bir yaklaşım da penceresi olmayan bir odanın kapısındaki anahtar deliğinden dışarıdaki doğayı gözleyip o doğa hakkında bilgi sahibi olmaya çabalamak gibidir. Somut bir deyişle: Aleviliği ele alıp Hz. Ali’yi dışlamak nasıl olanaksız ise; semaha evet deyip âyin-i cemdeki halka ibadetini reddetmek de olanaksızdır. Bu; trafiğe katılan bir sürücünün yeşil ve sarı ışığı kabul edip kırmızı ışığı reddetmesiyle birdir. Aleviliğin, diğer bütün inançlarda olduğu gibi, kendi bütünselliği içinde ele alınması gerekir.

 

ALEVİLİĞİ ANLAMAK

 

 

 

1- DİNE VE ALEVİLİĞE GENEL YAKLAŞIM

A- Tanrı kavramı nedir?

1- Tanrı inancı

ODTÜ Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yasin Ceylan'dan derleme

Tanrı inancının mevcut olduğu kültürlerde, tarihsel süreç içerisinde, iki paralel gelişme olmuştur. Bir taraftan çok tanrılılıktan tek tanrılığa doğru bir değişim, diğer taraftan somut tanrı kavramından soyut tanrı kavramına doğru bir evrilme gerçekleşmiştir. Tek tanrıya inanma modeli en çok Sami ırkının dünya görüşlerinde rağbet görmüştür. Sami dinlerinin kutsal kitaplarına bakıldığında, Eski Ahit’ten Kuran’a kadar tek tanrı kavramında da bir değişmenin olduğu farkedilir. Tevrat’ta insanla sıkı ilişkiler içinde olan ve üst seviyede insani vasıflar taşıyan Tanrı, Yeni Ahit’te sadece İsa’nın şahsında beşeri vasıflar sergiler. Kuran’ın tanrı tarifinde ise O, tüm beşeri ve dünyevi özelliklerden arınmış, bütün somutların sebebi olmakla birlikte kendisi tamamen soyut olan bir yüce varlıktır.

Felsefe tarihi içerisinde, Tanrı’nın varlığı konusu, Doğal Teolojinin temel konusu olarak çeşitli evrelerden geçmiştir. Antik Felsefe’de kısmen mitolojik karakter taşıyan Tanrı veya tanrılar, Platon’da evrenin yaratıcısı Demiurge, Aristo’da ise İlk Sebep veya İlk Hareketi Veren varlık olarak karşımıza çıkar. Orta Çağ düşüncesinde, özgür felsefe yerine teoloji ağırlıklı düşünce tarzının egemen olduğu dönemde, dinlerin temel dogması olarak takdim edilen Tanrı inancının, inançtan bağımsız olarak, yalın akıl ile nasıl ispat edilebileceğinin sayısız temrinleri yapıldı. Bunun İslam kültüründeki adı Kelam, Hıristiyan kültüründeki adı ise Teolojidir. Dördüncü Miladi asır ile Ondördüncü Miladi asır arasındaki bin yıllık zaman içerisinde dönemin en yetenekli adamları, büyük bir sorunla uğraşmışlardır: İnanç sistemlerinin, yani dinlerin temel dogmalarını akli argümanlarla kanıtlamak. Elde ettikleri sonuç, Simya bilimiyle uğraşan Orta Çağ kimyagerlerinin bakırı altına çevirme çabalarından elde ettikleri sonuçla aynıdır. Yani büyük bir hiçtir. Hatta inançları fazla irdeleyip akli kriterleri ön plana çıkardıkları için inanan insana zarar vermişlerdir. Büyük bir delil ortaya koyalım derken büyük bir şüphenin oluşmasına sebep olmuşlardır. O zaman Tanrı yoktur denilebilir mi? Hayır. Çünkü Gazali’nin de dediği gibi “Delilin inkırazı ile medlul münkariz olmaz”. Yani kanıtın geçersiz olmasıyla kanıtlanan geçersiz olmaz. Peki Orta Çağın büyük dahilerinin Tanrı’yı ispat argümanlarını bir tarafa atınca, Tanrı’yı ispat adına elimizde ne kalıyor?

Tek Tanrı’ya inanan toplumlar olarak Tanrı inancının, düşünce ve eylemlerimizdeki yeri ve etkisi üzerinde duralım. Tahmin edilebileceği gibi, Tanrı’nın bizzat kendisi ile bizim onun hakkındaki bilgimiz örtüşemez. Çünkü, Tanrı her türlü insani tefekkür ve tahayyülün üstündedir. Kant’a göre bizim fiziksel nesneler hakkındaki bilgimiz bile o nesnelerin öz bilgileri değildir. Zihinsel yetilerimizin kapasitesi nispetinde eşya hakkında bilgi sahibi oluruz. Yani bilgilerimiz, nesnelerin mutlak değişmez bilgileri değil, bize göre şekillenmiş bilgilerdir.

Tanrının ne olduğu konusundaki bilgimiz, her zaman eksik olduğuna ve Tanrı’yı tüm mükemmelliğiyle yansıtmadığına göre o bilginin doğruluğundan şüphe etme hakkımız vardır. Nitekim, Semavi dinlerin önemli savlarından birisi, pagan kültürde Tanrı kavramının varolmakla birlikte bu kavramın gerekli şekilde inanç objesi olmadığı iddiasıdır. İslam dininde Tevhid inancının yüksek seviyede işlenmesi ve önemine dikkat çekilmesi, kendisinden önceki Tanrı inancını eksik ve uygun görmediğindendir. İslam dininin tarif ve tasvir ettiği Tanrı inancı, önceki inançları tashih ve bu alanda bir tekamül ise, acaba günümüzün bilim ve sosyal disiplinler alanındaki gelişmeler ışığında Tanrı inancını yeniden ele alabilir miyiz? Başka bir deyişle Tanrı hakkındaki beşeri bilgim (ki çoğu zaman bir inançtan ibarettir) daha iyi, daha doğru, daha uygun, biraz daha kapsamlı olabilir mi? Yine başka bir deyişle, doğa ve sosyal bilgide olduğu gibi inançta da bir gelişme veya evrim olabilir mi? Ancak bu soruyu Kelam kitaplarındaki klasik “iman artar veya eksilir mi?” sorusuyla karıştırmamak gerekir. Buradaki soru inancın miktarıyla değil onun kimyasıyla ilgilidir.

Tek Tanrılı Sami dinlerin ana teması olan, tarih yapan Tanrı, doğa ve insan yaşamına müdahale eden, ödüllendiren, cezalandıran, destekleyen, muhalif olan , öfkelenen ve seven Tanrı kavramının, son üçyüzyıl içerisinde, insanlık zihin yapısında meydana gelen değişmelere pek uygun düşmediğini iddia edebiliriz. Çünkü, varlık alanını özgürlük ve zorunluluk alanı diye ikiye ayırırsak, her iki alanda da “İlahi Kudreti” müdahil kabul etmek, güçlüklere yolaçacaktır.

Doğa kurallarının başlangıcı İlahi Kudrete bağlanabilirken bu kanunların seyrinde İlahi bir müdahale olamaz. Böyle bir varsayımın kabulü, evrendeki düzeni altüst eder.Bu sebeple halk dilinde kullanılan “işlerimi Allaha bıraktım” demek, “işlerimi, kuralları gözönünde tutup tedbir aldım” anlamını taşımıyorsa, “kuralları gözardı ettiğim için Tanrı’ya ters düştüm” anlamında algılamak gerekir.

Özgürlük alanında da Tanrı müdahil değildir. Tarihi biz insanlar yaparız. Hiç bir hadisede beşeri unsur dışında olağanüstü bir ögeye rastlanamaz. Tanrı’yı ilişkilerimizde fail olarak göstermek Tanrı’ya yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Doğa olayları nasıl bir zorunlu nedenselliğe bağlıysa, beşeri hadiseler de, özgürlükten doğan bir nedenselliğe bağlıdır. Doğa olaylarında Tanrıdan da gelse bir keyfilik olmadığı gibi, beşeri hadiseler alanında da, insan özgürlüğünü bozacak bir zorunluluk yoktur.

Durum böyle olunca, gerek doğa ile olan ilişkimizde ve gerekse insanın insan ile olan ilişkisinde Tanrısal bir ögenin varlığını savunmak, veya varolmasını temenni etmek, doğa kanunlarına ve bu kanunlara güvenerek elde ettiğimiz pozitif bilime, sorumluluk anlayışımıza ve bu temel üzerine kurulmuş hukuk disiplinine aykırıdır.

Müdahil Tanrı tezinin en problemli uzantısı “İlahi Adalet” konusudur. İnsanın hakketmediği kötülüklerden, “saf iyilik”ten (Hayr-ı Mahz) ibaret olan Tanrı’yı uzak tutmak için, gerek Hıristiyan ve gerekse Müslüman teologlar, zihinlerini çok zorlamışlardır. Hatta Aziz Augustine, kötülüğün aslında var olmadığını, sadece iyiliğin olmamasından kaynaklandığı gibi, aklın zor kabul edeceği türden bir doktrin ortaya atmıştır. Halbuki, “adalet” gibi insani bir kavramı, Tanrı’ya atfederek ve Tanrı’yı yaşamımızda aktif bir güç biçiminde göstererek, bu tür gereksiz güçlüklere saplanmışlardır.

Bilimsel bilgiden fazlaca etkilenmiş olan modern filozof, Tanrı kavramını pozitivist veya agnostik bir edayla gözardı edemez. Çünkü, Tanrı kavramı, her şeyden önce bir bütünlük ise, bu bütünlük, bize yabancı bir kavram değildir. Asırlar boyunca insanların Tanrı üzerine düşünmeleri de bu yüzdendir. İç bütünlük ve dış bütünlük, veya bireysel bütünlük ile evrensel bütünlük, hem varlık bilincimizin hem de bilgilerimize güvenimizin temel şartıdır. Bütünlük şartından yoksun bilinç, hem iç ahengi sağlayamaz, hem de dış algılamaları net elde edemez. Böyle olunca bütünlük kavramı ön plana çıkmış oluyor. Bu kavram pek açık seçik bir anlam vermemekle birlikte, içi gizlerle dolu Tanrı kavramından daha sade görünmektedir. O zaman, bütünlük konusunda ulaşacağımız bir aşama, Tanrı konusuna sıçramamıza bizi daha cesaretli kılacaktır. Bütünlüğü iç ve dış bütünlük olarak ikiye ayırmıştık. İç bütünlüğün analizi, bütün bilişsel ögelerin, rasyonel ve irrasyonel unsurların, tek tek tanıtımını ve birbirleriyle nasıl bir örgütlenme içine girdiklerinin açıklanmasını gerektirdiğinden, gayet zordur. Yüksek seviyede fenomenolojik dinginlik ister. Bu da pek kolay olmadığından, bundan vazgeçip, dış bütünlük ile Tanrı kavramı arasındaki ilişki üzerinde duralım. Dış bütünlükten kastımız teorik bilgi açısından evrenle ilgili ulaşılmış bütün bilgilerin organik bir kütle olarak değerlendirilmesidir. Bu değerlendirmeden çıkacak kısmen epistemik ve kısmen egsiztansiyel izlenim, Tanrı hakkında düşünmenin en meşru zeminidir. Yoksa, Klasik Kozmoloji’de olduğu gibi evreni hem zaman hem de mekan bakımından sınırlı ve sonlu kabul ederek, bunun gerisinde bir güç telakki edip, ona Tanrı demek, sonuca ulaşmak için fazla acele etmek demektir. Biraz da işin kolayına kaçmaktır. Her şeyden önce evrenin sınırlarının olduğunu nereden biliyoruz? Bir başının bir de sonunun olduğuna dair güvenli bilgimiz var mıdır? Devamlı bir değişme içinde olduğu doğrudur, ancak ne zaman değişmeye başladı, bu değişme süreci ne zaman son bulacak, bunlar bizim için henüz bir bilgi değildir. Bu sebeple, sanki bu bilgilere sahipmişiz gibi, bu konularda hüküm vermek, önermelerin doğruluğundan emin olmadan sonuca varmak gibi bir mantık hatası yapmak demektir. O zaman evrenin sonsuzluğu, biz insanlar için sonu gelmeyecek bir bilgi ve düşünce alanıdır. Bu alanda kurulacak hipotezler (bilhassa astrofizikçilerin ortaya attığı teoriler) zaman içerisinde bilgiye dönüşebilirler. Bilgi temeline dayalı ileriye dönük umut dolu bilimsel stratejilerle, evren bütünlüğünün içini bilgiyle doldurarak, bilincimizi daha yetkin hale getirebiliriz. Bilgi ile doldurulmamış bütünlük tasavvuru, bizi sadece kolay ama sağlıksız sonuçlara götürür. Gelecek zaman içerisinde, evrenle ilgili bilgiler çok yüksek bir seviyeye gelince, bilinç, Tanrı konusunda ne düşünür? Aslında bu soru, binlerce yıl sonra yaşayacak olan ve dinamik insan aklını temsil edecek olan nesillere sorulacak bir sorudur. Cevabı ne olur bilemeyiz, ama herhalde daha yetkin bir konumda cevap vereceklerdir. Buna göre Tanrı’yı kavramak veya bilmek, bir nihai hedef olarak, insanlığın, tüm zamanlara yayılan bir misyonudur. Hegel’in Tin’i (Geist) gibi kollektif aklın mutlak bilgiye ulaşmak için yola koyulduğu bir serüvendir.

2- Dinsel etik

Dinler, tarih boyunca hep ahlaka sahip çıkmışlardır. Etik kurallarını Tanrı emri olarak takdim edip, pratik yaşamın bu kısmına ilahi bir boyut eklemişlerdir. Bu sayede etik erdemler, pratik örnekler biçiminde, yüzyıllarca, insanın daha güçlü irrasyonel yıkıcı aktivitesinden korunarak günümüze kadar gelebilmiştir.Ancak günümüzde, iki yüzyıllık eleştirel akıl felsefesinin etkisiyle, etik kuralların kaynağının Tanrı buyruğu değil, insan aklının bizzat kendisi olduğu, aydın insanlar nezdinde apaçık ortaya çıkmıştır. Modern insan, “Tanrı buyruğu” gerekçesini artık geçerli saymamakta, onun yerine zihninde kabul görecek bir gerekçe istemektedir. Bir gerekçenin güvenilir olması, onun anlaşılır olması şartına bağlanmıştır.

İnsanlığın günümüzde, insan aklının tabiatı konusunda elde ettiği kazanımlar sayesinde, etik kuralların, dinin vesayetine ihtiyacı kalmamıştır. Hatta, dinin, modern toplumlarda ayakta durabilmesi için insan temelli etiğe ihtiyacı vardır. Bir din adamı, kitleleri etik davranışlara davet ederken, etik kuralların Tanrı’dan nasıl kaynaklandığını açıklamak yerine, bu kuralların nasıl kendi öz varlığımızdan geldiğini, aklın doğasına uygun hareket etmekle, kendimizden beklenen eylemleri yerine getirmiş olduğumuzu belirtmelidir.

Etik bilinç ve kurallar, Tanrı katından indirilip insanın kendi özvarlığına döndürülünce, her insanın etik kurallar bilinci ve erdemleri kazanma potansiyeli eşit bir seviyeye gelir. Hiç bir bireyin, ilahi lütuf bazında, daha ahlaklı olma ayrıcalığı yoktur.

Din eğitiminde etik bilinci güçlendirmek adına, genç nesillere anlatılan peygamberlerin ve diğer din büyüklerinin davranışları ve yaşam biçimleri, gençlerde, benzer davranış şekillerini, aynen taklit etmek eğilimini yaratmaktadır. Etiğin bu şekilde verilmesi, etik bilinci, bazı davranış kalıplarına sıkıştırarak, bir taklit etiğine yol açmaktadır. Etik eylem taklitle gerçekleşmeyeceğinden, ancak bireyin özgürce, içinden gelen ödev bilinciyle mümkün olduğundan, bir insan, başka bir insanın bir etik tavrını, yalnız görünen yönlerinin aynısını icra etmekle, etik bir davranış sergilemiş olmaz. Bir bireyin başka bir bireyin etik değer taşıyan tavrından yararlanma yolu, kendisinde, etik kurala yönelmeyi sağlamasıdır. Yani o davranışı yapan kişi, hangi etik kuralı uygulamışsa, bu ikinci şahısta, zaten varolan bu kuralın, harekete geçmesine yardımcı olmalıdır.

Din merkezli dünya görüşünde, dünya ve dünyevi nimetler, pek tavsiye edilmediğinden ve hatta hor görüldüğünden, dindar kişinin dünya işlerinde fazla hırslı ve arzulu olması da tavsiye edilmez. Arzuların ve ihtirasın kısıtlanması istenir. Halbuki madde esaslı modern zihniyette arzu ve hırs teşvik edilir. Çünkü ancak bu sayede doğa değişime uğrar ve dolayısıyle, bilim ve teknoloji gelişir.

Ahlak kurallarının ve erdemlerinin yeni vasisi, asıl sahibi olan beşeri şuurdur. Şuurda, öz malımız olan, ahlakın temel kurallarının yerini farkedip, duyarlılığımızı sistemli bir şekilde artırarak, etik kişiliğimizi devam ettirebiliriz. İnanç sistemleri, Tanrı kavramını taşıyamadıkları gibi, etik eylemler için de doyurucu gerekçeler sunamamaktadırlar.

Şimdi, günümüzde, dünyadaki tüm yaşayan kültürleri etkisi altına alan Batı dünya görüşü, insan merkezli olduğundan ve temel değerler sistemi ilahi bir kaynağa dayanmadığından, Sünni İslam dünya görüşü ile tamamen zıt bir karakter taşır. Batı dünyasından yaşantımıza giren bilim, teknoloji ve bazı pratikler, Sünni İslami dünya görüşünde meşruiyet kazanmak durumundadır. Kültürümüz henüz dinden bağımsız bir meşruiyet alanına sahip olmadığından, Batı'dan kültürümüze aktarılan yabancı unsurlar, yeniden değerlendirilerek yaşantımıza geçer. Bu durum, kültürel alışverişi zorlaştırdığı gibi, asıl bilgi ve değer üreten seküler zihniyetin, kültürümüzde yer almasını imkansızlaştırır. Nitekim Osmanlı döneminde başlayan, yaklaşık yüzelli yıllık batılılaşma stratejisinin başarısız olmasında bu gerçek yatar. Kültürel ögelerin alışverişinde asıl zorluk, iki dünya görüşünün birbirinden tamamen farklı olmasıdır.

İnsanı inançının merkezi yapan Aleviliğin etik değerleri, “eline, diline, beline hakim ol” diye özetlediğimiz edebi ise “Tanrı buyruğu” yerine aklı inançına koyarak, zihninde kabul görecek bir gerekçe istemektedir.

B- Kültür nedir?

1- Kültür nedir, nasıl birbirlerini etkilerler?

Her insan topluluğunun kendine özgü temel değerlerinin toplandığı, sosyal ilişkilerini düzenleyen ve o topluluğun birliğini sağlayan bir kültürü vardır. Toplumun dini inançları da bu kültürün bir parçasıdır.

 

Kültür latince kökenli bir kelime olup dilimize Fransızca'dan girmiştir. Latince “cultura”,toprağa birşeyler ekip ürün almak, üretmek anlamında kullanılıyordu. Voltaire Fransız Devrimi öncesinde “culture”ü insan zekasının oluşumunu ve gelişmesini belirleyen bir terim olarak kullanınca sözcük değişik bir anlam kazanmıştır.Kültür teriminin karşılığı bizde irfandır. İrfan kelimesinin sözlük anlamı ise; anlama, bilme, gerçeğe ulaştırıcı güçlü seziş işlevidir.

 

Geniş ve kapsamlı bir tanım şöyle olabilir: “Tarihin derinliklerinden süzülüp gelen; zamanın ve ihtiyaçların doğurduğu, şuurlu
tercihlerle, manalı ve zengin bir senaaa oluşturan; sistemli ve sistemsiz şekilde nesilden nesile aktarılan; bu suretle her insanda mensubiyet duygusu, kimlik şuuru kazanılmasına yol açan; çevreyi ve şartları değiştirme gücü veren; nesillerin yaşadıkları zamana ve geleceğe bakışları sırasında geçmişe ait atıf düşüncesi geliştiren; inanışların, kabullenişlerin, yaşama şekillerinin bütününe KÜLTÜR denir
.” (Sadık Kemal TURAL)

Her toplumun kendi kültürü vardır ve kültürün yükselmesi, ilerlemesi ve gelişmesi medeniyetin doğuşunu sağlar. Sosyolojik çerçevede en geniş sınırlarına ulaşan kültür kavramı ‘bir yaşama biçimidir.’ Bu yaklaşımda bir toplumda bulunan ve bulunmayan bütün ifade ve etkileşim biçimleri önem kazanır. Bu anlamda kültür, insan olarak belli bir toplumda öğrendiklerimizle, davranış, düşünce sistemimizin toplamı sayılabilir. Bir bakıma ne yediğimiz, ne içtiğimiz, ne okuduğumuz, nelere sempati ile yaklaşırken, nelere tepki duyduğumuz, ait olunan grup, küme ya da toplumun kimliğini oluşturur.

Kültür tarihçileri insanoğlunun gelişme ve ilerleme göstererek hayatta kalma ve varlığını sürdürme savaşındaki başarısını, kültürel bir varlık oluşuna yani öğrendiklerini birikiminde saklayıp yeni nesillere aktarma yeteneği ile becerisine bağlar.

Emre Kongar “Kültür”ü, “insanoğlunun doğayı denetime almak için oluşturduğu her şey ve bütün bu çaba sonunda beliren anlamlar, değerler ve kurallardır” diye tarif eder.

Kültür gelişim sürecinde önce sözlü kültür doğmuş, daha sonra yazılı kültür oluşmuştur. Bugün yazılı kültür ile beraber sözlü kültür de devinim ve gelişimine devam etmektedir. Sözlü kültür de yazar yoktur, anonimdir, doğaldır, metinsizdir, ezbere dayalıdır, çeşitlenebilir, sürekli akış, dolaşım ve dolayısı ile değişim içindedir. Bu kültür de çözümleme ve inceleme yoktur. Yazılı kültür yazılıdır, metne bağlıdır, okuru değişebilse bile metin değişmez, üreten yalnızdır, anlatıya istenilen sıklıkta dönülebilir, çözümleme ve inceleme yapılabilir.

Kültür, genel olarak iki öğeden oluşur:

a) Maddi Kültür Öğeleri: Binalar, her türlü araç-gereç, giysiler vb.

b) Manevi Kültür Öğeleri: İnançlar, gelenekler, normlar, düşünce biçimleri vb.

Kültürün maddi ve manevi öğeleri arasında sürekli bir etkileşim vardır. Birinde meydana gelen bir değişim diğerini de etkiler.
Kültür, toplumun doğal çevresinden yani coğrafi koşullardan etkilenir. Örneğin, dağlık bölgelerde yaşayan toplumların kültürüyle verimli ovalarda yaşayan toplumların kültürü birbirinden farklıdır.

 

2- Kültür unsurları nelerdir?

Kültür gelişim sürecinde önce sözlü kültür doğmuş, daha sonra yazılı kültür oluşmuştur. Bugün yazılı kültür ile beraber sözlü kültür de devinim ve gelişimine devam etmektedir. Sözlü kültür de yazar yoktur, anonimdir, doğaldır, ezbere dayalıdır, çeşitlenebilir, sürekli akış, dolaşım ve dolayısı ile değişim içindedir. Bu kültür de çözümleme ve inceleme yoktur. Yazılı kültür yazılıdır, metne bağlıdır, okuru değişebilse bile metin değişmez, üreten yalnızdır, anlatıya istenilen sıklıkta dönülebilir, çözümleme ve inceleme yapılabilir.

a- Dil

Dil, kültür unsurlarının başında gelir. Çünkü dil olmadan öteki unsurların meydana gelmesi mümkün değildir. Dil bir toplumun ses dünyasıdır. Her topluluk kainatı değişik şekillerde algılamış ve yorumlamıştır. Aynı zamanda dil kültüre ait bütün değerleri bünyesinde barındıran bir hazinesidir. Bir dil, onu kullanan milletin kafa yapısını, nasıl düşündüğünü, zihninin nasıl çalıştığını ve mantığını ortaya koyar.

b- Din

Kültür unsurları içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Bilhassa eski devirlerde yüzyıllarca bu kültür unsuru ön planda bulunmuş ve öteki kültür unsurlarını gölgede bırakmıştır. Dinin milletler üzerindeki hakimiyeti, imparatorluklardan millî topluluklara geçinceye kadar devam etmiştir. Milliyetçilik çağında milletler imparatorluklardan kopunca dinin fonksiyonu da azalmıştır. Dinin bir millet içerisindeki kültüre etkisi ve kültürün diğer unsurlarının oluşması ve değişmesindeki rolü ise devam etmektedir. Dini bayramlarımız ve törenlerimiz bunun açık örnekleri olarak dikkati çekmektedir.

c- Gelenek ve görenek

Bunlar bir milletin yazılı olmayan veya hepsi yazılı olmayan kanunlarıdır. İnsanın toplum içerisindeki davranışlarını düzenler. İnsanlar bu düzeni asırlar boyunca gelenek ve göreneklerle sağlamışlardır. Aslında kişinin bütün hal ve hareketlerinin yazılı kanunlarla tanzim etmek mümkün değildir. Oysa insanın toplumda birçok sosyal ilişkileri bulunmaktadır: özür dilemek, selamlaşmak, saygı göstermek, davetlere katılmak, konuşmak, tartışmak, yazmak vs.. Bu davranışlarda nasıl bir usulün gerektiğini kanunlar değil gelenek ve görenekler tayin eder.

 

d- Sanat: Sanat, bir toplumu diğer toplumlardan ayıran, bir millete has duygu ve zevklerin tezahürü ve şekillenmesidir. O milletin güzeli yaratma ve bulma tarzıdır. İnsanoğlu barınır, beslenir, sosyal ve ruhsal ihtiyaçlarını gidermeye çalışır. Bunları yaparken oyalanmak, ruhunu okşamak, güzeli yakalamak, yeni güzellikler ortaya koymak ister. Bunun sonucunda sanat eseri ortaya çıkar. Her toplumun sanat eğilimi ayrı bir özellik taşır. Söz, ses , mekan, renk ışık zevk ve anlayışı farklıdır. Demek ki sanat bir toplumun ortak zevkinin ifade edilişidir. Bu kültür unsuru edebiyat, resim, mimarı, heykel vb... gibi kollara ayrılır.

e- Dünya görüşü: Dünya görüşü bir toplumun başka toplumlardan farklı olan hayat felsefesidir. Bir toplumun fertleri ortak kültür dolayısıyla tutum, zihniyet ve davranış bakımından çeşitli ortak özellikler gösterirler. Sosyal ve ruhî olaylar karşısında fertlerin bu ortak tutum ve davranışları o toplumun dünya görüşünü meydana getirir. Bunun için her toplumda değerler ve değer yargıları farklıdır. Askerlik, kahramanlık, aşk, namus, temizlik, ahlak, ölüm, eğlence vs. gibi hayat hadiseleri ve kavramları her millette değişik davranışlarla karşılanır.

f-Tarih: Toplumu, dolayısıyla kültürü meydana getiren unsurlardan birisi olan tarih, bir toplumun çağlar içindeki yürüyüş ve görünüşüdür. Tarih mazidir, fakat bu mazi bugünün ve dünün fertlerini topluluk içerisinde birbirine bağlayarak geleceğe taşır. Fertler arasında kader birliği temin eder. Aynı topluluğa mensup insanlar tarih sayesinde akrabalıklarının farkına varabilirler. Tarih bir toplumun nereden gelip nereye gittiğini gösteren kültür unsuru olarak, o topluluğun hayatında önemli bir yer tutar.

 

3- Kültürün Özellikleri

Kültür görelidir. Yani her toplumun kendine özgü kültürü vardır.

 

Kültür tarihseldir. Yani geçmişten günümüze süregelmektedir.

 

Kültür insan eseridir. İnsanlar hem kültürü oluştururlar hem de kültürden etkilenirler.

 

Kültür durağan değildir. Zaman içinde değişir. Maddi öğeler daha hızlı değişir. Ayrıca her toplumda kültürel değişim hızı birbirinden farklıdır.

4- Kültürün İşlevi

Toplumsal düzeni sağlar bireysel davranışları yönlendirir.

 

Topluma kimlik kazandırır. Toplumu diğer toplumlardan farklı kılar

 

Toplumsal dayanışma ve birlik duygusu verir.

 

Toplumsal kişiliğin oluşmasını sağlar.

5- Kültürün kazanılması

İnsanların toplumları, ülkeleri birbirinden farklı da olsa biyolojik olarak birbirlerine benzerler, ama inanç, düşünce, tutum ve olayları algılayış tarzı bakımından farklıdırlar.
Bu farklılığı ortaya çıkaran etkenlerin başında içinde yetiştikleri kültürel yapıdır. Bireyler, kültürü sosyalleşme süreciyle kazanırlar. Birey, içine doğduğu kültürel ortamın özellikleri ana-babasından, yakınlarından, arkadaşlarından, okuldan, sokaktan ve iş ortamından öğrenir. Ömür boyu süren bu öğrenme ve uyma sürecine sosyalleşme denir.
Birey sosyalleşme süreciyle içinde yaşadığı toplumun bir üyesi olur. Olayları algılayış tarzından giyim tarzına, düşünüş tarzından davranış biçimine kadar her konuda kültürden etkilenir.
Sosyalleşme süreci, aynı toplumdaki bireyleri genel olarak birbirine benzetir. Ancak aynı kültürel ortamda da yaşasa her insanın yaratılış özellikleri farklı olduğu için kişilikleri birbirinin aynısı değildir.

Bir toplumdaki maddi kültür öğelerinde meydana gelen değişim hızına, manevi kültür öğelerinin ayak uyduramaması oluşan uyumsuzluk ve görgüsüzlük durumudur.

Örnek: Cep telefonu (maddi kültür) hızla yaygınlaşmaktadır ancak onu kullanma görgüsü (manevi kültür) aynı hızda gelişmemektedir. Bunun sonucu olarak toplu mekânlarda yüksek sesle konuşulmakta, tiyatro, lokanta gibi yerlerde kapatmaya özen gösterilmemektedir.

a- Kültürel şok: Kendi kültür ortamından başka bir kültür ortamına katılan bireylerin yaşadıkları bunalım ve uyumsuzluk durumudur.

b- Kültürlerin birbirlerini etkilemesi:Farklı kültürlerin karşılıklı etkileşime girmesiyle gerçekleşen kültür alış-verişi olur. Bu etkileme-etkilenme süreci sonunda her iki toplum da yavaş ya da hızlı değişir.

c- Kültür Emperyalizmi: Emperyalizm, bir ülkenin başka bir ülkenin kaynaklarını sömürmesi demektir. Kültür emperyalizmi, gelişmiş ülkelerin az gelişmiş diğer kültürleri özellikle kitle iletişim araçlarıyla etkilemesi ve kendine benzetmesidir. Kültür emperyalizmi, sömürgeciliği kolaylaştırır.

d- Kültürel asimilasyon:Bir kültürün, kendi içindeki azınlık kültürü eritmesi ve kendine benzetmesidir. Asimilasyon normal bir süreçle olabildiği gibi devlet eliyle zorla da olabilir.

e- Kültürel Yozlaşma:Yabancı kültürlerin olumsuz etkisi ve toplumun kendi öz değerlerine yeterince sahip çıkmaması sonucu meydana gelen kültürel bozulmadır.

C- Din kavramının tanımı ve dinler tarihine yaklaşım

1- Din kavramının tanımımı nasıl yaparız?

Dinler tarihi kavramını yaratan Friedrich Max Müller “Din tasarlanamıyacak olanı tasarlamağa gayret etmek, ifade edilemeyeni ifade etmek, bir sonsuza ulaşma dileği, Tanrı'ya aşk çığlığıdır” diyor.

Din arapca bir kelimedir ve “Allah'a inanma ve bağlanma” anlamına gelir. Kur'an'da (Al-i İmran “İmran'ın ailesi” 83) islamdan “Allah'ın dinî” (din Allah) diye bahsedilir. Ama Bakara suresi 130cu ayette Hz. İbrahim'in dininden bahsederken (ve yedi başka ayette) “din” değil “milla” (inanç) kelimesi kullanılır.

Türk Dil Kurumu sözlüğünde:

"Tanrı'ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum" ve "Bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde toplayan, sağlayan düzen" şeklinde tanımlanır.

Farklı din tanımlamaların ortak noktaları birleştirildiğinde, din insanlara bir hayat tarzı sunan, onları belli bir dünya görüşü içinde toplayan kurum, bir değer biçme ve yaşama tarzı; yaratıcıya isteyerek bağlanma, birtakım şeyleri duyma, onlara inanma ve onlara uygun iradi faaliyette bulunma olgusu; üstün varlıkla ona inanan insan arasındaki ilişkiden doğan deneyimin inanan kişinin hayatındaki etkileri olarak tanımlanabilir.

Genel olarak din, doğaüstü bir nitelik taşır, mukaddestir, değişmezdir (dogmatik) ve gönülden bağlanmayı yani teslimiyeti gerektirir. Pek tabii ki din tanımı, özellikle dini bir bakış açısından, her farklı dini grup ve dinde çeşitlilik gösterir. Dinin taşıdığı nitelik ve öğeler de farklı dinlerde büyük bir değişiklik ve çeşitlilik göstermektedir.

2- Dinler Tarihine nasıl yaklaşmalı?

Dinleri ve tarih boyunca gelişmelerini kapsamlı bir şekilde incelemek için değişik ilim dalları açısından bakmak gerekir:

a- Tarihi açıdan: dinler, inanç ve erkânlarıyla doğar, değişir, gelişir bazen de ölürler. Bu gelişmeleri tarih boyunca ve değişik yerlerde takip edip yayılmalarını gözlemleyebiliriz. Bu tarihi boyut çok önemli ve gereklidir. Mesela temellerinden itibaren museviliğin, hıristiyanlığın ve islamın sadece kendi aralarındaki ilişkilerini değil içinde çıkıp farklılaştıkları, karşı çıktıkları çok tanrılı din ortamını da bu tarihi boyut içinde incelemek gerekir.

b- Dilbilimi (filoloji) acısından: Her dinin erkânı içinde kendine göre anlam verdiği kelimeler vardır. Gün hayatta kullandığımız bu kelimelerin, kavramları erkân içinde bambaşka boyuttadır.

Alevi-Bektaşi inancının temel ilkeleri ve terminolojisi ilk bakışta inancının dışında olanlarca da anlaşılır gibi görünse de hemen hemen bütün önemli kavramlar sözlük anlamı dışında kullanılır. Örneğin niyaz sözcüğünün ortak kültür Türkçesindeki anlamıyla Alevilik-Bektaşilikteki anlamı aynı değildir. Bu durum daha yüzlerce birçok sözcük ve kavram için de geçerlidir. Sadece birkaçını zikretmekle yetinelim: şeriat, şah, yol, düşmek, yürümek, yol, yanlış, çiğ, dinlendirmek vs.

c- Sosyolojik acıdan dinler her zaman toplumsal bir olay olmuş, din kurumlarıda her zaman sosyolokların araştırma odağındadır (Emile Durkheim, Marcel Mauss ve Max Weber gibi...)

e- Etnolojik ve antropolojik açıdan etnologlar alan çalışmalarında her zaman erkân, inanç ve mitoloji sistemleriyle karşıkarşıya kalmışlardır. Toplumsal ve kültürel antropolojide de “diğeriyle” kendi kültürel ortamında ilişki kurduğunda din her zaman varlığını göstermiştir.

f- Psikolojik açıdan dinsadece toplumsal bir olay olarak kalmayıp ibadetiyle meşgul olan insanın, bazen acıklayamadığı, motivasyonunun ifadesidir. Hayal alemine ve arzularna bağlı olarak derin hislerini ve özlemlerini ifade eder

3- Din ve kültür ilişkisi

ODTÜ Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yasin Ceylan'dan

İnsanlık tarihi boyunca din, kültürün önemli bir ögesi olarak yerini korumuştur. Ancak zaman içerisinde, doğa bilimlerinde bilgi, sosyal bilimlerde de deneyim arttıkça dinin kültür içerisindeki yeri de küçülmüştür. Bir zamanlar yeterli bilgi olmadığı için dinin alanında görünen birçok husus, bilgi ve tecrübenin artmasıyla dinin kapsamından çıkmışlardır.

Hıristiyan Avrupa'sında, onyedinci yüzyıldan başlamak üzere, madde ve insan temeline dayanan yeni bir dünya görüşü ortaya çıkmıştır. Gerek insanın doğa ile olan ilişkisinde ve gerekse insanın insan ile olan ilişkisinde büyük ilerlemeler kaydederek, Tanrı merkezli Hıristiyanlığın güdümündeki alanların çoğunu elinden almıştır. Hukuk, siyaset, ekonomi, eğitim ve temel bilimler dinden tamamen koparak seküler dünya görüşünün meşru disiplinleri haline gelmişlerdir. Etiğin dinin himayesinden çıkartılması, tüm alanlara egemen olmaya çalışan bu yeni zihniyetin, kendini tamamlaması için gerekli bir aşamasıdır. Çünkü, bilim, hukuk ve sanat gibi alanlarda bilinci şartlandıran bütün otoriteler bir kenara itilince, etik alanında bilinç dışı bir otoriteye razı olmak, Modernitenin kendi temel ilkesiyle çelişkiye düşmesi demektir. Din, kurum olarak, geleneksel görünümüyle, çok yönlü zengin bir profil arzetmekle birlikte, onu ayakta tutan, asıl malzemesi olan etik değerler ve kurallardır. Dinin elinden bu son ve en önemli demirbaşı da alındığında, bir inanç sistemi olarak dinin, modern toplumdaki yeri, yeniden güçlü bir biçimde sorgulanmıştır.

Din, asırlar boyunca insan bilinci üzerine nakşettiği inançlarla hükümranlığını sürdürmek istemiştir. Ancak Modernite ile merkezi önem kazanan “sultasız bilinç” felsefesi, sınır tanımayan geleneksel metafiziği paramparça edince, dolaylı olarak dinlerin inanç ve ona dayanan rituelleri de bu düşünce tarzından zarar görmüştür.

Bilinç felsefesi açısından dini doğrular nasıl değerlendirilebilir? Dini doğrular konusunda birinci derecede önem kazanan sorun, insanın ilahi bilgiye sahip olup olamayacağı hususudur. Tanrının özü ve sıfatları konusunda üç semavi dinin teologları, O'nun tüm özellilerinin mutlak olduğu, sınırsız ve zaman ve mekan kayıtlarından uzak olduğunda görüş birliğine varmışlardır. İnsanın düşünüp tahayyül edebileceği tüm objeler, zaman ve mekan koordinatlarıyle şartlı olduklarından, mevcut yetileriyle, Tanrı hakkında bilgi sahibi olması mümkün değildir. Bu sebeple, gerek felsefe kitaplarında ve gerekse teoloji kitaplarında Tanrıyı herhangi bir şekilde tanımlamaya yeltenenler antropomorfizmden (teşbih) kurtulamamışlardır. Çünkü, ne kadar büyük ölçeklerde düşünürsek düşünelim insan sınırlarını aşamıyorsak ve Tanrı her türlü insani kapasitenin üstünde bir varlıksa, Tanrıyı tanrı olarak tarif ve tavsif etmemiz mümkün değildir. Hem Tanrıyı kavrayamayacağımız kadar büyük ve bilemeyeceğimiz kadar farklı bir varlık olarak, bir şekilde anlatmaya çalışıp, hem de (çünkü bu anlatım bile bir antropomorfizmdir), O'nun, aynı zamanda konuştuğunu, ve bize açık seçik, bizce anlaşılabilir emirler verdiğini iddia etmek bir çelişkidir. Çünkü sadece varlığını kabul ettiğimiz, ama bilmediğimiz ve hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir kaynaktan net bilgiler ve buyruklar almamız, aklı fevkalade zorlayan bir iddiadır. Durum böyleyken peygamberlerin Tanrı'dan bilgi aldıklarını ileri sürmeleri ve böyle bir bilgiyi “Tanrı'nın Sözü” olarak takdim etmelerine ne diyeceğiz? Bunu yapanların, üstelik, çevrelerinde çok dürüst ahlaklı kimseler olarak bilinmeleri, ve “Tanrı Sözü” olarak sundukları ifadelerin, insanlığın yararına hikmet dolu cümleler bulundurmaları, konunun anlaşılmasını daha da güçleştirmektedir.

Peygamberlerin tanrısal bilgiye erişme, başka bir ifadeyle, vahye mazhar olma iddialarını yukarıdaki argümana dayanarak, onların böyle bir tecrübe yaşadıklarını inkar etmek doğru değildir. Çünkü, insan oldukça karmaşık ve zihinsel yetileri çok zengin bir varlıktır. Fevkalade bir deneyim geçirdiğini söyleyen bir insanın doğru söylemediğini savunmak, başta insanlar arası ilişkilerde esas bir prensip olan karşılıklı güven ilkesine aykırıdır. Ancak bu deneyimi yaşayan kişinin bu deneyimini yorumlamasına veya kendine göre değerlendirmesine katılmayabiliriz. Çünkü bu deneyim subjektif bir olaydır. Sadece bir kişiye nasip olmuştur. Aynı deneyimi ben yaşamadığım müddetçe onu anlayabilmem ve ortak bir zeminde iletişime geçmem mümkün değildir. Peygamberin, kendisine ayrıcalıklı olarak ulaşan, ilahi bilgiye inanması olağanüstü bir kanıta dayandığı halde, benim aynı bilginin doğruluğuna inanmam için öyle bir imkanım yoktur. Sadece aklımı kullanarak o bilginin doğru olup olmadığına kanaat getirebilirim. Sonuç olarak, benim peygamberin ağzından çıkan söz ve hükümleri din olarak kabullenmemde olağanüstü bir öge veya ilahi bir unsur yoktur. Bu unsur yalnız peygamberin kendisinde olduğu için, onun kendi vazettiği dinin tanrısal bir özelliği varken, benim aynı dini kabullenmemde böyle bir özellik yoktur. O zaman ben kendi aklım ve yetilerimle başbaşayım, bana benim dışımdan bir destek gelmemektedir. Buna göre benim başta, kendi bilişsel yetilerimle barışık ve tutarlı olmam, başka birinin benimkinden farklı bilişsel yetileriyle uyum içerisinde olmaktan daha büyük öncelik kazanmaktadır. Bu öncelik meşru ise, nefsi tutarlılık adına, peygamberin ilahi bilgisini, kendisinin yorumladığı biçimde değil, kendi kapasitemle ve bilişsel göstergelerime sadık kalarak anlamlandırmam benim doğal hakkım olmaktadır. Bu hakkımı kullandığım zaman,- bu, bir bakıma özgür olmamın bir vecibesidir- peygamberin kendisi için ilahi emir telakki ettiği emirleri, benim de aynı şekilde algılamam zorunlu değildir. Bu tavrımla da onun tecrübesini inkar etmiyor veya iddiasında doğru söylemediğini belirtmiş olmuyorum. Sadece bu bilginin öznel olduğunu, kişiye özel bir sır olduğu için objektif olmadığını, veya bireylerarası bir sıfat taşımadığı için önerilen şekliyle kabul edemeyeceğimi ifade etmiş oluyorum. Ancak ilahi kaynaklı olduğu iddia edilen bir önerme, yüksek derecede bir akılsallık da taşıyabilir. O zaman ben ve benim gibi düşünen diğer insanlar, böyle bir önermenin doğruluğunu pekala kabul edebiliriz. Ama bu kabul, yalnız akıl kriterleri bazında olduğu için, bu önermenin kıymet derecesi, aklımla kabul ettiğim diğer herhangi bir önermenin kıymet derecesine eşittir. Aklın dinamik doğası sebebiyle zaman içerisinde, daha kapsamlı ve dayanıklı önermeler uğruna, daha önce doğru diye kabul ettiğim önermelerden vazgeçebildiğim gibi, bu önermeden de daha iyisi uğruna vazgeçebilirim.

İlahi bilgiler akıl temelinde kabul görseler dahi bu kabullenme, bu bilgilerin Tanrı kaynaklı oldukları iddiasını kapsamaz. Bu sebepledir ki peygamberler, ta baştan, ilahi misyonlarına kanıt olarak, akla muhalif bir fenomeni tercih etmişlerdir. O da mucizedir. Burada mantıksal bir tutarlılık vardır. Olağanüstü bir iddiaya olağanüstü bir kanıt sunulmaktadır. Ancak yine de olağanüstü bir halin, peygamber tarafından söylenen bir önermenin teorik doğruluğuna nasıl kanıt olabileceği ayrı bir zorluktur. Çünkü ancak akıl yürütmek suretiyle bir hükmün doğru veya yanlış olabileceğine karar verebilecekken, bunun yerine teorik özelliği olmayan, doğa kurallarını kırarak, başka bir deyişle, akla aykırı bir şekilde vücud bulan bir vakanın, kanıt olarak geçerli olması, sorunu büsbütün güçleştirir. Öte taraftan, bir mucize bir peygamberin risaletine yeterli gerekçe sayılsa bile, böyle bir hadiseye ancak o zaman peygamberin yanında mevcut olanlar tanık olabilirler. Sonra gelen nesillerin böyle bir şansları yoktur. Bu da mucizenin kanıt olarak değerini zayıflatır.

İnsanlık, bugünkü durumuyla, radikal denebilecek ölçüde zihinsel değişime uğramıştır. Bu yeni zihin yapısıyla dinlere ve dinlerin temel dogmalarına farklı bir bakışla bakmaktadır.

D-Aleviliğe genel yaklaşın

Toplumsal bir olayın “din” olup olmadığını anlamaya nasıl yaklaşabiliriz? Genellikle dört ölçüt (kriter) gözönüne alınır: din adamları olmalı, kutsal kitapları olmalı, erkânı olmalı ve din eğitiminin yapıldığı yerleri olmalı. Dini bir inanç olarak Aleviliği anlamaya bu dört ölçütle yaklaşabiliriz.

İster Alevilik-Bektaşilik olsun, isterse de başka bir inanç sistemi olsun, inançlar belli koşullarda ve belli nedenlerle ortaya çıkar, gelişir ve günümüzdeki biçimini alır. Her inançta olduğu gibi Alevilik-Bektaşilik inancının da kendisine göre bir ortaya çıkış nedeni, ortamı ve gerekçesi vardır; bu inanç da ortaya çıktıktan sonra kendi uygulanma (ibadet), öğretilme ve arşive geçirilme, korunup saklanılma ve hem “dışa ve başkalarına” hem de “kendi içine yönelik” bir korunma sistemi sistemini oluşturup geliştirecektir.

1- Alevi tarihine diyakronik ve senkronik yöntemle yaklaşma

Dr. Özgür Savaşcı diyor ki aleviliği öğrenme ve öğretme işleminde izlenecek ve birbiriyle kesinlikle karıştırılmaması gereken iki yöntem vardır:

1) diyakronik (artzamanlı) yöntem

2) senkronik (eşzamanlı) yöntem

İlkin çağdaş dilbiliminde ortaya çıkmış ve orada uygulanmış olan bu iki terimi Aleviliğe uygulayarak kısaca açıklamaya çalışalım: Eğer Aleviliği ta Hz. Ali’nin döneminden başlayarak günümüze dek geçirdiği evrimi ele alarak inceliyorsak yöntemimiz artzamanlı (diyakronik) yöntem olacaktır. Şî’at Alî adıyla başlayan yol ayrımının daha sonra, o zamanki adı “Rum diyârı” olan (diyâr-ı Rûm) Anadolu’da biçimlenişine, Hünkâr Bektaş Velî ile Balım Sultan’ın katkılarına, Pîr Sultan Abdal olayına, Osmanlı’nın Vaka-i hayriyye adı verdiği Yeniçeri Ocağının Kaldırılışına, Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal Paşa’nın 22-24 Aralık 1919 tarihinde nerede olduğuna ve orada ne için bulunduğuna dek bir dizi olguyu, halkalardan hiçbirini de atlamadan, incelemek zorundayızdır. Bu zamandizimsel (kronolojik) evrim çizgisinde, adı bugün Alevi olan inanç sahipleri, kimlerden ve nelerden olumlu ve olumsuz yönde etkilenmiş, hangi inançlardan neleri devralmışlar... gibi soruların tümü de artzamanlı yöntemle incelenecek konulardır.

Eşzamanlı (senkronik) yöntem ise, artzamanlı yöntemin tersine, incelediği konuyu/olguyu, tarihsel boyutuna bakmadan, belli bir zaman kesiti içinde ele alarak inceler. Bu zaman kesiti genellikle şimdiki zaman kesiti olsa da, geçmişten bir kesit de olabilir. Örneğin 20. yüzyıldaki Aleviliği bu yöntemle inceleyebileceğimiz gibi, 13. yüzyıldaki (Hünkâr Bektaş Velî’nin dönemindeki) Aleviliği de inceleyebiliriz. Ancak bu sonuncusunda dikkat etmemiz gereken bir konu olacaktır: Hünkâr’ın dönemindeki onun yolundan giden insanlar kendilerini Alevi diye mi adlandırıyorlardı, yoksa başka bir isim ya da isimler mi kullanıyorlardı? Hiç kuşkusuz, Alevi adı o dönemde kullanılmıyordu. 13cü asırdan bahsederken Alevi terimini kullanırsak anakronizm (çağ-aşımı) yanlışına düşmüş oluruz. Diğer bir deyişle zaman açısından birbiriyle bağı olmayan şeyleri ilintiliymiş gibi göstermiş oluruz.. Örneğin Nasreddin Hoca’nın Timur ile ilgili fıkralarının tümü anakronik fıkralardır. Nasreddin Hoca (1208-1284) ile Timur’un (1336-1405) birbirlerini görmüş olması mantık dışıdır.

Mesela:

 

1- Senkronik Yöntemle Alevi eğitimine şöyle yaklaşabiliriz:

a- Alevi-Bektaşi İnancının Günümüzdeki Özü nedir?

b- Alevi-Bektaşi İnancı Nasıl Uygulanıyor?

c- Alevi-Bektaşi İnancı Kendisini ve Cemaatini Nasıl Koruyor?

Dedeler Kurulu bu yöntemi eğitim çalışmalarında kullanabilir.

 

2- Diyakronik Yöntemle ise :

a- Alevi-Bektaşi İnancı Kuşaktan Kuşağa Nasıl Öğretildi?

b- Alevi-Bektaşi İnancı Ne Zaman ve Hangi Koşullarda Oluştu?

c- Alevi-Bektaşi İnancı Nasıl Gelişti?

Bu yöntem ise “Akademik” eğitimde kullanılabilir.

 

2- Alevi sözcüğünün kavramı ve diğer alevi kavramları

a- Alevi sözcüğünün kavramı

Dr. Özgür Savaşcı şöyle diyor: Hiç kuşkusuz Alevi sözcüğü, Ali Evi sözcüğünden türememiştir ve "Ev" sözcüğüyle bir ilgisi yoktur. Burada da halk etimolojisi ( Yabancı dillerden gelen sözcüklere karşı, o dili kullanan kişilerde yerlileştirme eğilimi ) olgusu sözkonusudur. Alevi sözcüğünün alev sözcüğüyle ilişkilendirilmesi de başarısız bir yakıştırmadan öteye geçemez.

Alevi sözcüğü Hz. Ali'nin adından î takısıyla türetilmiş bir sıfattır. Buradaki î takısı aidiyet bildirir ve "eklendiği isimle ilgili" anlamına gelir. Demek ki Ali isminden türemiş olan Alevî sıfatı "Ali ile ilgili" anlamına gelen kişi ya da kavramları dile getirmek üzere kurulmuş bir sıfattır.

Arap yazısına vâkıf olmayan okuyucularımızın aklına "Peki, Alevî sözcüğündeki /e/ sesi nereden çıktı? Ali sözcüğünde /e/ sesi yok ki?" gibi haklı bir soru gelebilir. Açıklayalım:

Ali ismi Arap alfabesiyle <Ayn-Lam-Ye> harfleriyle علی > ع ل ی yazılır. Ye ی harfi burada uzun î değerindedir. Arapçada kısa ünlüler yazılmaz. L değerindeki Lam ل harfinden sonra uzun bir î sesi geldiği için <Ayn-Lam-Ye> birleşmesi aslında i’si uzun olacak şekilde Alî diye okunur. Şimdi bu sözcüğe aidiyet takısı olan bir uzun î daha getirilmek istendiği zaman sözcüğün sonundaki ünlü, Vav و ünsüzüne dönüşür; yani Alevi sözcüğünün Arap harfleriyle yazımı <Ayn-Lam-Vav-Ye> علوی biçimindedir. L değerindeki Lam harfinden sonra bir ünsüz (yani Vav harfi) geldiği için, buradaki Lam, [le] diye okunur. Hecelere bölerek okuyacak olursak: A-le-vî.

Alevi sözcüğünün anlamına gelince her şeyden önce şunu ayırt etmek gerekir ki, aslı Arapça olan bu sözcük aynı yazımlarla Farsçada ve Osmanlı Türkçesinde de kullanılmıştır. Arapçada ve Farsçada Alevi 1. "Hz. Ali soyundan gelenler", 2. "Hz. Ali yanlısı" olmak üzere iki anlamda kullanılmaktadır. Bunun Osmanlı Türkçesinde de böyle olduğunu Devellioğlu da

Alevî 1. Hz. Ali'ye intisabı olan kimse 2. Kızılbaş

şeklinde bildirmektedir. Bilindiği gibi bir kişi ya da kuruma intisap etmek (bağlanmak) için o kişiyle aynı kandan ve aynı soydan olmak gerekmez.

Arapça ile Farsça konuşulan ülkelerde Alevî sözcüğü günümüzde sadece "Ali soyundan olan" anlamına kullanılıyor olabilir. Şurası bir gerçektir ki, inancını Hak- Muhammed-Ali diye özetleyen, kendisine Hz. Muhammed'i mürşid, Hz. Ali'yi de rehber alan, ibadetlerini yüzyıllarca Türkçe yapan insanlar da kendilerine Alevi diyorlarsa bundan kimsenin gocunmaması gerekir. Alevi sözcüğü Türkçeye geçerken hem ses hem de içerik bakımından değişikliğe uğramıştır. Arapça ve Farsçadaki seslendirilişi [alaoi] biçimindedir. Türkçedeki anlamı "Hz. Ali nesebinden değil, Hz. Ali edebinden olan kişi" demektir. Alevi sözcüğünü ille de "Hz. Ali soyundan (nesebinden) olan kişi" diye daraltmak istemek hem Hz. Ali'nin

Nesebinle değil edebinle öğün!

özdeyişini hem de yüzyıllardır uygulanagelen gerçeği görmezden gelmektir. Bunun en azından 16. yüzyıldan beri böyle olduğunu 2003 yılı sonunda aramızdan ayrılan, bütün Türkoloji dünyasının saygınlığını kazanmış değerli Türkolog Andreas Tietze'nin Etimolojik sözlüğündeki bilgiler açık seçik kanıtlamaktadır. Tietze adı geçen sözlüğündeki Alevi maddesi içinde şöyle demektedir:

Alevi (1) Eski Osmanlıca, Hazreti Ali'nin ahfadından (soyundan) olan bir kimse, < Arapça Alawî [Ali erkek adı + isimden sıfat yapan -(w)î eki.]

Belge/Kanıt olarak da Tietze Ferec ba'de şidde adlı 1451 miladi tarihli eser, varak 211 b'yi göstermektedir. İkinci anlam olarak (ki burası bizim için daha önemlidir) Tietze şöyle devam ediyor:

(2) Alevi Hazreti Ali'nin mevkiini yüksek tutan bir mezhebe mensub (kimse). Yukarıdaki sözcükten anlam genişlemesi yoluyla türemiştir.

Belge/Kanıt olarak da 1541-1599 yılları arasında yaşamış Gelibolulu Mustafa Âli'nin Kunhü'l-ahbârın tezkire kısmındaki17 şu beyiti alıntılıyor:

Çihresinde göreli lem'a-i nûr-i nebevî

Bir yalıñ yüzlü ışık şevkına oldum Alevî

Gelibolulu Mustafa Âli'nin verdiği bu beyit açıkça ortaya koymaktadır ki, burada bir kişi doğuştan değil, sonradan Alevi inancına geçmiştir. Yazarın 1599 yılında vefat ettiğini göz önüne alırsak en azından o yıldan beri Alevi sözcüğü Osmanlı Türkçesinin kullanıldığı topraklarda "Ali yanlısı", anlamında kullanılmaya başlanmıştır.

Kısaca belirtmek gerekirse, Esat Korkmaz'ın dört sözcükle ifade ettiği gibi Alevi "Aleviliği benimsemiş kimse, topluluk"lara verilen addır ve bu sözcük en azından 1451 yılından bu yana kullanılagelmektedir.

b- Alevi kavramları

Alevilik yüzyıllarca baskı altında kalması nedeniyle yazılı kaynakları ya yok edilmiş ya da tahrifata uğra(tıl)mış olduğundan Alevi-Bektaşi inancının temel ilkeleri ve terminolojisi ilk bakışta inancının dışında olanlarca da anlaşılır gibi görünse de hemen hemen bütün önemli kavramlar sözlük anlamı dışında kullanılır. Örneğin niyaz sözcüğünün ortak kültür Türkçesindeki anlamıyla Alevilik-Bektaşilikteki anlamı aynı değildir. Bu durum daha yüzlerce birçok sözcük ve kavram için de geçerlidir. Sadece birkaçını zikretmekle yetinelim: şeriat, şah, yol, düşmek, yürümek, yol, yanlış, çiğ, düşmek, dinlendirmek vs.

Her inanç kurumunda olduğu gibi Alevilik de zaman içinde kendi terminolojisini oluşturmuştur. Melami âşıklarından Muhyî'nin (öl. 1611, İstanbul) nefesinde de belirttiği gibi, “ahvali dışarıdan sorularak incelenerek bilinecek” bir olgu değildir. Oluşturduğu terminolojisi konumu değişik kişilerce değişik algılanır ve “çok katlı anlamlarıyla karşımıza” çıkar.

Aleviliği anlamak ve anlatmak, öğrenmek ve öğretmek; işte onun oluşturduğu bu terminolojisini sistematik olarak kavramış olmaktan geçer. Bu da en güzel ve en doğru bir şekilde bu inançta olan kişilerin bilimsel yöntemler uygulayarak kotarabilecekleri bir iştir.

Başka bir deyişle; Aleviliğe, örneğin kültürel veya sosyal bir olgu olarak yaklaşılırsa bu yaklaşım eksik kalır. Bu ve benzeri yaklaşımlarda bulunanlar, insanın olduğu her yerde kültürün de olduğunu; her insanın, her insan topluluğunun ve giderek dinsel inancı ne olursa olsun, toplumunun zaman içinde geliştirdiği bir yaşama tarzının bulunduğunu bilmiyor ya da bilmek istemiyor demektir. Kısaca belirtmek gerekirse, islami bir inanç yorumu olan Alevilik, ancak ve ancak kendi kavram ve terimleriyle ve “içerden bir bakış açısıyla” açıklanabilir. Birçok nefeslerde değişik yollardan ifade edildiği gibi zâhidin, zâhirin ve münkirin bu inancı anlaması mümkün değildir.

 

3-Aleviliğin temelindeki ana unsurlar

923 yılında Bağdat'ta Abbasi sultanı, isyan eden Karmatilerin müslüman olmadıklarını ilan etmesi için Kadıların kadısı İbn Behlül'den fetva ister. İbn Behlül bunu hadislere dayanarak reddeder: “Karmatiler mektuplarını yazarken “Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammet'de onun Resülüdür” diye başlıyorlar; bunu söylemeleri onları müslüman olarak kabul etmeğe kafidir. İnananların samimiyetini ancak Allah takdir edebilir” der. Abbasi sultanı gibi Osmanlı tarihinde, Cumhuriyet tarihinde de Alevilerin “müslüman” olmadığı yüzlerce defa iddia edildi ve edilmekte de devam edecektir. İslamın çeşitli ırklardan, kültürlerden oluşan bütün insan topluluğuna indirilmiş bir din oldununu ve değişik yorumların doğal karşılanmasını gerektiğini hiçbir zaman unutmayalım.

Alevilik bir inançtır, İslamın içinde oluşmuş ve onu kendine özgü kavramlarıyla yorumlayan bir yoldur. Ayrı bir din, ayrı bir etnisite değildir. Eğer Aleviliği anlamak ve anlatmak; öğrenmek ve öğretmek istiyorsak bunlara dikkat etmek; „yaşam tarzıdır“, „kültürdür“ gibi güdük kavramlarla yola çıkmamamız gerekir. Kuşkusuz Alevilik olgusu çeşitli yaklaşımlardan yola çıkılarak da incelenebilir, ancak bir inanç olgusunu değişik açılardan incelemek başkadır, onu bir inanç kurumu olarak anlatmak ve öğretmek başka şey. Alevilik, birçok kaynaktan beslenmiştir; bu kaynaklardan sadece birini ve veya birkaçını ele alıp diğerlerini yok saymak gibi bir yaklaşım da penceresi olmayan bir odanın kapısındaki anahtar deliğinden dışarıdaki doğayı gözleyip o doğa hakkında bilgi sahibi olmaya çabalamak gibidir. Somut bir deyişle: Aleviliği ele alıp Hz. Ali’yi dışlamak nasıl olanaksız ise; semaha evet deyip âyin-i cemdeki halka ibadetini reddetmek de olanaksızdır. Aleviliğin, diğer bütün inançlarda olduğu gibi, kendi bütünselliği içinde ele alınması gerekir.

Bugün değişik Alevi erkanlarının dinbilimi (teoloji) temellerine ve bu temellerin tarihin akışı içinde gelişmelerine baktığımızda üç ana unsur karşımıza çıkıyor:

a- Oğuz Türklerinin kültürü ve Şamanist Gök Tanrı inançı

Türklerinin Orta ve Batı Asya’da İslam öncesi dinleri «Gök Tengri», Gök Tanrıdır. Bu inanca göre Gök'ün yüce ruhu (Gök Tengri) Tengri'ydi. İnsanlar kendilerini Gök Tengri, Toprak Ana (Ötüken) ve insanları koruyan atalarının ruhları arasında, güven içinde hissedip, onlara ve diğer doğa ruhlarına dua ederlerdi. Büyük dağların, ağaçların ve bazı göllerin güçlü ruhları barındırdıklarına inanarak dualarını bu cisimlere doğru yöneltirlerdi. Göğün ve yeraltının 7 katı olduğuna, her katta çeşitli tanrıların, tanrıçaların ve ruhların varolduğuna inanılırdı. İnsanlar doğaya, tanrılara, ruhlara ve diğer insanlara saygılı davranıp, belli kurallara uyarak dünyalarını dengede tuttuklarına inanırlardı. Eğer bu denge kötü ruhların saldırısıyla ya da bir felaketten dolayı bozulursa bir şamanın yardımıyla tekrar düzene sokulması gerektiğine inanılırdı.

Türkler rasladıkları diğer dinlere de anlayışla bakıp beraber yaşamışlar ve kendi kültürlerine ve inançlarına elverişli olan yönlerini benimsemiş, içlerine çekmişlerdir. Zerdüştîlikten, Manicilikten, Mazdekizmden ve Budizmden alıntıların izlerini bugün bile Alevilikte kolayca görürüz:

 

1- Budizmden: dünya nimetlerini ve maddi istekleri geride bırakma, Hakikatı arama ve muhtelif safhalardan geçip Hakikat’e erişme;

 

2- Zerduştlardan: Dünyanın son safhasında her şey en mükemmel şekle girecek («Mehdi» beklentisi; ateşin özel yeri ve «Nevruz»;

 

3-Manicilikten: Gök-Toprak, Doğu-Batı… gibi ikilemeler; «Eline, diline, beline hakim olmak», başkasına zarar vermemek, 72 milletle (dinle) dost olma, darda olanla dünya nimetlerini paylaşma… gibi Alevilik ahlak ve felsefesinin önemli etik anlayışı;

 

4-Mazdekizmden: kadın-erkek eşitliği, ilkel ortak paylaşımcılık, «Kamil İnsan»ların yarattığı «Kamil Şehir» utopyası.

 

İslam, Arap yarımadasında 7.ci yüzyılda doğduğunda Oğuz Türkleri Altay dağlarından Hazar denizine kadar yayılan alanda değişik ırk, din ve kültürlerle içiçe büyük bir höşgörü içinde yaşıyorlardı.

 

b- İslam’ın doğuşu, yayılması, gelişmesi ve Türklerin İslamla tanışması

Alevilik-Bektaşilik, hiç kuşkusuz İslamiyet içinde doğmuş zaman içinde çeşitli kaynaklardan beslenerek bugünlere ulaşmış bir inanç sistemidir. İslamiyet içindeki ilk yol ayrımı Hz. Muhammed’in vefatında başlamış, ilk halife olması gereken Hz. Ali’nin bu makama getirilmemesi ilk kıvılcımı oluşturmuştur. Peygamberin yerine kimin geçeceği tartışmasında Hz. Ali’nin tarafını tutanlara Şî'atu Alî (شیعة علی “Ali Yanlıları”) denmiş ve bu deyimden daha sonra Şii terimi türemiştir. İşte “Yolumuz Hakk-Muhammed-Ali’nin yoludur” diyen Aleviler-Bektaşiler, bu cümleyle aynı zamanda ilk üç halifeyi tanımadıklarını da dolaylı yoldan dile getirmiş olurlar. Hz. Ali’nin daha sonra bir Haricî tarafından şehit edilişi ile yol ayrımı daha da belirginleşmiş hilafet makamı Muaviye’nin soyuna geçmiş, böylece Hz. Ali yandaşları için, nübüvvet (peygamverlik) ve hilafet (halifelik) dönemlerinden sonra üçüncü dönem olan imamet dönemi başlamıştır. Hz. Hasan’ı, Muaviye tarafından kandırılan karısı zehirleyip öldürdükten sonra imamet makamına Hz. Hüseyin geçmiştir. İzleri, aradan yüzyıllar geçmiş olsa bile bugün dahi görülen ve yaşanan Kerbelâ Faciası, İslam dünyasını Sünnîler ve Şiîler olarak ikiye bölmüştür. Bu tarihten (Hicrî 61, Miladi 680 yılından) sonra artık Şiilik ile Sünnilik ayrı yollardan gidecek, ayrı gelişimler gösterecektir. Kerbela faciası, Sünni İslam ile sadece yolların değil, aynı zamanda terminolojilerin de bundan sonra ayrılmaya başladığı bir olay olmuştur. Bu noktadan sonra Alevi-Bektaşi inancı nasıl gelişti? Sorumuza doyurucu bir biçimde yanıt vermek için İslam Hukukunun kaynaklarına kısaca bir göz atmak gerekmektedir: İslam Hukuku’nun temel kaynağı, bilindiği gibi İslamın kutsal kitabı Kur’ân’dır. Kur’ân’ın hüküm bildirmediği durumlarda Peygamber’in hadîs’ine (yani sözlerine ve davranışlarına) başvurulur. Buna sünnet denir ki, Sünnî adı buradan gelir. Sünnet’in de yetersiz kaldığı durumlarda icmâ-yi ümmet, yani “toplumsal uzlaşı” devreye girer. Cemaat, daha doğru bir deyişle cemaatin ileri gelen uzmanları, hangi konuda karar kılmışsa o geçerlidir. Buraya kadar gerek Sünni olsun, gerek Şii ve Alevi-Bektaşi olsun, uygulanan hukukta tam bir uyum vardır. Ayrılık, andığımız “Bu ilk üç kaynak da yetersiz kalınca ne yapılacak?” sorusuna verilen yanıttadır. Sünni hukuk kıyas (örnekseme) yoluna başvururken Şii hukuk rey-i ictihâd (Akıl) yoluna başvurmaktadır. Bir başka deyişle Sünni İslam, içtihat yolunu kapatırken Şii İslam içtihat yolunu kapatmamaktadır. İçtihat yolunu kapatmayan, açık tutan, aklın yolundan gidilmesi ilkesini ortaya koyan da 6. İmam Cafer-i Sâdık (699-765) olmuştur. İmam Cafer-i Sâdık’tan sonra uzun bir suskunluk, durgunluk ve kargaşa dönemi yaşanır. Bu arada Orta Asya’dan akın akın batıya gelen Türkler İslamiyetle tanışır. Kimi Sünni, kimi Şii ekolüne tabi olur

Türklerin üç asır Sünni islama girmeleri için yapılan baskıya dayanmalarından sonra temelde ilk ayak olan kültür ve dini inançlarıyla bağdaşan ve yavaş yavaş Horasan'da yayılan Şia'nın Süfî-Batınî İslam yorumunu benimseyip kabullenmesiyle Aleviliğin temelinin ikinci ayağını, İslamî ayağını kurmasıdır. Bu temelde Horasan’da gelişen İsmailiye ve Melâmetiyye tassavvuf anlayışının etkilediği Kalenderîlik, Yesevîlik, Haydarîlik, Vefaîlik tarikatlarının ve Ahmed Yesevi gibi Türk asıllı Horasan erenlerinin, sufîlerinin ve dervişlerinin etkisi çok önemlidir.

c- Türk aşiretlerinin ve Alevi inancının Anadolu’da karşılaştıkları yöresel etkiler ve tarih içinde değişimi

Oğuz Türklerinin Selçuklularla Orta Doğuya hakim olmaları;1071 den itibaren Orta Asya’dan Anadolu’ya göç etmeleri; Anadolu’da çeşitli halkların (etnik grupların) çeşitli kültür, dil ve dinleriyle karşılaşması ve karşılıklı yöresel etkileri yani Babaî İsyanından sonra Hünkar Bektaş Veli'nin Bektaşiliğinin, Erdebil tekkesinin ve sonra da Şah İsmail (Hatayî)'in15.ci yüzyıl sonlarından itibaren Kızılbaşlık etkileri Aleviliğin temelin üçüncü ayağını teşkil eder.

 

Bu üstüste gelip, içiçe geçip, kaynaşan ve gelişen, birbirinden ayırt edilmekte zorlanan üç ana unsuru tarihin akışı içinde ön yargılardan uzak, doğru okumak ve anlamak, Alevi kimliğimizin bilinçine varmamız ve bu kimliği doğru ifade etmemiz için şarttır.

 

Aleviliği anlamaya, mühtelif sebeplerden, ilk önce İslamın doğuşundan, gelişmesinden, siyasî ve dinsel bölünmelerinden başlayalım. Daha sonra Oğuz Türklerinin kim olduklarını ve nasıl müslüman olduklarını, Anadolu'ya göç ederek, asırlar boyu, inançlarını hangi etkilerle nasıl şekillendirdiklerindenbahsedelim..

2-İSLAMIN DOĞUŞU VE DÖRT HALİFE DEVRİ

A- İslam öncesi Arap yarımadası ve Mekke

1-İslam öncesi Arap yarımadası, Mekke ve Dinler

a- İslam öncesi Arap yarımadası

Arap Yarımadası oldukça kurak ve volkanik olduğu için vaha ve su kaynaklarının olduğu yerler haricinde tarım yapılması zordu. Genel görünümü çöl içerisinde nokta şeklinde köyler ve şehirler şeklindeydi. Mekke ve Medine'de bu şehirlerin göze çarpanlarındandı. Medine gelişmekte olan büyük bir tarım yerleşimiydi. Mekke ise bir çok aşiretle çevrilmiş önemli bir finans merkeziydi. Çöl koşullarında hayatta kalmak için müşterek bir hayat sürülmeliydi. Çünkü insanlar kırıcı çevre koşullarına ve yaşam tarzına karşı desteğe ihtiyaç duyuyordu. Aşiret gruplanmaları da bu birlik olma ihtiyacı ile teşvik edildi. Bu birlikler aynı kandan gelen akrabalar esas alınarak oluştu.

Arap Yarımadası politik olarak iki kabile anlaşması arasında bölünmüştü. Kays kabilesi asıl itibarıyle Kuzey ve Batı Arabistan'da da güçlüydü. Ve Byzantion ile yakın ilişkileri vardı. Banu Kalb kabilesiyse aslen Yemen'den gelmekteydi. Ve Sasani Perslerine yakındı. Bu çekişmeler İslam döneminde baskı altına alındı. Ama İslam sonları zamanlarda etkili faaliyetlerine Kuzey Afrika ve Orta Doğu'da devam ettiler.

b- Mekke

c- Dini ortam

İslam öncesi Arabistan'da, Tanrı ve Tanrıçalar kabileler tarafından koruyucu olarak görülürdü. Onların ruhları kutsal ağaçlar, taşlar, su kaynakları ve kuyularla ilişkilendirilirdi. O zamanlar da senelik hac yeri olan Mekke'deki Kâbe mabedi, aşiretlerin koruyucu tanrılarının 160 tane put heykeline ev sahipliği yapıyordu. El-Manât, El-Lât ve El-Uzzâ ismindeki üç baş tanrıçanın tanrının kızları olduğuna inanılıyordu. Arabistan'da tektanrılı topluluklar İslam öncesi dönemde de vardı. Hıristiyanlar, Yahudiler[52] ve Hanifler bunlar içerisindeydi. Müslüman inançlarına göre, Muhammed de bir Hanifti. İbrahim'in oğlu İsmail'in soyundan gelmekteydi.[53]

2- Hz. Muhammed ve İslamın Doğuşu

a-Bilgi kaynakları

Kur'an Muhammed ile ilgili, kendi dönemindeki yazılı olmakla beraber, Muhammed'in hayatıyla ilgili çok az bilgi içerir. Bazı ayetleri açıklayan hadisler ve rivayetlerle bu kaynak zenginleştirilir. Mehmet Özdemir siyere kaynaklık eden kıssa, hadis, haber gibi materyalin niteliklerini ele almış, bu materyalleri kullanan siyercilerin yüceltmeci ve olağanüstücü eğilimlerle gerçek ve kurguyu birlikte verdiklerini, mucize ve irhasat denilen anlatımların her nesilde artış göstererek devam ettiğini ifade etmiştir.

1- Hadis

Hadisler; Bir rivayet zinciri ile Muhammed'e isnad edilen ve kendisinin değişik olaylar ve sorunlar karşısında veya Kur'an'ın âyetlerini açıklamak için söylediğine inanılan söz, fiil ve takrirler bütünüdür.

Başlangıçta birkaç yüzyıl boyunca sözlü rivayetler şeklinde anlatılan hadisler, daha sonra yazıya geçirilen İslâm'ın "sözel geleneğini" oluşturmuşlardır. Goldziher'in anlayışına göre hadisler ilk dönem Müslümanlarının değişik konularda hadis formunda söyledikleri sözlerden ibarettir ve bu sözlerin Muhammed ile bir ilgisi bulunmamaktadır.

2- Siyer

Başlangıçta hadis külliyatları içerisinde siyer başlığı altında yer alan anlatılar derlenerek, Muhammed'in biyografisini anlatan ilk eserler oluşturulmaya başlanmıştır. Siyer ismi verilen ve bazıları peygamberlik kanıtı olarak da ileri sürülen bu anlatılar içerisinde tarihi olan ile efsane olan arasında ayrım yapma önemli bir problem olarak araştırmacıların önünde durmaktadır. Siyerle ilgili çelişkili bilgiler, eş ve çocuklarının sayısı ve bunların kimler olduğu gibi alanlarda da kendisini gösterir.

3- Hilye

İslam adetleri Muhammed'in resminin çizilmesini hoş görmediği için onu sözle tasvir etme yöntemi tercih edilmiştir. İçerik hadis ve siyer kaynaklarından alınan anlatılardan oluşur. Osmanlı hattatları bu anlatımları hilye adı verilen bir sanat hâline getirmişlerdir.[129] Hilyelerde genellikle tercih edilen rivayette Ali bin Ebu Talib Muhammedi şu şekilde vasfetmiştir:

"Hazreti Peygamberin boyu ne çok kısa, ne de çok uzundu, orta boyluydu. Ne kıvırcık kısa ne düz uzun saçlı; saçı, kıvırcıkla düz arasında idi. Değirmi (yuvarlak) yüzlü, duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kirpikliydi. İri kemikli ve geniş omuzluydu. Göğsü, ortadan karnına kadar kılsızdı. İki avucu ve tabanları dolgundu. Yürüdüğü zaman, sanki yokuş aşağı iner gibi rahatlıkla ilerlerdi. Sağına ve soluna baktığında bütün vücuduyla dönerdi. İki omuzu arasında "Nübüvvet mührü" vardı. Bu Onun sonuncu peygamber oluşunun nişanesi idi. O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu, en arkadaş canlısıydı. Kendilerini ansızın görenler Onun heybeti karşısında sarsıntı geçirirler, fakat üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, Onu her şeyden çok severlerdi".

 

b- Hz.Muhammed’in peygamberliğine kadar yaşantısı

Muhammed bin Abdullah (571Mekke - 8 Haziran 632, Medine) dini, politik, askeri lider. Mekke'den başlayarak Arap Yarımadası'nı, İslam hakimiyetinde tek bir dini yönetim üzerinde birleştirmiştir. Müslümanlar ve Bahailer tarafından Allah'ın peygamberi ve resulü olduğuna inanılır. Müslümanlar, Muhammed'in insanlık için Allah tarafından gönderilen peygamberlerin sonuncusu olduğuna inanır. Müslüman olmayanlar ise, Muhammed'i İslam'ın kurucusu olarak sayarlar. Müslümanlar tarafından, Muhammed'in Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve diğer peygamberlerin tahrif edilmiş tektanrılı dinlerini onardığına ve tamamladığına inanılır.

1- Çocukluğu

Babası Abdullah bin Abdulmuttalib, annesi Hazrec kabilesinden Nennaceler'den Vehb bin Abdulmenaf'ın kızı Amine 'dir. Muhammed daha doğmadan babası vefat etti. Yetiştirilmesini dedesi Abdülmuttalib üzerine aldı ve torununa "Muhammed" adını verdi. Muhammed o sıralarda Mekke'de bulunan Beni Sa’d kabilesinden Halime adlı bir kadına emanet edildi. Muhammed’i, ondan önce amcası Abduluzza’nın cariyesi Süveybe emzirdi. Muhammed, dört yaşına kadar annesi Amine’nin de gözetimiyle sütannesi Halime'nin yanında kaldı, daha sonra Mekke’ye, annesinin yanına döndü. Dört yaşından altı yaşına kadar, öz annesi Âmine ile birlikte kaldı, O'nun şefkat ve özeni ile yetişip büyüdü. Muhammed altı yaşında iken, annesi Âmine ve bakıcısı Ümm-ü Eymen’le birlikte babasının kabrini görmek için Medine’ye gitti. Medine’de, akrabaları Neccâroğullarında bir ay kaldıktan sonra Mekke’ye dönüş yolundaki Ebva’ya ulaştıklarında annesi vefat etti ve orada defnedildi. Cariyeleri Ümmü Eymen, Muhammed'i Mekke’ye getirip dedesi Abdulmuttalib’e teslim etti. Altı yaşından sekiz yaşına kadar, O'na dedesi Abdülmuttalib baktı. Abdülmuttalib yaş itibariyle seksen yaşını aşmış bir ihtiyardı. Muhammed sekiz yaşında iken, dedesi de öldü. Dedesi ölmeden önce, O'nu yetiştirilmesi için, oğlu Ebû Tâlib'e bıraktı. Ebû Tâlib, Abdülmuttalib'in on oğlundan biriydi.

2- Gençlik yılları

Muhammed peygamberliğinden önce Nur Dağındaki Hira Mağarasına çekilerek Mekke'den uzaklaşırdı. Rivayetlere göre Muhammed dokuz yaşındayken amcası, ticaret yapmak için gittiği Suriye’ye onu da götürmüş, bu gezide Busra kasabasında Bahira isminde Hıristiyan bir rahib onun peygamber olacağını haber vermiştir. Muhammed on yedi yaşındayken de amcası Zübeyr bin Abdülmuttalib ile Yemen’e gitti. Bu gezilerin Muhammed'in bilgi, görgü ve zihinsel alt yapısının oluşumunda etkin rol oynadığına inanılmaktadır. Ayrıca gençliğinde amcaları ile birlikte Kureyş ve Kays kabileleri arasındaki Ficar Savaşı’na katıldı. Ticarete olan ilgisi daha sonra kendisi ile evlendiği Hatice ile tanışmasına neden oldu ve onun sermayesi ile ticarete başladı.

Muhammed gençliğinde çevresinden gelen paganist görüş ve uygulamalarla ilgilenmedi. Kendisi, aynı dönemde herhangi bir puta tapmamakla birlikte, başkalarının tapınmalarına da açıkça karşı çıkmadı. Kur'an'daki “...oysa önce, kitap nedir, iman nedir sen bilmezdin” (Şura Suresi: 52) ve “Allah, seni şaşırmış bulup hidayete erdirmedi mi” (Duha Suresi: 7) ifadelerinin kendisinin İslam öncesi durumunu anlattığına inanılmaktadır.

3- Kültürel birikimi ve okur-yazarlığı

Muhammed'le ilgili tartışılan konulardan birisi de okur-yazar olup olmadığı konusudur. Geleneksel görüş Muhammed'in okur-yazar olmadığı şeklindedir. Kelime anlamı itibariyle ümmî : " kitâbî bilgilerle zihni doldurulmamış, doğal hali üzerine kalmış, okuyup yazarak tahsil görmemiş kimse" anlamına gelmektedir. Başka bir görüşe göre ise ümmi, okuma yazma bilmeyen anlamından daha çok "mevcut dinlerden hiçbirine tâbi olmayan, onların kitaplarını okumayı ve yazmayı bilmeyenler anlamında kullanılan" olduğu şeklindedir.

Muhammed'in okuma yazmasının olmadığı görüşü herşeyden önce Kur'an ayetlerine dayanmaktadır. Çünkü Ankebût Suresi:48, A'raf Suresi:158 ve Cuma Suresi:2 gibi ayetlerde Muhammed'in okuma yazma bilmediğinden bahsedilir. Güncel İslâmi kaynaklarda da Muhammed’in ümmî olduğu; insanlara aktardığı bilgilerin akıl, tecrübe ve duyu organlarıyla elde edilebilecek bilgiler olmadığı, onun bu anlamda bir eğitim almadığı, tebliğ ettiği bilgilerin Yaratıcı'ya dayandığı ifade edilerek; kendisinin entelektüel bilgiye sahip bir insan olması durumunda, görüştükleri üzerindeki etkisinin azalabileceği, haliyle kendi bilgilerini aktarmış olacağının iddia edilir. Ayrıca Vahiy meleği Cebrail 'in ilk vahyi getirip "oku" dediğinde, Muhammed’in "Ben okuyan biri değilim." dediğini anlatan hadisler (Buhârî, Bed'u'l-vahy, 3) de Muhammed'in okuma yazma bilmediğine bir başka kaynak olarak gösterilir. Ayrıca Muhammed'in , yetiştiği toplumda tahsil görmesi için bir imkânının bulunmadığı, birlikte yaşadığı toplumun da ümmî olduğu belirtilmektedir.

Buna karşın Muhammed'in okur yazar olmadığını kabul etmeyen bir görüş de vardır. Buna göre vahiy öncesi dönemde Araplarda eski dini birikimin şairler, kıssa anlatıcıları, hanifler ve Yahudi-Hıristiyan din bilginlerinden oluşan ve muhtemelen zengin mitolojik kültür birikiminin geniş toplum kesimlerince bilindiği, Muhammed’in de içinde yaşadığı bu toplumun yazılı veya sözlü anlatımlarından oluşan birikime sahip olduğu, İslam öncesi Arap toplumunda hikâye kültürünün bilinebilirlik durumuna göre düşünülmektedir. Örneğin vahiy öncesi dönemde Muhammed’in eşi Hatice’nin amcasının oğlu olması dolayısıyla görüşme ihtimali olan kişilerden biri olan rahip Varaka, Tevrat, Zebur ve İncil'i de kapsayan Kitabı Mukaddes'e hâkimdir. Varaka'nın dinler tarihi konusundaki birikimlerini Muhammed’e aktardığı ve bu bilgilerin Kur'ân'daki Yahudi, Hıristiyan kültürüyle ilgili dini anlatımlara kaynak teşkil ettiği ileri sürülmektedir. Ayrıca, uzun yıllar zengin bir kadın olan Hatice’nin ticari faaliyetlerini yürütmesi vb. sebeplerle okur-yazar olduğunu düşünenler de vardır.

4- Evlilikleri

Hatice bint Hüveylid:

Muhammed, Mekkeli zengin bir kadın olan Hatice'nin üzerinde iyi bir izlenim bıraktı ve Hatice'nin evlenme teklifini kabul ederek onunla evlendi. Evlendiklerinde Muhammed'in 25, Hatice'nin ise 40 yaşlarında olduğu ifade edilir. Hatice ölünceye kadar başka eş almadı. Muhammed'in Hatice'den, 3 oğlan ve 4 kız olmak üzere 7 çocuğu olmuştur.

Diğer eşleri

Hatice vefat ettikten 2,5 yıl sonra, 53 yaşında iken poligamik evlilikler yapmıştır. Havla bint Hakim'in tavsiyesiyle önce dul ve yaşlı bir kadın olan Sevde bint-i Zem’a ile evlenmiş, kısa bir süre sonra da genç bir kız olan Aişe bint Ebu Bekir ile sözlenmiştir. Aişe ile sözlendikten 3 yıl sonra yani hicretten sonra evlenmiştir. Aişe Muhammed'in önceden evlilik yapmamış tek eşidir.

"Muhammed'in, çoğunluğu 50 yaşın üzerinde olan kadınlarla gerçekleştirdiği evlilikleri ve onlardan yaşları bilinenlerin yaşları yaklaşık olarak şöyledir; Hatice bint Hüveylid 40, Sevde bint-i Zem’a 55 , Aişe binti Ebu Bekir 9 (Aişe'nin yaşı konusunda farklı görüşler de mevcut olup, sözlendiğinde 6, evliliğinde ise 9, 13 veya 18, 15 veya 20 olduğu da ifade edilmektedir) , Hafsa binti Ömer 60 [63] , Zeyneb binti Huzeyme 60 [63], Ümmü Seleme Hind el-Mahzumiye 28, Zeyneb binti Cahş 37, Cüveyriye binti el-Haris 20, Safiyye binti Huyey b.Ahtab 16.5, Ümmü Habibe Remle binti Ebi Süfyan 34, Meymune binti el-Haris el-Hilaliyye 35, Mariye el-Kıbtiyye ?.

Medine'ye hicretten sonra Muhammed savaşlarda ölen Müslümanların dulları olan 3 kadınla (Uhud'da ölen Huneys b.Huzafe'nin dulu Hafsa bint Ömer bin Hattab, Bedir'de ölen Ubeyde b. el-Haris'in dulu Zeyneb bint Huzeyme, Uhud'da ölen Abdullah bin Abdilesed'in dulu Hind el-Mahzumiye -Ümmü Seleme), bazı önemli kabilelerle akrabalık bağı kurmak için 5 kadınla (Mustalik oğullarının reisi el-Haris’in kızı Cüveyriye, Kureyş lideri Ebu Süfyan'ın kızı Ümmü Habibe, Medine Yahudilerinden Nadir Oğulları kabilesi reisi Huyey b. Ahtab’ın kızı Safiyye, Âmir b. Sa’sa’a kabilesinden Meymune, Mısır Mukavkısı'nın hediyesi Mariye el-Kıpti) ve evlatlığı olan Zeyd'in ayrıldığı hanımı ve halasının kızı olan Zeynep binti Cahş ile evlenmiştir.

Türk İlâhiyatcı Prof Dr Süleyman Ateş, Aîşe'nin yaşı ile ilgili rivayetlerin Ayşe’nin özgeçmişini yazan tarihçilerin verdiği bilgilerle uyuşmadığını ifade etmektedir. Süleyman Ateş konu ile ilgili açıklamasında:" Tarihçilerin ve bibliyografların tesbitine gore Hz. Ayşe, Peygamberimizin kızı Hz. Fatıma'dan beş yaş küçüktür. Hz. Fatıma Peygamberlikten 5 yıl önce doğmuştur. Demek ki Hz. Ayşe, Peygamberliğin başlangıç yılında doğmuştur. Hz. Muhammed Peygamber olduktan itibaren 13 yıl Mekke'de kaldı. Peygamber hicret ettiği zaman Ayşe 13 yaşında olmalıdır. Peygamber Medine'ye göçtükten iki yıl sonra Ayşe ile evlendiğine göre (el-İsâbe: 4/359) demek ki evlendiği zaman Hz. Ayşe en az 15 yaşında idi. Ayrıca Hz. Ayşe, Peygamber'le nişanlanmadan önce Cübeyr ibn Mut‘im’e nişanlı veya sözlü idi. Bu da onun, Peygamber, kendisini istemeden önce evlenecek yaşta olduğunu göstermez mi? Bu yaş da herhalde dokuz yaş değildir. Demek ki Peygamber istediği zaman Ayşe, en azından evlenecek çağ olan 15 yaşlarında idi. Bu yaş da Arabistan gibi sıcak ülkelerde tam evlenme çağıdır. Bizde de eskiden kız çocukları erken evlendirilirdi. "14'üne gelince kızı ya ere veya yere vermeli" cümlesi bir ata sözü gibi söylenir. Zaten evlenecek çağda olmayan birisini Peygamber’e önermezlerdi. Çünkü Hz. Ayşe'yi direkt olarak Peygamber istememiş, halası onu Peygamber'e önermiş, o da uygun görmüştü. Bir başka rivayete göre Hz. Ayşe Peygamberimizin kızı Fatma ile yaşıttır. Fatma’nın doğumunda babası 35 yaşında idi. Bu durumda Ayşe evlendiğinde 20 yaşlarındadır. " ifadesini kullanmaktadır.

Türk İlahiyatçı Prof.Dr. Mehmet SOYSALDI, Muhammed'in evlilikleri ile ilgili değerlendirmesinde ; " Tarih boyunca İslam düşmanları, İslam dinini insanlara kötü göstermek ve Müslümanları dinlerinden soğutmak amacıyla planlı bir takım girişimlerde bulunmuşlardır. İşte onlardan biri de İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v)’e yönelttikleri iftiralar ve batıl sözlerdir..." ifadesine ek olarak "..onların bu iddialarının Muhammed’e, olan kin, haset ve düşmanlıklarından kaynaklandığını ve bütün bunları insanları İslam dininden uzaklaştırmak için ortaya attıklarını.." savunmakta ve Muhammed'in fazla evliliğinin "sebep ve hikmetleri" açısından değerlendirildiğinde ".. İslam düşmanlarının iddialarının gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı.." görüşüne yer vermektedir.

5- Çocukları

Muhammed'in ilk eşi Hatice'den, üç oğlu ve dört kızı olmak üzere toplam yedi çocuğu olmuş; erkek çocukları küçük yaşta vefât etmiştir. Erkek çocukları Kasım, Abdullah ve Tahir, kız çocukları ise sırasıyla; Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma’dır. Muhammed'in Ebu'l Kasım (Kasım'ın babası) olan künyesi, Hatice'den olan ilk oğluna dayanır. En küçük kızı Fatıma, özellikle Alevilerce kutsanır ve ikinci Meryem olarak anılır. Fatıma, Muhammed'in İslâm tarihi açısından en fazla iz bırakan çocuğu ve soyunu devam ettiren tek kızıdır. Muhammed'in kızları arasında Fatıma'dan sonra en fazla bilgi sahibi olunan diğer kızı Zeynep'tir. İslâm geleneğinde Şerif ile Seyyidlerin soyları Fatıma ve Ali yoluyla Muhammed'e dayandırılır.

Yazar Turan Dursun'a göre Muhammed'in ilk eşi Hatice'den olan çocuklarının sayısı konusunda görüş birliği yoktur. T. Dursun, bu sayının 8, 9, 10 veya 11 olduğunu ve bu çocukların Haticenin kızkardeşinden kalma yetimleri olabileceğini de belirtir.

Muhammed'in Hatice'den sonraki evliliklerinden Eşi Mariye’den olan oğlu İbrahim dışında çocuğunu olmamış ve İbrahim iki yaşında vefat etmiştir.

c- Peygamberliği

İslam inancına göre Kur'an Allah tarafından Cebrail isimli melek aracılığıyla İslam peygamberi Muhammed bin Abdullah'a peygamberliği boyunca (23 yıl) ayetler halinde indirilen İslam dininin kutsal kitabıdır. İslamda inanç, ibadet, şeriat, ahlak, tasavvuf gibi uygulamaların dayandırıldığı ana kitaptır.

Muhammed'in ölümünden yaklaşık iki yüzyıl sonra yazılan, bir rivayet zinciri ile Muhammed'e isnad edilen söz, fiil ve davranışlara Hadis, bunların tatbikine Sünnet denir. Sünnîler ile az sayıda ortak hadise sahip olan Şiilik'te, sadece masum kabul edilen imamların naklettiği sözler hadis kabul edilir. Hadisler, Kuran'dan sonra İslam'da ikincil kaynaktır.

Yaşadığı dönemde, Mekke'nin putperestliğin merkezi olmasına rağmen Muhammed, çocukluğundan ilk vahye kadar, putlara hiç tapmamıştır.

İslam'a göre, Muhammed 40 yaşına yaklaştığında toplumdan uzaklaşarak Mekke’nin kuzeyinde, Nur dağı'ndaki Hira mağarasında inzivaya çekilmeyi ve burada vakit geçirmeyi adet edinmiş, bu durum 1-2 yıl devam etmiştir. 610 yılında bir Ramazan gecesi (Kadir gecesi) hırkasına bürünüp Hira Mağarasında tefekküre daldığı bir sırada ilk vahyi almıştır. Muhammed'in 610 yılından başlayarak, vefat ettiği yıl olan 632'ye kadar aldığı vahiyler Kur'an'ı oluşturur. İlk vahiy şu şekilde anlatılır:

Muhammed, bir sesin kendisini ismi ile çağırmakta olduğunu duydu. Başını kaldırıp etrafına baktı fakat taş ve ağaçlardan başka birşey göremiyordu. Bu sırada her tarafı ansızın bir nur kaplamıştı; dayanamayıp bayıldı. Kendisine geldiğinde karşısında vahiy meleği Cebrail'i gördü.

Cebrail O'na: "Oku" dedi.

Muhammed: "Ben okuma bilmem" diye cevap verdi.

Cebrail, Muhammed'i kucaklayıp güçsüz bırakıncaya kadar sıktı ve "Oku" emrini tekrarladı.

Muhammed: "Ben okuma bilmem, söyle ne okuyayım" diye cevapladı.

Bunun üzerine Cebrail, Allah'tan aldığı ve Resûlüne teslim etmeye geldiği Alak Suresi'nin ilk ayetlerini okudu. " Yaratan Rabb'inin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabb'in sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediği şeyleri öğretendir. " (Alak Suresi: 1-5). Meleğin arkasından Muhammed de bu ayetleri tekrarladı. Heyecanla mağaradan çıkarak evine doğru hızlıca gitmeye başladı. Yolda ilerlerken gökyüzünden bir sesin: "Ey Muhammed! Sen Allah'ın elçisisin, Ben de Cebrail'im" dediğini duydu. Başını kaldırdığı zaman, Cebrail'i gördü. Korku içinde evine vardı. Eşi Hatice'ye: "Beni örtün, çabuk beni örtün" dedi. Bir müddet dinlenip heyecanı geçtikten sonra yaşadıklarını eşi Hatice'ye anlattı, " Korkuyorum ey Hatice! Bana bir zararın gelmesinden korkuyorum", dedi. Hatice, O'nu şu sözlerle teselli etti: "Öyle deme. Allah'a yemin ederim ki, Yüce Allah, hiç bir zaman seni utandırmaz. Çünkü sen , akrabanı gözetirsin. İşini görmekten aciz kimselerin işlerini yüklenirsin, Fakire yardım edersin. Misafiri ağırlarsın". Hatice daha sonra bu durumu Varaka bin Nevfel'e anlattı ve Muhammed'i Varaka'ya götürdü. Varaka haniflerdendi. Tevrat ve İncil'i okumuş, İbrani dilini ve eski dinleri bilen bir ihtiyardı. Varaka Muhammed'i dinledikten sonra: "Müjde sana Ey Muhammed, Allah'a yemin ederim ki sen İsa'nın haber verdiği son Peygambersin. Gördüğün melek, senden önce Yüce Allah'ın Musa ve İsa'ya göndermiş olduğu Ruhu'l-Kudüs'tür. Keşke genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan çıkaracağı günlerde sana yardımcı olabilseydim... Hiç bir Peygamber yoktur ki, kavmi tarafından düşmanlığa uğramasın, eziyet görmesin" dedi.

Bu konudaki bir başka rivayete göre Varaka’nın, “Korkarım ki ona gelen, Cebrail’den başkasıdır. Çünkü bazı şeytanlar, bir kısım insanı saptırmak için Cebrail sûretine girip ona benzerler. Amaçları akıl sahibi kişileri, deli ve mecnûn etmektir.” diye görüş bildirdiği ve bunun üzerine; “Nûn, kaleme ve yazdıklarına andolsun, Sen Rabbinin nimeti sayesinde mecnun değilsin. Kuşkusuz senin için tükenmez bir ecir var. Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin. Sen de göreceksin, onlar da görecek. Hanginizde imiş o fitne ve cinnet. Doğrusu Rabbin, yolundan sapanı en iyi bilendir. Hidayete ereni de en iyi bilen O'dur.” ayetlerinin indirildiği kaydedilir.

Bu olayın ardından vahiy 40 gün süreyle kesintiye uğramıştır. Bu dönem " İnkıta-ı Vahy " hadisesi olarak adlandırılır.

1- İslam'a çağrı, ilk Müslümanlar, tepkiler

Muhammed, Mekkeli paganların yanı sıra, Yahudi ve Hıristiyanları da dinlerinin aslının bozulduğu iddiaları ile İslam'a davet etmiştir.

Sünnilere göre Muhammed’in çağrısına ilk uyan, eşi Hatice oldu. Onu amcası Talip’in oğlu Ali, azatlı kölelerden Zeyd bin Harise ve Ebu Bekir izledi. Şia'ya göre ise ilk Müslüman amcasının oğlu Ali bin Ebu Talib'dir.

Muhammed’in çağrısı, kendi mevkilerinin tehlikeye girebileceğini düşünen kişileri tedirgin etti. Kâbe’den putların kaldırılması, ticareti engelleyeceği ve birtakım alışkanlıklara son verileceği için büyük tepki ile karşılandı. Bu dönemde İslam dinini kabul edenlerin büyük bir çoğunluğu dinlerini gizlemek zorunda kaldılar. Belli bir süre sonra Muhammed önce akrabalarını, ardından Safâ tepesine çıkarak tüm Mekke halkını açıktan açığa Müslüman olmaya çağırdı. İlk müslümanlar ağır hakaret ve işkencelere katlanmak zorunda kaldılar.

Bir bölüm müslüman, kendilerine yapılan işkenceler artınca Habeşistan’a göç etmek zorunda kaldı. İki dalga hâlinde göç edenler, bir süre sonra Muhammed’in Mekkelilerin Müslüman oldukları ve Muhammedle anlaştıkları (Garanik) yolunda aldıkları bir haber üzerine geri döndülerse de Mekke’ye geldiklerinde bunun doğru olmadığını öğrenince yeniden gittiler. Bu arada iki güçlü ve önemli mevki sahibi kişi olan Ömer ve Hamza’nın müslümanlığı kabul etmeleri müslümanların moral ve cesaretlerini artırdı; Kâbe’de açıkça namaz kıldılar. Muhammed’in, amcası Ebu Leheb dışındaki akrabalarından yardım görmesi ve Mekke önde gelenlerinden bazılarının müslüman olmaları, putperest inancına sahip kişilerin tepkilerini daha da artırdı. Muhammed, eşi Hatice ve amcası Ebu Talib’in ölmeleri üzerine Mekkeliler’in müslüman olmaları konusunda ümitsizliğe kapılarak Taif’e yerleşmek istedi. Ancak burada tepki daha da büyük oldu ve Muhammed geri dönmek zorunda kaldı. Tüm bu olaylara karşın, peygamberliğine olan inancı, düşüncelerini sürekli yaymasını sağladı. Bu inancından cesaret alarak din alanındaki çalışmalarını Mekke dışına taşımaya yöneldi.

2-İsra ve Miraç

Geleneksel İslam anlayışına göre Muhammed Medine’ye gitmeden bir süre önce, İsra ve Mirac mucizesi meydana gelmiştir: Bir gece, Muhammed, Cebrail eşliğinde, Mescid-i Aksa’ya gider. Orada, İbrahim, Musa, İsa ve diğer peygamberlerden bazılarıyla görüştükten sonra göğün en son katı olan Sidretu’l-Münteha’ya yükselir. Allah ile görüşür, Cennet ve Cehennemi görür ve Mekke'de bulunan evine döner. Sünni inancına göre bu yolculuk esnasında, diğer bazı hükümler yanında beş vakit namaz da farz kılınmıştır. Yine sünni inancında Muhammed bu yolculuğu hem ruh hem beden ile Şii inancında ise sadece ruh ile yapmıştır.

Bazı günümüz araştırmacıları Kur'an'da anlatılan olayın farklı olduğunu, Mescid'i Aksa'nın Kudüste değil, bir yürüyüş mesafesi olan Cirane mevkiinde bulunduğunu, Muhammed'in zamanında, bugün Mescidi Aksa olarak isimlendirilen Süleyman tapınağının isminin 'Beytül makdis' olarak geçtiğini ifade etmektedirler.

Kur'an'da sadece gece yürüyüşü anlamına gelen ve Mescid-i Aksa'ya kadar sürdüğü belirtilen İsra olayına yer verilir. Diğer anlatımlar ve Mi'raç hadis kitaplarında yer alır. Dini ve inanç yönünden de bazı eleştiriler alan bu anlatımlar bazı mitolojik olağanüstülükleri de içerisinde barındırır.

Muhammed Mekke’ye dönünce, bu yolculuğunu anlattı. Kureyş'liler, O'nu yalanladılar ve doğruysa Mescid-i Aksa'yı kendilerine tarif etmesini istediler. Mescid-i Aksa'dan tam ve doğru olarak cevap verince sustular. Hatta Kureyşlilere, Mi'raca çıkarken yolda gördüğü Kureyşin bir kervanının ertesi günün belirli bir vaktinde geleceğini haber verdi. Aynen söylediği vakitte kervan gelerek Mi'racının doğru olduğunu tasdik ettirdi. Bir anlatıma göre ise kervanın dönüşü 1 saat gecikmiş, ama bu gecikmeyi telafi etmek için Allah güneşin doğuş saatini 1 saat geciktirerek peygamberin sözünün yalan çıkmamasını sağlamıştır.

3- Hicret, Medine Vesikası ve bozulması

Akabe biatları

Muhammed, bir Hac mevsiminde Akabe’de Yesribliler (Medineliler) ile görüştü. Medinelilerden, önce altı, sonra on iki kişi müslüman oldu. Medineliler İslam’ı kabul edip memleketlerine döndüler ve İslam’ı anlatmaya başladılar. Ertesi yıl aynı yerde yetmiş üç erkek, iki kadın Medineli müslüman, Muhammed Medine’ye gelip bu kente yerleşirse kendisini koruyacaklarına söz verdiler. Bu anlaşma Mekke’de öğrenilince müslümanlara baskı ve zulüm daha da arttı ve Müslümanlar büyüklü küçüklü topluluklar hâlinde Medine’ye göç etmeye başladılar. Medine’nin, Mekke ticaret yolu üzerinde bulunması ve burada müslümanların giderek çoğalması, Mekkeliler’in çıkarlarına aykırı düştü; bu nedenle Müslümanların Medine’ye göç etmelerine engel olmaya çalıştılar.

a- Hicret

Müslümanlığa karşı olan Mekkelilerin, baskıyla, Muhammed’i vazgeçirememesi ve Medine’de müslümanların giderek kuvvetlenmesi, durumun kendileri için tehlike yaratacağı düşüncesiyle Dâru'n-Nedve dedikleri meclislerinde toplanarak meseleyi görüşmelerine yol açtı.

Görüşmelerde yerleşik düzeni tehdit eden islamın hızla büyüdüğü ve Muhammed’in bu çalışmalarını durdurmak gerektiği merkezinde birleşildi. Mekke’nin ileri gelenleri bu kararı alınca, nasıl hareket edecekleri ve hangi yöntemleri uygulayacakları konusunda görüşmeye başladılar. İlk önce şu görüş ortaya atıldı: “Muhammed’i prangaya vurup hapsedelim!” Bu kabul edilmeyince: “Onu memleketimizden sürgün edelim; ne hâli varsa görsün!” denildi. Bu görüş de kabul edilmeyince, İslam'ı sevmeyen ve onu çok tehlikeli bulan Amr bin Hişam: “Benim görüşüme göre, onu öldürmekten başka çaremiz yoktur. Bunun için de, her kabileden birer genç seçelim. Her birine de birer keskin kılıç verelim. Bunların hepsi birden, kararlaştırdığımız yer ve zamanda Muhammed’i pusuya düşürerek öldürsünler; biz de ondan kurtulalım! Böyle olursa, onun kan davası bütün kabilelere düşeceğinden ve ailesi olan Benu Abdi Menaf, herkese savaş açamayacağından, diyete razı olurlar, biz de diyetlerini veririz!” dedi. Bu görüş kabul edildi.

Gece suikastçiler, Muhammed’in evini sararak, onu öldürmek için uyumasını beklediler. İslam inancına göre, Allah, onların oyununu Peygamber’e bildirdi ve Ali, Muhammed'in yerine geçti. Suikastçılar yorganı açıp yatakta Ali´yi görünce çok şaşırdılar ve durumu üslerine anlatmak üzere gittiler. Muhammed, evden çıkarak Ebu Bekir’in evine gitmiş ve hicret için geldiğini söylemiş, rivayete göre Ebu Bekir’in evinde bir süre oturduktan sonra beraberce, Medine´ye hareket etmişlerdir. Muhammed’in hicret ettiğini öğrenen Mekkeliler, onları bulup getirene yüz deve vaat etmişti. Amr ibni Hişam ve yanındakiler arama için Ebu Bekir’in evine gelince Ebu Bekir’in kızı Esma, onlara nerede oldukları konusunda bir şey söylemedi. Bunun üzerine Amr, Esma’ya şiddetli bir tokat attı.

Mekkeliler, Muhammed hicret edecek olursa, bir kısmı İslam’ı kabul etmiş olan Medine’ye gideceğini biliyorlardı. Muhammed bunu düşünerek, Medine yoluna değil, tam tersi istikametinde, Mekke’nin güneybatısına düşen Sevr dağına doğru hareket etti. Muhammed, Ebu Bekir ile Sevr mağarasında üç gün bekledi.

Bu sırada Mekkeliler, her tarafta Muhammed’i arıyordu. Becerikli bir iz sürücüsü, Mekkelileri Sevr mağarasına kadar getirmişti. Ancak İslam inancına göre bu sırada bir mucize olmuş, bir örümcek mağaranın ağzına ağ örmüş ve bir güvercinde yuvasını mağara girişine kurmuştu. Askerler mağaranın yanına gelince, Ebu Bekir endişelenmeye başladı. Muhammed, onu teselli etti : “Tasalanma, Allah bizimle beraberdir.” Mekkeliler mağara girişindeki örümcek ağını ve güvercin yuvasını görünce içeride kimse olamayacağını düşünerek geri döndüler.

Muhammed ve Ebu Bekir 20 Eylül 622’de, Medine yakınlarındaki Kuba’ya ulaştılar. Muhammed, tekbir ve ilahilerle karşılandı; Kuba’ya varır varmaz Kuba Mescidi’ni inşa ettirdi. Burada Külsüm bin Hedm’e konuk oldu. Muhammed, on gün dinlendikten sonra, yanında bulunan ashabı ile beraber Medine’ye hareket etti. Bu sırada Ali de Kuba’ya vardı.

Muhammed, Medine'de tüm Medinelilerce bekleniyordu. Muhammed Medine’de, Beni Salim mahallesinde Cuma Namazı'nı kıldı ve ilk hutbesini verdi. Medine’de Ebu Eyyub el-Ensari’nin konuğu oldu. Medine´ye girdiğinde halk Peygamberlerinin kendi evlerinde kalması konusunda tartışınca Muhammed; devesinin ilk çökeceği yere evinin yapılması önerisini sundu ve halk bunu kabul etti. Devesinin ilk çöktüğü yere bir Mescid ve kendi ailesinin kalması için mescide bitişik odalar yaptılar. Mescidin bir yanına da barınaksız kişilerin kalabilmeleri için “Suffa” adı verilen bir yer yapıldı, burada kalanlara “Ashab-ı suffa” denildi.

b- Medine Vesikası :

Medine (asıl adı Yesrib olan şehre Müslümanlarca Medinetü'n Nebi, sonra da kısaca Medine adı verildi) halkı, Mekke’den göç edenlerden (Muhacir) ve bunlara yardımcı olduklarından dolayı Ensar adını alan yerli halk (Yemen kökenli Evs ve Hazrec kabileleri ile Beni Kureyza, Beni Kaynuka, Beni Nadir adlı Yahudi kabilelerden oluşuyordu. Bunlar arasında birlik sağlamak oldukça güçtü. Medine sınırları yakınlarında Hayber vb. yerlerde yaşayan Yahudiler, varlıklı kişiler olduklarından, çevre üzerinde etkiliydiler. Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki geleneksel düşmanlığın yeniden alevlenme olasılığı da vardı. Ayrıca Ensar ile Muhacirleri kaynaştırmak, çözülmesi gereken bir sorundu. Muhammed, bütün bu kesimleri birleştirip bağdaştırmak amacındaydı. Ancak her şeyden önce çok yoksul olan göçmenlerin durumlarının düzeltilmesi gerekiyordu. Muhammed Muhacirleri yerli halk ile kardeş ilan ederek, onlara yardım etmelerini sağladı. Yahudiler ile açılan aralarını düzelterek Medine kent devletini kurdu. Farklı kesimlerin hak ve yükümlülüklerini saptayan 47 maddelik bir tür Medine Antlaşması'ı benimsendi.

Burada sizden (sizin inancınızdan) olmasalar bile komşularınızla eşit hukuk ve eşit haklar içerisinde komşuluk yapmanız gerektiği vurgulanır. Medine Vesikası/Rıza Şehri Beyannamesi 622 yılında Hicret sonrası Hz. Muhammed ve Hz. Ali tarafından hazırlanmıştır.

MEDİNE VESİKASI

(eksisozluk.com/medine-vesikasi—1227896)

 

Antlaşma aslen şöyledir:

 

1) bu kitap (yazı), peygamber muhammed tarafından kureyşli ve yesribli mü’minler ve müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir).

 

2) işte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmi’a) teşkil ederler.

 

3) kureyş’den olan muhâcirler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.

 

4) benû ‘avf’lar kendi aralarında âdet olduğu vechile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve (müslümanların teşkil ettiği) her zümre (tâife), harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

 

5) benû hârisler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile evvelki, şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasında iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

 

6) benû sâide’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

 

7) benû cuşem’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

 

8) benû’n-neccâr’lar kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

9) benû ‘amr ibn ‘avf’lar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

 

10) benû’n-nebît’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

 

11) benû’l-evs’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir...

 

12) mü’minler kendi aralarında ağır malî mes’uliyetler altında bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar, fidyei necât veya kan diyeti gibi borçlarını iyi ve mâkul bilinen esaslara göre vereceklerdir.

 

12/b) hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsına (kendisi ile akdî kardeşlik râbıtası kurulmuş kimse) mümâna’at edemez (diğer bir okunuşa göre: hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsı ile, onun aleyhine olmak üzere bir anlaşma yapamayacaktır.)

 

13) takvâ sahibi mü’minler, kendi aralarında mütecâvize ve haksız bir fiil îkaını tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da mü’minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.

 

14) hiçbir mü’min bir kâfir için, bir mü’mini öldüremez ve bir mü’min aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.

 

15) allah’ın zimmeti (himâye ve temînatı) bir tekdir; (müminlerin en ehemmiyetsizlerinden birinin tanıdığı himâye) onların hepsi için hüküm ifade eder. zîra mü’minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı (kardeşi) durumundadırlar.

 

16) yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muârız olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardım ve müzâheretimize hak kazanacaklardır.

 

17) sulh, mü’minler arasında bir tekdir. hiçbir mü’min allah yolunda girişilen bir harpde, diğer mü’minleri hâriç tutarak, bir sulh anlaşması akdedemez; bu sulh, ancak onlar (mü’minler) arasında umumiyyet ve adâlet esasları üzere yapılacaktır.

 

18) bizimle beraber harbe iştirak eden bütün (askerî) birlikler, birbirleriyle münâvebe edeceklerdir.

 

19) mü’minler, birbirlerinin allah yolunda (uğrunda) akan kanlarının intikamını alacaklardır.

 

20) takvâ sahibi mü’minler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.

 

20/b) hiçbir müşrik, bir kureyşlinin mal ve canını himâyesi altına alamaz ve hiçbir mü’mine bu hususta engel olamaz (yani kureyşliye hücûm etmesine mani olamaz).

 

21) herhangi bir kimsenin, bir mü’minin ölümüne sebep olduğu katî delillerle sâbit olur da maktûlün velîsi (hakkını müdafaa eden) rızâ göstermezse, kısas hükümlerine tabî olur; bu halde bütün mü‘minler ona karşı olurlar. ancak bunlara, sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek helâl (doğru) olur.

 

22) bu sahîfe (yazı)nın muhteviyatını kabul eden, allah’a ve ahiret günü’ne inanan bir mü’minin bir kaatile yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi helâl (doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir yer gösteren kıyâmet günü allah’ın lânet ve gazabına uğrayacaktır ki o zaman artık kendisinden ne bir para tediyesi ve ne de bir tavîz alınacaktır.

 

23) üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, allah’a ve muhammed’e götürülecektir.

 

24) yahudiler, mü’minler gibi, muharebe devam ettiği müddetçe (kendi harp) masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler.

 

25) benû ‘avf yahudileri, mü’minlerle birlikte [ibn hişâm’da bu, “ma’a” (= ile) olarak, ebû ubeyd’de ise “min” (= den) olarak zikredilir] bir ümmet (: câmi’a) teşkil ederler. yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. buna gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.

 

25/b) yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îkâ eder, o sadece kendine ve âile efradına zarar (vermiş) olacaktır.

 

26) benû’n-neccâr yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.

 

27) benû’l-hâris yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.

 

28) benû sâ’ide yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.

29) benû cuşem yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.

 

30) benû’l-evs yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.

 

31) benû sa’lebe yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îka eder, o sadece kendini ve aile efradını zarardîde etmiş olacaktır.

 

32) cefne (âilesi) sa’lebenin bir kolu (batn) dur; bu bakımdan sa’lebe’ler gibi mülâhaza olunacaklardır.

 

33) benû’ş-şuteybe de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. (kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır.

 

34) sa’lebe’nin mevlâları, bizzat sa’lebeler gibi mülâhaza olunacaklardır.

 

35) yahudilere sığınmış olan kimseler (bitâne), bizzat yahudiler gibi mülâhaza olunacaklardır.

 

36) bunlar’dan (yahudiler) hiçbir kimse (müslümanlarla birlikte bir askerî sefere), muhammed’in müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.

 

36/b) bir yaralamanın intikamını almak yasak edilemeyecektir. muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede kendini ve âile efradını mes’ûliyet altına sokar; aksi halde haksızlık olacaktır (yani bu kaideye riâyet etmeyen bir kimse haksız vaziyette olacaktır). allah bu yazıya en iyi riâyet edenlerle beraberdir.

 

37) (bir harp vukuunda) yahudilerin masrafları kendi üzerine ve müslümanların masrafları kendi üzerinedir. muhakkak ki bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır. onlar arasında hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır. (kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareketler olmayacaktır.

 

37/b) hiçbir kimse müttefikine karşı bir cürüm îka edemez: muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir.

 

38) yahudiler müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri müddetçe masrafda bulunacaklardır.

 

39) bu sahîfenin (yazının) gösterdiği kimse lehine yesrib vâdisi dahili (cevf), harâm (mukaddes) bir yerdir.

 

40) himâye altındaki kimse (cârr), bizzat himaye eden kimse gibidir; ne zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm îka edecektir.

 

41) himâye verme hakkına sahip kimselerin izni müstesnâ, bir himâye hakkı verilemez.

 

42) bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler arasında zuhurundan korkulan bütün öldürme yahut münâzaa vak’alarının allah’a ve resûlullah muhammed’e götürülmeleri gerekir. allah bu sahîfeye (yazıya) en kuvvetli ve en iyi riâyet edenlerle beraberdir.

 

43) ne kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar, himâye altına alınmayacaklardır.

 

44) onlar (= müslümanlar ve yahudiler) arasında, yesrib’e hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.

 

45) şayet onlar (yahudiler), (müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye veya bir sulh akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. şayet onlar (yahudiler), (müslümanlara) aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa, mü’-minlere karşı aynı haklara sahip olacaklardır; din mevzuunda girişilen harp vak’aları müstesnâdır.

 

45/b) her bir zümre, kendilerine ait mıntıkadan (gerek müdafaa ve gerekse sâir ihtiyaçlar hususunda) mes’uldür.

 

46) bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar, aynı şekilde evs yahudilerine, yani onların mevlâlarına ve bizzat kendi şahıslarına, bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir muhafazakârlık ile tatbik olunur. (kaidelere) muhakkak riâyet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır. ve haksız şekilde kazanç temin edenler, sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. allah bu sahîfede (yazıda) gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riâyet edenlerle beraberdir.

 

47) bu kitap (yazı), bir haksız fiil îka eden veya cürüm işleyen (ile cezâ) arasına engel olarak giremez. kim ki bir harbe çıkar, emniyette olur veya kim ki medine’de kalırsa yine emniyet içindedir; haksız bir fiil ve cürüm îkaı halleri müstesnâdır. allah ve resûlullah muhammed himayelerini, (bu sahîfeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır."

 

Hz. Muhammed’in karşılıklı görüşmeler sonucunda ve oydaşma esasına dayalı hazırladığı bu toplumsal sözleşmenin kabulünü sağlayan esaslı faktörlerden biri, 120 yıldır savaş ve düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen Medine’nin bizzat içinde bulunduğu kaotik ve güvensiz durumdur. Medine adeta kendine bir kurtarıcı beklemektedir. Kendi başına ve varolan sosyal güçlerle barış ve istikrar sağlayacak siyasal ve toplumsal bir formül bulamıyor. Medine savaşlarla iktisadi bakımdan sürekli gerilerken, yine de yeni çatışmalara gebe bir görünümdedir. İşte tam da böyle kritik bir dönemde yabancı kökenli biri çıkıp bütün gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarını gösteriyor, herkesi hukuk temelinde, “neysen osun” ilkesine göre varolmaya çağırıyor.

 

Vesika'da yaralama, öldürme, kan diyetleri, fidye-i necat vb. terim ve maddelerin sıkça yer alması, uzun yıllar iç savaşlarla sarsılmış ve bitkin düşmüş bir toplumun normal konjonktürünü yansıtır. O günün ivedi sorunu, çatışmalara bir son verilmesi ve taraflar arasında adalet ve hakkaniyet esaslarına uygun bir arada yaşamanın formülünün bulunmasıydı. Bu yönüyle Vesika, oldukça dönemsel bir nitelik taşır. Ancak onun dönemselliği ve altına imza atan insanların sayısının azlığı, kurucu ilkeleri yönünden önemsizdir.

İkinci önemli nokta, böyle bir proje sayesinde kimsenin kimse üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan başkalarını doğal bir realite kabul etmesi ve onun yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermesinin yasallaşması ve hukukun teminatı altına alınmasıdır.

 

Gözönünde tutulması gereken bir nokta da şudur: Medine Vesikası, bütün sosyal bloklar açısından “hakimiyet” değil “katılım” temelinde bir toplumsal projeyi öngörür. Vesika’nın çizdiği proje çerçevesinde Müslümanlar, özgür insanlar olarak Allah ve Hz. Muhammed’in gösterdiği istikamette ve güven içinde yaşayacak ve dinlerini tebliğ edeceklerdir. Aynı haklar Yahudiler ve diğerleri için de geçerlidir.

 

Burada Vesika’dan çıkarabileceğimiz ilk kurucu ilkenin altını çiziyoruz:

Doğru, adil, hukuka saygılı ve insanlar arasında gerçek barış ve istikrarı amaçlayan ideal bir projenin, farklı gruplar (dinî, hukuki, felsefi, siyasi vs.) arasında bir sözleşme temelinde ortaya çıkması gerekir. Sözleşmenin hazırlanması esnasında sosyal blokların kendileri veya temsilcileri hazır bulunmalı, özgür bir ortamda ve karşılıklı görüşme ve tartışmalarla sözleşmenin hükümleri (temel yasalar) tesbit edilmelidir.

 

Toplumsal hayata katılan gruplar heterojen olduklarından, her bir madde bir örtüşme noktasını teşkil etmeli ve oydaşma yoluyla tesbit edilmelidir. Her örtüşme maddesi sözleşmenin bir hükmünü oluşturur ve anlaşmazlık konusu her madde de grupların kendilerine terkedilir. Örtüşme sözleşme alanına, farklılık özerk alana aittir. Bu, birlik içinde zengin farklılık, yani sahici çoğulculuktur.

 

İkinci kurucu ilke hakimiyet’in değil, katılım’ın hareket noktası seçilmesidir. Çünkü totaliter ve üniter bir siyasal yapıda farklılıklar kabul edilemez. Medine Vesikası, Müslüman ve Yahudileri kabile kabile (tek tek) zikreder. Müşriklere de ayrı bir maddede değinir. (Md. 20/B). Muhacirler, Ensar, Benu Avf, Benu Harisler, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’n-Neccar, Benu Amr İbn Avuflar, Benu Nebît ve Benu’l-Evs... (Md.1-11). Yine Yahudiler’den Benu Avf, Benu’n-Neccar, Benu’l-Haris, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’l-Evs, Benu Sa’lebe, Cefne, Benu Şuteybe (Md.25-33) kabilelerini ve onların mevlalarını ayrı ayrı zikreder.

 

Mevla, kan ve akrabalık bağı olmaksızın bir kabileye bağlı veya onunla anlaşmalı olan kabile, aşiret veya topluluktur. Bu demek oluyor ki, ismiyle ve imzasıyla sözleşmeye taraf olan her bir sosyal blok, kendisine bağlı diğer toplulukları da temsil etmekte ve aynı hak ve sorumlulukları onlara da tanımaktadır. Ancak 20/B maddesi müşriklerle ilgili özel hükümler getiriyor ve 43. md. ile destekleniyor. Bu da Medineli Müşrikler’in Mekkeli Müşrikler’le her türlü siyasi ve askeri ilişki kurmalarına engel teşkil etmek içindir. Esasında Medineli Müşrikler de Mekkelilerle ittifak kurma arzusunu taşımıyorlar, hatta başlarına bir tehlike gelir diye çekiniyorlardı. Ama onlar da, diğerleri gibi 39. md.de belirtilen Site’nin alanı içinde her türlü hak ve özgürlüklere sahip olmak istiyorlardı, Vesika bu haklı talebi de hukuki bir teminat altına almaktadır. Nitekim, Mekkelilerle girişilen Bedir ve Uhud savaşlarından sonra da, Vesika’ya taraf Müşrikler’in Medine’de yaşamaya devam ettiklerini ve Müslümanlarla aralarında çatışmaya dönüşecek ciddî sorunlar çıkmadığını biliyoruz.

 

Kabilelerin bir bir zikredilmesi, toplumda varolan dinî ve etnik toplulukların kimliklerini tanımak ve belgelemek içindir. Muhtemelen, kabile liderleri bunu özellikle talep etmişlerdir.

 

Bundan şu sonuç çıkar: Her bir dinî ve etnik grup kültürel ve hukuki tam özerkliğe sahiptir. Yani din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat, gündelik hayatın düzenlenmesi vb. alanlarda herkes ne ise öyle olacak ve kendini tanımladığı hukukî ve kültürel standartlar içinde ifade edecektir. Sözkonusu dinî ve hukuki özerkliğin teminatı, “Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse kendileri dahildirler” diyen 25. maddedir.

 

 

4- Savaşlar

Medine'ye göç edenlerden kalan mallarının yağmalanmasına karşılık Muhammed, Mekkeye giden kervanlara saldırmak isteyen Müslümanların ısrarlı taleplerine onay verdi. Büyük bir kervana saldırmak isteyen Müslümanlar ile bunu haber alan Mekkeli kuvvetler arasında Bedir kuyularının olduğu bölgede yapılan muharebede (13 Mart 624) 305 kişilik Muhammed komutasındaki Müslümanlar, komutanları Amr İbni Hişamı da öldürerek 950 kişilik Mekke kuvvetlerini bozguna uğrattı. Bir yıl sonra bu kez Ebu Süfyan komutanlığında 3000 piyade ve 200 süvari ile Medine'doğru yola çıkan Mekke kuvvetleri Uhud dağı eteklerinde yaklaşık 1000 kişilik Medine ordusu ile 19 Mart 625'de karşılaştı. Uhud Muharebesi olarak adlandırılan bu savaş sırasında bozguna uğramış Mekke kuvvetleri, Muhammed'in emrini dinlemeyerek dağın arkasından dolaşan geçidi kontrol etmek üzere konuşlanmış okçuların yerinden ayrılmasından faydalanan süvarilerin desteği ile tekrar toparlandı ve üstünlük sağladı. Taraflar şehirlerine geri döndüler. Daha sonra Mekkeliler Müslümanların Mekke kervanlarına saldırılarına devam ettiler. 31 Mart 627'de 10.000 savaşçısı ve 600 atlısı ile Medine'ye saldırmaya gelen Mekkelilere karşı Medineliler Muhammed komutasındaki 3000 piyade ile şehirde savunma savaşı yapmaya karar verdi. Selman-ı Farisi'nin teklifiyle şehrin bazı stratejik yerlerine hendekler kazılmasından dolayı Hendek savaşı olarak adlandırılan bu savaş bir kuşatmaya dönüştü. Bir ay süren kuşatma havanın soğuması ve fırtına çıkması ile kaldırılması Medinelilerin zaferi olarak kaydedildi.

Hudeybiye Antlaşması ve Mekke'nin Fethi

Muhammed ve ashabı, Beytullah ziyareti için Mekke'ye doğru yola çıktı. Mekkelilerin Müslümanları savaş için geldiklerini zannederek korkuya kapıldılar, anlaşma teklif ettiler. Hudeybiye Köyü'nde, 628 yılında 10 yıl savaş yapılmayacağına dair anlaşma yapıldı. Bu anlaşmayı Mekkelilerin himayesindeki bir kabilenin bozması ile Muhammed komutasındaki güçler Mekkeyi kuşattı ve ufak birkaç saldırı dışında direniş olmadan 11 Aralık 629'da Mekke fethedildi. Muhammed Mekke'ye girer girmez genel af ilan edildiğini bildirdi ve Ebu Süfyan'a bildirdiği şekilde, kimseye dokunulmayacağını ilan etti. Ardından içerisinde 360 put bulunan Kabe'ye yöneldi. İsra Suresi'nin 81. ayetini okuyarak putları birer birer devirdi ve daha sonra da beraberindeki Müslümanlarla Kabe'yi tavaf etti. En önemli ticaret merkezlerinden Mekke'nin fethedilmesinden sonra Muhammed'in insanları çağırdığı İslam dini Arap yarımadasında üstünlük sağlamaya başladı.

5- Son hac ve Gadirgum hutbesi

632 yılının Mart ayında (9 Zilhicce) arefe günü 100.000 den fazla Müslüman'a Arafat vadisindeki Rahmet Dağı'nda verdiği son hitabesine veda hutbesi denir.

VEDÂ HUTBESİ (Diyanetin sitesinden)

(9 Zilhicce l0 H./8 Mart 632 M. Cuma)

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) Vedâ haccında, 9 Zilhicce Cuma günü zevâlden sonra Kasvâ adlı devesi üzerinde, Arafat Vâdisi'nin ortasında 124 bin Müslümanın şahsında bütün insanlığa şöyle hitab etti:

"Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım isteriz. Allah kime hidâyet ederse, artık onu kimse saptıramaz. Sapıklığa düşürdüğünü de kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki; Allah'dan başka ilâh yoktur. Tektir, eşi ortağı, dengi ve benzeri yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür."

"Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım. İnsanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.

Ashabım! Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O'da sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi, burada bulunanlar,bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki, burada bulunan kimse bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.

Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmutallib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir. Lakin anaparanız size aittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.

Ashabım! Dikkat ediniz, cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu Iyas bin Rabia'nın kan davasıdır.

Ey insanlar! Muhakkak ki, şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.

Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah'ın emriyle helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evlerinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırlarsa, Allah, size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve adete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.

Ey mü'minler! Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah'ın kitabı Kur-ân-i Kerim ve Peygamberin sünnetidir.

Mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslüman'ın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslüman'a kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.

Ey insanlar! Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesini ayırmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır.

Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah'ın kitabi ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.

Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız:

- Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız.

- Allah'ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz.

- Zina etmeyeceksiniz.

- Hırsızlık yapmayacaksınız.

İnsanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz? "

Sahabe-i Kiram birden söyle dediler:

"Allah'ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz, diye şahadet ederiz!"

Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (S.A.V.) şahadet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve söyle buyurdu:

"Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab! "

Veda Haccı'ndan sonra Medine'ye dönen Muhammed kısa bir süre sonra hastalandı. Son anlarında Aişe ve kızları yanındaydı. Rivayete göre Muhammed, ölümü öncesinde hastalığının en şiddetli anlarında kâğıt-kalem getirilmesini istedi. Müslümanların yollarını şaşırmamaları için bir yazı yazdıracağını söyledi. Ancak daha sonra bundan vazgeçti.

Son tavsiyesi "Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız, namaza dikkat ve devam ediniz!" şeklinde oldu. Başı Aişe'nin göğsüne dayalı şekilde kelime-i şehadet getirdi. Ağzından dökülen son cümle "Allahümme er-refikül ala..." (Türkçe "En yüce dosta" olarak çevrilebilir.) şeklindeydi. Bu şekilde 8 Haziran 632 yılı pazartesi günü vefat etti.

Vefat haberini duyan ashab hemen evine geldi. Ömer onun öldüğünü kabullenemiyordu. Ebubekir "Şayet Muhammed'e tapıyor idiyseniz, bilin ki Muhammed öldü. Yok, şayet Allah'a tapıyorsanız, bilin ki Allah bâkidir." diyerek insanları yatıştırdı. Daha sonra şu ayeti okudu:

Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse,gerisin geriye(eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır. (Al-i İmran 144)ardir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim gerisin geriye dönerse, Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri

Peygamber Mescid-i Nebi'nin yanında mezarına defnedildi.

 

a- Kur'an: Allah'ın sözü?

a- Kur'an

İnsanlığı şekillendiren temel kitaplardan biri olan ve dünyanın akışını değiştiren Kur'an da diğer temel kitaplar gibi sorgulanabilir ama bunu yapabilmek için ne olduğunu ve ne mâna ifade ettiğini iyi bilmemiz gerekli. Genellikle unuttuğumuz önemli bir nokta var: Bugün yaşadığımız İslam, Hz. Muhammed'e vahihle gelen ve yapılandırıp yaşadığı İslam ortanımda yoktu.

Kur'an, İslam inancına göre Allah’ın sözü kabul edilir. Geleneklere göre vahiyle gelen âyetler ezberlenenip aslına sadık kalarak muhafaza edilmiş ve tekrar edilelerek hafızalarda kalmış ama aynı zamanda da ilkel bir yazıyla yazılmış.

Yine İslam inancına göre Allah, Cebrail adlı bir melek aracılığıyla kendi sözlerini Muhammed’e iletir. “İkra” (tekrar et, ezbere söyle) kelimesiyle başlar ilk süret. İlk muslumanlar ayetleri ve mümkünse süretleri ezberlerler. Uzun zaman sözlü olarak kalır Kur'an. Bazıları kendilerince not alırlar.

Taşlar, deriler, ağaç kabukları

Ayetler “Lihaf” (küçük yassı taşlar), “Rıka” (deri, ağaç yaprağı, bir çeşit kâğıt), “Ektaf” (deve ve koyun kemikleri), “Ektab” (ağaç parçası) gibi nesnelere yazılmıştı. Bu yazılar daha ziyade sadece Kur'an'ı ezbere bilen birinin hatırlama mahiyetindeki kendince aldığı notlar gibiydi. Üstelik İbn’el-Nadim ve Buhari gibi güvenilir kaynaklara bakılırsa, Peygamber’e vahyedilmiş bazı ayetler (Şeytan Ayetleri gibi) Allah’ın dilemesi ile Peygamber’in hafızasından silinmişti. Nitekim Bakara Suresi’nin 106. ayetinde “Biz herhangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturur (ya da ertelersek), yerine daha hayırlısını veya mislini getiririz. Allah’ın gücünün her şeye hakkıyla yettiğini bilmez misin?” diyordu.

Etimoloji

Kuran sözcüğü Arapça 'okudu' anlamındaki qarâ'â (قرأ) sözcüğünün üç harfli mastarıdır. Kuran “okunan şey “veya “ okumak", Kerîm ise "soylu, asil" ve "eli açık, cömert" anlamlarına gelir. Kuran kelimesi, Kur'anın 58 ayetinde geçer. Ayrıca "kur'an" kelimesi kur'anda "okunan, okuyuş, okuma" "ekli, katlı, derli" anlamında da kullanılmıştır. "Biz onu, akıl etmeniz için Arapça okunuşla indirdik." (Yusuf Suresi: 2) "Kuranı okuyacağında kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığın." (Nahl Suresi: 98) "Kuran okunduğunda/okununca onu işitin de durup düşünün ki merhamet olunasınız" (A'râf Suresi: 204). "Şüphesiz, bu Kur'an, en doğru yola iletir ve salih amellerde bulunan mü'minlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir. " (İsrâ Suresi: 9). "Kuran'dan indirir olduklarımız, inananlara şifa ve rahmettir..." (İsrâ Suresi: 82).

Birçok âyette "el-Kitâb" (türkcesi: yazılı) kelimesinin Kuran anlamında kullanıldığı görülür: "İşbu içinde kuşku olmayan kitap’tır, takva sahipleri için bir yol göstericidir" (Bakara: 1,2). Burada “yazılı” kelimesinin kavramını maddi anlamda yazılı olarak değil türkcede ki “alın yazısı” (arapca maktûb) kavramı gibi tabiat-üstü anlam vermek yani ebediyen var olan ve var olmakta devam edecek bilgi olarak anlamak gerekir (Haç suresi ayet 70 veya Âl-i İmran145. veyahut vahiy anlamında 3. ayetler). Bu son anlamda kitaptan, Allahta var olan fakat insanların ulaşamıyacağı bir “Kitap”tan (“Umm al-Kitâb” Kitabın Annesi) Hz. Muhammed'e vahiy şeklinde inen “el- Kitâp” anlamak gerek. Bu “el-Kitap” a yeryüzünde insanlar ulaşabilir. Bu bakımdan her zaman “el-Kitap” ile mushaf ve sözlü Kur'an ile yazılı Mushaf arasındaki fark aklımızdan çıkarmamak lâzım. Mesela “Bakara suresi 1 ve 2ci ayetlerini alalım: “Elif, lam, mim, dhâlika al-kitâp”. Bu metnin başındaki üç harfın anlamı hâlâ bir muamma. Biz “Dhâlika” kelimesi üzerinde duralım. “Uzakta olan bir şeyi işaret eden” olarak anlayacağımız bu kelimeyle “dhâlika al-kitâp” genellikle işaret edilen “ bu yazılı kitap” olarak tercüme ediliyor. Yani “şu ilerideki kitap” olarak. Halbuki dikkatli bir okuma ve “dhâlika” kelimesinin anlamına değişik bir bakışla bize bu ayeti “O uzaktaki kitap” yani insanların ulaşamayacağı “Umm al-Kitâp” olarak bambaşka bir anlam kazandırır.

Çeşitli ayetlerde Kuran için başka isimler de kullanılmıştır: el-Furkân (Furkân Suresi: 1), ez-Zikr (Hicr Suresi: 9), en-Nûr (Nisâ Suresi: 174), er-Rûh (Şûrâ Suresi: 52) vb.

Tarihçe

Kültürel kaynaklar

Kur'an'ın kültürel kaynakları üzerine değişik çalışmalar yapılmış, Kur'an'ın diğer sözlü geleneklerden etkilenip etkilenmediği sorusu ve Kur'an kavramlarının değişik kültür ve geleneklerdeki kökenleri araştırılmıştır. Geleneksel tefsirlerde "Garib ul Kur'an" (veya çoğ. olarak Garaibul Kur'an) olarak ifade edilen, konu antropolojik bakış açısından bilgi ve araştırmaların ilerlemesi ile daha geniş bir boyutta Kur'an tema ve kavramlarının kültürel kaynakları ile ilgili bir çalışma ve sorgulama alanı oluşturmuştur. Konu ile ilk ilgilenen tefsirciler aynı zamanda dilbilimci sıfatları öne çıkan tefsircilerdir.

İslâm dininde iman esasları incelendiğinde Kitaplara, yani Tevrat'a, Zebur'a, İncil'e 'de iman edildiği, onların Allah katından indirildiğine iman edildiği görülür. Hatta İman esaslarında "Kitaba iman" denmez, "Kitaplara iman" denir. "Ben sadece Kur'an'ın Allah kelamı, kitabı olduğuna inanıyorum, Tevrat'ın, Zebur'un, İncil'in olduğuna inanmıyorum" diyeni İslâm dini dışlar.Bu husus başlı başına bir kültür unsurunu oluşturur. Bunun yanı sıra İslam'da; diğer kutsal kitapların özünü kaybederek tahrif edildiğine, Kur'an'ın ise korunacağına ve tahrif edilemeyeceğine inanılır. İslam'a göre Kur'an kıyamete kadar özgünlüğünü koruyacaktır. Bu gerçekten hareketle olay kültürel olarak değerlendirildiğinde; Kur'ân'da, kendinden önce Allah tarafından indirildiğine inanılan kitaplarda (Tevrat'a, Zebur'da, İncil'de) bulunan benzer ifadelerin olması doğal karşılanır.

Yazılma süreci

Kuran'ın, Cebrail ve Muhammed'in birbirlerine karşılıklı okumaları ve sahabilerin ezberlemesiyle korunduğuna, Kuran yazılımının 610 - 632 arasında, yaklaşık 23 yılda gerçekleştiğine inanılır. Alman Şarkiyatçı Gert Puin ise Yemende bulunan nüshalar üzerinde yaptığı incelemeler sonucu Kur'an yazımının Muhammed'den çok önce başladığını ifade etmiştir. Muhammed'in vefatından iki gün öncesine kadar devam ettiğine inanılan vahiylerden oluşan Kur'an yazılımı, sayıları ve kimlikleri zamanla değişen katipler tarafından gerçekleştirilmiş, Mekke’de yazılanlar "Mekkî", Medine'de yazılanlar "Medenî" olarak adlandırılmıştır.

Mekke dönemi

Kur'an yazımında 13 yıl kadar süren ve Kur'anın hacimsel olarak 2/3 kısmını oluşturan Mekke dönemi "sözlü kültür dönemi" olarak değerlendirilir. Bu dönemde ayet ve surelerin hemen yazıya geçirilmesi gibi bir uygulamanın bulunmadığı, sözlü olarak ezberlendiği, Kur'anın şiirselliğinin ezberlenerek korunmasına yardım ettiği, daha sonraki hicrete yakın birkaç yıl ile Medine dönemi olarak ifade edilen yazım döneminde bu hafıza bilgilerine dayanılarak ayetlerin kayda geçirildiği ifade edilmektedir.

Mekke döneminde Kuran'a, Kuran'ın Âdem'den itibaren devam eden tevhid dini ve vahiy zincirinin devamı olduğu ibaresi eklendi: "O: "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için de bir şeriat kıldı." (Şura : 13)

Mekki ayet ve sureler İslâm inanç ve ahlâkı ile ilgili konuları kapsar; Allah'ın birliğine, meleklere, peygambere, kitaplara ve 'ahiret günü'ne iman gibi konular işlenir, Allah ile eş tutulan putlar reddedilir.

Medine dönemi

Medine'de yazılan âyet ve sûrelerde daha çok aile ve devletin tanzimi, insanların birbiriyle veya devletle olan ilişkilerini düzenleyen şer'i hukukun kuralları, anlaşmalar, barış ve savaş durumları söz konusu edilir. Ayrıca bu dönemde yazılan Berae suresi gibi bazı ayet ve surelerin dil ve hitap açısından tehdit edici olduğu gözden kaçmaz. M.S. 622 tarihinden itibaren bu hükümleri uygulamak için yeterli güce sahip bir İslâm Devleti, Muhammed yönetiminde, Medine'de oluşmuştu.

İnanışa göre yükümlülükler Allah tarafından hafiften ağıra doğru yavaş yavaş 23 yıla yayılarak gönderilmiş, Muhammed ve arkadaşları bunları uygulamaya geçirmiştir. İslam inanışında bu devrin özelliği; iyi ve yararlı olanın alınması, kötü ve zararlı olanın kaldırılmasıdır.

Kuran ayetlerinin yaşanan olaylar ve sorunlarla ilgili olarak ihtiyaç üzerine geldiğine ve bu yüzden toplumda gerekli etkiyi gösterdiğine inanılır. İslami literatürde esbab-ı nüzul (türkcesi: aşağıya indirmeye gerekli sebepler) denilen bu durum Kuran tefsirlerinde önemli bir yer tutar.

1- Etimoloji

2- Tarihce

a-Kültürel Kaynakları

b- Yazılma süreçi

c- Mekke dönemi

d- Medine dönemi

e- Sözlü Kur'an'dan yazılı Kur'an'a: Kur'an mushafları

1- Ebu Bekir dönemi ve İmam Mushaf

2- Ömer ve Osman dönemi

3- Metnin orjinalliği ve Kur'an versiyonları

a- Semarkand Kuranı

b- Topkapı Sarayı Kuranı

c- Kahire Kuranı

d- TİEM Kuranı

e- Darü’l-Kütüp Kuranı

f- St. Petersburg Kuranı

g- Sana’a Kuranı

4- Edebi dil ve içerik

5- Kur'an'ın anlatı ve hikayelerinin yapısı

6- Kur'an'daki İslama çağrı neyi değiştiriyor?

7- Kur'an'daki İslam ile Uygulamadaki İslam Farklı mıdır?

8- Kur'an üzerinde görüşler ve nesnel değerlendirmeler

b- İslam'a çağrı, ilk Müslümanlar, tepkiler

c- İsra (Kur'an'da sadece gece yürüyüşü) ve Miraç mucizesi

3- Akabe biatları ve Hicret, Medine Vesikası ve bozulması

a- Hicret 16 temmuz 622

b- Medine Vesikası

Bazıları tarafından ilk İslam Anayasası olarak görülen Hicrin ilk aylarında hazırlanan Medine Vesikası’nın (bilhassa 52 maddelik haliyle) Şia’nın doğuşundaki rolü nedir?

4- Savaşlar, Hudeybiye Antlaşması ve Mekke'nin Fethi

5- Son haç ve Gadir Gum Veda hutbesi

C- Siyasi ve Dinsel çatışma

Hz. Muhammet’in 632de Hakk’a yürümesinden sonra meydana gelen olaylar halifelik sorununa bağlı siyasî bir ayrılma gibi görünse de aslında derin teolojik bir görüş ayrılığını da meydana çıkardı. İlk Arap yarımadası müslümanlarının kavim ortamlarından çıkıp değişik ırk, medeniyet, kültür ve dinlere mensup topluluklarla da karşılaşmaları ve onların müslüman olmalarıyla, 12ci yüzyıla kadar bu değişik ufuklardan gelen büyük İslam din bilgisi alimlerinin yeni yorumlarıyla çalkalandı, gelişti, zenginleşti. Ve bu dönemden sonra gelişmelere her zaman karşıt olan muhafazakarlar tarafından yeni yorumlara son verildi ve bir çeşit duraklama devrine girildi.

1- Bölünmenin dinsel temel unsurları

İslamı temelde ikiye bölen bu Teolojik (din bilimi) ayrılık neydi?

a- Sünni İslam (Ehl-i Sünnet): Vahiy (Bir düşünce ya da buyruğun Tanrı tarafından Peygamber’e ilham edilmesi) Hz. Muhammed’in Hakk’a kavuşmasıyla sona erdi. Şeriat kurallarına yeni yorum getirmekten, tapınma biçimlerine, dinsel görevlere özel bir düzen vermekten öteye bir değişiklik getirilemez.

b- Şia veya Şia-i Ali (Şî'atu Ali)Ali yandaşları Hareketinden zamnının anlamıyla Aleviliğe(Gayrı Sünni İslam). Sünni din adamlarının Şia’ yı, Ehl-i Bid’at (Peygamber zamanından sonra dinde meydana çıkan şeylere inananlar) diye adlandırdığı da olur. Osmanlı tarihî kayıtlarında ise Ehl-i Rafz (Râfızî yani Hz.Ebübekir, Ömer ve Osman’ın halifeliğini kabul etmeyenler) diye adı geçer. Bu Bâtınî İslam yorumuna göre Vahiy Hz. Muhammed’in Hakk’a kavuşmasıyla sona ermedi. Kur’an, Cebrail’in getirdiği bir «Vahiy» değil, Peygamber’in kendi sözleridir; bu nedenle bir Kamil insan olan Peygamber bütün Kamil insanlar gibi Kur'an-ı Natık (konuşan Kur'an)dır. Kur’an’ın iç anlamı «natık»a karşı «samit» (sessiz) olan «imam»ın öğretimiyle ortaya çıkar. Kur’an’ın Bâtinî (içsel, gizli, görünmeyen) anlamı, tek olan gerçeğin kendisidir. İmamın varlığında dile gelen, biçimlenen inançlar, tarikatın, yolun özünü meydana getirir. İmamın görevi insanlarla Tanrı arasında bağlantı kurmaktır. Yaptığı her şey Tanrı adınadır; bu nedenle masumdur, yani eylemlerinden sorumlu değildir. Hz. Muhammet’in samiti Hz Ali’dir ve ayet-hadislerin gizli anlamları onun ve onun soyundan gelen imamların açıklamalarıyla anlaşılabilir. Alevilik-Bektaşilik inançı İmam Ali ile başlar. (Esat Korkmaz’ın Alevilik-Bektaşilik Terimleri sözlüğünden). Bâtınilikte Hakikatı öğreten “masum imam”dır. Bâtınilik temeli üzerinde, vahdet-i vücut/vahdet-i mevcut ve ruh göçü felsefesi bütünleşti. Hoşgörü temeline dayalı, esnek ve yaratıcı bir dervişlik anlayışını geliştirerek merkezi yönetimle, otoriteyle çelişkisi olan tüm toplum insanlarını kucaklayan bir dünya görüşü yarattı.

2- Şi'atü Ali- Alevi düşünce unsurları:

a- Nübüvvet, Risalet ve İmamet

b- İmamet ve velayetin devam etmesi

c- Ehl-i Beyt ve İmamet, Tevella ve Teberra

3- Kur'an'a göre Zahir ve Bâtın ayırımı nedir?

18.ci sure el-Kehf (Mağara)da zahir ile bâtın izah ediliyor:

Tevsirlerde, Musa'nın yanındaki genç Yûşâ b. Nûn'dur ve ondan ilim öğrenir. Ayette sözü edilen iki denizin hangi denizler olduğu belli değil. Bir anlayışa göre bu denizlerden biri Zahir alemi (Musa) diğeri de Bâtın alemi (Hızır)denizleridir.

Rivayete göre genç bir yakını ile Musa bu seyahate kendisinden daha bilgili olduğu haber verilen Hızır ile buluşmak için çıktı. Yanlarına yolda yemek için cansız (tuzlanmış) balık aldılar. Bu balık Allah'ın kudreti ile nerede canlanır, denize sıçrayıp giderse bu, Hızır'ın orada olacağına işaretti.

(60)O zaman Mûsâ beraberindeki gence şöyle demişti: "İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım, yahut uzun zaman gideceğim."

(61) Onlar iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. Balık denizde yolunu tutup kayıp gitti.

(62) Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ beraberindeki gence "Öğle yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan dolayı çok yorgun düştük" dedi.

(63) Genç adam "Gördün mü! Kayaya sığındığımız sırada balığı unutmuşum. –Doğrusu onu sana söylememi bana ancak şeytan unutturdu- Balık şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti" dedi.

(64) Mûsâ: "İşte aradığımız bu idi" dedi. Bunun üzerine tekrar izlerini takip ederek gerisin geri döndüler.

(65) Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

(66) Mûsâ ona, "Sana öğretilen bilgilerden bana, doğruya iletici bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı?" dedi.

(67) Adam şöyle dedi: "Doğrusu sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin."

(68)"İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye (bilgiye) nasıl sabredebilirsin?"

(69) Mûsâ, "İnşaallah beni sabırlı bulacaksın. Hiçbir işte de sana karşı gelmeyeceğim" dedi.

(70) O da şöyle dedi: "O halde eğer bana tabi olacaksan, ben sana söylemedikçe hiçbir şey hakkında bana soru sormayacaksın.

(71) Derken yola koyuldular. Nihayet, bir gemiye bindiklerinde (adam) gemiyi deldi. Mûsâ, "Sen onu içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu, şaşılacak bir iş yaptın." dedi.

(72)Adam, "Sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin, demedim mi?" dedi.

(73) Mûsâ, "Unuttuğum için bana çıkışma ve bu işimde bana güçlük çıkarma!" dedi.

(74) Yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocukla karşılaştıklarında adam (hemen) onu öldürdü. Mûsâ, "Bir cana karşılık olmaksızın(kimseyi öldürmediği halde) suçsuz birini mi öldürdün? Andolsun çok kötü bir iş yaptın!" dedi.

(75)Adam, "Sana, benimle beraberliğe (olacak olaylara)asla sabredemezsin demedim mi?" dedi.

(76) Mûsâ, "Eğer bundan sonra sana bir şey hakkında soru sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme. Doğrusu, tarafımdan (dilenecek son) özre ulaştın (bu son özür dileyişim)" dedi.

(77) Yine yola koyuldular. Nihayet bir şehir halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Halk onları konuk etmek istemedi. Derken orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. Adam hemen o duvarı doğrulttu. Mûsâ, "İsteseydin bu iş için bir ücret alırdın" dedi.

(78) Adam, "İşte bu birbirimizden ayrılmamız demektir" dedi. "Şimdi sana sabredemediğin şeylerin içyüzünü anlatacağım."

(79) "O gemi, denizde çalışan bir takım yoksul kimselere ait idi. Onu yaralamak istedim, çünkü onların ilerisinde, her gemiyi zorla ele geçiren bir kral vardı."

(80) "Çocuğa gelince, anası babası mü'min insanlardı. Onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk."

(81) "Böylece, Rablerinin onlara, bu çocuğun yerine daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk vermesini diledik."

(82) Duvar ise şehirdeki iki yetim çocuğa ait idi. Altında onlara ait bir define vardı. Babaları da iyi bir insandı. Rabbin, onların olgunluk çağına ulaşmalarını ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını istedi. Bunları ben kendi görüşüme göre yapmadım. İşte senin, sabredemediğin şeylerin içyüzü budur."

 

4- Batınî ve Alevilik-Bektaşilik inançına göre Kur'an

Alevilik-Bektaşilik inançına göre Kur'an Hz. Muhammet'in gönlüne yansıyan, gönlünde tecelli eden bilgilerin onun sezgisel aklı tarafından yorumlanması, yorumlanıp açıklanmasıdır. Hz. Muhammet'in öğretisi olan Kur'an üç bölümden oluşur: 1- Dualar;2- Yol arkadaşlarına açıkladığı bilgiler; 3- Yalnız Hz. Ali'ye verdiği sırlar.

Hz. Ali bu üç bilgiye de sahip olduğundan Kur'an-ı Natık (konuşan Kur'an) durumundadır.

Alevi-Bektaşi inancına göre, Hz. Muhammet, Cebrail tarafından harekete geçirilince konuşan ve Tanrı kelamını aktaran bir otomat değil, bağımsız bir düşünür olarak algılanır. Cebrail, Hz. Muhammet'in sezgisel aklından başka bir şey değildir. Muhammet düşünürken bir insan olarak düşünüyordu. Sünniliğin anladığı/algıladığı anlamda bir “Tanrı vahyi” yoktur; ne yazılmışsa, ne söylenmişse tümü insanların eseridir; bu nedenle bilimsel açıdan ele alınıp incelenebilir.

Her kâmil insan, yaşadığı dönemin gerçek Kur'an'ıdır. Hayatta olmayan kâmil insanların yazıları, sözleri, onların yaşam deneyimlerinden başka bir şey değildir. Onları dogmatik olarak yorumlamak, içinden kimi söz ya da söz gruplarını seçerek doğru kabul etmek, gerçeklerle bağdaşmaz. Her kâmil insan bağımsız olarak düşünebilen bir varlıktır; daha önce yaşamış kâmil insan insanların görüşlerini benimseyebileceği gibi yadsıyabilir de.

Cemlerde Kur'an'dan arapça alıntılar olması Alevi-Bektaşi inançı açısından bir çelişki midir?

5- Batınî anlayış için Hz. Muhammed’in peygamberliği ne demektir?

6- Zahirde ve Batında Miraç ve anlamı nedir?

Mir’aç Hakka yolculuktur. Madde âleminden mana âlemine geçiştir. Diğer bir deyimle de yol’a giriştir.

Hz. Muhammet'in, kendi aklıyla bâtının ayrımına varması; bâtının ayrımına varacak biçimde bir “düşünsel yolculuğa” çıkması ve mürşit aşamasına ulaşması kendi aklının sonuçlarına koşacak biçimde seyahat etmesidir.

Bir sufinin, yetişmiş olmanın, ham evrahlıktan kâmil insan durumuna gelmenin kanıtı anlamında bir “iç yolculuk” yaparak “Enel Hak” noktasına çıkması sufi miraçıdır.

Bir talibin miracı ise eğitim sürecine girerek eğitilmesine koşut bir makamdan diğer makama yükselmesidir.

7- Aleviler için İslamın beş şartı ne demektir?

Namaz: Zaman, mekan ve vakite bağlı kalınmaksızın Tanrı’yı sürekli anmaktır. Her an Tanrı’yı gönlünde taşıma, bu yolla sürekli namazda olma. İnançta gönül hem Tanrı’nın evi hem de tanrısal olana ulaşma amacı olan gönül bilgisinin, sezgisel aklın birikmiş biçimidir. Yani Tanrı’yı kendi gönül evinde konuk etmek O’nunla söyleşmek, namaz anlamında asıl ibadet olarak algılanır. Namazdan maksat arınmaktır ve kötülüğü terk etmektir.

 

Oruç: Gerçek müminin orucu senede 365 gündür. O kişi yaşamı boyunca halk için çalışır paylaşımcıdır. Komşusu aç iken o tok gezemez. İnsanlar sefalette iken o saltanatta olmaz. O gerçek mümindir ki sadece nefsini değil yani midesini değil, bütün uzuvlarını harama karşı bağlı tutar.

 

Hac’a Gitmek: Batıni hac yoksulları yetimleri doyurup giydirmek insanların gönlünü kazanmak ve gönüle girmektir. İnançta gönül Tanrı’nın evidir. Her emek verilerek yaşanılarak elde edilen gönül bilgisinin (sezgisel) aklın birikmiş biçimidir. Gönülde Tanrı konuktur bilgi ağırlayandır. Bilgiyle gönül evinde Tanrı’yı ağırlama ve onun hizmetinde bulunma hac olarak algılanır.

 

Hararet nardadır saçta değildir

 

Keramet baştadır taçda değildir

 

Her ne ararsan kendinde ara

 

Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değil.

 

Hacı Bektaş Veli

 

 

Zekat vermek: Batıni olarak Tarikat yolunda tanrı katına ulaşmak için kendi varlığından vazgeçme. Kendi varlığından vazgeçerek kendini temizleme. Yani kendi varlığından vazgeçme, birey olarak dünyasal isteklerine sırt çevrime anlamını taşır. Amaçlanana ulaşabilmek için kimi doğal gereksinmelerini karşılamada perhizli olma, felsefede doğal olandan sapma değil, doğal olana karşı durmayı bir eğitim aracı olarak kullanmadır. Kendi bilgisinden diğer insanları yaralandırma, bu yolla kendini temizleme. Kendindekini bir başkasına katkıda bulunmadır

8- Cihat nedir?

Cihat’ın iki türlü manası vardır.

 

- Zahiri Cihat: Vatan topraklarını ve namusunu korumak için savaşmak ve elinden geldiğince aklıyla, diliyle hakkı batıldan ayırt etmek için doğruyu savunmaktır.

 

-Batıni Cihat: Kişinin nefsiyle mücadele etmesidir. Sonuçta insanda her türlü kötülüğü yapmaya yatkın bir duygu hali vardır. Yani zorba bir hükümdar gibi kötülüğü emreden bir nefis vardır. Hz. Peygamberimiz bir kudsi hadisinde “Savaş eri Allah için nefsiyle savaşandırbuyurur. Bu bağlamda en büyük savaş insanın kendi nefsine karşı verdiği savaştır. Allah adına insanları öldürmek cihat değil katilliktir.

D- Dört halife (Hulefa-yı Raşidin)

1- Hz. Ebu Bekir 632-634

a-İslamdan ayrılmalar ve birlik için mücadele

b- Sözlü Kur’an’dan yazılı Kur’an’a geçişin başlaması

2- Hz. Ömer 634-644

a- Arap yarımadasından çıkış ve yayılma

b- İslamın yayılmasında kültürel ve etnik zorluklar, çatışmalar ve Mevali sorunu

3- Hz. Osman 644-656

a-Osman’ın halifelik dönemi, daha önce tohumları ekilmiş bulunan bölünmelerin, problemlerin su yüzüne çıktığı bir dönem olmuştur. Halife Osman’ın yönetiminde akrabalarına, yani Emevi ailesine gösterdiği aşırı yakınlık ve valiliklere onları tayin etmesi ve diğer suistimaller ona karşı Irak, Mısır, Hicaz ve Surite’de yoğun bir hoşnutsuzluk duyulmasına yolaçmıştır. Valileri halka kötü davranıyor olmalarına rağmen onları koruyucu bir tutum takınmış, sonuçta Mısır, Basra ve Kûfe’den yola çıkan gruplar Halife Osman’ın evini kuşatarak onu öldürmüşlerdir.(656)

b- 656 da Halife Osman'a başkaldıran Abdullah ibn Saba kimdir? Ali taraftarı Sabailerin eşitlikci inançları nedir? Kaysanniye ve diğer devamcıları kimlerdir?

4- Hz. Ali 656- 661

Hz. Ali, halifeliği sahabenin ısrarları üzerine, iç karışıklıkların çok yoğun olduğu bir dönemde ve bu karışıklıkları sonlandırmak amacıyla halifelik görevini kabul etmiştir.

a- Tarihi Ali

Peygamber'in amcası Ebû Talip'in oğlu Hz. Ali (598-661), tarihsel süreç içinde olayların ön plana çıkardığı bir “insan”dır. İslamı ilk kabul edenlerden, savaşlarda gösterdiği üstün cesaret ve kahramanlığıyla meşhur, “Hakem olayı”yla büyük bir haksızlığa mâruz kalmış ve 24. 01. 661 tarihinde , Abdurrahman İbni Mülcem-i Murâdî adlı bir Harici tarafından zehirli bir kılıçla şehit edilmiş (kimi kaynaklar Hz. Ali’nin şahadetini 28 Ocak 661 olarak açıklarlar) bir “insan”.

b- Teolojik ve Mitolojik Ali:

Çeşitli Müslüman toplumlarca tarihsel kişiliğinin ötesinde teolojik (dinsel) ve mitolojik kimlik kazanıp “Allah'ın velîsi (Veliyullah) ve Peygamber'in vasisî” “İmam” olarak algılandı hatta “tanrısallık” (Aliyullah) mevkiine yükseltildi. Bu siyasal bir gücün inisyatifi ve zorlaması olmadan, kendiliğinden işleyen bir kültürel sürecin yol açtığı müthiş bir inanç devrimi oldu.

3-İslamın siyasi ve dinsel sorunları

A- Emevi devri ve genişlemenin sorunları

1- Emevilerin yayılması

a- Muaviye ve Şam'da Sufyanî Emevîler

Muaviye, Mekke'nin Kureyş kabilesine bağlı Ümeyye ailesindendi. Emevî hanedanın kurucusu Mekke şehrinin hakimi ve İslam'ın en büyük düşmanlarından olan Ebu Süfyan'ın oğludur. Ebu Süfyan'ın (561-652) ölümünün ardından Muaviye, Beni Ümeyye (Emevî) ailesinin başına geçti. Muaviye, Ömer döneminde 641'de Şam valisi olmuş ve Suriye'yi denetimi altına almıştı. Muaviye, 656’da başa geçen Ali'nin halifeliğini tanımadı ve onu üçüncü halife Osman'ın öldürülmesine engel olamamasından ve katillerinin bulunamamasından sorumlu tuttu.

b- Sıffin Savaşı 657

Ali, Şam valiliğine bir başkasını atayınca da çekişme savaşa dönüştü. Muaviye, Sıffin Savaşı'nda (657) yenilmek üzere olan askerlerinin mızraklarına Kuran yapraklarını taktırdı ve böylece Ali'nin ordusunu durdurdu. Hilafet sorununu savaşla değil hakeme başvurarak çözmeyi önerdi. Ne var ki Muaviye'nin hakemi Ali’nin hakemini ikna ederek Muaviye'yi halife ilan etti.

c- Emevîler Halifeliği'nin Kurulup Gelişmesi

Muaviye, halifeliğini tanımayanları sert bir biçimde bastırdı ve iç karışıklıklara son verdi. Ardından yeni fetihlere girişti. Emevî egemenliğini doğuda Hindistan sınırına, batıda Kuzey Afrika'ya, oradan da Güney İspanya'ya kadar yaydı.Yeni kurulan donanmayla 669-678 arasında Bizans’ın başkenti Konstantinopolis'i (İstanbul) ele geçirmek için seferler düzenlendi, ama başaramadı. Muaviye 680'de öldüğünde ardında güçlü bir devlet bıraktı. Halifeliği dinsel önderliğin yanı sıra tam bir siyasal önderliğe dönüştürdü. Halifelik merkezini de kutsal topraklardaki Medine’den Şam'a taşıdı.

d- Kerbala Kıyımı 680

Artık halife bir kurul tarafından seçilmiyor, babadan oğula geçiyordu. Nitekim Muaviye’nin yerine oğlu I. Yezid halife oldu. I. Yezid tahta çıktığında yeni bir halifelik sorunuyla karşı karşıya kaldı. Ali'nin küçük oğlu Hüseyin, Yezid'in halifeliğini tanımadı. Yezid sorunu askeri yöntemlerle çözmeye karar verdi ve Hüseyin ile yandaşlarını 680'de Kerbela'da kıyıma uğrattı. Bu olay, İslam tarihindeki Sünni ve Şiî mezhep ayrılığını da kesinleştirdi. I. Yezid, yaklaşık üç yıl iktidarda kaldı, ama İslam tarihine en acımasız hükümdarlardan biri olarak geçti.

2- Mervânîler ve Emevilerin çöküşü

Emevîler en parlak dönemini I. Mervan’ın oğlu Abdülmelik döneminde (685-705) yaşadı. Bu dönemde Irak ve İran'daki ayaklanmalar bastırıldı. Hindistan ve Orta Asya'da yeni fetihlerle devletin sınırları genişletildi. Süleyman’ın halifeliği sırasında Bizans İmparatoru III. Leo'un 717'de Emevî ordusunu ağır bir yenilgiye uğratması, Emevî Devleti’nin gerileme döneminin başlangıcı oldu.

Son Emevî Halifesi II. Mervan döneminde (744-750) Abbasiler denetiminde gelişen muhalefet Emevî egemenliğini sarstı. Zab Muharebesi'nde mağlup olan II. Mervana devletinin yıkılışını önleyemedi.

B- Ebu Müslim ve Abbasilerin Emevileri yıkması

1- Ebu Müslim

a- Kimliği

Emevî Devleti’nin yıkılışında Ebu Müslim Horasani önemli rol oynadı. Ebû Müslim Abd-ur Rahman bin Müslim El-Horasanî, 718 yılında Merv'de doğdu. Çocukluğu ve gençliği Küfe'de geçti. Bu dönemde Küfe, Emevi hanedanına karşı siyasi faaliyetlerin yoğun şekilde yaşandığı bir yer durumunda idi. Horasan'daki Emevi karşıtı faaliyetleri idare etmekle görevlendirildi ve bu amaçla Horasan'a gönderildi. Horasan'ın hilafet merkezine uzak olması ve yönetimin buradaki etkisinin oldukça zayıf olması, muhalefetin gelişip güçlenmesi için verimli bir zemin oluşturmaktaydı. Horasan'da faaliyetlerini sürdürürken kendisi için önemli zorluklardan birisi soyunun kesin olarak bilinmemesi idi. Türk, Arap, Kürt veya Fars kökenli olup olmadığı da kesin olarak bilinmemekteydi.

b- Siyasi ve askeri faaliyeti

747 yılından itibaren yoğun Emevi karşıtı propaganda faaliyetlerine girişti. Ebû Müslim şehirleri birbiri ardına zapt etmeye ve bölgeye hakim olmaya başladı. Kendileri üzerine gönderilen Emevi birliklerini bozguna uğrattı. Bu yenilgi üzerine Horasan'daki Emevi hakimiyeti hemen hemen tamamen ortadan kalktı. Emevi hakimiyeti burada son bulurken Abbasi hakimiyeti kuruldu ve Ebû Abbâs `Abd Allâh "es-Seffah" halife unvanini aldi. Horasan'a vali olarak tayin edilen Ebû Müslim ise, bozulan düzenin yeniden kurulmasıyla görevlendirildi. Bir komutanın gereğinden fazla güce ulaşması, idarenin üzerinde büyük baskıların oluşmasına sebep olmakta, ileride meydana gelecek kargaşa için önemli bir zemin teşkil etmekteydi. Ebu Müslim halk tarafından çok seviliyordu. Bu ilgi Abbasi halifesini korkutmuştu. Ebu Müslim’i kendisine rakip görmeye başlamıştı.Halife Ebu Cafer Mansur ile bir görüşme yaptı. Bu esnada saraya önceden yerleştirilen adamlar üzerine salınarak öldürüldü (755).

2- Abbasiler

a- Kuruluş ve yükseliş

Muhammed'in amcası Abbas bin Abdülmuttalip'ın soyundan gelen Abbâsîler, Emevî yönetimine karşı ayaklanarak 750'de halifeliği ve iktidarı ele geçirdiler. Bu tarihten başlayarak Abbâsîler 1258'e kadar İslam dünyasının büyük bölümüne egemen oldular

Abbâsî Devleti Harun Reşid (786-809) döneminde en geniş sınırlarına ulaştı.

b- Büveyhiler altında

İran'da hüküm süren Büveyhiler, 945'te Bağdat'a egemen oldular. Bundan sonra Abbâsî halifeleri Büveyhilerin izniyle başta kalabildiler. Halife Kâim'in (1031-1075) çağrısı üzerine Büyük Selçuklu Devleti Hükümdarı Tuğrul, 1031 yılında Büveyhileri Bağdat'tan çıkardı ve Abbâsîlere yeniden saygınlık kazandırdı.

c- Büyük Selçukluların altında

Büyük Selçuklu Devleti'nin parçalanmasıyla birlikte Abbâsîler yeniden gücünü yitirdi. Cengiz Han'ın torunu Hulagu'nun yönetimindeki İlhanlılar 1258'de Bağdat'ı yakıp yıktılar. Böylece 508 yıllık Abbâsî Devleti son buldu.

d- Mısır'da Abbasî halifeliği

Halife Zâhir'in oğlu Ahmed Mısır'a kaçtı ve orada Memlûk Sultanı Baybars’ın koruması altında Mustansır adıyla halife ilan edildi (1261). Mısır Abbâsî halifeliği, siyasal ve askeri yetkiden yoksun, yalnız dinsel otoritesi olan bir kurumdu. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim 1517'de Mısır topraklarına girerek, halifenin yetkileri ile Kutsal Emanetler'i devraldı ve Mısır Abbâsî halifeliğine son verdi.

C- On iki İmam : Din ve siyaset arasında

1- Ali ibn Ebu Talib (ö.661)

Peygamber'in amcası Ebû Talip'in oğlu Hz. Ali milâdi takvime göre 21 Mart 598'de (bazı kaynaklara göre 21 Mart 599 da) Mekke / Kabe’de doğmuştur. 24. 01. 661 tarihinde ise, Abdurrahman İbni Mülcem-i Murâdî adlı bir Harici tarafından zehirli bir kılıçla şehit edilmiştir (kimi kaynaklar Hz. Ali’nin şahadetini 28 Ocak 661 olarak açıklarlar). Kabrinin Necef’de olduğu sanılıyor.

2- Al-Hassan ibn Ali (ö.669)

İmam Müçteba (seçkin, seçilmiş) ismi ile de çağrılan Hz. Hasan, Peygamberin kızı Hz. Fatıma'nın ve Hz. Ali’nin büyük oğludur. 11 Nisan 624 tarihinde Medine'de dünyaya gelmiştir.

Hz. Hasan mecburen Hilafeti geçici olarak Muaviye’ye bırakmak ve barış imzalamak zorunda kaldı. Anlaşma maddelerinden en önemli 2 maddesi ’’Halka adaletli davranmak’’ ve ’’Muaviye öldükten sonra Hilafetin Hz. Hasan’a tekrar iade edilmesidir’’.

Eşi tarafından zehirlenerek öldürülmüş.Cenazesinde ise Fil Vakası olarak anılan bir çatışma çıkmış ve Hz. Hasan’ın naaşını oklanmıştır. Bunun üzerine cenazede gerginlik istemeyen kafile İmamın naaşını Medine’de Baki mezarlığında defnetmişlerdir.

3- Al-Hussayn ibn Ali (ö.680)

Hz. İmam Hüseyin, Hz. Ali’nin ve Peygamberin kızı Hz. Fatıma'nın ikinci oğludur. 25 Şubat 625 tarihinde Medine’de dünyaya geldi. Ağabeyi İmam Hasan Mücteba şehit olduktan sonra onun vasiyeti üzerine İmamet makamına geçti.

Hicretin 61. yılı, Muharrem ayının 10. günü (18) Hz. Hüseyin, yakın akrabaları ve bir kısım yakın dostları, daha önceleri Küfe civarında şehit düşen bazı Masumlar dahil toplam 72 ulu kişi olmak üzere hepsi Yezid’in askerleri tarafından Kerbelâ’da şehit edildiler.

4- Ali ibn al-Hussayn ( Zayn al-Abidin) (ö.714)

Hz. Hüseyin'in oğlu olan İmam Zeynel Abidin, ayrıca İmam Seccad lakaplarıyla da tanınır. Muhtemelen 10 Ocak 659 tarihinde Medine’de doğmuştur. Annesi Şehriban İran şahı Yezdgird'in kızıdır. Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin ağır hasta olduğu için Kerbelâ’da savaşa katıl(a)madı.

Eserlerinden olan "Sahife-i Seccadiye" adlı yapıt önemli öğretileri ile 57 dua içermektedir. Eser ayrıca "Al-i Muhammed'in Zeburu" adını almıştır. İmam Zeynel Abidin 33 yıl imamet ettikten sonra Emevi halifesi Hişam'ın emriyle ve Velid bin Abd-ül Melik'in vasıtasıyla 17 Ekim 713 tarihinde Medine’de zehirlenerek şehit edildi (3). Kabri Medine / Baki mezarlığındadır.

5- Muhammad ibn Ali al Bâqir (ö.733)

İmam Muhammed bin Zeynel Abidin’in lakabı Bakır'dır. Bakır, Peygamber tarafından kendisine verilen lakaptı ve ilimleri yarıp açan anlamına gelir. Babası İmam Zeynel Abidin, Annesinin adı Fatma’dır. 16 Aralık 676 veya 10 Nisan 677 tarihinde Medine’de dünyaya gelmiştir. Kerbela vakası olduğu zaman küçük bir çocuktu. Emevi halifesi Hişam'ın kardeşi oğlu İbrahim bin Velid bin Abdulmelik'in emri ile 28 Ocak 733 veya 28 Mart 733 tarihinde zehirletilerek şehit edildi.

Onun Hadis ve Kuran kaynak çalışmaları ve “Ummu'l Kitap” adlı soru-cevap eseri çok geniş kitlelere ve coğrafyaya yayıldığından Emevi Devletinin yıkılmasının alt yapısında ciddi bir etki yaratmıştır.

6- Ja'far ibn Muhammad al-Sâdik (ö.765)

İmam Muhammed Bakır’ın oğludur. Annesinin adı Necibe’dir. 23 Mayıs 699 tarihinde Medine’de dünyaya gelmiştir. Abbasi halifesi Mansur'un emriyle 10 Mart 765 veya 22 Ocak 766 tarihinde zehirletilerek şehit edildi. Kabri Medine / Baki mezarlığındadır.

İmam Cafer-i Sadık, hem yazdığı (Buyruk) adlı kitabını kaleme alarak, inançların uygulanmasında yeni ve çağa uygun bir açılım yapmış, hem de, tıp, astronomi, kimya, fizik, matematik vb. bilim dallarında ileri düzeyde ihtisaslaşmaya gitmişti. Türkistan’ın bir çok yerinde, Erdebil’de ve gerekse de başka bölgelerde yeni yeni İlim ve irfan okulları açıldı.

7- Mûsâ ibn Ja'far al-Kâdhim (ö.799)

İmam Musa-i Kazim, İmam Cafer-i Sadık’ın oğludur. Muhtemelen 8 Kasım 745 tarihinde Medine’de doğdu, 1 Eylül 799 tarihinde 55 yaşında Abbasi Halifesi tarafından Bağdat'ta "Sindi bin Şahik" hapishanesinde zehirletilerek şehit edildi. Annesinin adı Hamide’dir. Kabri Irak / Kazimeyn’de, Kureyş mezarlığındadır.

8- Ali ibn Mûsâ al-Redha (el-Rıza) (ö.818)

İmam Hulki Rıza lakabıyla tanınan İmam Hulki Ali Rıza, İmam Musa-i Kazım’ın oğludur. Babasının şehit edilmesinden sonra onun vasiyeti ile 8. İmam oldu. Annesinin adı Necibe’dir. Muhtemelen 29 Aralık 765 tarihinde Medine’de dünyaya geldi. İmam Hulki Rıza da diğer ataları gibi bilge bir İmam ve halk üzerinde ciddi bir etkisi olduğu için, 24 Ağustos 818 tarihinde onu kendine bir tehlike gören Abbasi Halifesi Memun tarafından zehirlenerek şehit edildi. Kabri İran’ın şimdi Meşhed denilen Tus kentindedir.

9- İmam Muhammed Taki (ö. 835)

İmam Hulki Ali Rıza’nın oğludur. Babasının şehit edilmesinden sonra onun vasiyeti ile 9. İmam oldu. Annesinin adı Ümmü Velat’dır. Muhtemelen 11 Nisan 811 tarihinde Medine’de dünyaya geldi. İmam Taki de diğer ataları gibi bilge bir İmam ve halk üzerinde ciddi bir etkisi olduğu için, 25 Kasım 835 tarihinde onu kendine bir tehlike gören Abbasi Halifesi Mu'tasım'ın tarafından, eski Halife Memun'un kızı olan hanımı Ümm-ü Fazl aracılığı ile zehirlenerek şehit edildi. Kabri Irak / Kazimeyn’de, Dedesi İmam Musa-i Kazim’ın yanıbaşında Kureyş mezarlığındadır.

10- Ali ibn Muhammad al-Hâdî (ou “le Guide”) (.868)

İmam Hadi lakabıyla da tanınan İmam Ali - El Naki, İmam Muhammed Taki’nin oğludur. Babasının şehit edilmesinden sonra onun vasiyeti ile 10. İmam oldu. Annesinin adı Semmane’dir. Muhtemelen 27 Ekim 827 veya 16 Eylül 829 tarihinde Medine’de dünyaya geldi. İmam Naki de diğer ataları gibi bilge bir İmam ve halk üzerinde ciddi bir etkisi olduğu için, 28 Haziran 868 tarihinde onu kendine bir tehlike gören Abbasi Halifesi Mutazz tarafından zehirlenerek (1) şehit edildi. Kabri Irak / Samara kentindedir.

11- Al-Hassan ibn Ali al-Askarî (ö.874)

İmam Askeri lakabıyla da tanınan İmam Hasan- ül Askeri, İmam Ali – el Naki’nin oğludur. Babasının şehit edilmesinden sonra onun vasiyeti ile 11. İmam oldu. Annesinin adı Hunes’dir. Muhtemelen 27 Ekim 846 veya 2 Aralık 846 tarihinde Medine’de dünyaya geldi. İmam Askeri de diğer ataları gibi bilge bir İmam ve halk üzerinde ciddi bir etkisi olduğu için, 27 Eylül 873 veya 2 Ocak 874 tarihinde onu kendine bir tehlike gören Abbasi Halifesi Mütamid tarafından zehirlenerek (1) şehit edildi. Kabri babası İmam Naki’nin türbesinin yanında, Irak /Samara

12- Muhammad ibn al-Hassan al-Mahdî (kayboluşu 940)

İmam Mehdi, Kâim, Hüccet, Bakıyyetullah ve Sahibi Zaman, lakabıyla da tanınan İmam Muhammed Mehdi, İmam Hasan- ül Askeri’nin oğludur. Babasının şehit edilmesinden sonra onun vasiyeti ile 12. İmam oldu. Annesinin adı, Hz. İsa’nin havarisi Şum’un neslinden olan Rum Kayseri’nin oğlu Yuşa’nın kızı Saykal veya Susen adı ile de bilinen Nergis’dir. Başka bir kaynağa göre de annesi bir Cariyedir. Muhtemelen 30 Temmuz 869 tarihinde bir Cuma günü Irak /Samara’da dünyaya geldi. İmam Mehdi rivayetlere göre Samara’da bir mağaraya girerek sır oldu.Rivayete göre İmam Mehdi’nin doğumu ile birlikte bir çok kerametler (mucizeler) gerçekleşir.

D- On iki İmam etrafında Bâtınî İslam'in gelişmesi

1- Şi'atü Ali, Hz. Ali taraftarlığının ilk kez Ali'yi tanrısallaştırarak Sabailik olarak ortaya çıkışı;

2- Ali evlatlarına bağlı olarak değişik biçimlerde gelişmesi;

3- Kerbela olayı ile tepkilerin yükselişi;

4- İmam Bakır ve Cafer çevresindeki Şi'atü Ali etrafında (proto-Alevilik) kümeleşmeleri, siyasi hareketlerle ilişkiler;

5- İran ve Azerbaycan'da Mazdekizm kaynaklı Alevi toplumsal hareketleri:

a- Müslümiyye hareketleri(761; 777-785)

b- Babek ve Babek Hurremi hareketi (816-837)

c- Alevi al-Basri önderliğinde zenci-köle ayaklanması (869-883)

6- Şi'atü Ali inanç temelinde devlet yapısı:

a-Karmatiler:Irak(891-902); İran; Bahreyn (894-934/951?)

b- Buveyhiler,

c- Hamdaniler,

d- Fatımîler

E- Şii İmamiyenin ve Proto Aleviliğin ilk yazılı kaynaklarından...

1. Ummu’l Kitab; İmam Bakır’ın(ö.734/7) inançsal görüş düşüncelerini içeren kitap 8.yy.ın ilk yarısında yazılmıştır.

Ayrıca Ummu’l Kitab’da, günümüze ulaşmamış dört yazılı kaynağın adı geçmekte ve bunlardan alıntılar yapıldığını görmekteyiz:

a. İmam Bakır’ın kendisine ait olduğu söylenen Daka’ik sifati’n-nur wa’l-anfus (Nur Sıfatının ve Anfus’un (Nefsin) İncelikleri)

b. İmam Ali’ye atfedilen Kitabu’l-ikhbarat (Haberler/Hadisler Kitabı)

c. Yazarı bilinmeyen Kitab-i ma Ahli Beyt (Bizim Ehlibeyt Kitabımız)

d. Yazarı belirsiz Kitabhayi Nihani (Gizli Kitaplar)

2. Mufaddal bin Umar al-Jufi as-Sayrafi , Kitab al-Haft wa’l-Azilla; İmam Cafer’in batıni görüşlerini içermektedir

3. İkhwan as Safa ve Risaleleri, 9.yüzyılın ilk yarısında Arapça hazırlanmış dünyanın ilk ansiklopedik yapıtı

4. Jafar Mansur el Yaman (ö.914) Kitab al-Alim wa’l Ghulam,

5- Oniki İmamcılığa ilk düşünsel ve inançsal çehresini veren :

a) Kitab Firaku’ş-Şia’nın yazarı al-Hasan bin Musa en-Nevbahti (ö.922).

b- Abu Cafer Muhammed Yakub al-Kolayni’nin (ö.940-41) on altı bin yüz doksan dokuz hadisi içeren Al-Usul Min al-Kafi.

c- Şeyh al-Saduk adıyla tanınan İbn Babeveyh’in (ö.991-92) İmamların yaşamı ve yine İmamlardan geniş biçimde sure ve hadis yorumları veren inançlar kitabı Risaletu’ul İtikadat

d-Heresiograf Sad bin Abdullah al-Aşari al-Kummi’nin( ö.951-52) Kitab al-Makalat ve’l- Firak’ı.

F- Mezheplerin ve Tarikatların doğuşu

İslam tarihinde ilk ihtilaf imamet konusunda çıkmıştı. Ondan sonra, özellikle Hz. Osman döneminde meydana gelen olaylar ve bunlara karşı alınan önlemler yeni bir dönem başlatmış ve siyasi anlamda ilk zümreleşme sürecine girilmişti. Bu zümre mensupları ana kitleden farklı olarak düşündükleri konularda yeni ve farklı fikirler ileri sürme zorunluğu duymuşlardır. Her iki kolda muhtelif mezheplere (Mezhep; arapca «zehap»’tan yani gitme, bir fikre, düşünceye uyma, gidilen, tutulan yol, bir dinin şubelerinden biri) ve alevi kavramıyla yollara ayrıldı.

Her iki kolunda belli başlı mezheplerini ele alalım:

1- Sünni İslam (Ehl-i Sünnet):

a- Fıkıh (şerîatın usul ve hükümleri) mezheplerinden en önemlileri:

İslam hukuku üzerine çok değişik görüşlerin ortaya çıkmasından sonra aşağıdaki dört mezhebin kalmasına karar verildi:

1- Hanefî (Türklerin çoğunlukla benimsediği fıkıh mezhebi).Abu Hanife al-Numan ibn Tabit'in (699-767) belirlediği yol. Herşeyden önce insanî değerleri ve zayıf olanların korunmasını öne çıkaran görüş.

2- Malikî. Malik ibn Anas al-Asbahi'nin (713-795) kişisel görüşle toplumsal fayda arasında denge kuran bir yorum

3- Şafiî. Muhammet ibn İdris al- Şafi'nin (767-820) bazı islam hukuki kaidelerini zamanının olaylarına uyumlayan bir görüş.

4- Hanbelî. Ahmet ibn Hanbal'in (780-855) şeriatın çok katı bir şekilde tatbik edilmesi görüşü.

b-İnanç (itikadî) mezheplerinden, Kelâm ve Tevhîd farklılıklarına göre en önemlileri:

Ebû’l Hasen el- Eş’arî ‘nin (873-ölümü 936) Makâlâtü’l-İslamiyyîn ve İhtilafu’l-Musallîn adlı mezhepler ve farklılıkları üzerine bilinen en eski kitaplarında (“İlk Dönem İslam Mezhepleri” Kabalcı yayınları) yazdığına göre Müslümanlar on sınıfa ayrılmışlar: Şia, Havâriç, Mürcie, Mutezile, Cehmiyye, Dirâriyye, Hüseyiniyye, Bekriyye, Âmme, Ashab-ı Hadis ve Abdullah b. Küllâb el-Kattân taraftaları olan Küllabiyye.

Bugün önemli olanlar

1- Ashab-ı Hadis'ın devamı bugünkü Vahabi ve Selefi: Kur’an-ı Kerîm ne söylemişse, akıl ve görüşü arka plana alarak, öylece kabul ederler.

2- Mutezelliye: Ashab-ı Hadis'in tam aksine, Kur’an-ı Kerîm’in anlaşılmasında kişilerin sorumluluğuna ve seçim özgülüğüne önem veren yol.

3- Eş’ariyye: Selefiyye ile Mutezelliye Sünni İslamda ki iki uç görüş arasında dengeyi bulan en yaygın orta yol.

4- Mâturiddiyye: Sünni Türkler için çok önemli olan Semerkand’ın Matürid köyünde doğmuş, Hanefi imam, Türk alimi Ebû-Mansur-î Matüridî’nin (öl.944) geliştirdiği Eş’ari muhafazakarlığını tenkit eden ve onlarla Mutezelliye görüşü arasındaki mezhep.

2- Şia veya Şia-i Ali (Şî'atu Alî) yani Ali Yanlıları”:

Sünni din adamlarının Şia’ yı, Ehl-i Bid’at (Peygamber zamanından sonra dinde meydana çıkan şeylere inananlar) diye adlandırdığı da olur. Osmanlı tarihî kayıtlarında ise Ehl-i Rafz (Râfızî yani Hz.Ebübekir, Ömer ve Osman’ın halifeliğini kabul etmeyenler) diye adı geçer.

Ebû’l Hasen el- Eş’arî ‘nin (d.873- ö. 935) yazdığına göre Şia’daki üç sınıf şunlardır:

a- Gâliye (Aşırılıkçılar) :15 “fırka” (grup)

b- Râfıza veya İmamiyye: (terk edenler, ayrılanlar) yani Hz.Ebübekir, Ömer ve Osman’ın halifeliğini kabul etmeyenler. İmamet ancak nass ile tayin ve tevkif yoluyla olur. İmamet akrabalığı gerektirir. 24 fırka.

c- Zeydiyye (Ilımlı Şia kolu) 6 fırka

Ayrıca Peygamberin ailesinden Yezid'e isyan edenler bir grup.

Bugün Şia-i Ali deki inanç ayrımlarından bazıları şunlardır:

a- Şia-i İmamiye : Caferilik veya Oniki imamcılık da denilen, 6cı İmam Cafer-üs Sadık’ın kurduğu, imamlara inanma ve imam sevgisine dayanan Şiiliğin çoğunluk mezhebi. Kuran’ın yaratılmış olduğunu öne sürmesiyle Ehli Sünnetten ayrılır. Bugün İran ve Irakta yaygın.

b- İsmailiyye : 6cı İmam Cafer-üs Sadık’ın erken ölen oğlu İsmail’in öğretisi yolunda giderler. Şekilci din ölecek ve Gerçek din (Din-î Hak) onun yerine yeniden doğacak. Başka deyişle Bâtına (gizli olan «Sır»ra) ulaşmak için onu saklayan, görünmesine mani olan Zahir’in (diş görüntünün) bir kabuk gibi kırılması ve yok olması gerekir. Bugün değişik kollarıyla Hindistan, Pakistan ve az da olsa Avrupa'da.

c- Alamut radikal İsmailiyyesi: İmam’a Peygamberden daha fazla öncelik tanırlar. Her İmam bütün bağlantılara isyan edip baş kaldırıyor ve Hakk’la Bir olup zamanının «Sırrının sırrını» görüyor. Çok az da olsa Afganistan ve İran'da halen yaşatılıyor

d- Nusayrilik: 9uncu yüzyılda Muhammet bin Nusayr tarafından kuruldu ve sonra Hüseyin bin Hamdan tarafından geliştirildi. Günümüzde Suriye, Filistin ve Güney Anadolu’da varlığını sürdürür. Temel inançı Hz. Ali’nin Tanrısallığıdır.

e- Melametiyye: (Kınayanların kınamasından çekinmeden doğru yolda, Hakk yolunda yürüme) : 9cu yüzyılda Horasan’da çıkan Melamatilik kısaca en sade ifadeyle bir Nefs terbiyesinin adıdır. Toplumsal yaşamda her türlü gösteriden, böbürlenmeden ve güç isteminden kaçmayı önerir. Türkiye dahil Orta Doğuda halen bulunmaktadır.

f- Zeydiye: İmam Bâkır'ın kardeşi Zeyd'ın taraftarları onun yerine 5ci imam olarak kabul ediliyordu. Bugün Yemen'deler;

g- Allavi: Alevilere çok yakın. Suriye'de halkın %10 teşkil ediyorlar. Lübnan'da da bulunuyorlar. 

h- Dürzi: Fatımi halifesi Al-Hakim'den etkilenmiş Muhammet al-Darazi'nin geliştirdiği yol.Lübnan'da halkın % 8'i, Suriye'de ise %4'ü

i- Alevi-Bektaşi : Biz Aleviler İslamın içinde mi dışında mı diye tartışsak bile İslam dünyası Türkiye'deki Alevileri ve Bektaşiliği Batınî İslamın bir parçası olarak görüyor.

3-Hariciler

Bugün Afrika'nın kuzey taraflarında, Cezayir, Tunus ve Trablus'un bâzı yerlerinde, Doğu Afrika'da, Zengibar'da Maksat ve Oman'da bir miktar mensupları vardır. Asıl merkezleri Zengibar'dır.

G-Tasavvufun doğuşu ve Vahdet-i Vücut, Vahdet-i Mevcut felsefesi

1- Tasavvufun doğuşu

a- Tasavvufun tanımı

Tasavvuf düşüncesi, İslâmiyet'ten sonra Araplar tarafından kurulan ilk Tekkeyle birlikte, İranlı ve Türk düşünürler tarafından geliştirilmiş, Eski Yunan düşüncesinden de yararlanarak bir kuram şeklini almıştır.

Tasavvuf, insanın kendi nefsini bilmesi, dolayısiyle, Rabb'ını bilmesidir. Nitekim, Peygamberimiz "Nefsini bilen Rabbini bilir" buyurmuştur. Zira, bu ilmin gayesi Allah'a kavuşmaktır. Gerçek mutasavvıf ta, sadece, Allah'tan, Mutlak Varlık'tan söz eden değil, Allah'a, Mutlak Varlığa kavuşandır; kavuşmanın delili de, sadece, "Bilmek" değil, fakat, bilerek "Olmak"tır.

Tasavvuf Islam dinine dayanan ve ahlakın asil düsturunu korku ve mükâfat üzerine değil de aşk, muhabbet ve vahdet fikri üzerine kurmaktır. Insanı Allah'a ulaştıran, dolayısiyle, kendi hüviyetine ve hürriyetine kavuşturan yoldur.

b-Temelleri

1- Ayetlerden bazıları :

- O (yani Allah) ı evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır (Hadid. 3).

- Maşrık ve Mağrıb, Allahındır. Yüzünüzü ne tarafa çevirirseniz Allah'ın yüzü oradadır (Bakara. 115).

- O'nun yüzünden başka her şey yok olucudur (Kasas. 88).

- Işlerin hepsi O'na döner (Hadid. 5).

- Ben insana onun şah damarından daha yakınım (Kaaf. 16).

- Siz nerede iseniz O sizinle beraberdir (Hadid. 4).

- Ben sizinle (Mûsa ve Harun) beraber işitir ve görürüm (Taha 46).

- Onları siz öldürmediniz ve lakin Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmamıştın ve lakin Allah atmıştı' (Enfâl. 17).

2- Hadislerden bazıları :

- Allah vardı ve O'nunla birlikte hiç bir şey yoktu.(Bu hadisi duyan HZ. Ali : " Şimdi de öyledir" demiş).

- Benim, Allah ile olduğum vakitler vardır.

- Beni gören Allah ü Taâlây ı gördü.

- Nefsini bilen Rab'bını bilir.

- En doğru söz, Şair Lübeyd'in şu sözüdür:

"Bilinsin ki Allah'tan başka hiç bir şey gerçek değildir; gelip geçicidir, nefsinde yok olucudur".

 

c- Tasavvufu geliştirenler

1- Hz. Muhammett'te Cüneyt Bağdâdî'ye

a- Üveys el- Karanî (Veysel Karanî) ö.657

Yemenli zahid. Hz. Muhammed zamanında Yemen'de yaşamış.Hz. Ömer zamanında Medine'ye gelmiş, oradanda Sıffin muharebesinde Hz. Ali'nin yanında savaşırken 657 de şehit olmuş. Tasavvuf anlayışı: kuru “zühd”

b- Hasan el Basri (d.643- ö 728)

Muhtemelen Medine'de doğdu. Basra'da büyüdü. Bir ara Basra kadısı. 657 de Mu'tezile oldu ama hiç bir ekole tam bağlanmasını bilemedi. Hasan'ın Kur'an tefsiri oldukça akılcı(rasyonalist)dir. Hasan nazarında îmân, kararsız ve hassas olup her an için kaybolabilir. Onun için açıktan ve zahiren yapılan bazı ibadat ile kalbde mütemadiyen canlandırılmalıdır. “İman, ameller ile doğru olduğu tasdik edilen şeydir. Görüşleri hariciler ve İmamiyye tarafından tenkid edildi. Tasavvuf anlayışı: desturu “zühd”dür, yani dünyada her fâni şeyden tam ve kâmil bir feragattır.

c- Rabia Adeviyye ö. 185/801

Bütün ömrünü Basra'da geçirmiş. Hasan el Basrî düşüncesinin devamı ama farklı. “Rûhun Allâh için iki muhabbeti var: birisi tam olmayan muhabbet, yani şahsi bir haz; diğeri ise lütf-i ilahî ve Allah'ın bizzat kendisi için tam ve kâmil bir muhabbet”. Sufilerde son mertebe olan “vuslat ilellâh” düşüncesini başalatanlardan ve “aşk” kelimesini ilk kullanan..

d- Zünnün Mısrî (d. hicri180-ö. 245/856)

Aşk-ı ilâhînin rûha bahşettiği zevkleri hissettirmeye gayret etti. Semâ'yı yayanlardan biride Mısrî'dir. Sülemi'ye göre tasavvufî halleri (tertibü'l-ahvâl) ve velâyet ehlinin makamlarını (makalatu ehlil'l-velaye) ilk defa tarif ve talim eden Mısrî'dir.

e- Beyazıd Bistamî (ö. 260/874)

Eskiden Mutezile eyilimli bir Hanefi yani Ehl-i Re'y. Daha sonra Tasavvufa sülûk etmiş.Tasavvuf anlayışı: “Bir yılanın derisinden soyunduğu gibi, kendi benliğimden soyundum; sonra zâtıma nazar ettim ve gördümki, ben O imişim”. Bistâmi Vahdet-i Vücud'a tamamen kail değildi. Onun nazarında Allâh müteal (tecrübe ile elde edilen bilginin üstünde) ve hariçte idi. Bistâmi'de akıl aşktan daha geniş yer tutar. Onun aradığı şey Zât-ı Ulûhiyyet'i dıştan bir idrak imkanını elde etmektir. Fakat bu durum, onun kalbini âşıkane bir vuslata kadar götürmüyor. “Ben seni, senin beni hissettiğinden daha fazla hissediyorum” diyor.

Bistâmi Kur'ân-ı Kerim'i tefekkür ederek mi'râcı kendi nefsinde tahsil ve tatbik etmeye çalışan ilk süfidir. Cüneyt “Bistâmî 'aynü'l-cem makamına vâsıl olmamış, o halin başlangıcında kalmıştır” diyor. Şibli'de aynı şeyi söyler. Hallaç ise “....hala var zannettiği Ebû Yezid ile meşkul oluyor. Eğer arif-i kâmil olsaydı, kendi kalbinde Allâh'ın mütekellim olduğunu işitir, artık Ebû Yezid'e iltifat etmez, kendisiyle bir daha alâkadar olmaz, ne bu sözleri söyler, ne de onların büyüklüğünden dehşete düşerdi” diyor.

f- Hâkim et-Tirmizî (ö.285/898)

Melâmetiyye tasavvuf okulu üzerinde etkili olmuştur. İbn Arabi'nin müjdecisi sonra da Nakşibendiyye kurucusu Bahâuddin Nakşibend üzerinde etkili. Tirmizî'de felsefe sadece bir aksesuardır. Onun aradığı şey, farzları ve sünnetleri aklî ve terkibî bir şekilde te'vil (söze ayrı mana verme) etmektir. Tasavvuf psikolojisinde,”kalplerin ilmi”ni mükemmel bir şekilde izah etmiş;”sadr”ı (göğüsü) “kalp”ten ayırmış ve “kalb”in aynı zamanda düşüncenin düzenleyicisi ve bedenin bir uzvu olduğunu açıkca belirtmiş. O aynı şekilde, ne vücûdun hâlini değiştiren “tevâcüd”ü (kendine davet etme), ne de iradeyi değiştiren “aşk”ı içine katmaksızın, bilhassa entelektüel aydınlanma konusunda velayetin derecelerini izah etmiştir.

g-Cüneyt Bağdatî (ö.286/899)

Hallac'a yakın. bir düşünce. İhtiyatlı ve titiz sünni geleneğe bağlı bir düşünce. Mistik birlik meselesinde,Cüneyd, problemi bütünüyle kucaklayan ve onu doğru bir şekilde ortaya koyan ilk düşünür. Cüneyd, “başlangıcımıza dönmek” kavramını, “bizzat Yaratıcı'nın hayatına iştirak etme” olarak izah etmekte: “ aşığın sıfatlarının Ma'şûk'un sıfatlarında fâni olduğu” bir aşkın gerektiğini görür. İlahî lütfu yürekten arzu etme sayesinde, vahyin sırlarına bile sahip olmuş nice insanların var olduğunu “Devâu'l-Evrah” da yazar.

2- Cüneyt Bağdâdî'den Muhyiddin Arabi'ye

a- Hallacı Mansur

Onun orijinal tarafı, bir araya getirdiği tarifler arasında mükemmel bir bağlantı kurmasıdır. Hallâç'a göre insan şahsiyeti, ancak insan ile Allâh arasında rollerin sürekli ve severek yer değiştirmesiyle yenilenir. Bu da, titreyiş,nabız atışı, heyecan ve şuur hali gibi peş peşe bir hayat bulmayla gerçekleşir.

b- Gazali

c- Şehabeddin Sühreverdi (Maktül)

d- Muhyiddin Arabi

Cüneyd ve Hallaç'ı tenkid eder:Nefse karşı yapılan mücadeleye atfedilen öncelikten, şuur imtihanına yönelik gösterişsiz iç mücadeleye geri dönüş; ve kendini ahlâken kontrol etmeksizin sırf spekülatif bir zihnî faliyetin izlediği, anlaşılması güç teorik bir kültüre, entelektüel vecdin inceliklerinden daha çok önem verme.

3- Muhyiddin Arabi dönemi

2- Vahdet-i Vücut, Vahdet-i Mevcut felsefesi

Bâtınilik temeli üzerinde, vahdet-i vücut/vahdet-i mevcut ve ruh göçü felsefesi bütünleşti. Hoşgörü temeline dayalı, esnek ve yaratıcı bir dervişlik anlayışını geliştirerek merkezi yönetimle, otoriteyle çelişkisi olan tüm toplum insanlarını kucaklayan bir dünya görüşü yarattı.

Sudur” öğretisine göre, Allah, önce kâinatın tüm bilgi ve sırlarını içerisinde saklayan bir çekirdek idi. O, görünmez alandan, görünür alana çıkmayı diledi de çekirdek çatladı, nur halinde bir ışık oldu. Bu ışık, aynı atom gibi bölünerek, zerre zerre sonsuzluğa yayıldı ve bu zerreler, Tanrı’nın öz cevherinden meydana gelen ruhlar oldu. Sonsuzluğa yayılan bu zerreler, kalp gibi çarpan, ışıl ışıl parlayan evreni meydana getirdiler.

Bu defa o yüce yaratan, kendi güzelliğine, yüceliğine, sonsuzluğuna ve büyüklüğüne, yani O’nun tüm vasıflarına hayran olsunlar diye, bu ruhlara kendi öz cevherinden emanet olarak sıfatlar vererek, onları farka getirdi. Yani görünmez alandan, görünür alana çıkardı ve böylece insanoğlu ve tüm varlıklar yaratılmış oldu. Dolayısı ile kendisi de farka gelmiş oldu, yani görünmez alandan, görünür alana çıktı.

İşte, kâinatı kaplayan bizler ve görünür görünmez tüm yaratıklar da dahil, hep bu nesnel evrenin ufaltılmış, toz haline getirilmiş zerre atomlarından başka bir şey değiliz, yani aslında biz oyuz. O ise tüm bu nesnelerin yaratıcısı değil, ta kendisidir.

Tanrı'nın birliğini ve evrenin oluşunu varlık birliği (Vahdet-i Vücut) anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefi akıma islamda “Tasavvuf” adı verilir.Tasavvuf, ayrıca Tanrı, evren ve insanı bir bütün içinde görme ve insanın Tanrı ile, insanın başka insanlarla, insanın kendisiyle olan ilişkilerini bu bütünde arama ve açıklama yolu olarak da tanımlanır.

Tasavvuf inancında mecazî ve gerçek olmak üzere iki tur aşk vardır. Biri geçici olana yani insanlara duyulan aşk; diğeri sonsuz ve gerçek olana, yani Tanrı'ya duyulan aşktır. İnsan, Tanrı aşkını mecazî aşkında dener ve geliştirir. Çünkü insan, Tanrı'ya en yakın, seçkin bir varlıktır. İnsan beden (ten) ve öz (ruh) denen iki unsurdan oluşmuştur. Beden ölümlü olan, toprak, hava, ateş, su gibi dört unsurdan meydana gelen ve yok olacak geçici varlıktır. Öz (ruh) ise ölümsüzdür ve Tanrı'nın bütün niteliklerini taşımaktadır. Tanrı'dan gelen insan yine Tanrı'ya dönecektir. Ancak bu dönüş bazı aşamalardan geçmekle olur. Bunun için gönül bilgisi edinmek, olgunlaşmak ve aydınlanmak gerekir.

Bilgi, insanın gönlünde Tanrı'nın bir "nûr" (ışık) olarak belirmesidir. Olgunlaşma, insanın geçici varlıklardan kendini sıyırıp, kalıcı özlere yönelmeyi başarmasıdır. Buna, insanın Tanrı'ya varan yol üzerinde ilerlemesi de denir. Bu ilerleme bir yükseliştir. Az olgunluktan, olgunluğa, en olguna, bir başka deyişle Tanrı'ya ulaşma demektir. Yükseliş iki türlüdür. Biri kendini bütün geçici varlıklardan sıyırmakla, içine kapanarak, dünyadan el etek çekmekle, kendini derin düşüncelere vermekle olur. İkincisi, bilgi edinmekledir. İnsan için bilgi, doğru yola, Tanrı'ya, ölümsüz olana, aydınlanmaya (nûr'a) varmayı sağlayan bir yol göstericidir. İnsan Tanrı'ya yükselirken birçok manevî basamaklardan geçer. Bir yükseliş niteliği taşıyan bu "geçiş" evrenin değişik katlarını aşmak anlamına gelir. Son kat aydınlanmaya (nûr'a) varır. İnsan bu aydınlanmayı özünde yansıtır.

Seyr-ü Sülüğünü Tamamlamak: Hakikat yolcusu, manevi olgunluğa ulaşabilmesi için Tanrı’ya yapacağı seyrü sülüğü, yani manevi yolculuğu, dört aşamada gerçekleşir:

1. Seyr-i İllallâh (Tanrı’ya yolculuk): Tüm beşeri isteklerden arınarak, Allah’ın iradesine teslim olma.

2. Seyr-i Fillâh (Tanrı’da yolculuk): Tanrısal nitelikleri kazanma, Tanrı’nın iradesine göre hareket etme.

3. Seyr-i Maallâh (Tanrı ile birlikte yolculuk): Bu yolculuk, kesretten vahdete, yani halktan Hakk’a yapılan bir yolculuktur. Buna vahdet-i vücut denir ve bu makam, her şeyin Tanrısal olmasıdır.

4. Seyr-i Anillâh (Tanrı’dan yolculuk): Bu yolculuk ise, vahdetten kesrete, yani Hakk’tan halka yapılan bir yolculuktur. Burada manevi yolcu, Tanrı’dan tekrar halka dönerek, bireylere, yani topluma hizmet edecektir. Daha doğrusu, ruhlar âleminden, beşeriyet âlemine dönerek, halkı irşat edecektir.

Tasavvuf inancında, insanın nefsini yenerek yani benliğini öldürerek, mutlak varlığa "fenafillâh" katına ulaşmak denir. Bu, insanın kendini yokluk unsurundan kurtararak içindeki Tanrı'yı bulmasıdır. İçindeki Tanrı'yı bulan insan "Enel-Hak" (Ben Tanrı'yım) der. Bu aşamaya varan insanlara tasavvuf düşüncesinde insan-ı kâmil ( olgun insan ), halk arasında "ermiş" denir. Kendini Tanrı'nın varlığına karışmış duyan "ermiş" insana göre evrende artık ikilik yoktur, her şey "bir" dir. Bu kata ulaşmak ancak öldükten sonra olabilir. Ne var ki, gerçek aşkın son derecesine varıp, nefsinde ve her şeyde yalnız Tanrı'yı görebilecek duruma gelenler, bu aşamaya yaşarken de yükselebilirler.

4- Oğuz Türklerinin Sosyo-politik yapıları, Kültürleri ve Şamanist Gök Tanrı inançı

A- Oğuz Türklerinin Sosyal ve politik yapıları

İslam, Arap yarımadasında7.ci yüzyılda doğduğunda Oğuz Türkleri Altay dağlarından Hazar denizine kadar yayılan alanda değişik ırk, din ve kültürlerle içiçe büyük bir höşgörü içinde yaşıyorlardı.

B- Kültürleri ve Şamanist Gök Tanrı inançı

Türklerinin Orta ve Batı Asya’da İslam öncesi dinleri «Gök Tengri», Gök Tanrıdır. Bu inanca göre Gök'ün yüce ruhu (Gök Tengri) Tengri'ydi. İnsanlar kendilerini Gök Tengri, Toprak Ana (Ötüken) ve insanları koruyan atalarının ruhları arasında, güven içinde hissedip, onlara ve diğer doğa ruhlarına dua ederlerdi.

C- Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri

İslam dünyasında IX. yüzyıldan itibaren tasavvuf cereyanı görülmeye başladığı, XI. yüzyıldan beri de tarikatların teşekkül ettiği malumdur. Bu gelişmeye paralel olarak, bir velinin kehanetlerini anlatan kısa hikayeler demek olan menkabeler yavaş yavaş ortaya çıkmıştır.

İşte XIII. yüzyılın ikinci yansına doğru, Seyyid Ebu'l-Vefa Bağdadi (öl. 1105) tarafından kurulmuş olup Anadolu Türkmen çevrelerinde Baba İlyas-ı Horasani'nin' (öl. 1240) temsil ettiği Vefailik tarikatı içinde yeni bir bağdaştırmacı (senkretik) heterodoks akım meydana geldi. Babai hareketi adıyla niteleyebileceğimiz bir akım, XIV. yüzyılın başlarına kadar yarım yüzyıl boyunca gelişerek Rum Abdalları (Abdaalan-ı Rum) denilen zümreyi meydana getirdi. İlk Osmanlı hükümdarlarının da desteklerini sağlayan bu zümre mensupları, devletin kuruluş yılları boyunca fetihlerde ve İskan hareketlerinde de önemli işler gördüler.

XIV-XV. yüzyıl boyunca, esas itibariyle Yesevi, Hayderi ve Vefai tarikatları bünyesinde yer alan Kalenderi zümrelerinden bu sonuncusuna mensup bulunan Baba İlyas'ın halifelerinden olup büyük bir ihtimalle aynı zamanda Hayderi de olan Hacı Bektaş-ı Veli (öl. 1271) ananeleri etrafında toplanarak nihayet yeni bir tarikat şekline dönüşen Babai akımı, kendine isim babası olarak Hacı Bektaş'ı seçti ve böylece XVI. Yüzyılda Bektaşilik adını aldı.

Yeni menakıbnameler yazıldı ki, bunlara genellikle Vilayetname (Velilik kitabı) denildiği görülmektedir.

Hacı Bektaş-ı Veli'nin bu menakıbnamesinin en dikkat çekici özelliklerinden biri, ileride ilgili kısımda görüleceği üzere, Şamanist inanç motiflerinin çokluğudur. Fakat bunun yanında çok ilgi çekici bir yanı da Hacı Bektaş'ın, bazı menkabelerinin Kitab-ı Mukaddes'teki İlya ve Elişa Peygamberlerin kıssalarıyla çok yakın bir benzerlik göstermesidir. Hatta bizce buna benzerlikten öte, doğrudan doğruya uyarlama (adaptasyon) demek daha doğru olur.

Velayetname-i Koyun Baba Sultan’dan elde ettiğimiz bilgiler, Koyun Baba'nın, Fatih Sultan Mehmet zamanında Osmancık'ta yaşamış ünlü bir Kalenderi şeyhi olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Ayrıca, mesela gerek Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, gerekse Hacım Sultan velayetnamelerinde Hacı Bektaş-ı Veli ile bağlantı kurulduğu halde, burada onun adının bir kere bile geçmemesi de, Koyun Baba'nın tıpkı Otman Baba gibi, Hacı Bektaş geleneği dışındaki, yani Haydari olmayan Kalenderilerden bulunduğunu düşündürmektedir.

 

 

1- Bektaşilik ve Alevilikteki İslam Öncesi İnanç Motiflerinin Kaynakları Olarak Türklerin Girdikleri Dinler

 

X. yüzyılın başlarında Maveraünnehir'de İslamiyet'i kabul eden Oğuzlar'ın yeni dini henüz tam anlayarak özümseyemediklerini çağdaş müşahitler kaydediyor.

Bizi belli ölçüde Şamanizm'e götürdüğü gibi, kitap boyunca görüleceği üzere, belki çok daha fazla Budizm, Maniheizm, Mazdeizm gibi vaktiyle İslamiyet'i kabulden önce Türkler'in mensup olduğu çeşitli dinlere, hatta Şamanizm öncesi eski Türk inançlarına götürmektedir. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, başlangıcından günümüze kadar Anadolu'da bu muhtelif menşeli inançlar her yerde aynı nispet ve yoğunlukla görülmemiştir. Bunların bütün tazelikleriyle yaşama ve yayılma imkanını buldukları zümreler, çeşitli sebeplerle daha İslamiyet'in kabulünden itibaren kitabi İslam'ı özümseyememiş ve eski geleneklerini bütün tazeliğiyle sürdürmüş bulunan şehirleşmemiş topluluklardır. Yani daha ziyade köylü ve konar-göçer kesimlerdir.

 

a- Eski Türk İnançları

Ziya Gökalp ... Durkheim'in etkisiyle eski Türkler'in dininin totemizm ve Natürizm safhalarından geçtiğini sınırlı malzemesinden hareket ederek ileri sürmüştür. Fakat sonraları, eski Türkler'in daha gelişmiş bir dini sisteme sahip olduklarını düşünerek buna Toyunizm adı vermiştir. Ancak daha sonra bunun Budizm olduğu ortaya çıkmıştır.

W. Koppers, Samoyedler, Türkler ve Moğollar gibi benzer göçebe çoban toplumlarının üzerinde yaptığı araştırmalar sonunda, birbirinin aynı inançlara rastladığını, bunların hepsinde de Gök Tanrı inancına bağlı gök ve yer kültüyle, atalar ve tabiat kültlerinin bulunduğunu ortaya koymaktadır. Ona göre bütün bu kavimlerde hayvan, özellikle at takdisi, kurban çeşitleri ve muhtelif tabiat kültleriyle ilgili törenler hep aynı mahiyeti göstermektedir. ... Orta Asya'daki en eski Türk topluluklarının inanç sistemlerinin atalar kültü, tabiat kültleri ve Gök Tanrı kültü olmak üzere üçlü bir din anlayışından ibaret kabul edilebileceğini göstermektedir.

 

b- Atalar Kültü

Ölmüş atalara duyulan dini saygı, onların hatıralarının ve eşyalarının bile takdisine yol açmış, bu yüzden Türkler ölülerini her türlü eşyasıyla birlikte gömmüşlerdir. İ. Kafesoğlu, Türklerin dışındaki kavimlerde bu inancın ataların yarı tanrı sayılmasına kadar vardırıldığını, ancak Türklerde böyle olmadığını belirtiyor.

 

c- Tabiat Kültleri

Şamanizm öncesi Türk inançları içinde önemli bir yeri de muhtelif tabiat kültlerinin işgal ettiği görülmektedir. Eski Türk topluluklarında tabiat kültlerinin, yer ve gök kültü olmak üzere ikili bir görünüm aldığı müşahede edilmektedir.

 

d- Gök Tanrı Kültü

Modern araştırmalar, Gök Tanrı kültünün, toprakla ilgisi bulunmadığı için göçebe, avcı ve çoban toplumlarda mevcut olabileceğini, dolayısıyla bu kültün kaynağının Asya bozkırlarında aranması gerektiğini göstermektedir.

Gök Tanrı -ve bu arada güneş- kültünün Alevilikteki Hz. Ali kültüyle sıkı sıkıya ne kadar bağlantılı olduğunu lrene Melikoff çeşitli yazılarında ve kitaplarında ortaya koymuştur. Ona göre Hz. Ali'nin Alevi inançlarındaki telakki tarzı, Gök Tanrıdan başka bir şey değildir.

Şamanizm'deki Gök Tanrı inancının, bizzat bu sisteme ait olduğunun kabul edilmemesi gerektiği inancındayız. Esasında Eliade'ın söylediği gibi bir büyü sisteminden ibaret olan Şamanizm için bu inanç çok üstün kalır.

Hemen bütün Orta Asya Türk toplumlarında çok köklü bir inanç olması sebebiyle, Gök tanrı kültünün etkisi, İslam sonrası dönemde dahi kendini göstermiştir.

 

e- Şamanizm

Sadece Şamanizm'in değil, genel olarak dinler tarihinin en yetkili mütehassısı sıfatıyla tanınan M. Eliade ... Şamanizm genel olarak kendisine şaman veya Kam denilen ve doğuştan gelen hususi birtakım kudretlerle mücehhez olup şiddetli bir psikopat kabiliyete ve güçlü bir kişiliğe sahip bulunan bir şahsın etrafında düğümlenen bir dini-sihri sisteme denmektedir. Şaman kelimesi, daha çok modern Batı literatüründe kullanılan bir kelime olup asıl kelime Kam'dır.

 

f- Budizm

Budizm herhalde Göktürklerde sadece hükümdar ve yönetici çevrelerle yüksek tabaka arasında tutunmuş olmalıdır. Bir ara Bilge Kaan'ın adeta Budizm'e ilgi duyduğunu, mabetler yaptırmayı tasarladığını fakat veziri Tonyukuk'un şiddetle buna karşı çıktığını ve hükümdarı ikna ettiğini biliyoruz. Bununla beraber halkın Budist olduğu ve eğer oldu ise yaygınlık derecesi hakkında hemen hiçbir bilgiye rastlanmamaktadır. Nitekim hemen hemen bütün araştırıcıların bu noktada birleştikleri görülüyor.

Budizm'in Uygurlarda uzun bir müddet yaşadığı ve 762-763 yıllarında batıda iyice kuvvetlenen Maniheizmin resmen kabulüne kadar devam ettiği bilinmektedir.

Maniheizmin kabulünden itibaren X. yüzyıla kadar bu dine sadık kalan Uygurların X. Yüzyıldan itibaren yeniden Budizm'e döndükleri görülüyor. Yahut daha doğru bir ifadeyle, Manihizm’in resmi din olması sebebiyle bir müddet geri plana itilen Budizm, Uygurlarda yeniden güçlenmiştir. ... Barthold, Kaşgarlı Mahmud'un Divan'u Lügati’t Türk'ünde Maniheizme değil Budizm'e ait ipuçları bulunmasından hareketle onun devrinde Uygurlarda Budizm'in yaygın olduğu kanaatini benimsemektedir.

Bu menkabeler İslamiyet'in kabulüne kadar halk arasında çok yayılmıştı. Türkler Müslüman olduktan sonra da belli ölçüde, Ahmed-i Yesevi (öl.1167) ve benzeri evliyanın şahsiyetlerine uygulanarak evliya menkabesi şekline dönüştürülmüştür. F. Köprülü, Maveraünnehir’de özellikle göçebe Türk toplulukları içinde yayılan Yeseviliğin, bunlar arasında eskiden beri mevcut, inanç ve geleneklere adapte olduğunu göstermiştir. O göçlerle Anadolu'ya gelip yerleşen Yeseviler vasıtasıyla Şamanist ve Budist kalıntıların buraya da nakledildiğini ortaya koymuştur.

 

g- Zerdüştlük, Mazdeizm ve Mazdekizm

Sasani İmparatorluğundaki dini mücadeleler sırasında resmi din Zerdüştilik karşısında İran'da barınamayan Maniheizm ve Mazdekizm gibi, Zerdüştiliğe bir sosyal tepki olarak doğan İran dinlerinin mensupları, daha önce Zerdüştiliğin yaptığı gibi, İran-Çin kervan yolları vasıtasıyla çeşitli

Orta Asya ve bu arada Türk topluluklarının bulunduğu memleketlere sığınarak kendi inançlarını yaymaya başladılar. Bunların yaydıkları dinler arasında Türklere en evvel nüfuz edenler, Zerdüştilik ve kronolojik olarak Maniheizmden önce ortaya çıkan Mazdeizm'dir.

 

Abbasiler zamanında VIII. - IX. yüzyıllarda Horasan ve Maveraünnehir bölgelerinde cereyan eden birtakım olaylar, Zerdüştiliğin Türkler arasında, pek de küçümsenmeyecek bir taraftar kitlesi toplayabildiğini göstermeye yarar niteliktedir.

IX, X, XI. ve hatta XII. yüzyıl İslam coğrafyacıları, Kırgızlar, Kimekler, Macarlar ve benzeri Türk topluluklarında, ateşe ibadet edildiğini ve ölülerin yakıldığını kaydetmek suretiyle, adını anmadan, Mazdeizmin mevcudiyetini haber vermektedirler. Çünkü yukarıda da belirtildiği üzere, Mazdeizmin ana esası ateş ibadeti olup ölü yakma adeti de bu dinin gereklerinden sayılmaktadır.

VIII. – IX. yüzyıllarda, Abbasi hakimiyetindeki Horasan ve bilhassa Maveraünnehir'de meydana gelen bir seri isyan, Zerdüştilik ile beraber Mazdekizm’in de buralarda yaşayan Türk topluluklarında hayli taraftar topladığını ortaya koymaktadır.

Bilindiği üzere, Emevi Devletinin yıkılıp Abbasi hanedanın işbaşına gelmesinde en büyük hisse, Horasan’da başlattığı ihtilalle Ebu Müslim Horasani'ye aitti. Bu konumunun sağladığı birtakım avantajlar, Ebu Müslim tarafından bol bol kullanılıyor, kendisini bağımsız harekete sevk ediyordu. Onun gittikçe bir tehlike haline geleceğini gören halifelik makamı, adı geçenin ortadan kaldırılmasını devletin selameti için gerekli bulmuştu. Nitekim Ebu Müslim 755 tarihinde ortadan kaldırıldı. Onun öldürülmesi, Horasan ve Maveraünnehir'de VIII. ve IX. yüzyıllar içinde birbirini takip eden ve Abbasi Devleti'ni yıllarca uğraştıran birtakım isyanların patlak vermesine sebep oldu, ki bunlar temelde eski Zerdüşt ve Mazdekist çevrelere dayanıyordu.

Bu olaylar hakkında bilgi veren kaynaklar, başta bizzat Ebu Müslim'in kendinin yönettiği ihtilal dahil, hepsinde de Horasan ve Maveraünnehir'deki Zerdüşt ve Mazdekist Türkler'in payına işaret etmektedir.

Sonuç olarak denebilir ki, gerek Zerdüştlük gerekse Mazdekizm, Türkler içinde geniş bir taraftarlar kitlesi elde edebilmişti. Biraz mübalağalı olmakla birlikte, Üstad-ı Sis'in etrafına üç yüz bin Zerdüşti Oğuz Türk’ünü toplayabilmesi, bu taraftarlar tabanının ne kadar geniş olduğunu gösterecek niteliktedir. Zerdüştilik ve Mazdekizm'in Oğuzlar arasında mevcudiyetinin tespiti, bilhassa Anadolu açısından önem kazanmaktadır. Zira İslamiyet'in kabulünden sonra da göçebe kabileler arasında hala kalıntıları bulunan Zerdüşti ve Mazdekist etkiler, daha ziyade Oğuzlar vasıtasıyla buraya nakledilmiş olmalıdır. Bu nakil işinde kısmen de Halaç ve Karluklar'ın payı düşünülebilir.

 

h- Maniheizm

Göçebe geleneklerine göre, yardımın karşılığı olarak şehrin yağma ettirilmesi gerekiyordu. Uygurlar buna uyarak yağmayı gerçekleştirdiler; fakat Ötüken'e dönmeyip kısa bir müddet için orada yerleştiler. İşte onların bu geçici ikametleri, Maniheist misyonerlerle tanışma ve onların dinini öğrenme fırsatını sağlamıştı. Maniheizme büyük ilgi duyan ve ihtida etmek isteyen Böğü Kağan, 763 yılında bu dini öğretecek rahipleri de beraberine alarak Ötüken'e döndü. Böylece o, hem kendi Maniheizm'i kabul ediyor, hem de çevresindekilere kabul ettiriyordu. Bu suretle yeni din, Uygur Devletinin resmi dini olmuştu. Yalnız bunun ilk zamanlarda tabiatıyla Böğü Kağan ve çevresine münhasır kaldığı ve halka inemediği bir gerçektir. Bununla beraber, Maniheizm Uygur devletinin resmi dini olmakla doğuşundan bu yana ilk defa bir devletin desteğini sağlamış bulunuyordu.

Şüphesiz ilk zamanlarda et yiyen göçebe ve savaşçı bir toplumun, et yemeyi ve adam öldürmeyi yasaklayan bu şehirli dinine alışması pek kolay olmamıştır.

Uygurların Maniheizme girdikten sonra zindeliklerini ve savaşçılıklarını yitirdiklerini dile getiren satırlara rastlanmaktadır. Her ikisinde de Maniheizmin ana unsuru olan nur (ışık) motifinin ne kadar kuvvetle vurgulandığını görmemek mümkün değildir.

 

i- Hıristiyanlık

432 yılında toplanan Üçüncü Efes Konsilinde sapkınlıkla itham edilen İstanbul Patriği Nestorius'un fikirleri etrafında teşekkül eden Nesturilik, kısa zamanda taraftar toplamaya yüz tuttu. Bundan çekinen Bizans hükümeti, bu yeni mezhep mensuplarını şiddetli takibat ve cezalara uğratmaya başladı. Bunlar, nispeten kontrol ve takibattan uzak olan Doğu ve Güney Doğu Anadolu taraflarına kaçtılar. Fakat İmparator Zenon devrinde (435-457) bu takibat ve baskılar sıklaşınca, belirtilen yerlerde de barınamaz hale gelen Nesturiler, İran topraklarına geçtiler. 644 yılına doğru yazılmış bir Süryani kroniğinin verdiği bilgiye göre, bu sıralarda Merv metropoliti olan Elie'nin gayretiyle, Maveraünnehir’in İran sınırlarına yakın taraflarında bir kısım Türkler, Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. Sasani İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra, İran'a hakim olan Araplar, Emevi dönemine rastlayan bu devirde burada hayli fetihler yapmışlardı. İran'da ve burada bulunan Nesturiler, kısmen İslamiyet'e yakın inançları sebebiyle Araplar tarafından müsamaha ile karşılanıyorlardı.

Hıristiyanlığın Türklerde kitleler halinde rağbet gördüğü asıl saha, Doğu Avrupa ve Balkanlar'dır. Anadolu'ya intikal eden Hıristiyan Türk nüfusunu teşkil etmesi bakımından asıl bizi ilgilendiren bu sahalarda yaşayan Türklerdir. Bunların Peçenekler, Uzlar (Oğuzlar) Kumanlardan (Kıpçak ve Kun) ibaret olduklarını biliyoruz. Bu üç gurubun Doğu Avrupa topraklarına göçü birbirleriyle alakalıdır.

Peçenekler IX. yüzyılın ortalarından Volga dolaylarından Karadeniz’in kuzeyine, oradan da Bizans sınırlarına kadar gelip yerleşmişlerdi. Bunlar bir müddet sonra Bizans'ın hizmetine girerek Hıristiyanlığı kabullendiler. Uzlar da onların peşinden Bizans sınırlarına gelmişlerdi. Bunlar, Volga ötesi Oğuzları'nın bir bölümünü teşkil ediyorlardı. Bizanslılar tarafından Kumanlar olarak zikredilen Kıpçak ve Kunlar ise, Doğu Avrupa'da Uzlarla aynı devirde görünmüşlerdi. Bunların da Balkanlar'a indikten sonra Hıristiyanlığa geçtikleri anlaşılıyor. Nitekim Mervezi, Kunlar'ın Nesturi olduklarını kaydediyor.

Bu Hıristiyan Türkler'in 1071'deki Malazgirt Savaşı sırasında Büyük Selçuklular safına katıldıkları bilinen gerçeklerdendir. Bizans topraklarında yaşayan bu Hıristiyan Türklerin Anadolu Selçuklu döneminde bu tarafa geçip ihtida ettikleri de bilinmektedir.

 

j- Musevilik

Eldeki tarihi kayıtlara göre, Museviliği resmi din olarak kabul eden tek Türk devleti, Hazarlarınkidir. VII-IX. yüzyıllarda Doğu Avrupa sahasında ilk muntazam Türk devletini kurmuş olan Hazarlar, daha önceleri Hun İmparatorluğuna tabi idiler. Bunların Atilla'nın zamanında aşağı Volga boylarında yaşadıkları görülüyor. Bunlar VII. yüzyılda İran'dan Kafkasya'yı da zaptetmişler ve iyice kuvvetlenerek X. yüzyılda bile Abbasilere ve Bizans’a karşı kendilerini koruyabilmişlerdir.

İlk önce Şamanizme mensup olan Hazarların Bizans İmparatorluğunda takibat ve baskılara uğrayan Yahudilerin gelmesi sonucu başlayan yoğun propagandaları takiben VIII. yüzyılda Museviliği tanıdıkları anlaşılmaktadır.

Bir rivayete göre, Müslüman devletlerin birinde bir havranın yıkıldığı haberini işiten Hazar hükümdarı, 922 tarihinde İtil şehrindeki bir cami minaresini yıktırmıştı.

 

k- Putperest ve Hıristiyan Anadolu Kültürü

Yerleşik hayatı çoktan benimsemiş olan şehirli ve kısmen de köylü Türkler, köklü bir İslam kültürü almış olarak yeni memleketlerine yerleşmişlerdi. Göçebeliği henüz sürdürenler ve kısmen köylüler ise, genel planda İslami bir cila altında yine eski kültürlerini ve inançlarını koruyorlardı.

Anadolu, Roma hakimiyeti döneminden önce ve bu hakimiyet esnasında, ilk çağların binlerce kökleşmiş, yerli, Grek, Pers ve özellikle Mezopotamya kültürlerinin değişik etkileriyle gelişerek kendisine has bir biçim almış, ileri seviyede putperest kültür yaşayan bir ülkeydi.

Anadolu'da Hıristiyanlık yalnız yerli putperest kültlerle değil, İran kültür ve inançlarıyla da mücadele etmek zorunda kalmış ve bütün bunlar, Türk öncesi Anadolu kültürünün ve bu arada dini inanç ve geleneklerinin oluşmasında kendilerine göre birer paya sahip olmuşlardır. Türkler XI. Yüzyıldan itibaren peyderpey buraya yerleşmeye başladıklarında, işte böyle bir kültür ve inanç ortamıyla haşır neşir olmak durumunda idiler.

Hem uzun zamandan beri Selçuklu hakimiyeti altında bulunan Orta Anadolu’da, hem de durmadan değişen uç mıntıkalarında Müslim ve gayri Müslim ahali devamlı temas halindedir. Bunun sonucu birtakım ihtidaların vuku bulduğunu tahmin etmek zor değildir.

Anadolu’nun Türkleşmeye başladığı XI. Yüzyıldan başlayarak devam eden bu karşılıklı muhtelif temasların, Müslim ve gayri Müslim halk arasında yoğun bir kültür alış verişine yol açtığı şüphesizdir. ... Türkler Anadolu'ya iptidai bir kültürün temsilcisi olarak değil ... o zaman bütün hayatı kucaklamış İslam medeniyetinin eski Türk kültürü ile terkibini yaparak zamanına göre oldukça yüksek bir seviyeye ulaşmış, bir toplum olarak ayak basmıştır. ... O dönemde İslam medeniyeti henüz bütün teferruatı ile hem Batı, hem Doğu Hıristiyan medeniyetinden daha üstün bir seviyede olduğu gibi, siyasal üstünlük de o tarafta idi.

Bununla beraber, halk seviyesinde, günlük hayat tarzı, bazı adetler ve gelenekler, bir kısım inançlar konusunda günümüze kadar yaşayan birtakım etkileri inkar etmek kabil değildir. ... Özellikle İslamiyet'i iyice kavrayamamış ve sindirememiş göçebe ve yan göçebe çevrelerle, bazı şehir, kasaba ve köylerde bu kültler, inanç ve uygulamalar, bu arada ziyaretgahlarla ilgili menkabeler zamanla benimsenerek İslamileştirildi.

 

 

2- ESKİ TÜRK İNANÇLARI KAYNAKLI MOTİFLER( (TABİAT KÜLTLERİ ) )

 

Bir kültün mevcudiyeti ancak şu üç şartın bir araya gelmesiyle tespit edilebilir: a) Külte konu olabilecek bir nesne veya şahsın mevcudiyeti, b) Bu nesne veya şahıstan insanlara fayda yahut zarar gelebileceği inancının bulunması, c) Bu inancın sonucu olarak faydayı celb, zararı def edecek ziyaretler, adaklar, kurbanlar ve benzeri uygulamaların varlığı.

 

a- Dağ ve Tepe Kültü Hacı Bektaş Sulucakaraöyük’e geldiği zaman, köye yakın olan bu tepeye çıkmış, oradaki bir mağarayı kendine devamlı inziva yeri olarak seçmiştir.

Her boyun ve her oymağın kendine ait mukaddes bir dağı olduğu gibi, bu boy ve oymaklardan oluşan birliklerin de ortak mukaddes dağları vardı.

VII. yüzyılda Göktürkler dahil bütün Türk boyları meşhur Ötüken adındaki ormanlı dağı mukaddes tanıyorlardı ve hakanın çadırı buradaydı.

XI. Yüzyılda Kaşgarlı Mahmud da, putperest Türkler'in tabiatta gördükleri her ulu varlığı, bu arada özellikle yüce dağları ve tepeleri devamlı takdis ve bunlara secde ettiklerini yazar.

Dağ kültünün ilişkili olduğu ikinci kavram, ata kavramıdır. Buztağ Ata adını taşıyan dağ, bunun ecdat telakki olunduğunu gösterdiği gibi, proto Tunguzlar ve Mançular da, takdis ettikleri dağın kendi ataları olduğunu kabul ediyorlardı.

Anadolu'da böyle takdis edilen dağlara bilhassa Bektaşi ve Kızılbaş toplumlarında sık rastlanmaktadır. Hacıbektaş'taki Arafat Dağı'ndan başka, Kırıkkale yakınlarında, Hasandede Köyü'nün yanında bulunan Denek Dağı bunlardan birini teşkil eder.

Bingöl Dağları üzerindeki Kaşkar Tepesi, yakın zamanlara kadar civarın bütün Kızılbaş Kürt köyleri tarafından takdis edilmekteydi.

Bir defa kült konusu olan dağların çoğu gerçekte coğrafi manada dağ değil, yüksek tepelerdir. Bunların pek çoğunun üzerinde bir yatır bulunmaktadır. Ziyaretler, sunulan adak ve kurbanlar ve öteki işlemler, kısaca kült merasimleri hep bu yatırların etrafında cereyan etmektedir. Fakat işin ilgi çekici yanı, ... bu yatırların pek çoğunun kimliklerini tespit etmenin mümkün olmamasıdır. Genel olarak bu yatırlar bir şahıs adı yerine Nohutlu Baba, Çamlık Baba gibi, üzerinde bulundukları dağın veya tepenin adıyla anılmaktadır.

Dolayısıyla tepe üstündeki bu yatırların büyük bir kısmının gerçek yatırlar olmayıp bölgedeki dağ kültünün bir evliyanın şahsında sembolleştirilmesinden ibaret bulunduğu sonucuna varmak doğru görünüyor. O zaman, eldeki örnekler göz önünde bulundurularak İslam öncesi devirde dağ ve tepelerde mevcut olduğuna inanılan üstün güç veya ruhların İslami devirde böyle kimliği meçhul evliya haline dönüştüğünü kabul edebiliriz.

 

b- Taş ve Kaya Kültü

Kanaatimizce bu menkabeler, esasında zaten takdis ve ziyaret olunan bahis konusu kayaların takdisine zahiri bir sebep olarak mütalaa edilmelidir. Hatta, bunların belki de Bektaşilikten önce bölge halkı arasında böyle bir külte konu teşkil ettiği ve sonradan Bektaşi ananesinin meydana gelişi sırasında, Hacı Bektaş'a izafe edilerek kendine mal edildiği dahi düşünülebilir.

Şüphesiz, çok eski zamanlardan ben tabiattaki çeşitli cansız varlıklar içinde daima, varlığın en devamlı biçimde sürdürenleri insanın dikkatini çekmiştir. Bu itibarla, dünyanın neresinde olursa olsun, tabiatın ortasında bütün haşmetiyle duran iri bir kaya veya göğe doğru yükselen muazzam bir granit kütlesi, eski insanın yerine göre hayretini, yerine göre dehşetini celp etmiştir; dayanıklılığı ile de sonsuza kadar var olabilmenin adeta sembolü gibi görünmüştür. ... Eliade, taşların ve kayaların, madde olarak tapınma konusu olmadıkları kanaatindedir. Ona göre, ilkel insan, taşa yahut kayaya değil, onda varlığını sandığı iyilik ve kötülük doğurabilecek “şey”e tapmıştır. O ,halde kült konusu olan, taş ve kayanın bizzat kendisi değil, o "şey"dir.

Pek çok bölgede Sünni ve Kızılbaş kesimlerde takdis edilen taş ve kayalara rastlanabilmektedir. Mesela Kırıkkale'nin Hasandede Köyü'ndeki camiin duvarına yerleştirilmiş olan irice bir taş, bölge Kızılbaşları tarafından ziyaret edilip büyük bir saygıyla takdis olunmaktadır. Dersim Kızılbaşları, sabahleyin güneşin ilk ışıklarının vurduğu kayaları öpmekte ve bunların kutlu olduğuna inanmaktadırlar. Afyon'un Kalecik Köyü yakınındaki oyuk bir kaya, yanında hiçbir mezar olmadığı halde Sarı Çoban Dede adıyla anılmakta ve kendisine ziyaretler yapılarak şifa umulmaktadır.

Hacı Bektaş güvercin şeklinde Anadolu'ya uçup geldiği zaman Sulucakaraöyük’teki bir taşın üstüne konmuş ve ayakları bu taşa gömülmüştü. Hacı Bektaş bir gün dolaşırken, ayaklarıyla kerpiç çamuru yoğuran biri, ondan, eğer gerçek veli ise yakındaki bir kayayı ayaklarıyla yoğurmasını istemiş, o da kayanın üstüne çıkarak hamur gibi yoğurmuştu. Bu sebeple Hamurkaya denilen ve hala yerinde duran kayada inanca göre Hacı Bektaş'ın ayak izleri bulunmaktadır.

Bugün Anadolu'nun hemen her tarafında üzerinde Hz. Ali'nin atının ayak izleri bulunduğu söylenen ve bu yüzden takdis ve ziyaret olunan birçok kayalara rastlanmaktadır. ... Elbistan yöresindeki Kızılbaşlar ve Kurmançlar arasında Ali Kayası diye bilinir ve son derece mübarek sayılır.

Orta Asya'da Budist Türkler'in de üzerinde Buda’nın izleri olduğunu söyledikleri birtakım kayaları mukaddes addettiklerini biliyoruz.

O halde, Menakıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli'deki menkabelerde ortaya çıkan taş ve kaya kültüyle ilgili motiflerin, eski Orta Asya'daki inançların devamından başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz. ... Budizm, Hıristiyanlık ve İslamiyet'e girmeden önce zaten takdis olunan bu kayalar, zikredilen dinlere girdikten sonra üzerlerinde taşıdıkları sözde insan izlerinin Buda, Hz. İsa veya Hz. Ali'ye izafe edilmesi suretiyle yine takdise devam olunmuşlardır. Böylece, bu eski kült, yerine göre Budist, Hıristiyan yahut İslami bir çehre kazanmış olmaktadır. Bu, Orta Asya'da olduğu gibi Anadolu'da böyledir.

 

c- Ağaç Kültü

Evliya Çelebi'nin "ağaca ibadet eden ademi kavmi" diye hayretle zikrettiği Karakoyunlu Türkmenleri, takdis ettikleri ağaçların etrafında kalabalık sayıda mum yakarak ayin yapmakta, ağaçlara demir parçalan asmaktadırlar. İnançlarına göre, kim ağaca demir takarsa, ağaç ona büyük faydalar sağlayacak, cehennemde yanmaktan korunacaktır.

Ağaç kültü muhtelif Kızılbaş toplulukları içinde daha ziyade Tahtacılar ve Yörüklerde yayılmış görünüyor. Tahtacılar, adlarından da anlaşılacağı üzere, geçimlerini ağaç kesmekle sağlayan kimselerdir. Bununla birlikte, onların ağaçlara büyük bir saygıları ve bağlılıkları vardır. Muharrem ayında ağaç kesmek şiddetle yasaktır. Hafta içinde salı günleri de ağaç kesilmez. Yılın belirli zamanlarında, mesela temmuz, yahut ağustos ayı içinde Kurmançlara mensup çeşitli Kürt toplulukları, bayramlık elbiselerini giyerek kadınlı erkekli gruplar halinde, ilahiler ve dualarla bu ağaçları ziyaret etmekte, ayinler yapmaktadırlar.

Sünni halk arasında bu ağaçların yağmur duası, çabuk evlenme, hastalık tedavisi vs. çok çeşitli maksatlarla ziyaret edildiğini ortaya koymaktadır.

Bununla birlikte, Sünni halk arasında bu uygulamalarda dikkati çeken bir taraf vardır: Kızılbaş zümrelerdeki gibi belli zamanlarda yapılan özel ayin ve merasimler Sünnilerde tespit olunmamıştır. Bunun izahı herhalde, Sünni kesimde İslami telakkilerin daha etkili ve hazmedilmiş olması sebebiyle bu eski kültlerin daha çok zayıflatıldığı şeklinde olabilir.

 

 

3-ŞAMANİZM KAYNAKLI İNANÇ MOTİFLERİ

 

Bektaşi velilerinin sahip olduğu bu kabiliyetlerin yahut da başka bir deyimle kerametlerin bazılarına veya en azından benzerlerine, Kitab-ı Mukaddes ve Kuran-ı Kerim'de peygamber mucizeleri arasında rastlanır. ... Hz. Muhammed'in de bu motiflere benzer mucizelerine tesadüf edilebilir. ... Bu kerametler İslam dünyasında klasik ve çağdaş tasavvuf edebiyatında "Cenab-ı hakkın veli denilen sevgili kullarına ihsan ve inayeti" şeklinde değerlendirilmiştir.

Hele söz konusu kimseler, yani nakledilecek olan menkabelerin kahramanları, Hacı Bektaş, Hacım Sultan, Abdal Musa ve diğerleri gibi, Müslüman olmakla birlikte izleri bir türlü silinememiş Şamanist vs. geleneklerin hakim olduğu bir çevreden çıkma Türkmen babaları olunca, bu motiflerde esas unsur olarak Şamanizm'i görmek tabii hale gelecektir. Şimdi bu motifleri sırasıyla incelemeye geçebiliriz.

 

a- Sihir ve Büyü Yapmak

XIII. yüzyılda Anadolu'ya muhtelif güçlerle gelip yerleşen Türkmen babalarının, eski Türk Şamanlarının İslamileşmiş şekilleri olduğu eskiden beri bilinmektedir.

Şamanların temel görevlerinin ve özelliklerinden birinin, sihirbazlık ve büyücülük olduğu, Şamanizm hakkındaki en eski araştırmalardan beri malumdur. Bunun sebebi Ohlmarks tarafından şöyle açıklanmıştır: Sibirya ve Orta Asya gibi iklimi sert olan yerlerde ve genellikle tabiat şartlarının insanlara hakim olduğu bölgelerde, tabiata hükmedememenin, ilkel insanlarda isterik tepkilere sebebiyet verdiği görülmektedir. Bu tepkiler, özellikle hassas bünyelerde ortaya çıkmakta ve bunlar sihirbaz din adamı görevini yüklenmektedir. İşte eski sihirbazlar böylece yerlerini Şamanlara bırakmışlardır; Şamanlar da sihirbazlık hüviyetini böyle yüklenmişlerdir.

İbn Sina(öl. 1037), el-İşarat adındaki eserinin ruhi tecrübelerden bahseden onuncu ve aynı zamanda sonuncu babında, arif adıyla eski Türk Şamanlarını ele almakta ve bunların sıkı ruhi tecrübe ve bedeni riyazatlardan geçtikten sonra sihir, büyü ve emsali başka kimselerin beceremeyeceği birtakım kabiliyetler kazandıklarını anlatmaktadır.

Altaylı Şamanistlerin inanışlarına göre, gerçek Şamanlar hokkabaz değildir. Bu bakımdan sihirbazlık bilen ama ayin sonrasında vecde gelemeyen Şamanlara şarlatan gözüyle bakılmaktadır. Gerçek Şamanın vecd ve istiğrak haline girebilen kişi olduğuna inanılmaktadır.

Baba İlyas ve müritleri de, böyle sihir ve büyü yapmasını bilen bir Türkmen babasıydı. Onun baş halifesi Baba İshak'ta da yine sihir ve büyü yapan, "muskalar" yazan, hastaları iyileştiren ve beraberliği bozulmuş karı kocaları birbirine bağlayan münzevi bir sıfatıyla kaynaklarda bahis olunur.

Ne var ki, sihir ve büyünün Müslümanlıkta kesin yasaklanması, Sünni çevrelerde Türkmen babalarının iyi gözle görülmelerine engel olmuş, bu yüzden çoğu defa büyücü manasına cadü kelimesiyle tavsif edilmişlerdir.

 

b- Hastaları İyileştirmek

Hastaları tedavi etmek, Şamanlığın ana görevlerindendir. ... Kendilerine Sramana veya Şamana denilen bazı Budist propagandacılar, uyguladıkları tedavi usulleriyle Şamanlar üzerinde etkili oldular ve onların da bu vazifeyi yüklenmelerini sağladılar.

Şamanist inanca göre, insanın vücudundaki ruh, kötü ruhların etkisiyle vücudu terk ettiği zaman hastalık meydana gelir. Ruh uçar gider ve yeryüzünde serseri bir şekilde dolaşır; çoğu defa kötü ruhların esiri olur. Eğer çok uzun zaman vücuttan ayrı kalırsa ölüler diyarına gider. Buna engel olmak için yapılacak şey, hastanın ruhunu tekrar kendi vücuduna sokabilmektir. Bunu ancak Şaman yapabilir.

Bugün Doğu Türkistan'da hastalık tedavisi için uygulanan Şamanist işlemler İslami bir kılıkta devam etmektedir. Altay Şamanlarının ayini, İslami dualar, peygamber ve velilerin isimleri karıştırılarak İslamileştirilmeye çalışılmıştır. Perihan (Farsça "peri çağıran") denilen bu Müslüman Şamanlar bu yolla kendilerini koruyabilmişlerdir.

Günümüzde Anadolu'da da aynı durum söz konusudur. Okuyup üflemek, ip bağlamak, muska yazmak vs. usullerle hastalık tedavi etmeye çalışan kimseler vardır. Halk arasında genellikle hoca diye tanınan bu şahıslar, gerçekte Şaman kalıntısı kimselerden başka bir şey değildirler.

Yüzlerce yıldan beri İslamiyet, Anadolu'da dahi Şamanizmin bu ana fonksiyonunu silip atamamıştır.

 

c- Gayp'tan ve Gelecekten Haber Vermek

Bir Şamanın üçüncü temel vazifesi, gaipteki şeylerden, gelecekte olacaklardan haber vermektir.

Menkabelerden anlaşıldığına göre, Yahya Paşa ve Otman Baba vecd ve istiğrak haline girdiklerinde ruhları bedenlerini terk etmekte, duruma göre kısa veya uzunca bir müddet başka yerlerde dolaştıktan sonra yeniden bedenlerine girmektedir. Ruh bu dolaşmayı yaparken

 

yerinde hareketsiz kalmaktadır. Bu olaylar, tamamen Şamanların sık sık gerçekleştirmeye çalıştıkları bir tecrübeden ibarettir.

W. Ruben, Şamanların bu transmigration halini Budizm'deki yoga ile ilgili görmektedir. Ona göre, yogilerde de istiğrak halinde aynı durum söz konusudur. Aslına bakılırsa Ruben'in bu görüşü, Eliade'ın Şamanizm'in önemli ölçüde budik etkilere maruz kaldığı hakkındaki görüşü ile beraberce mütalaa olunursa gerçekten yerindedir.

OhImarks ... Ona bakılırsa, cezbe ve vecd (extase) durumunda olan bir kimse, vücudunu aktif halde tuttuğu zaman da kendinden geçip başka yerlere gittiği intibaına kapılabilmektedir. Ancak onu seyredenler. Şamanın vücudu hareketsiz kaldığı için, gerçekten ruhunun bedenini terk ettiğine inanmaktadırlar. Ohlmarks bu hadisenin ancak arktik bölge Şamanizminde mümkün olduğunu, her Şamanın bu kabiliyete sahip bulunmadığını ileri sürmektedir.

XIII. yüzyılın ünlü Türkmen şeyhlerinden ve Sarı Saltık’ın halifelerinden olan Barak Baba'nın da bu şekilde vecd ve istiğrak haline girdikten sonra geleceğe dair birtakım kehanetlerde bulunduğu hakkında kaynaklarda haberler vardır. Bundan başka, Mevlana'nın da bir gün halvette iken bedenini terk ederek Bağdat’ta bir müddet dolaştığı, sonra yeniden cismine dönerek gördüklerini anlattığı rivayet olunur.

Göğe çıkarak Tanrı ile konuşup geleceği bizzat ondan öğrenmek her Şamanın yapabileceği bir iş değildir. Yalnız ve yalnız büyük Şamanların kudreti dahilinde bu işle ilgili sadece Menakıbu'l- Kudsiye'de iki menkabe vardır. Bunlardan biri, Baba İlyas'ın küçük oğlu Muhlis Paşa, öteki onun oğlu Aşık Paşa'ya dairdir.

Aşık Paşanın kerametlerini anlatan menkabelerden birinde de, tıpkı Hz. Muhammed'in miracı gibi, Allah katına çıkarak onunla bizzat görüştüğü, gizli alemleri baştanbaşa seyrettirildiği ve zahir batın her hususun bizzat Allah tarafından kendisine açıklandığı anlatılır.

Görüldüğü gibi her iki menkabede, her ne kadar yapılan,iş İslami bir hava içinde imiş gibi tasvir edilse de, hem Muhlis Paşa, hem de Aşık Paşa adeta Hz. Muhammed tarzında Allah ile vasıtasız temasa geçirilerek yapacakları işlere dair ondan talimat almışlardır. Hakikatte bu iki menkabede, göğe çıkarak Tanrı ile görüşüp ondan birtakım bilgi ve haberler alan Şamanların hüviyeti rahatça teşhis edilebilir.

Baba İlyas'ın verdiği cevap aynen şöyleydi: "Yarın Tanrı ile konuşacağım ve sizin hepinizin huzurunda size ve bana bu talihsizliğin neden eriştiğini soracağım." Görgü şahitliğine dayalı şu ifadeler, seyircilerinin huzurunda Gök Tanrı ile temasa hazırlanan bir Şamanın sözlerinden başkası olamaz.

Her iki olayda da, tanrı ile istediği zaman temas kurabilen üstün kabiliyetli iki din adamının siyasi iktidarı ele geçirme çabaları hakim motif gözüküyor. ... Ortaçağ Türk ve Moğol topluluklarında Şamanlar ekseriya kabile şeyhleriyle özdeşleştiriliyorlardı. Zira şefin her şeyi bilmesi, eski ataların ruhlarıyla olduğu kadar gizli güçler ve yeraltı ruhlarıyla da münasebeti olması gerekiyordu. Bunu da ancak Şamanlar yapabiliyorlardı. ... Sahip oldukları bu hem dini hem siyasi imtiyazlar yardımıyla ara sıra kendilerini kuvvetli hissettikleri vakit merkezi otoriteyi sarsma ve iktidarı kendi ellerinde toplama teşebbüsüne geçiyorlardı. Teb-Tengri'yi ve Baba İlyas'ı harekete geçiren motif temelde işte buydu.

Altaylılarda ve Yakutlarda Şamanlar artık göğe seyahat işini temsili olarak yapmaktadırlar. Bunun için hususi birtakım merasimler uygulanmakta ve Gök Tanrıya "beyaz bir at" kurban edilmektedir, Şaman bu beyaz atın ruhunu göğe yollarken kendi ruhunun da Tanrı katına eriştiğine inanmakta, etrafında bulunanlara seyahati sırasında gördüklerini ve Tanrı ile neler konuştuğunu anlatmaktadır.

 

d- Tanrının İnsan Şeklinde Görünmesi (Antropofani)

Hulul inancı ile karıştırılmaması gereken bu Şamanist motif, tek bir menakıbnamede, Menakıbu'l- Kudsiye’de bulunmaktadır. Yine İslami unsurlarla gizlenmiş bu menkabe aynen şöyledir: ... Mirac hadisesinde Hz. Muhammed'e yapıldığı gibi “inşirah-ı sadr" denilen kalbin göğüsten çıkarılıp temizlenmesi ameliyesi Aşık Paşa'ya da yapılır.

Bu çok ilgi çekici menkabede Tanrının bir ihtiyar şeklinde göründüğüne dair eski bir Şamanist inanç, Hz, Muhammed'in miracına benzetilmekle İslami bir çehreye bürünmüş olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Günümüz Anadolu'sunda Kızılbaşlar arasında akaid ve ilmihal kitabı vazifesini gören meşhur İmam Cafer Buyruğu'nda da Tanrının insan suretinde görüneceği hakkındaki bu inancı bulmak kabildir.

 

e- Tabiat Kuvvetlerine Hakim Olmak

Eski Türkler arasında bu şekilde tabiat kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurabilme telakkisi, İslamiyet'in kabulünden çok eskidir.

Tabiat kuvvetlerine hükmedebilme motifinin biraz değişik mahiyette İslami gelenekte de yer aldığını görüyoruz.

Görünüşte birbirlerine benzemekle beraber, peygamber mucizeleri tamamıyla ayrı mahiyette şeylerdir. ... Hacım Sultan ve Otman Baba, yıldırımları hasımları üzerine gönderir veya fırtınalar çıkarırken, tıpkı bir Şaman gibi hareket etmektedirler.

Mevlana bir gece medresenin damında otururken adeta Otman Baba gibi birden cezbeye gelerek şiddetli bir fırtına çıkartmış ve kuvvetli bir yağmur yağdırarak Konya'yı sellere vermiştir. O da bu haliyle sanki aleyhine dedikodu çıkaran şehir halkına bir ders vermek istemektedir. Bunda da aynı Şamanist geleneğin etkisini düşünmemek mümkün değildir.

 

f- Ateşe Hükmetmek

Bektaşi menakıbnamelerinde en sık geçen Şamanist motiflerden birisi de budur.

Eliade, ateşin yakıcılığına karşı koyabilme gücünün, Şamanizmin dışındaki bazı büyü sistemlerinde de görüldüğünü söylemektedir.

Moğol Şamanlarının ateşle olan bu ilgileri, 1258'de Hülagü'nun Bağdat’ı zaptından itibaren Rufailik tarikatına da geçmiş, bu tarihten sonra şuraya buraya dağılan Rufai dervişleri, Şamanlardan öğrendikleri uygulamaları göstermeye başlamışlardı.

 

g-Kemiklerden Diriltmek (İntermezzo)

Hacı Bektaş'a, yeni mürit olmuş bir adamcağız, onu ve öteki, müritleri evine yemeğe davet eder. Yemek için evinde ne kadar kuzusu varsa hepsini boğazlar. ... Dua biter bitmez kuzuların hepsi de dirilerek ayağa kalkarlar.

Bektaşi menakıbnamelerinden nakledilen her iki menkabede de kemiklerden dirilme inancı dile getirilmektedir, M. Van Bruinessen, Bektaşilerdeki bu inancın, aynen İran'da Ehl-i Hak Kürtler arasında da çok yaygın olduğunu tespit etmiştir.

Bu iki örnekle Müslüman ve Hıristiyan geleneğindeki yerini tespit edebildiğimiz kemiklerden dirilme inancının, başka dinlerde de mevcut olduğu anlaşılıyor. ... Eliade, iptidai dinlerde rastlanan kemiklerden dirilme inancının tipi bir Orta ve Kuzey Asya inancı olduğunu kabul etmektedir. Gerçekten bütün arkeolojik kaynaklar muhtelif Asya kavimlerinin çok eski zamanlardan beri iskelete büyük bir önem atfettiklerini ve kişinin yahut hayvanın yeniden dirilişinin bu sayede olacağını düşündüklerini gösterir mahiyettedir. Bu sebeple, insan veya hayvan öldüğü zaman kemiklerinin en ufak bir parçasının bile kaybolmamasına özen ve dikkat gösterilirdi.

İslam öncesi devirde Türkler ve Moğollarda kurbanların etleri yenildikten sonra kemikleri kırılıp parçalanmaz, büyük bir itina ile toplanarak ya gömülür ya da yakılırdı. Bu sürede o hayvanın gökte yeniden dirilerek Tanrıya ulaşacağına inanılırdı. Türk ve Moğollarda başka bir inancın teşekkül ettiği görülmektedir: Düşmanın tekrar dirilip güçlenmesine engel olmak, öldürüldüğü zaman cesedini dolayısıyla kemiklerini yakmakla mümkün olacaktır.

Bu inancın etkisiyle hareket eden Türkler ve Moğolların büyük düşmanlarının cesetlerini bazen gerekirse mezarlarından çıkararak yaktıklarına dair tarihte misaller bulunmaktadır.

Anadolu'da yaygın inanca göre, insanın kuyruk sokumunda bulunan kemiği asla çürümez. Çünkü kıyamet gününde insanlar bu kemikten dirileceklerdir.

 

h- Kadın-Erkek Müşterek Ayinler (Ayin-i Cem)

Rum Erenleri'nin Bacı denilen kadın velilerle bir arada oturup kalktıkları ...

Şamanİst Türklerin uyguladıkları bu kadınlı erkekli dini ayin ve merasimler, bilindiği üzere, Müslümanlığın kabulünden sonra da, özellikle göçebeler arasında devam etmiştir.

Kadınlı-erkekli bu ayinlerin eski İran'da da bir gelenek olduğu ve özellikle Maniheistlerin bu tip ayinler yaptıklarına dair tarihi haberler mevcuttur. Hatta Peuch'un bildirdiğine göre, bazı geceler yapılan kadın-erkek karışık bu ayinler dolayısıyla Maniheistlerin hasımlarınca dedikodular ve Türkiye'deki "mum söndü" hikayesine benzer asılsız rivayetler çıkarılmaktaydı.

 

i- Tahta Kılıçla Savaşmak

Bektaşi velilerinin ortak bir yanları da, tahta bir kılıca sahip olmaları, bununla yerine göre ejderha, yerine göre kafirlerle savaşarak onları öldürmeleridir. Bu motif, menakıbnamelerden başka Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarını anlatan ilk devir vakayinamelerinde bile vardır.

Şamanların ayin yaparken kullandıkları aletlerden birinin de tahta kılıç olduğunu gösteriyor. ... Yani tahta kılıç, şer kuvvetlerle mücadele için bir savaş aracıdır.

Görüldüğü üzere, tahta kılıç, hemen hemen XIII.-XV. yüzyıllarda yaşamış ve bir kısmı ilk Bektaşiler arasında kabul edilen adları geçen şahısların velilik yönlerinin yanında bir de gazilik tarafları olduğunu, kafirlerle mücadele ettiklerini gösteriyor. Hakikatte de bunların çoğunun ilk devir Osmanlı fetihlerine katılmış kişiler olduğunu bugün artık biliyoruz.

O devirde bu şekilde hudutlarda savaşan ve isimleri yazıya geçmemiş daha pek çok heterodoks derviş bulunduğunu düşünebiliriz. İşte tahta kılıç bunların adeta sembolü gibi olmuştur.

 

4- UZAK DOĞU VE İRAN DİNLERİ KAYNAKLI İNANÇ MOTİFLERİ

 

a- Tenasüh (Reenkarnasyon, Metampsikoz) İnancı

Genel ve kaba bir tarifle, öldükten sonra insanın ruhunun başka bir bedene intikal suretiyle hayatını sürdürmesi şeklinde ifade edilebilecek olan tenasüh inancı, eski dünyanın bazı yerlerinde değişik biçim ve anlayışlarda görülmüş çok eski bir telakkidir.

Musevilik ve Hıristiyanlık gibi büyük Monoteist dinlerde reddedilen tenasüh inancı, İslamiyet'te de kabul görmemiştir. Buna rağmen İslam tarihinde muhtelif heterodoks mezhep ve tarikatlarda geniş çapta yer bulduğu görülmekte, hatta bunların bazılarının temel doktrinini teşkil ettiği müşahede olunmaktadır. Mesela Ehl-i Rak (Aliilahilik) mezhebi, Yezidilik, Nusayrilik vs. böyledir. Türkiye'de ise özellikle Kızılbaşlık ve Bektaşilik, bu inanca geniş yer verir.

Böylece şeyhlerinin çok zamanlar evvel aynı yerlerde, yani Eskişehir dolaylarında Seyyid Battal Gazi olarak yaşadığını, şimdi de Sultan Şucauddin'in bedeninde zuhur ettiğini anlamış olurlar.

Hacı Bektaş'a ait menkabede ise, Hz. Ali’nin Hacı Bektaş olarak yeniden dünyaya geldiği belirtilmektedir.

Bektaşiler ve Kızılbaşlar, Hz. Ali’nin birçok kalıplarda her devir ve zamanda yeryüzünde mutlaka mevcut olduğuna inanmaktadırlar.

Bu iki tip tenasüh inancında aslında gizli bir hulul inancı da mevcuttur. Eğer dikkat edilirse yukarıda nakledilen nefeslerde bu gizli hulul, yani Allah'ın insan vücuduna girmesi telakkisi rahatlıkla sezilebilir.

Seyyid Battal donu, Adem donu, Ali donu vs. terkiplerde yer alan bu kelime, ruhun girdiği bedeni kastetmektedir. İran'da Ehl-i Haklar'da ruhun bu şekilde kalıptan kalıba girmesi don-be-don dolaşmak tarzında ifade edilmektedir. Türkçe’de de donuna girmek biçiminde kullanılmaktadır. İkinci kelime, sır terimidir. Ali sırrı, sırr-ı Muhammed, Ata sırrı vs. terkiplerde geçen bu kelime ise, beden değiştiren ruhu belirtmekte olup Bektaşi-Kızılbaş metinlerinde çok sık geçer.

Ayın hilal şeklinden başlayarak zamanla dolunay halinde en olgun biçimine girip giderek kaybolması gibi, ruh da hilal gibi bir bedende doğmakta, olgun yaşa gelmekte ve zamanı dolunca bedenin ölümüyle ondan çıkıp yepyeni bir başka bedende ortaya çıkmaktadır. Zahirde hangi biçimde görünürse görünsün ay aynı ay olduğu gibi, hangi bedene girerse girsin ruh da aynı ruhtur.

Zamanla Bektaşilik ve daha başka tarikatların içinde iyice işlenen tenasüh inancı bilhassa Kızılbaş zümrelerinde de temel inançlardan birini oluşturmuş, dolayısıyla Türk heterodoksisinin de ana unsurlarından birini teşkil etmiştir. Bundan dolayı XVI. yüzyılda Safevi propagandası, On iki İmam mezhebinde mevcut olmamasına, hatta reddedilmesine rağmen, tenasüh inancını kuvvetle işlemeye özen göstermiş, belki de bu propagandanın Anadolu'daki Türkmen çevrelerinde sağlam bir şekilde tutunmasında bunun önemli katkısı olmuştur. ... Hatayi mahlasını kullanan Şah İsmail'in ...

Bugün Tahtacılarda ve Kızılbaş Kürtlerde tenasüh inancı bütün cepheleriyle yaşamaktadır. Tahtacılarda, iyi bir insanın ruhunun, öldükten sonra başka bir insan bedeninde, kötü bir insanın ruhunun ise kötülüğünün derecesine göre bir hayvan bedeninde cezasını tamamlayıncaya kadar hayatını devam ettireceğine inanılmaktadır. Kızılbaş Kürtlerde de, Hak Muhammed Ali'ye iman edip de mürşide ikrar vermeyenler, dünyaya meyledip insanlara fenalık yapanlar, öldüklerinde hayvan donuna girip azap görürler.

Bu itibarla daha İslam öncesi devirde Budizm kanalıyla Türkler'e giren tenasüh inancının, atalar kültü ile kolayca bağdaşan bir nitelik taşıması sebebiyle tutunduğunu söylemek herhalde mümkündür.

Bazı araştırıcılar, özellikle hayvan kalıbına girme telakkisini göz önüne alarak Türklerdeki tenasüh inancını Totemizme bağlamakta ve bunun çok derin izler bırakarak Şamanizmin en kuvvetli unsurlarından biri haline geldiğini söylemektedirler. ... Türklerdeki tenasüh inancının kaynağı Budizm’dir.

Budizm'deki tenasüh inancı biraz yakından incelenecek olursa, aradaki büyük yakınlığı kolayca görmek kabildir. Üstelik dünya üzerinde tenasüh inancını doktrininin temeli yapmış ikinci bir din bulunmadığını da hatırdan uzak tutmamalıdır. ... VI. yüzyıldan itibaren Göktürkler ve daha sonra da Uygurlar arasında uzun zaman Budizm'in mevcudiyeti de düşünülürse, Türklerdeki tenasüh inancına başka bir kaynak aramak fuzulidir.

Budizm üzerinde yapılan çalışmalar, gerçekte bu inancın Buda'nın yaşadığı devirden çok eski zamanlarda Hindistan'da mevcut olduğunu ortaya çıkarmıştır. ... Buda'dan önce Brahmanlar bu inancı benimsemişler ve işlemişlerdir. Budizm teşekkül ederken, eski Hint inançlarından bir kısmını kendi bünyesine aldığı biliniyordu, ki tenasüh de bunlardan biriydi. Ancak Budizm bunu daha da geliştirip sistemleştirmiştir.

Budizm'in tenasüh telakkisine göre, ruhun ölümden sonra başka bir cesede girmesi kaçınılmazdır. O halde iyi işler yapan kimseler asla ölümden korkmamalıdır. Ancak kötülük işleyenler için durum farklıdır; çünkü onlar kalıp değiştirirken insan bedenine değil, her seferinde biri ötekinden kötü hayvan kalıbına girmek suretiyle cezalandırılacaktır.

İsmaililer ve Nusayriler arasında, hatta Yezidilerde de bu inancın mevcudiyeti birçok örnekleriyle biliniyor.

Bunlara göre insan ruhunun tekamülü, sürekli don değiştirmeye, yani don-be-don dolaşmaya bağlıdır. Bu, biraz Bektaşilikteki devir nazariyesine benzemekle beraber devir değildir. Zira devirde, insan ruhunun daha ilk yaratılışta cansız varlıklara, onlardan bitkilere, bitkilerden hayvanlara, hayvanlardan da insanlara intikal suretiyle en yüksek yaratılış biçimine doğru bir gelişme söz konusudur.

 

b- Hulul (Enkarnasyon) İnancı

Türk heterodoksisinin temel inançlarından biri de, hulul, yani, Allah'ın insan bedenine girmesi inancıdır.

Yani Cenabı Hak kendi kudretinin açığa çıkması ve insanlar tarafından tanınması için insan şeklinde görünmeyi uygun bulmuştur.

Aşık Paşanın sanki Cenabı Hakk'ın zuhur ettiği beden olduğu anlatılmak istenmiştir.

Hulul inancıyla ilgili asıl çarpıcı ifadeler Vilayetname-i Otman Baba'da bulunmaktadır. ... Yani cisim olarak yaratılmadan önce ruhlar aleminde insanlara "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" şeklinde hitap edip onlardan “Evet, rabbimizsin” cevabını alan Allah'ın Otman Baba'da tecelli ettiğini gören Turnacı Baba, önünde secde yapmıştı. ... Otman Baba kendini gösterip şöyle bağırmıştı: “Ya bu söyleyen kimdir?” Bu sözlerin açıkça ifade ettiği üzere Otman Baba Allahın kendine hulul ettiğini belirtmek istiyordu; zaten gittiği her yerde kendinin ve müritlerinin tutuklanması da hep bu yüzdendi.

Hulul inancının, Tanrının insan olarak düşünülmesi demek olan antropomorfizmle bir alakası yoktur. Hulul inancı biraz incelendiğinde Budizm ve Zerdüştlükle yakın ilgisinin bulunduğu görülür.

Zerdüştlükte de buna benzer bir durum vardır. Esasen modern araştırmalar, geniş çapta Hint-İran inançlarının hakim bulunduğu bir muhit olan bugünkü Afganistan denilen bölgede doktrinini geliştiren Zerdüşt’ün, Budist unsurlardan bir kısmını kendi sistemine aldığını göstermektedir. ... Zerdüşt, adeta ortaya koyduğu inançların merkezini teşkil eden Ahura Mazda'nın yeryüzüne inmiş insan timsali kabul edilmektedir.

Meşhur Mukanna'ın da, Allahın kendisine hulul ettiğine inandığını biliyoruz. Mukanna'ya göre Allah önce Hz. Adem olarak yeryüzünde görünmüş, sonra Nuh Peygambere hulul etmiş, ondan sonra sırasıyla bütün büyük peygamberler vasıtasıyla Muhammed'e kadar gelmiştir. Hz. Muhammed'den Hz. Ali'ye hulul eden Allah, sırayla evladına ve nihayet Ebu Müslim Horasani'ye geçerek onun bedeninde yaşamış, en son olarak da kendi vücuduna hulul etmişti.

Mukanna'nın bu telakkisi ile yukarıda Otman Baba'nın sözleri, Kaygusuz Abdal ve Muhyiddin Abdal'ın nefesleri arasındaki yakınlık hatta aynilik sezilmeyecek gibi değildir.

Bütün bu menkabe ve nefeslerden bir sonuç çıkarılmak istenirse görülecek olan şudur: Ana inanç, Allah'ın önce Adem Peygamber olarak yeryüzünde göründüğü, sonra sırasıyla öteki büyük peygamberlerin (Şit, İdris, Nuh, İbrahim vs.) bedenlerinde hulul ederek en son Hz. Muhammed'de zuhura geldiğidir. Hz. Muhammed'den Hz. Ali'ye, ondan evladına hulul eden Allah, daha sonra Şiilik tarihinin büyük isimlerini dolaşmış ve Hacı Bektaş’a gelmiştir. Hacı Bektaş'tan sonra ise, Bektaşiliğin takdis ettiği bütün büyük evliyayı dolaşarak onların vücutlarında hulul etmiştir. Bu hüviyetiyle bu telakkiye tecessüd, yani Allahın bir insan vücudunda cesetlenmesi de denilebilir. Otman Baba'nın sözleri, tam bir tecessüd ifadesidir.

Anlaşıldığı üzere, Allah'ın ruhu her insanın bedenine hulul etmez. Onun hulul edeceği bedenin hem maddi hem manevi bakımdan her türlü noksan, kusur ve kötülüklerden arınmış olması lazımdır. Böyle insanlar az olduğu için tam hulul ancak Hz. Ali'de olmuştur.

Bazen Allah Hz. Ali'de olduğu gibi, bütün hüviyetiyle bir bedene hulul etmeyebilir. Bu takdirde ya fiilleri ile, ya sıfatları ile veya zatı ile tecelli eder. Ama bunların üçünün bir arada bulunduğu bir beden Hz. Ali’den sonra gelmeyecektir. Bu itibarla, Hz. Ali'den sonra Allah'ın hulul ettiği hiçbir beden tam hulule mazhar olmuş değildir.

Eskiden bazı mutasavvıfların, Allahın nurunun güzel yüzlü insanlarda tecelli eylediğine inandıklarını biliyoruz. Hatta bazılarının bunu hulule kadar vardırdıkları da malumdur. Böyle bir hulul inancının Hulmaniyye mezhebi mensupları arasında da bulunduğu anlaşılıyor.

 

c- Şekil (Don) Değiştirme (Metamorfoz)

Şekil değiştirme genellikle üstün bir güç, yerine göre Allah, sihirbaz, cadı, evliya tarafından, ya yapılan bir iyiliğe karşılık mükafat veya kötülüğü ceza olarak gerçekleştirilmektedir. Çoğu defa bu motifle, bir ağacın, hayvanın yahut cansız bir nesnenin şimdiki haline nasıl geldiği açıklanmaya çalışılır. Şekil değiştirmeyi ifade için Türk menkabe, masal ve efsanelerinde donuna girmek deyiminin kullanıldığı görülür: Geyik donuna girmek (geyik olmak), güvercin donuna girmek (güvercin olmak)gibi.

Şamanların yaptığı hemen her ayinde mutlaka hayvan yer almaktadır. Bir bakıma Şaman, insan-hayvandır. Düşman ruhlara karşı hayvan kılığına girerek savaşır; gökyüzüne yaptığı seyahati hayvanlar aracılığıyla yapar. Bu itibarla geyik kılığına giren Türk dervişlerinin bu menkabeleri Şamanizm'le ilgilidir; Budizm'le alakasını düşünmek çok uzaklara gitmek olur.

Bu konuyu en iyi inceleyenlerden biri olan Saadet Çağatay ise aksi görüşü ileri sürmekte, hatta meselenin Budizm'le ilgisini örneklerle ortaya koymaktadır.

Bu hikayenin, karnında yavrusu olan bir ceylanı avcıdan kurtarmak için kendini feda eden Buda'nın anlatıldığı Kral Brahmadotta catakasıyla ilgisi S.Çağatay tarafından incelenmiş, aynı geyik hikayesinin Kazakça manzum bir varyantı ile de karşılaştırılmıştır.

Bütün bunlar bir önemli hususu daha meydana çıkarmaktadır ki, o da geyiğin İslami devirde hem Orta Asya'da hem de Anadolu'da evliyalık mefhumu ile sıkı alakasıdır.

Geyiğin bilhassa Bektaşi ve Kızılbaş zümrelerinde mukaddes bir hayvan kabul edilmesiyle alakadardır. Temelinde hiç şüphesiz Buda-geyik münasebetinden geliştirilen evliya-geyik ilişkisi bulunan bu telakki, Anadolu'da ortaya çıkmış olmayıp İslam öncesine dayanmaktadır. Bu inancın sonucu, geyiğin avlanması kesinlikle yasaklanmış görünüyor. Bütün Tahtacı ve Yörük aşiretlerinde, geyik vuran avcıların başlarına mutlaka bir felaket geleceği inancının mevcudiyeti dikkati çekiyor ve bu konuda sayısız olaylar naklediliyor.

Geyik, kuş ya da başka herhangi bir hayvanın şekline girmeye dair inançlar, bir kısmı bize Şamanizm'le intikal etmiş gibi görünmekle beraber gerçekte tipik Budist inançlardır ve büyük bir ihtimalle, daha Orta Asya'da Budizm’in Türkler tarafından kabulü esnasında Şamanizm'e geçmiş bulunmaktadır.

 

d-Havada Uçma (Levitasyon)

Eliade'ın belirttiğine göre tipik bir Budist inanç olan havada uçmanın eski Budist evliya, yogi ve sihirbazlarının menkabelerinde birçok örneği vardır. Eliade bunun, eski Hint'in halk inançlarındaki mistik metotlar arasında birinci sırayı işgal ettiğini söyler.

 

e- Dört Unsur(Anasır-ı Erbaa)

İnancı Bektaşiliğin önemli inançlarından birini teşkil eden bu anasır (unsurlar) telakkisinin, bazılarınca bizzat Hacı Bektaş'ın yazdığı kabul edilen Makalat'ta da kuvvetle işlendiği görülmektedir. Allah insanları bu dört unsurdan yaratmıştır. Dolayısıyla bu unsurların özelliğini taşırlar. Abidler denilen şeriat ehli, yelden yaratılmıştır. Zahidler, tarikat ehli olup oddan yaratılmıştır. Marifet ehli olan arifler sudan, sonuncuları teşkil eden muhabbet ehli muhipler ise topraktan yaratılmışlardır.

Tarih kaynakları dört unsur inancının İslamiyet’e girmeden çok evvel eski Türklerde tanındığını gösteriyor. ... Türkler ateşe, fevkalade bir kutsiyet izafe ediyorlar. Aynı şekilde hava ve suyu takdis edip toprağa büyük bir önem veriyorlar.

Çin’de ... beş elemandan söz edilmektedir: Ağaç: işareti yin, temsilci hayvanı kaplan; toprak: işareti siu, temsilci hayvanı köpek; su: işareti hai, temsilci hayvanı domuz; ateş: işareti sseu, temsilci hayvanı yılan.

Menkabelerdeki anasır telakkisine tam anlamıyla uyan bir başka telakkiyi biz ilk devir Budizm'inde buluyoruz. Buna göre yeryüzündeki her madde şu dört unsurdan, yani toprak, su, ateş ve rüzgardan yaratılmıştır.

Ancak, insanın dört unsurdan yaratıldığına dair Bektaşilikteki inancın, ilk insanın beş unsurdan mürekkep olduğuna dair Maniheizm'deki telakkiyi hatırlattığını da hesaba katmak mantıklı olacaktır.

 

f- Ateş Kültü

Zerdüştlükte ateşin temizleyiciliğine ve hayatı yenileyiciliğine inanılmaktadır. ... Ateşin Mazdeizm'de de temel bir öneme haiz olduğu bilinmektedir.

Değişik yörelerde, üzerlik denilen bir bitkinin ateşe atılan tohumlarıyla hastayı tütsüleme. ... Ayrıca yine Anadolu'nun pek çok yerinde düğün, bayram vs. zamanlarında, yakılan ateşlerin üstünden atlamak, çevresinde raksetmek, dönmek şeklinde görülen sinsin oyunu da, eski ateş ayinlerinin mahiyetini kaybetmiş ve folklora yerleşmiş bir şeklinden başka bir şey olmamalıdır.

Anadolu'da Sünni halk arasında ateş kültünü yansıtan bu gibi uygulamalar, Kızılbaş Türkler ve Kürtlerde daha belirgin ve aslına daha yakındır. ... Eski Türkler ve Moğollarda, günümüzde Sibirya'da ve Altaylarda ateşe karşı yapılması yasak işler, aynen Kızılbaş Türkler ve Kürtlerde de geçerlidir. Ateşe bıçak tutmak, su dökmek, pis bir şey atmak yasaktır. Bunların, ateşin ölümüne sebep olacakları için uğursuzluk getirdiğine inanılır. Bir evde ocağın devamlı yanması, o ailenin saadet ve sürekliliğine işaret sayılmıştır. "Ocağın yansın", “Ocağın sönsün” gibi dua ve beddualar, asıl manası bugün kaybolmakla beraber, hep bu eski inancın ifadesidir.

 

 

5- KİTAB-I MUKADDES KAYNAKLI İNANÇ MOTİFLERİ

 

 

İslamiyet'te haça gerilenin Hz. İsa olmayıp Allah tarafından ona benzetilen münafık bir havari olduğu ve ölmeden önce Hz. İsa'nın sağ olarak Allah katına çıktığı kabul edilir.

Burada şunu unutmamak lazım geliyor: Bütün bu inanç örneklerinde herhangi bir insan değil, bir kral, bir peygamber, bir hükümdar ve bir velinin ölmeyip göğe yükselmesi bahis konusudur. Her insan için böyle bir sonuçtan söz edilmemektedir.

Her iki tip menkabenin hem Kitabı Mukaddes, hem de Kur'an-ı Kerim'de örneğini bulabiliyoruz. İlkinde, Filistinlilerle cenge tutuşup susayan Samson'un, tam susuzluktan öleceği sırada, Rabbin emriyle yerden su çıkarıp içtiği hikaye olunur. ... Bizde halk arasında Şem'un Gazi diye bilinen zat budur ve anlatılan hikayeleri büyük çoğunluğuyla Kitab-ı Mukaddes'ten alınmadır.

Anadolu dışı eski Türk efsane ve masallarında yerden veya kayadan su çıkarma motifinin bulunmaması bunun eski Türk inançlarıyla alakası olmadığını göstermeye yeter.

Menakıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli’de ... Seyyid Cemal'in oğlu Asildoğan bir aralık Rumeli tarafına geçmek üzere Gelibolu karşısında boğazın kenarına gelmiştir. ... Bu menkabenin yine aynı yerde geçen bir benzeri Seyyid Ali Sultan için de anlatılır. Yalnız bu defa adı geçenin, kayıkçıların muhalefeti üzerine, eteğini kumla doldurup avuç avuç denize serptiği, kum serpilen yerlerin kara yolu haline geldiği kaydedilmektedir.

Bir menkabesine göre de, Hacım Sultan'ın yağmur sebebiyle kabaran ırmağı yarıp karşıya geçtiği anlatılır.

 

 

SONUÇ

Menakıbnamelerde mevcut inanç motiflerinin toplam miktarına göre bir sıralama yapılacak olursa, şöyle bir tablo ile karşılaşılmaktadır. Tabiat kültleri ile alakalı sadece 14 motife karşılık, 27 Şamanist, 48 Uzak Doğu ve İran dinleriyle ilgili motif mevcuttur. Kitab-ı Mukaddes kaynaklı motifler ise 46 tanedir. Toplam miktar 145 olduğuna bakılırsa bunun %10’u Tabiat Kültleri, %25’i Şamanizm, %33'ü Uzak Doğu ve İran dinleri %32'si Kitab-ı Mukaddes menşeli motifler olmak üzere bir dağılım gösterdiği ortaya çıkmaktadır.... Bu dağılımda, Uzak Doğu ve İran dinleri umumi bir gruplandırmanın ifadesidir. Oysa bu % 33'lük payın içinde Budizm, Maniheizm, Zerdüştilik, Mazdeizm ve Mazdekizm gibi muhtelif dinler bulunmaktadır. Böyle bir genel gruplandırma, öteki tek menşelerle daha kolay kıyaslama yapabilmek için tercih edilmiştir. Aksi halde nispet büyüklüğüne göre yapılacak bir sıralamada % 32'lik bir hisse ile Kitab-ı Mukaddes menşeli motifin birinci, %25'lik bir nispetle Şamanist motiflerin ikinci sırayı alacakları anlaşılır. Kitab-ı Mukaddes motiflerinin propaganda için bu kadar rahat kullanılmasında kanaatimizce bir kısmının İslami inançlarda da mevcut olmasının payını bilhassa zikretmelidir. Nitekim 46 motifin en az yarısı İslami gelenekte de mevcuttur.

Umumi sıralama göz önüne alındığında Türk heterodoksisinin unsurlarını teşkil eden İslam öncesi inançların Bektaşi menakıbnamelerindeki ağırlık noktasının Şamanizm değil, Budizm ile Maniheizm ve daha sonra öteki İran dinlerinin meydana getirdiği grup olduğu açığa çıkmaktadır.

Şiiliğe ait motiflerin biraz zayıf kalışı dikkati çekiyor. ... Hz. Ali ve On iki İmam kültünden başka herhangi bir motife rastlanmaması, diğerlerinde bu konuda tek satır dahi bulunmaması altı çizilecek bir husustur. ... Bu vesileyle Anadolu Türk heterodoksisine vücut veren ana faktörün Şiilik değil İslam öncesi dinlerden kalan inançlar olduğu da açık bir surette belirlenmiş bulunmaktadır.

 

5- Türklerin müslüman olmaları

A- Horasan da Ehl-i Beytin yaydığı değişik İslami akımlar ve Türk dervişleri

10cu asrın sonunlarından itibaren yavaş yavaş Oğuz Türk kavimleri veya boyları kendi kültür ve inançlarına uygun düşen yorumu yapan ve türkçe konuşan dervişler sayesinde Horasan’daki tarikatların getirdiği Bâtınî İslamı benimseyip müslüman oldular.

B- Türklerin İslamla tanışması

Sünni (ortodoks) İslam yorumu Buhara, Semerkant, Merv gibi şehirlerde oturan Türkler arasında oldu. Fıkıh mezhebi olarak Hanefilik, inanç mezhebi olarakta Matüridilik mezhepleri gelişti.

Sünni karşıtı din anlayışı, Batınî İslam yorumu Şia-i Aliyi ise göçebe Türk toplumu içinde ilk defa görüp yazan Ebu Dulaf oldu. 941-42 arasında görevli olarak yollandığı Çin'e giderken kendisini misafir eden Bagraç Türklerinden bahsederken Ebu Dulaf onların “Kuranı reddeden “Allavi” müslüman” olduklarını yazıyor ve inançlarını tarif ediyor. Yazılı olarak Türklerin Alevi olduğundan bahseden ikinci eser ise 1069 da yazılan “Kutadgu Bilik” (İlahi Bilgi) dir. Burada ilk Türk devleti Karahan Türkleri kendilerinin “Alevi” müslüman olduklarını yazıyorlar.

C- Türkleri etkileyen Batınî İslam yolları

1- İsmailiye etkisi

M.S. 874'den, 1256'ya kadar Ortadoğu’da ve İran'da İsmaililer son derece etkin oldular. Güçleri o denli artmıştı ki, 1164 yılında, İsmaili İmamı 2. Hasan, Ramazan ayının ortasında şeriatı kaldırdığını açıklamıştı. Oruç tutmanın yanı sıra, namaz kılma ve diğer ibadet zorunluluklarının da kalktığını duyurmuştu. İsmaililik, Batıni inancın tüm İslam dünyasına yayılmasında etken olmuştur. İsmaililik, Şamanist Türkler arasında çok daha çabuk yayılmıştır çünkü, Şamanizm'de Batıni bir yön zaten vardır.

2- Melamati etkisi

İlk defa Nişabur'da hicrî III. asrın başlarında Ebu Salih Hamdun b. Ahmet b. Ammâr el-Kassâr, Melâmîliğin yayılmasında büyük rol oynamıştır. Melamilik, Hamdun Kassar'dan önce varsa da, bir tarikat haline onun zamanında gelmiştir.

Melâmîler Allah'a yakınlıkla ilgili hallerini halktan gizlerler. Bunları açığa çıkarırlarsa kendilerini kınarlar. Gerçek durumlarını sezdirmemek için halk içinde sıradan bir insan gibi giyinip kendilerini belli etmeden yaşamaya çalışırlar. Görünüş ve gösterişe değer vermezler. İnsanlara yalnız kötü taraflarını gösterip iyiliklerini gizlemede çok ileri gittiklerinden, çevresindekiler onları kusurlu kimseler sanarak ayıplar ve kınarlar. En hoşlanmadıkları şey, kibir ve gösteriştir.

3- İki etkinin birleşmesi neticesi

İsmâilî akımının ve 9uncu asırdan itibaren Horasan’da gelişen kuru zühd’e (asetizme) önem vermeyen ama cezbeci (ekstatik) tasavvuf mektebi Melametîlikten esinlenerek gelişen Kalenderîlik, Yesevîlik, Haydarîlik ve hatta Vefaîlik tarikatlarının/Allah’a ulaşmak arzusuyla tutulan yolun etkisiyle gelişti. Bu etkide tarikat dervişlerinin arapca değil de türkçe konuşmaları büyük rol oynadı.

a-Kalenderîler: 10.cu yüzyıldan beri Horasan Melâmetîliğinden kaynaklanan büyük Sufî akım. Sonradan Cemaleddîn-i Sâvi tarafından yapılandırıldı. Şehirlerde toplumsal kuralları, islamî kaideleri göze almıyan tavırları yüzünden iyi karşılanmıyan Kalenderiler Türkmenler arasında çok yaygındı.

b-Yeseviler: Horasan Melâmetîliğinden türeyen bir Türk tarikatı. Hâce Ahmed-i Yesevî (öl.1167) tarafından kuruldu. Konar-göçer Türk boylarının sosyo-kültürel yapısına uyarlanmış ve eski Türk inanç ve gelenekleriyle karışmış sade, basit ve pratik yapılı bir tarikat. Baba, Dede veya Ata unvanlı dervişler islamî inançları sathî ve basit bir biçimde yorumluyarak müritlerine sunuyorlardı. Vahdet-i Vücut felsefesinin derin ve karışık fikirleriyle ilgisi olmamış, sade ve içten bir tasavvuf haline gelmiştir. Kuş donuna girmek, taşları ve kayaları harekete geçirmek, ejderha öldürmek gibi inanç motiflerini Orta Asya’dan Anadolu’ya taşıdılar.

Ahmet Yesevi, kendi tekkesinde Şamanist Türk inançları doğrultusunda bazı değişiklikler yaptı. Mesela,ibadet türkce oldu ve kadın-erkek beraber yapılırdı. Ayinde müzik ve Semahı kullandı. Yedi aşamalı olan İsmaili öğretisini, Fütüvve teşkilatlarını da örnek alarak, dokuz aşamaya çıkardı. Bir Yesevi müridinin, şeyh unvanı alabilmesi için, bu dokuz aşamayı geçmesi ve kurtuluşa ulaşması şarttı.

c-Haydarîler: 13.cü yüzyılda Anadolu’da en faal tarikat. Yeseviliğin Kalenderilikle karışımı. Kurucusu Kutbettin Haydar (öl. 1221). Mühtemelen hem Kalenderilere hem de Yesevilere yakın olduğu için zamanın tarihcileri fazla bilgi vermiyor. Ama 15ci asırda bütün Orta Doğuda yaygın.

d-Vefaîler: Tâcu’l Arifîn Seyyid Ebü’l-Vefanın tarikatı. 1240 Babaî İsyanında çok önemli etkileri oldu. İlk Osmanlı Beyleri Otman ve Orhan Beyler de Vefaî şeyhi Edebalinin müritleriydi.

İslam’ın çok yönlü geliştiği bu devirlerde, Orta Asya’da arapca bilmek bir yana, okuma yazma dahi bilmeyen Türk toplulukları arasına yayılan bu tarikatların Türk dervişleri, Türk kültür ve inançlarıyla karışan değişik bir Batınî İslamı’nın gelişmesini ve yayılmasını sağladılar.

D- Türk kavimlerinin Batınî İslam’ının üç ana özelliği:

1-Bağlaştırmacı (senkretik) karakter;

«Türkler arasında yayılan dinlerin ve mistik kültürlerin inançları ve bir takım erkanları, bir dinden ötekine geçerken, sürekli eskisinin yenisi içinde devamı suretiyle katlana katlana ve yeni kalıplara girerek İslam’ı kabul dönemine kadar gelmiştir. İslam 10.cu yüzyılda Türkler arasında girmeğe başladığı zaman (…) şifahî bir kültür geleneğiyle uzlaşmak zorunda kaldı. Eski Kam-ozanlar, yeni derviş ve şeyhler oldular.» (Ahmet Yaşar Ocak)

2- Mehdici karakter;

Ezilmiş, horlanmış kitleleri bu durumdan kurtarmakla görevlendirilmiş, ilâhî yetki sahibi, karizmatik bir şahsiyet inancına büyük yer verilir. Bu «ilâhî kurtarıcı» inanç muhtemelen İran Sasanî kaynaklıdır.

3- Mistik (sufiyane) karakter

a-Hulûl yani Allah’ın insan suretinde görünmesi (enkarnasyon);

b-Tenasüh yani ruhun öldükten sonra bir başka bedende yeniden doğması (metempsikoz);

c-Don değiştirme yani ruhun sağken bir başka biçime yahut bir kalıptan başka kalıba geçmesi (metamorfoz).

 

E- Karahanlılar: Aleviliği devlet dini olarak kabul ilk Türk devleti

Karahanlılar (Karākhānīyān ya da Khakānīya), 840 - 1212 yılları arasında Orta Asya ve günümüz Doğu Türkistan toprakları üzerinde hüküm sürmüş Türk devletidir.

İslam'ın kabülü sonrasında Karahanlılar Uygur alfabesini benimsemişler ve Türkçe'yi resmi dil olarak kullanmışlardır.

F- Ahmet Yesevi

Ahmet Yesevi, 11. Yüzyılın ikinci yarısında bugünkü Kazakistan'ın Çimkent şehrinin doğusundaki Sayram kasabasında doğmuştur. Sayram, o dönemde önemli bir kültür ve ticaret merkezidir.

 

Babasının ölümünden sonra, ablası ile birlikte Sayram yakınlarındaki Yesi'ye yerleşen Yesevi, burada "Arslan Baba" adlı bir Türk şeyhinden ilk eğitimini almaya başlamıştır. Türbesi Yesi yakınındaki Otrar'da bulunan Arslan Baba, rivayete göre; Hz. Muhammed'in emanet ettiği hurmayı Ahmet Yesevi'ye ulaştırmak görevini üstlenmiştir. Mezar-ı Şerifte bulunduğu bir dönem, İmam Rıza'nın öğrencisi olduğu belirtilen Arslan Babanın, Yesevi'nin manevi yücelmesinde önemli bir yeri vardır.

 

Eğitiminin ilk aşamasını tamamladıktan sonra dönemin en önemli merkezi olan ve değişik bölgelerden binlerce öğrencinin akınına uğrayan Buhara'ya giden Yesevi, burada dönemin önde gelen din bilginlerinden olan Şeyh Yusuf Hemedani'ye bağlanmıştır. Türbesi Merv'de bulunan Hemedani'den yoğun bir tasavvuf eğitimi alan Yesevi, Şeyhin dört halifesinden üçüncüsü olmuş ve ilk iki halifeden sonra şeyhinin yerine geçmiştir.

Hamedani'den aldığı bir işaretle buradaki irşad makamını Şeyh Adülhalik Gücdûvani'ye bırakarak Yesi'ye dönen Yesevi, büyük bir etki alanına ulaşacak olan Yeseviye Ocağı'nı kurmuştur. Abdülhalik Gücdüvani ise öğrencisi Muhammed Bahaüddin Nakşbend'i yetiştirerek, o dönemde Yeseviye Ocağı dışında ortaya çıkan iki büyük tarikattan birinin öncülüğünü yapmıştır. Buhara'da kurulan Nakşibendiye tarikatı, zamanla Afganistan, Hindistan ve Anadolu'ya yayılmıştır.

 

Yesevi, öğretisini hocası Arslan Baba'dan aldığı "ehl-i beyt" sevgisi ve bu doğrultudaki tasavvuf anlayışı üzerine kurmuştur. Bir Türk sufi tarafından kurulan bu ilk büyük "Türk tarikatı", önce Maveraünnehir, Taşkent ve çevresi ile batı Türkistan'da etkili olmuştur. Daha sonra Horasan, İran ve Azerbeycan'da yaşayan Türkler arasında yayılan Yesevi tarikatı, 13 yüz yıldan başlayarak göçlerle Anadolu'ya, oradan da Balkanlara ulaşmıştır.

 

Yesevi öğretisinin bu denli etkili olmasının temel nedenlerinden biri; Ahmet Yesevi'nin düşüncelerini anlatmak için, o dönemde gelenek olduğu üzere Arapça veya Farsça'yı değil, Türkçe'yi seçmesidir. Hece vezniyle yazdığı şiirlerle öğretisinin hızla yayılmasını ve kuşaktan kuşağa kolayca aktarılmasını bu yolla sağlayan Yesevi'nin "Hikmet" olarak adlandırılan ve yüzyıllarca sözlü olarak yaşatılan şiirleri, 15. Yüzyılda yazıya geçirilerek "Divan-ı Hikmet" adı altında toplanmış ve kutsal bir kitap olarak elden ele dolaşmıştır.

 

6- Türklerin ve Alevi inancının Anadolu’da karşılaştıkları yöresel etkiler ve tarih içinde değişimi

Oğuz Türklerinin Selçuklularla Orta Doğuya hakim olmaları;1071 den itibaren Orta Asya’dan Anadolu’ya göç etmeleri; Anadolu’da çeşitli halkların (etnik grupların) çeşitli kültür, dil ve dinleriyle karşılaşması ve karşılıklı yöresel etkileri yani Babaî İsyanından sonra Hace Bektaş Veli'nin Bektaşiliğinin, Erdebil tekkesinin 15.ci yüzyıl sonlarından itibaren Kızılbaşlık etkileri Aleviliğin temelin üçüncü ayağını teşkil eder.

A- Selçuklular ve Anadolu’ya yayılış

1- Selçuklu devletinin kuruluşu ve Bağdat’da halife tarafından çağrılmaları

a- Samanîler Devleti yıkılınca Selçuk Bey, Müslüman halkıyla birlikte Horasan bölgesine yerleşti. Selçuk Bey'in 1009'da ölümünden sonra daha da güneye indiler. Mayıs 1040’ta yapılan Dandanakan Savaşı'ndan sonra Büyük Selçuklu Devleti’nin Harzem ve Horasan'da varlığı kesinlik kazandı. Tuğrul Bey, bu savaşın ardından bütün İran'ı denetimi altına aldı. 18 Eylül 1048'de Erzurum yakınlarındaki Pasinler Ovası'nda birleşik Bizans-Gürcü ordusuyla yaptığı Pasinler Savaşı'nı kazanan Büyük Selçuklular, Doğu Anadolu içlerine akınlar düzenlemeye başladılar.

b- Abbasiler, bu dönemde Bağdat'ı elinde tutan Büveyhilerin siyasal baskısı altındaydı. Tuğrul Bey, Halife Kâim'in çağrısı üzerine 15 Aralık 1055'te Bağdat'a girdi ve Büveyhileri halifeliğin merkezinden çıkardı. Bu olayın ardından Büyük Selçukluların İslam dünyasındaki itibarı arttı.

2- Büyük Selçuklu İmparatorluğu ve Malazgirt savaşı

1071'de Malazgirt Savaşı'nda Bizans İmparatoru Romen Diyojen'i yenerek tutsak aldı. Malazgirt zaferinin asıl önemi, Anadolu'yu Türklere açmış olmasından gelir.

BAnadolu'ya Türk aşiretlerinin yayılışı ve Tüklerle Aleviliğin gelişmesi

Selçuklularla 1071 Malazgirt savaşından sonra Anadolu'ya toplu göç eden Türk boyları, göçün aralıksız devam ettiği 14cü yüzyıla kadar, yol boyunca sonrada yerleştikleri Anadolu’da rastladıkları değişik milletlerin, etnilerin, kültürlerin inançlarıyla kendi inançlarını tarih boyunca harmanladılar.

Türkmen göçerler özgürlüklerine son derece düşkündüler. Aralarında ayrılık yoktu. Kabile reisi ile basit bir çoban dahi eşit ve kardeşti. Kadınları; erkeklerin bulunduğu her ortamda yer alırlar, İslam’ın gerektirdiği örtünmeye de uymazlardı.

C- Anadolu Selçukluları ve Aleviler karşı karşıya

1- Anadolu Selçukluları

Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi 1071’deki Malazgirt Savaşı’ndan sonra hızlandı. Selçuklu komutanı Kutalmışoğlu Süleyman Şah Anadolu’daki fetihleri batıya yayarak 1075'te İznik’i Bizans’tan aldı ve burayı başkent yaparak bağımsızlığını ilan etti.

2- Anadolu Selçukluların Alevi Ocaklarını yapılandırması

Selçukluların Türkmenlere geniş bir özgürlük tanımaya hiç niyetleri yoktu. Sünni yöneticiler, Türkmenlerin de aynı görüşe gelmelerini sağlamak için her türlü baskıyı uyguluyorlar, Aleviliği sapkınlık olarak nitelendiriyorlardı.

Sünnileştiremedikleri Türkmenleri hiç olmazsa merkezi idareye bağlamak için Alevi ocaklarını yapılandırmaya giriştiler. Bu yapılanma bir taraftan mevcut Türk aşiret yapılanmasının (boy, oymak, aşiret) yavaş yavaş dini yapılanmaya (ocaklı boya) dönüşmesiyle diğer taraftanda bu Türk aşiretlerinin özgür yapısına ters düşen merkezi Selçuklu ve sonrada Osmanlı devletlerinin aşiretler üzerine hakimiyet kurma girişimleriyle şekillendi. Yazılı belgelerde “Dede” terimi ilk defa 1232 yılında Alaaddin Keykubat'ın verdiği “soyağaç”larında görürülüyor. Bu yapılanmada Atalar kültününde, ocakların dinselleşmesinde ve dini önder Baba ve Dedelere dönüşmesinde de etkisi çok büyüktür. Bin yıldır bu hiyerarşik sistem yürümektedir. Yani, “el ele, el Hakk’a” ilkesi yaşanmaktadır

3- Babai İsyanı

2. Gıyasettin Keykubat'ın sultanlığı sırasında, Horasanlı Yesevi Şeyhi Baba İlyas, halkı sultana karşı isyana çağırdı (1239-40). Horasan'dan Amasya'ya göç etmiş bulunan Baba İlyas'ın çağrısı, kısa sürede göçebe Türkmenler arasında büyük bir yankı buldu. Babaî İsyanı sosyo-ekonomik bir başkaldırı olduğu kadar Anadolu Selçuklu devletinin sünni idaresine karşı da dinî bir çatışmadır. Çünkü devleti elinde tutan azınlık sünni idare, çoğunluk Alevi halka her zaman hükmetmek istemiştir ama muvaffak olamamıştır.Baba İlyas'ın isyan çağrısına koşan göçmenlerin başında, yine bir başka Yesevi Babası olan, Baba İshak bulunuyordu. Baba İshak'ın çevresinde kısa sürede, Alevi Türkmenler, İsmaililer, Saabi inanırları ve Ahilerden binlerce kişi toplandı. İshak komutasındaki bu kuvvet bir çok kere, üzerlerine gönderilen Selçuklu ordularını yendi. Baba İlyas bu sırada Amasya'da Selçukluların elinde tutsak bulunuyordu. İshak kuvvetleri, onu kurtarmak üzere Amasya'ya yönelince Selçuklular yeni bir ordu kurarak, İshak’ın kuvvetlerini yendiler ve neredeyse hepsini kılıçtan geçirdiler. Böylece, tarihe "Babailer İsyanı" olarak geçmiş olan halk ayaklanması bastırıldı.

D- Hünkar Hace Bektaş Veli ve Bektaşiliğin doğuşu

Hünkar hace Bektaş Veli, Babaî isyanından sonra hırpalanan Anadolu Batınî İslam’ının ayakta kalmasını ve yavaş yavaş canlanmasını sağladı.. Arı bir türkçe kullanarak her düşünce ve inançtan insanlara, kendilerinden bir şeyler bulabileceği soyut ancak zengin bir düşünsel dünya sundu. İnsanı onurlandırdı, dahası kutsallaştırdı. Ahmet Yesevi ve Horasan okulundan edinmiş olduğu «Dört kapı Kırk Makam»’dan oluşan bir eğitim düzeni kurdu.

Onun 1271 de ölümünden sonrada halifesi durumundaki Abdal Musa toparlanmayı devam ettirip örgütlendirdi, yapılandırdı. Böylece Bektaşilik Anadolu’da yaygınlaşarak en etkili tarikatlarından biri haline getirdi.

Oruç Bey Tarihine göre Orhan Beyin derviş olan kardeşi Ali (Alaattin) Paşa Bektaşiliği Yeniçeri oçağının içine çekti. Belkide bu sebepten Bektaşilik Osmanlı İmparatorluğunun büyük halk tarikatlarından biri oldu. Ordudaki Batınî İslam dini liderleri sayesinde istila edilmeğe başlanan Balkanlarda (1354 Gelibolu, 1362 Edirne…) Bektaşilik yayıldı.

D-Ahi Evran ve Ahilik ileBacıyân-ı Rûm teşkilatı

Ahilik, kökü ne denli eskiye giden bir kavram olsa da, yaygın bir kuruluş niteliğinde l0'ncu yüzyıldan sonra ortalıkta görülmektedir. Anadolu' da ise Selçuklular çağında, onlardan sonra etkinlik göstermiştir. Selçuklularda da, Osmanlılarda da bir tarikat niteliği taşımaz, bir iş kuruluşu özelliği içerir. Belli ilkeleri, düzeni, aşamaları, giriş-davranış törenleri bulunan bir uğraş örgütüdür. 13. yüzyılda en etkili çağını yaşayan ahilik, daha çok Kırşehir dolaylarda gelişmiştir. Başlıca özelliği yalnız Türkler arasında varlığını sürdürmesi, Ali'ye bağlanması, dahası alevi bir kuruluş olmasıdır.

Anadolu'da Ahiliğin kadınlar kolu olarak görünen Bâcıyân-ı Rûm teşkilatı da tıpkı Ahilik gibi devrin Türkmenlere cephe alan siyasî yapısı ve Moğol baskısı neticesi dağıtıldı. Bacı teşkilatının bilinen ilk lideri Fatma Bacı, Ahi Evren'in eşidir. Bacı Teşkilatı da Ahiler gibi Kayseri'de belirli bir sosyal ve ticari ortamda kuruldu ve devrin siyasî olaylarında önemli rol oynadı. Bacıların faaliyet alanı sanat ve mesleğe intisab, örgücülük ve dokumacılık, askeri faaliyetler ve misafir ağırlama ve teşkilatın dinî- tasavvufî faaliyetleridir.

 

E- Osmanlı’nın doğuşunda Alevilerin etkisi

1299da Osmanlı Beyliğinin kurulmasında ve gelişmesinde bütün Batınî tarikatların etkinliği olmuş ve Otman ve Orhan Beylere desteklerini vermişlerdir. Vefaî Şeyhi Edebali kızını müridi olan Otman’a vermiş ve Osmanlı’nın kuruluşunda etkili olmuştur. Ama gelişmeye başlayan Osmanlı iktidar çıkarları temelinde sünnileşmeye başladı.

Bu gelişmeye paralel olarak da derviş-gazilerin geniş etkinlik alanı kurmaları, bir imparatorluğu bile yıkabilecek potansiyele sahip olmaları, Osmanlı için bir kaygı nedeni oldu. Tarih sürecinde kâh Alevi tarikatlarla birleşti, onları kullandı, sünnileştirmek için elinden geleni yaptı, kâh onlarla mücadele etti, etkisizleştirmeğe çalıştı, dışladı veya katletti. Abdal Musa, Kızıl Deli (Seyit Ali Sultan), Geyik Baba gibi bir çok dini önder Osmanlı’nın Selçukluları andıran bu gidişini çok önceden sezip onları terkettiler.

F- Erdebil tekkesinin şekillenmesi ve Anadolu’da Sefevi etkisi

1- Erdebil tekkesinin doğuşu ve büyümesi

1ci Murat’la Osmanlı’nın Sünnileşmeğe başlaması ve buna paralel olaraktaBatıni İslam taraftarlarına karşı yeni bir tavır alması, bunun üzerine gelen ekonomik baskı da, Timur’un istilasından sonra, Anadolu halkını isyanlara götürdü ve kıyımlar birbirlerini takip ettiler. 1416 da Şeyh Bedrettin isyanı ve onu takip eden kıyım Sultanlarla heterodoks İslam inançlı halk arasındaki mesafeyi daha da açtı. Anadolu halkı gittikçe Erdebil Tekkesinde gelişmekte olan dini-siyasi kutba doğru döndü.

Şeyh Safi (1252-1335) Iran’ın Erdebil kentinde tekkesini kurmuş ve bu tekke Erdebil Tekkesi adıyla Türk ve Alevi düşüncesinin yayılmasına, gelişmesine katkı sağlamıştır.

Hoca Ali’nin Erdebil postunda oturmasıyla (posta oturma süresi 1392-1429) bu tekkenin yaşamında okulunun bilimsel olarak Aleviliğin’ bütünlüğüne ve Alevi felsefesinin Anadolu Aleviliği ile aynı paralelde gitmesine neden olmuştur. Çünkü Hoca Ali, Hacı Bektaş Veli dergahıyla ilişkilerine önem vermiş, sürekli iletişim kurarak, Hacı Bektaş felsefesini Erdebil’e taşımıştır.

Hoca Ali’nin torunu Şeyh Cüneyd’le birlikte tekke siyasi bir hüviyete bürünerek gelecekteki devletin temellerini sağlamlaştırdı. Şeyh Cüneyd’in posta oturma süresi 1449-1456 gibi yedi yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Şeyh Cüneyd Aleviliği tamamıyla kurumlaştırma yolunda Anadolu’dan büyük destek görmüş, Hacı Bektaş düşüncelerine büyük önem vermiştir. Anadolu ile ilişkilerini sıkı bir biçimde geliştirmiş, buradaki tekkeler ile sürekli iletişim halinde bulunarak okullar arası birliğin, fikir birliğinin gelişmesine neden olmuş, kopukluğu gidermiştir.

Şeyh Cüneyt'in oğlu Şeyh Haydar’ın oniki dilimli kızıl taç (Taç-ı haydarî) ve kızıl sarık sarması, müritlerinde buna uymasıyla kızıl taç tarikatın simgesi oldu ve müritlerine «Kızılbaş» dendi.

Şeyh Haydar'ın oğlu Şah İsmail küçük bir tekkeden büyük bir devlet çıkmasının noktasını koyarken, kendisi Aleviliğin adet erkanının, gelenek ve göreneklerini Hacı Bektaş ve tüm Horasan Erenlerinin felsefesine sadık kalarak yerine getiriyor ve yeni kurallar koyuyordu. Aynı zamanda da bir hükümdardı. Bu hükümdarlığın başkenti Tebriz’di. Kızılbaşlık bu tarihten sonra toplumsal bilinçten siyasal bilince ulaşarak kocaman bir devlet oluyordu. Hem de Osmanlı Türk devleti Farsça ve Arapça’yı resmi dil olarak yürütürken ‘Şeyh Safi’den gelip Şah İsmail’le noktalanan Safevi Türk-Kızılbaş devletinin resmi dili ve konuşma dili tümüyle arı Türkceydi.

Çaldıran Savaşında Yavuz Sultan Selim'e yenilse bile Anadolu alevileri üzerinde etkisi günümüze kadar gelmiştir.

2- Erdebil Tekkesinin Anadolu Aleviliğini ve İranı etkilemesi

Bugünkü şekliyle yaşadığımız Alevilikte, Erdebil tekkesinin etkisi çok önemlidir. Erdebil Tekkesinin derlediği ve geliştirdiği “Şeyh Safi Buyruğu” (küçük Buyruk) ve İmam Cafer’e atfedilen “Buyruk” (Büyük Buyruk) da bu tarihlerden itibaren yavaş yavaş Doğu Anadolu Aleviliğini etkilemeğe başladı.

Kızılbaşlık Anadolu toprağında Alevilikle ortak inanç, gelenek ve görenek temeli üzerinde gelişip şekillenen bir sentez olarak, bir Alevilik kolu hatta Aleviliğin simgesi oldu. Aleviliğin felsefe, öğreti ve erkân boyutunda günümüze taşınan yapısına son biçimini veren bu Kızılbaş etkisi oldu. Hele, 16cı yüzyılın başında Hatayî’nin yani Safevi Devletini kuran Şah İsmail’in etkisi ve nefesleri bugün bile bir çok yöredeki Alevi ayin ve erkanlarındadır. Tabii her zaman olduğu gibi bu « bağdaştırmacı » bir alıntı oldu. Erdebil tekkesi İslamî yorumu bugünkü İran Şiiliğini doğurdu yani Şia-ı Ali’nin en muhafazakar şeklini. Ama Anadolu Aleviliğinin Erdebil tekkesinden alıp yorumladığı « Hz. Ali » ve « Oniki İmam » kültü ile bugünkü İran Şiiliğinin « Hz. Ali » ve « Oniki İmam » kültü yorumu birbirinden çok farklıdır.

İran Şiileri ve Anadolu Alevileri, Ali yandaşı olmaları dışında, inanç bağlamında birbirlerinden tamamen ayrı iki topluluktur. İran Şiilerinde, tıpkı ortodoks Sünni yaşam tarzında olduğu gibi, kadının hiçbir hakkı kabul edilmezken, Alevilerde kadın, kesinlikle toplumdan tecrit edilmemiştir. O, toplumun eşit bir parçasıdır.

Aleviler ve Bektaşiler Türkçe’yi tapınım dili olarak kabul etmişler ve bu sayede Anadolu’da Türk dilinin kullanılmasını, bugünlere ulaşmasını sağlamışlardır. Alevilerin Türkçe’ye bağlı kalmaları sayesinde, Anadolu Türk halkının Araplaşması ya da İranlılaşması da önlenmiştir.

G- Osmanlılarda Alevi isyanları ve Balım Sultanın Bektaşiliği yapılandırması

1- Osmanlıya karşı ilk Alevi isyanları

a- 1416 da Şeyh Bedrettin isyanı ve onu takip eden kıyım Sultanlarla heterodoks İslam inançlı halk arasındaki mesafeyi daha da açtı. Anadolu halkı gittikçe Erdebil Tekkesinde gelişmekte olan dini-siyasi kutba doğru döndü.

b- Anadolu «Kızılbaş»ları Şahkulu isyanı (1511) ile başlayarak peşpeşe isyanlara devam ettiler.

2- Balım Sultan ve Bektaşiler

a- Balım Sultan, Bektaşiliği, kendine özgü yönlerine rağmen, yeniden yapılandırdı ve Sultanları tatmin edecek yöne çekti.

b- Balım Sultan'ın 1516 da ölümü sonrasında postnişin olan Kalender Çelebi (Şah Kalender, Kalenderoğlu) elini Osmanlı’dan çekip halka uzattı ve başkaldırının merkezi oldu. 1520'da Şeyh Celal isyanından sonra 1527 Kalender Çelebi isyanıbaşladı. Bu son isyanın bastırılmasından sonra Dergâh 1551 yılına kadar kapalı kaldı fakat fiilen devam etti. Ama 1552 de Sersem Ali Paşa’yı «Sersem Ali Baba» yapıp Dergâh’ın başına oturtan Osmanlı’ya Anadolu halkından tepkiler yağdı. Bu açılış ne çok önemli Alevi-Kızılbaş-Bektaşi isyanı olan Pîr Sultan Abdal İsyanının (1567) çıkmasına, ne de Celalî İsyanları dediğimiz 17.yüzyıl başlarına kadar sürecek daha ziyade ekonomik nedenlerle çıkacak başkaldırı serisine mâni oldu.

H- Alevilerin duraklama, içine kapanma devri ve Tanzimat

1- Duraklama, içine kapanma devri

Osmanlının duraklama devrine girdiği dönemden itibaren, 17 ve 18.ci yüzyıllarda, Anadolu’da Türk Batınî İslamının temelini teşkil eden bütün tarikatlar Bektaşîlerin etkisi altında tamamen eriyip önemlerini kaybettiler. Osmanlı baskısıyla da Anadolu’da bölge bölge ocaklar, hatta bu ocakların içinde bâzı köyler, korkudan içlerine kapandılar ve bir Dede etrafında kapalı devre yaşadılar.

2- Tanzimat devri

Osmanlı İmparatorluğunun düşüşe geçme sebeplerinin başında 3.cü Selim’den itibaren İslamın gösterilmesi Sultanları bir takım tedbirlerin alınmasına yöneltti. 19cü yüzyılın başlarında Tanzimat hareketiyle büyük değişiklikler oldu. Bektaşiliğin önemli etki alanı Yeniçeriliğin kapatılmasıyla (1826) başlayan Tanzimat hareketi, medrese dini eğitiminden uzaklaşıp ilme dayalı yeni okulların, üniversitelerin açılmasıyla reformlar serisinde çok önemli bir adım attı.

Bektaşiliğin önde gelen kişileri siyasi hayatta etkinliklerini devam ettirdiler. Rumeli yavaş yavaş kaybedilmeğe başladığı zaman Bektaşilerde önemlerini kaybettiler.

Anadolu Batınî İslamına «Kızılbaş»lıktan, «Rafızi»likten başka bir ağırlık kazandıran «Alevi» terimi de bu sıralarda dini konuşmalarda yerini tekrar almağa başladı.

7- Cumhuriyet ve Aleviliğin güncel sorunları

A- Cumhuriyet ve Alevilik

Aleviler büyük ümitlerle Atatürk’e Kurtuluş savaşında destek verdiler. Ama Cumhuriyet devrinin aleviliğe kazandırdığı sadece resmi « sünni » baskısını hafifletmesi oldu. Ama 1978’de Maraş, sonra 1980'de Çorum ve 2 temmuz 1993’te Sivas Madımak katliamı, 12 mart 1995 İstanbul Gazi mahallesi olayları gibi olaylar Osmanlıdan beri derinde fazla bir şeyin değişmediğinin göstergesiydi.

B- Aleviliği bugünkü sorunları

1960-70 yıllarında, Anadolu Alevileri, ekonomik zorlama altında, kırsal kesimden çıkıp kentleşmeğe başladılar. Bir çokları daha da büyük bir sıçrama yaparak çeşitli Avrupa ülkelerine çalışmağa gittiler. Bu göç bir taraftan kapalı köy düzeninden karışık açık şehir düzenine geçmeyle Alevi ayin ve erkânını zorladı (Dede sistemi, Görgü Cemi, vb…) diğer taraftansa bilinçlenmeyi ve kimlik arayışını da hızlandırdı.

Alevi” kimliğinin daha net bir şekilde ortaya çıkması ve yavaş yavaş 25 milyonluk çok sesli bir topluluğu bir bütün olarak kabul ettirmeğe başladı. Geniş halk kitleleri aleviliği “anlamaya” çalışıyor ve biz aleviler de “aleviliğimizi” hem daha iyi “anlamaya” ve hem de daha iyi “anlatmaya” çalışıyoruz.

8- Bugün Alevi erkânı,kavramlarıve kentsel yaşamda devamlılığı

A- Alevi felsefesi ve Dört kapı kırk makam eğitimi

İnsan dünyaya ne için gelir?” sorusuna Alevilik-Bektaşiliğin verdiği yanıt çok kısa ve çok yalındır: Hakk’a yürümek için (Buradaki Hakk “Tanrı” anlamındadır, deyim “ölmek” ile “Tanrı’ya yürümeyi” bir sayar. Alevilik-Bektaşilikte “ölmek” kavramı bu yüzden kullanılmaz). Gerek bitki olsun, gerek hayvan olsun ve gerekse de insan olsun, bütün canlıların “yaşam” denilen belirli süreleri; bu sürelerin de bir başlangıcı ve sonu vardır. İnsanın bedeni doğduğu andan başlayarak zamanla olgunlaşır, bebeklikten çocukluğa, gençliğe, olgunluğa ve yaşlılığa doğru bir olgunlaşma süreci geçirir. Bu sürecin sonu yaşamın da sonu demektir. Ancak insanı diğer canlılardan ayıran özelliği onun bedeninin yanı sıra bir de ruhunun olmasıdır. Ruhun olgunlaşması ise kişinin kendi elinde ve kendi kararına bağlıdır. İnsan dünyaya geldiğinde ruhu hamdır, çiğdir. İnsan bu dünyada piştikçe hamlıktan, çiğlikten kurtulur. İnsanın amacı bu bakımdan ham ervahlıktan (Buradaki ervâh sözcüğü ruh sözcüğünün çoğuludur. Alevilik-Bektaşilikte tekil anlamda kullanılır) kurtulup insan-ı kâmil, yani olgun insan olmaya çalışmaktır. İnsanın, daha doğru bir ifadeyle, ruhu ham olan bir insanın olgunlaşması, o insanın kendisine göre belirleyeceği ölçütlere göre tanımlanmaz. Alevilik-Bektaşilikte bunun ilkeleri ve belli yolu yöntemi vardır. Kişinin olgunlaşabilmesi için her şeyden önce edeb sahibi olması gerekir. Edeb kavramı bu yüzden Aleviliğin en temel ve merkezi kavramlarından birisidir. Edeb, eline diline beline hâkim ol! özdeyişiyle özetlenir ki, bunu bilmeyen Alevi-Bektaşi yoktur. Bu ilkenin pek tanınmayan özelliği ise sıralamanın El-Dil-Bel biçiminde olması gerektiğidir. Çünkü El-Dil-Bel sözcüklerini Arap alfabesiyle alt alta yazacak ve baş harflerinden bir sözcük oluşturacak olursak edeb sözcüğünü elde ederiz.

Bir tek cümleyle ifade edecek olursak edeb, Alevi-Bektaşi inancının özü, dinbilimsel olarak ifade edecek olursak dogmasıdır.

 

EL: İnsanın eli her türlü iyiliğin ve yine kötülüğün uygulayıcısıdır. İnsan eline sahip olmadı mı katil, hırsız olur. İnsan eline sahip oldu mu üretir. Üreten ve yaratan, çaba sarf eden, emek harcayan insanda güzel insandır. Güzel insanda kendisinden başlayarak topluma hizmet edendir. Toplumsal huzuru, barışı sağlayandır.

 

 

DİL: Dil insanlar arasında iletişimi sağlayan organdır. Bir insan dilini iyilik için de kullanabilir kötülük için de. İnsan dilini yalandan, riyadan, sahtelikten korumalı ve yalana, sahteliğe alet etmemeli, yani diline sahip olmalı. Duyduğu olumsuzlukları düzeltmeli, yalandan kaçmalı, kilit vurmalı. Dilini iyi, güzel insanı ve dolayısıyla toplumu huzura kavuşturacak şekilde kullanmalı.

 

BEL: İnsan kendi hayvani cinsel güdülerine hâkim olmadı mı her türlü sapıklığı yapar. Sapıklık, toplumsal çürümeye, ahlâksızlığa götürür. Bunun zıddı olan, yani insan cinselliği olumlu anlamda bir üreme aracı olarak değerlendirdiğinde sonuç yine toplumsal ve bireysel huzur olur. Yine insan doğan çocuğuna gereken ilgiyi göstermedi mi o çocuk toplumun başına belâ olur, her türlü zararlı olaya açık olur. Demek ki; insan eline, beline hâkim olmakla salt hayvani güdülerini dizginlemiyor. Bununla beraber oluşturduğu aile sistemiyle kendisinin vesile olduğu çocuğunu da eğitiyor.

Kişinin olgunlaşması için edeb gereklidir ama yeterli değildir. Ham ervâhlıktan insan-ı kâmilliğe insan dört kapıdan geçerek ulaşır. Her kapının da onar makamı olduğundan belirttiğimiz dört kapı her zaman bu kırk makam ile birlikte anılır. Bu anlamda Alevilik-Bektaşiliğin bir diğer adı da dört kapı kırk makam inancıdır.

Bu dört kapı hiyerarşik bir sıralamayla şunlardır:

a - Şeriat kapısı

Buradaki şeriat kavramını Sünniliğin ve Köktendinciliğin şeriat kavramıyla karıştırmamak gerekir. Alevilik-Bektaşilikteki şeriat en kısa ve öz deyişle “temel bilgiler” anlamında kullanılır.

İnsan, Şeriat Kapısında inancıyla ilgili temel bilgileri edinir. Bu kapı genellikle eğitim sisteminden bir örnekle ilkokuldur.

b - Tarikat kapısı;

Tarikat Kapısı Alevilik-Bektaşilik yolunun (Alevilk-Bektaşilikte kullanılan yol terimi Arapça tarikat طریقتkavramının Türkçesidir. Tarikat terimini Devellioğlu şöyle tanımlıyor: Allah’a ulaşmak arzusiyle tutulan yol; tasavvufî meslek ) öğrenildiği, ibadetin uygulandığı, ayin-i cemlerin düzenlendiği, 12 hizmetlerin görüldüğü yerdir. Bütün bunların amacı insanın orada pişmesini, olgunlaşmasını sağlamak; Alevi-Bektaşi deyimiyle söyleyecek olursak Hakk ile hâk olmak içindir. Bu deyiş, -deyim yerindeyse- İslam tasavvufundaki Fenâ fi’llâh kavramının Alevi-Bektaşice tercümesi gibidir.

Alevi-Bektaşi yoluna ikrar verilerek ve musahip tutularak girilir. İkrarını vermiş, musahibi olan kişiler birbirlerine can diye hitap ederler. Şimdi burada büyük bir parantez açıp ikrar konusuna değinmek gerekecektir.

İkrarın biri bireysel, diğeri de toplumsal olmak üzere iki türü vardır. Şimdiye kadar kullandığımız kavram bireysel anlamda önemli bir olaydır. Yani kişi özgür iradesiyle Alevi-Bektaşi yoluna girmeye karar vermişse, bunu cemaat önünde ikrar vererek dile getirecektir. Bu anlamda ikrar verme, yöreden yöreye değişiklik gösterse de özü itibarıyla yukarıda belirttiğimiz gibidir.

c - Marifet kapısı;

Tarikat Kapısını Marifet Kapısı izler ki, ilk iki kapıdan geçmiş olan kişi, belli derecede bir olgunluğa ulaşmış, Alevilik-Bektaşiliğin “ilkokulu” (şeriat kapısı) ile “ortaokulu”ndan (tarikat kapısı) mezun olmuş, artık inancının derinliklerine, özüne girmeye başlamış demektir. İnancıyla ilgili ilim-irfan sahibi olmaya başamıştır. Marifet ehlinden, yani âriflerden sayılır.

İslam’ın bâtınî bir yorumu anlamına gelen Alevilik-Bektaşilikte Marifet kapısının en önemli kavramı, kuşkusuz bâtıni yorum ile zâhiri yorum arasındaki farktır. Marifet ehli insanlar bu yorumu yapabilecek kapasitede olan insanlardır. Alevilik-Bektaşilik şekle, şekilciliğe değil, öze önem verir. Ona göre önemli olan biçim değil, içeriktir. Marifet kapısında kişi, kendisinin ve konunun (= inancının) özüne inmiştir.

d - Hakikat kapısı.

Eğitim sistemindeki “lise” ayarında olan marifet kapısından sonra Hakikat kapısı gelir ki en yüksek mertebedir, yüksek öğrenim yapılan “üniversite” dengindedir. Kişi artık burada nefsine gâlip gelmiş, benliğini aşmış, Hakk ile hâkolmaya hazır duruma gelmişir. Yaşamın uzunluğu, kısalığı; başı veya sonu anlamını yitirmiştir, kişi gerçeği kavramıştır.

Arapça kökenli olan Hakk قّحsözcüğünün Türkçede yaklaşık 14 değişik anlamı vardır. Bunlardan biri “Tanrı” iken bir diğeri de “hakikat”tır. Dördüncü kapı, Hakk ile hakikatın birleştiği, bir olduğu yerdir. Bu kapıya hakikat kapısı adının verilmesi, âyin-i cemlerde gerçeğin demine hü çekilmesi, kesinlikle bir rastlantı değildir. Çünkü gerçek, hakikatin Türkçesidir.

B-Erkânname nedir? İmam Cafer veŞeyh Safi Buyruğu

Kişinin Alevi-Bektaşi yoluna nasıl gireceği, neler yapması gerektiği, âyin-i cemlerin nasıl yürütüleceği erkân terimiyle dile getirilir ve bu türden bilgileri içeren eserlere erkânname adı verilir. Bu erkânnamelerin başında İmam Cafer ya da Şeyh Safi Buyruğu gelir.

Hacı Bektaş Veli'nin Makalat’ındaki ilkelerin tümü Buyruk’un kapsamı içinde bulunmaktadır. Genel olarak “İmam Cafer ya da Şeyh Safi Buyruğu” olarak adlandırılan ve Alevi-Bektaşiler arasında sadece “Buyruk” adıyla tanınan, kopya edilirken değişikliklere uğratılmış, eklemeler-çıkarmalar yapılmış durumda günümüze kadar gelmiş olan, bu inanç toplumunun toplu tapınması Görgü Cemi'nin biçimi ve düzenini, Muhammed-Ali yolunu ve ilkelerini anlatan ilk metin, bizzat Kızılbaş Ehl-i İhtisas kurulunun gözetim ve yönlendirmesiyle hazırlanmış.

C- Hak-Muhammed-Ali yolu

Alevilik-Bektaşilik inancının özüne değinirken göz ardı edemeyeceğimiz kavramlardan birisi de, Hakk-Muhammed-Ali kavramıdır. Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesinden sonra hilafet makamı Hz. Ali’ye verilmediği, bu konuda ona haksızlık yapıldığı ve gerçekler gizlendiği için Alevilk-Bektaşilik inancı Hakk-Muhammed-Ali inancı olarak da adlandırılır. Ancak buradaki Hakk-Muhammed-Ali şeklindeki sıralama birçoklarının sandığı ve özellikle Hıristiyan araştırmacıların çok hoşuna giden ve bu yüzden onların görmek ve göstermek istedikleri gibi Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesindeki gibi, birbirine denk ögeler değildir. Buradaki sıralama hiyerarşik ve kronolojik bir sıralamadır. Hakk-Muhammed-Ali’deki öğeler birbirine denk olsaydı Alevilikte çok önemli kavramlardan biri olan tevhid kavramı olmazdı. Hakk-Muhammed-Ali’deki sıralama, ilk üç halifenin Alevi-Bektaşilerce tanınmadığının dolaylı yoldan bir ifadesidir.

D-Cem nedir ve Cemin kurgusundaki Tevhid ve Miraçlamanın anlamı nedir?

Alevi-Bektaşi inancının uygulandığı ve öğrenildiği yer âyin-i cem ya da kısaca cemlerdir. Geleneksek görüş Cem ayinini Hz. Muhammed'in Miraç dönüşü yapılan “Kırklar Cemi”ne dayandığıdır. Cem ibadetinin temeli eski Türklerin inanç ibadetlerine dayanır. İslamlaşma sonrası bu ibadetler Ahmet Yesevi tarafından yeniden yapılandırılarak cem ayini şeklini almıştır. Cemin amacı Kâmil İnsan olma ilkelerinin toplulukta yaşatılması, benimsenmesidir. Cemlerin çeşitli türleri vardır. Her cemin kendine özgü esasları (rükünleri) vardır; bunlara erkân (Erkân, aslında rükün sözcüğünün çoğul biçimidir) adı verilir. Cemi dede yönetir; Alevilik-Bektaşilikte buna cem yürütmek adı veilir. Dedeye rehber ve zâkir yardımcılık yapar. Dedenin oturduğu post kutsaldır.

Yola girecek talipler, musahip tutacak canlar için de cem düzenlenir. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki âyin-i cemler Alevi-Bektaşi kuramının uygulandığı yerdir; cem olmadan Alevilik-Bektaşilik olmaz. Çünkü cem, hamlıktan kurtulma yolu ve olanağıdır.

Yöresel farklılıklara ve değişik cemlere rağmen bir cem ibadetinin ana yapısı birdir. Sıralanmada ufak tefek değişiklikler olsa da ana hatlarıyla bir cem şöyle işler:

1- Dede'nin ve eşini kabulu (ve konuşması);

2- Desturdan sonra sazla zakir'in deyiş okuması;

3- Süpürge çalınır;

4- Post serilir;

5- Canlardan rızalık alınır;

6- Oniki hizmet sahiplerine duaları verilir;

7- Çerağ uyandırılır;

8- İbriktar tarikat abdesti aldırır;

9- Lokmaların duaları (gülbankları) verilir;

10- Dede veya Rehber yol-erkan konusunda bilgi verir;

11- Cem mühürlenir;

12- Duvazman okunur;

13- Tevhid çekilir;

14- Miraçlama okunur;

15- Kırklar semahı yapılır;

16 Saka su dağıtır;

17- Mersiyeler okunur

18- Lokma hizmeti sunulur;

19- Sofra duası okunur;

20- Süpürge çalınır;

21- Post kaldırılır;

22- Oniki hizmet sahiplerinin duası verilir;

23- Çerağ dinlendirilir;

24- Cem sonlandırılır.

E- Görgü Cemi nedir?

Alevilik-Bektaşilikte temel ilkelere karşı gelenler hata yapmış olurlar ve bunun bedelini öderler. Görgü Ceminde verilecek en hafif ceza sitemdir. En ağır ceza ise düşkünlüktür. Asıl amacı insan-ı kâmil olmak olan Alevi-Bektaşinin en korktuğu şeylerin başında hamlık yapmak gelir. Örneğin diline hâkim olamayıp da bir can kıran birisi hamlık yapmış demektir. Hamlık da kişiyi yolundan alıkoyar.

F- Cemevi (Cemçadırı) nedir? Mescid-i Nebevi bir model midir?

Göcebe yaşam sürdüren Türk kavimlerinde Cem, eskiden olduğu gibi, çadırda yapılırdı. 1930'lu yıllara kadar Toroslardaki Türkmenler cemlerini Derimevi çadırı denen özel yuvarlak çadırda yapmaya devam ettiler. Yerleşik alevi topluluklarında iseÂyin-i cem, cemevinde yapılır. Bu herhangi bir evin, ceme katılacak canların sayısını alabilecek büyüklükte herhangi bir genişçe odası olabileceği gibi, cem düzenlemek amacıyla özel olarak yapılmış bir cemevi de olabilir. 12 hizmetten “peyik” cemin hangi evde yapılacağını köy halkına haber verirdi.

Cemin yapılacağı yer kutsal yer olarak nitelenir. “Hak-Muhammet-Ali” meydanı (Ölmeden önce ölünen yer) olan cemevine girişte eşiğe basılmaz, yan çerçevelerine veya orta direğe “niyaz” edilir, öpülür. Cemevinde belirli bir düzende oturulur.

G- Ocak nedir? Dedelik Kurumu nereden geliyor? Mürşit- Pîr-Rehber gibi inanç önderleri kimdir ve görevleri nedir? Tarih içinde bu hizmetler ne gibi değişikliklere uğradı?

Ocak nedir? Oturulan, barınılan yer. Diğer bir anlatımla da ateşin yandığı, yiyeceklerimizin piştiği yerdir. Bugün Türkiye'de kimine göre 180 ocak kimine görede de 300 e yakın ocak vardır. Nasıl yapılanmıştır bu ocaklar? Elimizde çok az bilgi var.

Bu yapılanma bir taraftan mevcut Türk aşiret yapılanmasının yavaş yavaş dini yapılanmaya dönüşmesiyle diğer taraftanda bu Türk aşiretlerinin özgür yapısına ters düşen merkezi Şelçuklu ve sonrada Osmanlı devletlerinin aşiretler üzerine hakimiyet kurma girişimleriyle şekillendi. Bu yapılanmada Atalar kültününde, ocakların dinselleşmesinde ve dini önder Baba ve Dedelere dönüşmesinde de etkisi çok büyüktür. Türkler arasında halka yol gösteren tecrübeli ve bilgili kişilere eskiden beri “ata” ve “baba” denilirdi. Bu iki unvanın ilk Yesevi dervişleri hakkında kullanıldığı bilinmektedir. Daha sonraki dönemlerde “dede” unvanı da “ata” ve “baba” gibi bir saygı ifadesi olarak kullanılmıştır. Örneğin, Korkut Ata’ya Dede Korkut denilmekteydi.

Alevi inançta dede ocaklarının oluşturduğu kurumsal ve inançsal yapılanış çok önemli bir örgütlenme modelini bünyesinde taşımaktadır. Ocakların etkinlik sahasına bakıldığında Aleviliğin geliştirdiği bu toplumsal, inançsal yapı daha iyi anlaşılmaktadır.

16.cı yüzyıldan itibaren Bektaşiler, Dedeleri çıkış kaynaklarına göre üç grupta toplandığını söylerler: Dedebabalar (Hacı Bektaş Veli yolundan), Çelebiyanlar (Hacı Bektaş soyundan) ve Ocakzadeler (Oniki İmam soyundan).

Tartışılacak bu ayırımın yanında bir de şu anlamda verilmiştir: Dedenin ocağında, onun gözetiminde bilgi ve bilgeliğinde, ham olan insanlar pişecek ve olgunlaşacaklardır.

Aleviliğin tarihsel ve sosyolojik kaynağı Maveraünnehir’dir. Ocaklar, Horasan’dan gelerek Anadolu’ya yerleşen, soyu İmam Zeynel abidin’e, oradan da Hz. Ali’ye ve dolayısıyla Hz. Muhammed’e ulaşan bir yapılanmadır. Ancak bu tarihi gerçekler, yani Anadolu’da bulunan Dede ailelerinin hem Horasan’a sahip çıkmaları, hem de Ehl-i Beyt’ten olduğunu söylemeleri sürekli bir spekülasyon konusu olmuştur.

Bir Dede’nin görevini yürütebilmesinin koşulu ocağını inanç nuruyla her zaman canlı tutabilmesi, ocak ateşinin sürekli yanmasıdır. Yani, irşat makamının gereklerini yerine getirebilmesidir. Yoksa Ocağı yakıp insan yetiştirmedikten sonra, “dede’yim” demesi hiç anlamlı olmayacaktır.

Her ocak mürşidini bilmektedir. Ya kendi ocağındandır veya bağlı olduğu başka bir ocaktandır. Bin yıldır bu hiyerarşik sistem yürümektedir. Yani, “el ele, el Hakk’a” ilkesi yaşanmaktadır.

Mürşit ocakları, el verdi. Yani, “Dikme Babalık” verildi. Çünkü Balkanlara kadar giden Aleviliğin yoluna, kafi derecede inanç önderleri yetmedi. Atama usulüyle hizmetler görüldü. El verilen dikme babalar, tekrar el aldığı ocaklarına döndükleri zaman yine asıl olan ocaklar kalacaktır. Peygambere evlat olanların sayısı çok azdır. Onun için el verilmiştir. Bu atamaları yapan da ocağın mürşididir. Ve bu görev verilen kişiyle başlar onunla biter.

H- Muhip ve Talip kimdir? Görevleri nelerdir?

İ- Alevi doğmak - Alevi olmak: Kim “Talip” olabilir?

Bir insanın yola girmesi ve talip olması için Alevi ana - babadan mı doğması gerekir? Talipliğin olmazsa olmazı bu mudur?”

Asıl soru da budur. Hele bu soru günümüzde daha da anlamlıdır. Alevi olan bir insan, Sünni veya başka inançlara geçebiliyor da, yetmiş iki milleti kucaklama sevdasıyla yola çıkmış bir inanç, kendisinden olmayanları niye kucaklayamıyor? Veya bir Sünni ikrar verip niye Alevi olamıyor?

Alevilik bir inancın adıdır. Irkçılığı reddeder. Merkeze insanı koymuş, ırk, cins, renk ayrımı yapmayan bir inanç, özünde sakladığı yüce bir değer olan, yaratılmışı kucaklama sevdası ve sevgisi nedeniyle herkesi kucaklamalıdır ve de kucaklar. Ne demiş Yunus? –Ete kemiğe büründüm insan gibi göründüm” diyen herkes alevidir ve de yol’un talibidir.

J- Kırklar Meclisi nedir?

Gayb erenleri ululuk/ermişlik sıralamasında yer alan,kim oldukları tam olarak bilinmeyen, ancak varlıklarına ve kutsallıklarına inanılan kırk kişilik evliya, ermiş topluluğu.

K- Musahiplik nedir ve temel kaynakları nerededir?

Muhtemelen bugün bir çok Alevi topluluğunda olan “Musâhip” ya da “Ahiret kardeşi” âdeti Ahilikten geldi. Ama Oğuz Türklerinde olduğu gibi “Kan Kardeşliği” kurumunun olduğu bir topluluk bu tip “dayanışma”yı rahatlıkla içine aldı.

L- 12 hizmet nedir?

Âyin-i cemde 12 imamları simgeleyen 12 hizmet görülür; bu 12 hizmeterbabının ya da 12 hizmet sahibinin yöreden yöreye, bölgeden bölgeye değişen isimleri vardır; değişmeyen tek şey hizmet sayısının 12 olduğudur. En yaygın adlarıyla 12 hizmet adları şunlardır:

1. dede, 2. rehber, 3. zâkir, 4. süpürgeci, 5. delilci, 6. gözcü, 7. bekçi/kapıcı, 8. kurbancı, 9. peyik, 10. iznikçi, 11. sofracı/lokmacı, 12. semahçı

Burada önemli olan bu hizmetlerin Hakk için olduğu ve hizmet sahiplerinin “pişmesi”, yani olgunlaşması için yapıldığıdır.

M- Ölü Dârı ve Erkânı nedir?

Alevi-Bektaşi inançı ölümü (Hakka yürüyüşü) bir yok oluş olarak görmüyor. Ölüm, yeni bir dönemin/sürecin (buna ebedi süreçte diyebiliriz) başlangıcıdır. “Ölen tendir, can ölmez”. Ölüm, yeni bir başlangıcın ilk adımıdır. Ölüm yaşamın bir gerçeği. Ancak insana ölüm gelene kadar da insanin yapmakla mükellef olduğu görevleri vardır. Ve insanoğlu son nefesine kadarda bu görevleri en doğru şekilde yerine getirmek zorundadır. Hayatın anlamına ulaşmak için doğru bir yaşamın sahibi olmak ve ölüm gerçeğini de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.

N- Semah

Hünkâr Hacı Bektaşı Veli bu konuda şöyle söyler: "Semah, ariflerin aleti, muhiplerin ibadeti, taliplerin maksududur. Bizim Semahımız oyuncak değil, ilahi bir sırdır. Bir kimse ki Semahı oyuncak sayar o cahildir".

 

Semahın kaynağı Kırklar meclisine dayanır. Bu meclise gelen Hz. Muhammed’e Salmanı Farisi tarafından bir üzüm tanesi verilir ve Salmanı Farisi kendisinden bunu paylaştırmasını ister. Hz. Muhammed Cebrail’in getirdiği tabakta bu üzüm tanesini sıkar. Bunu içen Kırklar "Ya Allah" deyip Semah dönmeye başlarlar.

Semah yalnız Cemlerde dönülür. Bunun dışında günümüzde olduğu gibi asla düğünlerde ve benzer eğlencelerde dönülmez. Semahın dönüldüğü ortam mutlaka özel ve dinsel anlamı olan bir ortam olmalıdır. Yani ilahi bir sırdır.

Özü aynı olan ama farklılıkları tali olan bir çok Semah türü vardır. Belli başlı Semah türlerini sıralayabiliriz: Miraçlama, Ali Nur Semahı, Kırklar Semahı, Turnalar Semahı, vb...

O-Hızırorucu ve Hıdrellez

Halk inançlarında ab-ı hayattan içerek ölümsüzlük mertebesine erişen Hızır, bütün ümit ve çarelerin geleceğine inalınan semavî bir kurtarıcıdır.

Bu kurtarıcı farklı kültürlerde farklı isimlerle anılır, ancak Türk inançlarında en çok Hızır, İlyas ya da iki karakterin özelliklerini kendinde birleştirmiş şekilde Hızır-İlyas olarak geçer. Hıdrellez ve Hızır Nebî gibi özel günler onun için kutlanır, şifa, bereket ve bolluk ondan talep edilir. Aslında sadece peygamberlere bile lütfedilmemiş ölümsüzlük mertebesine sahip olması bile, Hızır'ın inanışlardaki kudretine dair bir ipucudur.

 

Hıdrellez Hızır ve İlyas peygamberlerin her yıl buluştuklarına ve bu buluşma anısına doğanın yeniden canlandığına inanılan 6 mayıs günüdür. Halk takviminde yazın başlangıçı kabul edilir. Hızır, bitkilerin ve bereketin, İlyas ise suların ve hayvanların koruyucusudur.

 

Hızır Nebî Nevruz'dan 6 hafta önce şubat ayı ortalarında tutulan üç günlük oruç sonu kutlanan ve Oğuz Türklerinde yeni yıla rastlayan bayramdır.

P-Alevi-Bektaşi Ehl-i beyt anlayışı

Alevilik-Bektaşilikte Ehli-beyt iki türlü algılanır:

1- Ehli-beyt, Hz. Muhammet, Hz. Ali, Hz Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin olarak tanımlanır ve beş rakkamıyla simgelenir. Bir elin beş parmağıyla simgelenir (Penç-i Âbâ veya Penç-i Âl-i Âbâ).

2- Ehli-beyt, Hz. Ali, Hz Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin olarak algılanır ve dört rakkamıyla simgelenir. Bu anlamda “dört sevgili” Alevi-Bektaşi felsefesinin temelidir.

R- Tevella Teberra ne anlama geliyor?

Tevella, dostluk kurma, dost olma anlamına geliyor.

Teberra ise uzak durmak anlamına geliyor.

Aleviler arasında Tevella ve Teberra'nin manası ise Ehlibeytin dostlarına dost, düşmanlarına düşman olmak anlamına geliyor. Ancak tarihsel süreç içerisinde Tevella Teberra'nin anlamı daha önemli hale gelmiştir. Tevella Teberra iyiden, güzelden, haktan, haklıdan yana olmak; zalime, sömürücüye, haksıza, riyakara da karşı olmak anlamına geliyor. Bu anlamıyla bir duruşu, tavrı sembolize ediyor. Ehlibeytin şahsında bir bütün halinde doğrulardan taraf olmayı, haksıza karşı olmayı temsil ediyor.

 

S- Anadolu halk şairlerinde Alevilik;

Yedi ulu ozan

a- Seyyid Nesimî (1369 – 1417)

b- Şah Hatayî (Şah İsmail) (1487 – 1524)

c- Fuzulî (1504 – 1556 )

d- Yeminî (15. yüzyıl sonu-16 yüzyıl başı)

e- Viranî (16.yüzyıl)

f- Pir Sultan Abdal (16. yüzyıl)

g- Kul Himmet (16. yüzyılın ikinci yarısı)

Diğer şairler: Yunus Emre'den Aşık Veysel'e

 

T- Cemlerde halk şairlerinin deyişlerinin kullanılması

 

 

 

U- Nevruz

Nevruz; Farsça bir kelimedir ve yenigün (yeni/nev gün/ruz) anlamına geliyor. Miladi takvime göre 21 Mart günü Nevruz günüdür.

Nevruz, Alevi toplumun önemli bayramlarından biridir. Yine Nevruz bayramı, salt Aleviler için değil hemen hemen bütün doğu toplumları için önemli bir gündür.

Nevruz bayramı erkanı sabahtan başlar. Toplu olarak sabah yemeği yenecekse, önce Dede bir dua okur ve herkese süt ikram edilir ve kahvaltı yapılır. Daha sonra dargınlar barıştırılır. Hasta ve yoksullar ziyaret edilir, gönülleri alınır. Yeni ölmüşlerin evlerine taziyeye gidilir. Türbe ve mezarlıklar ziyaret edilir. Nevruz şenliklerinin yapılacağı ev ve kır yerleri önceden saptandığı için, bu yerlerde tüm hazırlıklar tamamlanır. Yaşlılar için ayrı bir mekanda, gençler için ayrı bir alanda muhabbet sofraları kurulur. Gençler kırlarda şenlikler yaparlar, halaylar çekerler, ateş üstünden atlayarak dilekler tutarlar. Genç kızlar ve oğlanlar karşılıklı mani söylerler...

Nevruz Bayramı akşamı “Meydan” açılır. Taliplere “Nasip” verilir. Cem evinde toplanılır. Tüm canlar hazır olduktan sonra , saat 20.00 civarında Nevruz Erkanının icrasına başlanır.

 

V- Kentsel yaşamda Alevili erkanının devamlılığı ve sorunları

 

1- Dede/Mürşit ile Talip/Mühip ilişkisi

2- Kentsel ortamda geleneksel ocak yapısı devam edebilir mi?

3- Karışık kentsel ortamda yöresel erkân zenginliğini nasıl korunur

4- İkrar verme : kime? neye? Nasıl?

5- Görgü cemi sorunlarına cevaplar...

 

 

 

9- Aleviliğin genel sorunları

 

A- Tarihte ve bugün Alevi Bektaşi ilişkisi

Genel anlamda Alevi Bektaşi farkını, “Bektaşiliğin İçyüzü” adlı kitabın yazarı Tevfik Oytan “aynı bahçenin gülleri” diye tarif edip devam ediyor “...bunların gerek erkânları olsun, gerek özel inançları olsun, hepsi yekdiğerine eşit ve uygundur”.

Alevi inançının kaynağı Melâmatiye ve İsmailiye akımından çıkan Horasan erenlerinin öğretisindeki Türk Bâtınî İslam yorumunun, Anadolu'ya yerleşen Kalenderîlik, Yesevîlik, Haydarîlik, Vefaîlik tarikatlarıdır. Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerinden yaklaşık iki asır sonra Anadoludaki bu dört tarikatla beslenmiş Bektaşiliğin çıkış noktası ise Babai isyanı kılıç artığı Hace Bektaş Veli’dir. Onu takip eden Anadolu erenleri ve bilhassa Abdal Musa, Hace Bektaş Veli öğretisini Bektaşilik tarikati haline getirdiler.

Bektaşilerde tarikata giriş ve manevi-dini yükseliş, yani sülûk ve kemâl ile Baba yani tekke sorumlusu olunabilir. Alevilerde, her köy bir Ocak’a bağlıdır ve Dede (veya bazı yörelerde Baba), dinsel bir birimin rûhanî başkanı, meşru olmak için, soy bağı Ali’ye ulaşan bir Ocak’tan (aile, soy) gelmek zorundadır

 

B-Tarihte ve bugün Türk-Kürt alevi ilişkisi

1071 de Malazgirt savaşında Selçuklu ordusunun üçte birinin kürt aşiretlerinden oluştuğu söylenir. Fakat elimizde bu kürt aşiretlerinin şafi veya alevi olduğuna ve Anadolu'ya yerleşmeye başladığına dair bir belge yok.

Fakat Kürt aşiretlerinin, Osmanlılar tarafından 15ci yüzyılda Anadolu'ya Suriye taraflarından alevilere karşı tampon göreviyle yerleştirildikleri ve Anadolu alevilerinin, Osmanlıyla birlikte işbirliği yaparak katledilmelerine yardımcı oldukları tezini savunan tarihçileri dikkate almak gerek.

Daha sonra Anadolu alevilerinin zaman içerisinde kürtlerle kaynaşması bu olasılığı çürütmez. Toplumsal gelişim açısından, tarih bunu gerektirmiştir:Türkmen ve Kürt aşiretleri zamanla zayıflamaya başlayınca, bu aşiretlerdeki yoksullaşma ve ağalarının baskılı yönetimleri sonucudur bir kaynaşma olmuştur. Alevi türklerinin de tarihten gelen ezilmişlikleri (sünni Osmanlı baskısı) yöresel şartlara göre, bu iki halkı birbirleriyle içiçe yaşamaya mecbur kılmış, kader birlikleri güçlenmiştir. Ayrılamayacak şekilde birleştirmiştir bu birlikteliklerini. Her iki taraf da birbirlerinin dillerini öğrenmiştir, yani, alevi Türkmenleri kürtçeyi, Kürt aşiretleri de türkçeyi. Bugün Kürt alevileri hala Pir Sultan türkülerini türkçeyle söylemektedirler.

C- Oğuz Türkleri zamanı Türk kültürünün bugünkü Türk Sünni-Alevi İslami yaşantımızda devamı

Bugün cami avlularında Diyanet tarafında hazırlanmış hazırlanıp asılmış levhada sünni islam yorumuna göre türbe ve yatırlarda :

1- Adak adanmaz;

2- Kurban Kesilmez;

3- Mum yakılmaz;

4- Bez-Çapıt bağlanmaz

5- Taş-para yapıştırılmaz

6- Eğilerek ve emekliyerek girilmez

7- Para atılmaz

8- Yenilecek şeyler bırakılmaz

9- El yüz sürülmez

10- Türbe ve yatırlardan medet-şifa umulmaz

11- Türbe ve yatırın etrafında dönülmez

12- Türbelerin içinde yatılmaz

Bu ve benzeri biat ve hurafeler dinimizce kesinlikle yasaklanmıştır” denmiştir. Halbuki bunların hepsi Türk kültürünün etkileridir.

Bunların yanında diğer Türk kültürü izleri şunlardır:

- İbadette müzik kullanımı

- Ruhun bedeni 40.cı gün terketmesi

- Mezar taşı

- Kanlı ve kansız kurban (ıduk)

- Ölüm yerine “göç”, “dünya değiştirme”, “Hakk'a yürüme” terimlerinin kullanılması

- Şamanlığın Dedeliğe geçmesi (eğitim, dış görünüş, görev, vs..)

- Şamanların ayinde alkollu içki kullanması (kımız ve sonra arak..) adetinden “dolu”ya, “dem”e (şarap veya rakıya) geçme

- Nazar boncuğu

- Kurşun dökme

- Şaman giysilerinde ve kilimlerde yılan, çıyan, akrep, kırkayak, kunduz motifleri kullanma

- Göktanrı inançındaki “Gök kubbe”nin mimariye “kumbet” olarak taşınması

- Yatır, Türbe,vs... gibi yerlerin ziyareti ve Atalar kültünün devamı.

 

D- Alevilikte söylenceler ve tarihi gerçekleri ayırma ve değerlendirme

 

 

Son söz

Bu eğitimi, derneklerimizde, dedelerimizle ve tayin edeceğimiz kişilerle veya titizlikle seçip, davet edeceğimiz misafir eğitmenlerle gerçekleştireceğiz.

 

Bunun yanında çok iyi de bir kütüphane kurmamız gerekli. Türkiye'de ve Avrupa'da her sene ciddi bir kaç yayının yanında hurafelerden, yanlış ve eksik bilgilerden arınmamış bir sürü kitap yayınlanmakta. Her ne kadar son senelerde Alevilik ve Bektaşilik üzerine ilmi araştırmalar arttı ise de daha henüz bir çok konulara değinilmedi. Kıymetli araştırmacılar sabırlı ve ciddi çalışmalarıyla yavaş yavaş eksikleri tamamlıyorlar. Dolayısıyla bizler de Aleviliğin Tarihi ve Din bilgisi üzerine gün geçtikce daha sağlıklı bilgiler ediniyoruz. Herkesin ortak tecrübesinden de istifade ederek yavaş yavaş çok kaliteli bir kütüphane kurmamız şart.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İDEAL KÜTÜPHANE başlangıcı

 

- Ahmet Yaşar Ocak

1- Babaîler İsyanı - Dergâh Yayınları 2000 (3üncü baskı)

2- Türkler, Türkiye ve İslam - İletişim Yayınları(7ci baskı) 2005

3- Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslam öncesi Temelleri -İletişim 2005

4- Türk Sufîliğine Bakışlar - İletişim 2005

5-İslam-Türk İnançlarında Hızır yahut Hızır- İlyas Kültü - Kabalcı 2006

6-Kalenderîler - Türk Tarih Kurumu 1999

- Esat Korkmaz

1- Alevilik-Bektaşilik Terimleri Sözlüğü -Kaynak Yayınları

- Fuad Köprülü- Franz Babinger

1- Anadolu’da İslamiyet - İnsan yayınları 2003

- İrène Mélikoff

1- Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe - Cumhuriyet Kitapları 2004

2-Uyur idik Uyardılar - Demos yayınları 2006

3- Kırklar’ın Cemi’nde - Demos yayınları 2007

4- Destandan Masala - Demos 2008

- Kur'â- Kerim ve Meâli

1- Açıklamalı Meâli (Toplu çalışma) - Diyanet Vakfı yayınları 86-A

2-Ord. Prof. Dr. Sadi İrmak'ın Meâli - (eski baskı zor bulunuyor)

- Sahih-i Buharî

1- 1001 Hadis (Naim Erdoğan) - Sağlam Yayınevi 1975

- Yaşar Nuri Öztürk

1- Hallâc-ı Mansur ve eseri - Yeni Boyut 1997

- Wilhelm Barthold

1- Orta Asya Türk Tarihi Dersleri - Çağlar Yayınları 2004

2-İlk Müslüman Türkler - Örgün Yayınevi

KONUŞMACI OLARAK DAVET EDEBLİLECEĞİMİZ İSİMLER

Dursun Gümüşoğlu Bir çok konularda (Bektaşi- Erkanname)

Hasan Onat Ankara İlahiyat, Mezhepler Tarihi

Mansur Yalçın Avukat, Tasavvuf

Mustafa Cemil Kılıç Din dersi öğretmeni, Aleviliğin inanç yapısı

Yılmaz Soyer İsparta İlahiyat, Bektaşiliğin kapatılması

Prof. Alemdar Yalçın Gazi Üni. Edebiyat, Tarih içinde Alevilik

Gıyasettin Aytaş Hacı Bektaş Veli

Dç. Dr Rıza Yıldırım 16cı asır

Sedat Pektaş Aleviliğin kısa tarihi

Okan Doğan Kırklar meclisi ve 12 Hizmet

Dç. Dr. Ali Yaman İzzet Baysal Üniversitesi, Dedeler ve Ocaklar

Prof. Dr. Ahmet Taşğın Konya Üniversitesi

Dç. Dr. Özgür Savaşcı Bektaşîlik , Munich Üniversitesi

Ali Rıza Uğurlu Dede

Hüseyin Dedekargınoğlu, Dede

 

Doğan Bermek, AVF Başkanı